ANMA MESAJI : 29 Nisan 1916 tarihinde el ettiğimiz Kut’ül Amare Zaferi’mizin 100. Yılında tüm Şehi tlerimizi saygı, sevgi ve minnet ile anıyoruz.


DAĞITIM

1. GENELKURMAY BAŞKANLIĞI

2. KARA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI

3. DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI

4. HAVA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI

5. JANDARMA GENEL KOMUTANLIĞI

6. İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI

7. EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

8. ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU

Sayın Müdürüm, Sayın Komutanım,

29 Nisan 1916 tarihinde el ettiğimiz Kut’ül Amare Zaferi’mizin 100. Yılında tüm Şehitlerimizi saygı, sevgi ve minnet ile anıyoruz.

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU Yönetimi

www.ozelburogrubu.com

BAŞARI MESAJI : Süperlig’de devam eden şampiyonluk yarışında tüm takımlarımıza başar ılar diliyoruz.


DAĞITIM

1. ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU

Değerli Yurtseverlerimiz,

Süperlig’in bitimine 2-3 hafta kala ligdeki şampiyonluk yarışı tam gaz devam ediyor.

Tüm takımlarımıza Şampiyonluk yarışında başarılar diliyoruz.

Hakeden kazansın !!!

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU Yönetimi

www.ozelburogrubu.com

T.S.G.A. /// KUTLAMA MESAJI : Türkiye ve Dünyadaki tüm Yurtseverlerimizin Anneler Günü’nü kutluyor, saygılarımızı sunuyoruz.


##- Please type your reply above this line -##

You are registered as a CC on this request (159706). Reply to this email to add a comment to the request.

[LP0EKL-37X63]

KUTLAMA MESAJI : Türkiye ve Dünyadaki tüm Yurtseverlerimizin Anneler Günü’nü kutluyor, saygı larımızı sunuyoruz.


DAĞITIM

1. GENELKURMAY BAŞKANLIĞI

2. KARA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI

3. DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI

4. HAVA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI

5. JANDARMA GENEL KOMUTANLIĞI

6. İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI

7. EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

8. ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU

Sayın Müdürüm, Sayın Komutanım,

Türkiye ve Dünyadaki tüm Yurtseverlerimizin Anneler Günü’nü kutluyor, saygılarımızı sunuyoruz.

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU Yönetimi

www.ozelburogrubu.com

İSTİHBARAT DOSYASI /// Tunca Bengin : İstihbarat zaaf kaldırmaz


Tunca Bengin : İstihbarat zaaf kaldırmaz

E-POSTA : tunca.bengin

11 Mayıs 2024

İstihbarat faaliyetleri dünyada olduğu gibi Türkiye’de de son yıllarda en çok konuşulan, tartışılan konular arasında. Hatta başında. Nitekim Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), daha birkaç gün önce “Casusluk nedir?” başlığıyla yayınladığı video ile vatandaşları casusluk faaliyetlerine karşı uyardı. İstihbaratın çok geniş bir hedef kitlesi, çok yönlü çalışma kolları ve çok boyutlu hedefleri bulunduğuna dikkat çekti. Yani gizli servisler, istihbarat denildiğinde sadece dar kapsamlı güvenlik eksenli bakışlarla değerlendirilip, casuslar arası savaş, operasyonlar ve terör, yıkıcı faaliyetlere karşı bir Hollywood filmi görüntüsü gibi anlaşılmaması, gerektiğine. Zira istihbarat, bir devletin, toplumun temel güvenliğinin korunması ekonomiden sağlığa iç politikadan dış politikaya, ondan sonra sosyal hayattaki ortaya çıkan risklere kadar her alanı ilgilendiren, her alandaki zafiyetleri önceden haber alarak, değerlendirerek politikacıya politika üretiminde yardımcı olan bir faaliyet etkinliği ya da meslek. Özellikle 1990 sonrası teknolojik gelişmelerle birlikte dijital platformlarda oluşan müthiş veri altyapıları, paylaşım ağları da CIA ve MOSSAD başta bütün gizli servislerin iştahını kabartmış durumda. Ya da servislerdeki uzmanlar teşkilattan ayrıldıktan sonra bu veri tabanı üzerinden hedefledikleri kişilerin bilgilerini kullanıyor ve satıyor. Dolayısıyla Türkiye olarak başta güvenlik, terör herkesin her konuda teyakkuz durumu şart. Niyesi malum:

★★★

Savunma sanayiinde gelinen nokta nedeniyle dünyanın gözü Türkiye’de… Özellikle İHA, SİHA’lar ile muharip araç gereçler, silahlar, mühimmatların sahada gösterdiği üstün başarı ve Milli Muharip Uçağımız KAAN, uluslararası güçlerin dikkatini çekmiş durumda. Bu bağlamda yapılan övgüler ve İHA-SİHA’lar başta olmak üzere gelen silah talepleri de malum. Gerçekleştirilen hamleler silah sanayiinde dışa bağımlılığımızı azaltırken, Türkiye’yi dünya piyasalarında söz sahibi de yaptı. Tabii bu aynı zamanda teknoloji ve ticari olmak üzere iki farklı casusluğun daha radarına girme anlamına da geliyor. Ki bunun örnekleri de MİT ve Emniyet’in ortaklığında gerçekleşen bir çok operasyonla ortaya çıkarıldı. Türkiye’nin geliştirdiği, geliştireceği projelerle ilgili bilgi sızdırma amacıyla birçok ülkenin gizli servisleri, yabancı şirketlerin elemanları “derin” bağlantılar ve hesaplar peşinde. Sadece güvenlik nedeniyle değil, pazardan pay kapmak, sizi pazara sokmamak için de… Nasılını istihbaratçılar şöyle anlatıyor:

Haberin Devamı

“İstihbarat servisleri gidip doğrudan bir şey yapmazlar. Kendilerine özgü bir bilgi kaynağı ağı yaratırlar. Bir yerde ofis kurarlar, yerli halktan çok sayıda haber kaynağı kullanılır. Bunlar savunma sanayii teşkilatlarında, özel sektörde, üniversitelerde de olabilir. Bunların bir kısmı parayla, bir kısmı kadınla ilgilidir ya da kumarla ilgilidir adama şantaj yapılır. Çocuğu başka yerde okuyordur ondan dolayı şantaj yapılır. Aklınıza gelebilecek her şey yapılabilir.”

★★★

Bir de etki ajanlığı meselesi var. Sizin içinizden ya da sizden gibi görünen ama aslında karşı tarafa hizmet edip sizi arkadan vurmaya çalışanların yürüttüğü psikolojik algı operasyonları yani. Bunlar da siyasetten iş dünyasına, hukuktan sanat camiasına, medyadan akademisyenlere veya sivil toplum örgütlerine kadar hemen her yerde olası… Bağlı oldukları istihbarat servisleri ya da uluslararası şirketlerden gelen talimatla istenilen algıyı oluşturup, gerekli propagandayı yapmak adına… Onun için de istihbaratçıların anlatımıyla “derin” faaliyetlerde esas tehlikeli olanlar “klasik istihbarat ajanları” değil, hemen her yere sızan veya devşirilen bu gibi etki ajanları. Hedef ülke ve toplumda yarattığı tahribatlar nedeniyle. Ki bu bağlamda Türkiye’de siyasetten ekonomiye ve sosyal yaşama dönük fazlasıyla etki faaliyeti iddiası ve tartışması söz konusu. Hatta savcılık iddianamelerine yansıyan örnekler de var…

★★★

Dolayısıyla ülkenin menfaatleri, birliği, bütünlüğü için herkes dikkatli ve uyanık olmak zorunda… MİT’in uyarısında olduğu gibi tanımadığımız kişilerin yönelttiği irdeleyici, şüpheli ve hassas içerikli sorulara cevap vermeden önce soruyu soranın kim olduğunun sorgulanması kritik önemde…Kısacası istihbarat zaaf kaldırmaz…

SUUDİ ARABİSTAN DOSYASI : Ekolojik şehir ‘neom projesi’nde ‘öldürme izni’ iddiası


Ekolojik şehir ‘neom projesi’nde ‘öldürme izni’ iddiası

Suudi Arabistan’da, ekolojik şehir projesi Neom için "güvenlik güçlerine öldürme izni verildi" iddiası. Suudi hükümeti ve Neom projesi yetkilileri, ‘öldürme izni’ iddiasına ilişkin sorulara yanıt vermeyi reddetti.

YAYINLAMA : 10 Mayıs 2024

Suudi Arabistan’da onlarca Batılı şirketin desteğiyle inşa edilen ekolojik dikey şehir projesi "Neom" için çölde başlatılan çalışmalar devam ederken, eski bir istihbarat yetkilisi İngiliz yayın kuruluşu BBC’ye verdiği bilgide "Suudi güvenlik güçlerine öldürme izni verildi" iddiasında bulundu.

BBC Türkçe’de yer alan habere göre, Suudi Arabistanlı eski albay Alenazi, Neom adı verilen proje kapsamındaki The Line (Hat) isimli dikey şehrin inşası için bölgedeki köylüleri evlerinden çıkarma emri aldığını söyledi. Evini terk etmeyi reddeden bir kişi vurularak öldürüldü. Suudi hükümeti ve Neom projesi yetkilileri bu iddialarla ilgili sorulara yanıt vermeyi reddetti.

Resmi açıklama ile karşılaştırma tutmuyor

500 milyar dolar değerindeki Neom projesi, 2030 Suudi Vizyonu adı verilen stratejinin bir parçası. Burada amaçlanan şey, Suudi ekonomisinin petrole bağımlılığını azaltmak. Projenin merkezindeki The Line ise otomobillerin giremediği, 200 metre genişliğinde ve 170 kilometre uzunluğunda bir yerleşim hattı olarak tasarlandı. Henüz 2,4 kilometrelik kısmı tamamlanabilmiş olsa da, 2030’a kadar inşasının bitirilmesi planlanıyor.

Suudi veliaht prensi Muhammed Bin Selman, Neom’un inşa edileceği bölge için mükemmel bir ‘boş tuval’ nitelemesinde bulundu. Hükümetten gelen açıklamalara göre 6 binden fazla kişi bu hat üzerindeki evlerini boşalttı ve başka yere taşındı. Ancak İngiltere’deki insan hakları kuruluşu ALQST’nin tahminlerine göre bu sayı çok daha fazla.

BBC’nin incelediği uydu görüntülerinde, tahliye gerçekleşen üç bölgede (Al Khuraybah, Sharma ve Gayal) okulların, evlerin ve hastanelerin haritadan silindiği görülüyor.

Tapu görevlilerini içeri almayan Huveyti vurularak öldürüldü

Geçen yıl İngiltere’ye kaçan eski Suudi ordu subayı Alenezi, Nisan 2020’de The Line’ın 4,5 kilometre güneyinde Al Khuraybah bölgesini boşaltması emrini aldığını belirtti. Buradaki köylerde yaşayanların çoğu Huveytat aşiretindendi.

Eski albay Alenezi’ye gelen talimatlarda, Huveytatların arasında çok sayıda ‘isyancı’ olduğu ve ‘(tahliye emrine) karşı çıkmaya devam edenlerin öldürülmesi gerektiği, evlerinde kalan herkese ölümcül güç uygulanması için izinlerin verildiği’ yönünde ifadeler yer aldı. Eski albay, BBC’ye yaptığı açıklamada, sağlığını bahane ederek söz konusu görevi üstlenmediğini ancak yine de operasyonun gerçekleştiğini anlattı.

Bu emirden bir gün sonra evinin değerini belirlemek için gelen tapu görevlilerini içeri almayan Abdurrahim el Huveyti vurularak öldürüldü. Aynı kişi vurulmadan önce sosyal medyada tahliye emrine itiraz eden birçok video paylaşmıştı.

Zorunlu tahliyeye karşı çıkan 5 kişi idama mahkum edildi

Suudi güvenlik yetkilileri El Huveyti’nin güvenlik güçlerine ateş açtığını ve onların da karşılık vermek zorunda kaldığını belirten bir açıklama yaptı. İnsan hakları kuruluşları ve BM ise adamın yalnızca evini terk etmeyi reddettiği için öldürüldüğünü savundu.

BBC, Albay Alenezi’nin ölümcül güç kullanımına resmi olarak izin verildiği iddiasını doğrulayabilmiş değil. Suudi istihbarat teşkilatının çalışmalarını takip eden bir kaynak ise Alenezi’nin iddiasının projeyle ilgili verilen talimatların geneli ile aynı doğrultuda olduğu görüşünü paylaştı. Kaynak, aynı zamanda Alenezi’nin böyle bir emir alacak düzeyde yetkiye sahip olduğunu vurguladı.

BM ve ALQST’nin açıklamalarına göre, en az 47 kişi de zorunlu tahliyeye karşı çıktıkları için gözaltına alındı. Birçoğuna terörle bağlantılı suçlamalar yöneltildi. ALQST bu kişilerden 40’ının hâlâ hapiste olduğunu, aralarından beşinin idama mahkum edildiğini kaydetti.

Birçoğu El Huveyti’nin ölümü sonrası sosyal medyada yas mesajları paylaştığı için gözaltına alındı. Suudi yetkililer, tahliye talimatı verilenlere tazminat önerildiğini söylese de ALQST verilerine göre köylülere söz verilenin çok altında ödeme yapıldı. Albay Alenezi’ye göre Huveytat’lara yönelik sert adımların arkasındaki sebep, Neom’un, Muhammed Bin Selman’ın planlarının merkezinde olması.

"Proje ilerlesin diye insanların boğazına yapışamazsınız"

Neom kapsamındaki bir kayak merkezi projesinin eski yöneticilerinden olan Andy Wirth, ülkesi ABD’den bu işe başlamak üzere ayrılmasına birkaç hafta kala Abdurrahim El Huveyti’nin ölümünden haberdar olduğunu söyledi. Wirth, çalışanlarına işin aslını tekrar tekrar sorsa da bu konuda yeterli bir yanıt alamadığını belirtti.

"Projede ilerleme sağlamak adına oradaki insanların boğazına yapışamazsınız" diyen Wirth, proje yönetimine inancını kaybettiği için bir yıl sonra işi bıraktı.

2022’de The Line kapsamındaki 100 milyon dolarlık bir projeden çekilen İngiliz arıtma şirketi Solar Water’ın CEO’su Malcolm Aw da yaşananları sertçe eleştirdi. Yerel halkın zenginlik olarak düşünülmesi gerektiğini söyleyen Aw, "Onları evlerinden atmaya çalışmadan önce proje konusunda tavsiyelerini almalısınız" ifadelerini kullandı.

Zorla yerinden edilenler ne söylüyor?

Köylerini terk etmek zorunda kalanlar, gözaltındaki akrabalarını daha da tehlikeye atmaktan korktukları için yabancı medyaya konuşmak istemedi. BBC de 2030 Suudi Vizyonu kapsamındaki bir başka bölgede evlerini terk etmek zorunda kalanlarla konuştu. Batıdaki Cidde’de yürütülen proje nedeniyle 63 mahallede bir milyondan fazla insan evlerinden edildi.

Burada opera salonları, lüks alışveriş merkezleri, özel konutlar, spor alanlarının inşası sürüyor. Bu yıkımlardan etkilenen Aziziye’de büyümüş olan Nader Hijazi (gerçek ismi değil), babasının evinin, yalnızca birkaç hafta öncesinde uyarı yapılarak yerle bir edildiğini belirtti. Eski mahallesine ait fotoğrafların savaş alanını andırdığını söyleyen Hijazi, "Halka, kimliğimize savaş açtılar" ifadelerini kullandı.

BBC’ye konuşan Suudi aktivistler, iki kişinin geçen yıl Cidde’deki yıkımlara itiraz ettiği için gözaltına alındığını, bu kişilerden birinin fiziksel olarak direndiğini, diğerinin ise yıkıma karşı sloganların olduğu çizimleri sosyal medyada paylaştığını kaydetti.

Cidde’de cezaevinde tutulan bir mahkumun akrabası, yıkılacağı belirlenen mahallelerinde veda buluşması düzenlemekle suçlanan 15 kişinin daha hapse koyulduğunu iddia etti. Ancak mahkumlara ulaşmada yaşanan zorluklar nedeniyle bu iddia doğrulanamadı.

ALQST’nin görüştüğü, Cidde mahallelerinden tahliye edilen 35 kişinin hepsi, ihbar süresinin uygulanmadığını ve tazminat verilmediğini savundu. Yarısından fazlası da gözaltı tehdidi altında evlerini boşaltmaya zorlandığını söyledi.

"Büyükelçilikteki toplantıya katılmam için 5 milyon teklif edildi"

İngiltere’de de hâlâ güvende hissetmediğini söyleyen Alenezi, bir istihbarat uzmanının Londra’daki Suudi Büyükelçiliği’nde bir toplantıya katılması şartıyla ona 5 milyon dolar teklif ettiğini, teklifi reddettiğini söyledi. Suudi hükümeti, bu iddia ile ilgili soruya da yanıt vermedi.

ABD merkezli gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi konsolosluğunda öldürülmesi başta olmak üzere, muhaliflere yönelik saldırılar bir süredir devam ediyor.

ABD istihbaratının raporunda, Muhammed bin Selman’ın Kaşıkçı’nın öldürülmesi operasyonuna onay verdiği sonucu açıklanmıştı. Ancak Suudi veliaht prensi cinayette rolü olduğuna dair suçlamaları reddetti.

Alenezi, Neom fütürist şehir projesi için aldığı emirlere itaat etmeme kararından pişman değil: "Muhammed bin Selman Neom’un inşasına engel olabilecek hiçbir şeye izin vermeyecektir. Eğer projede kalmış olsaydım benden kendi halkıma ne yapmamı isteyeceklerdi diye kaygı içinde düşünmeye başladım."

JEOPOLİTİK & JEOSTRATEJİK DOSYASI /// Hüseyin Vodinalı : ATLANTİK CEPHESİNDE JEOPOLİTİK SARSINTILAR


Hüseyin Vodinalı : ATLANTİK CEPHESİNDE JEOPOLİTİK SARSINTILAR

23/01/2022 · huseyin8888

İmparatorlukların çöküşü içeriden olur, çevreden gerçekleşir.

Roma İmparatorluğu döneminden beri bu değişmeyen bir gerçekliktir.

Jeopolitik depremler öncü ve artçılarıyla birlikte yaşanır.

Rusya ve Çin’i birlikte kuşatma fikri de Amerikan İmparatorluğu’nun başlıca çöküş sebebi olarak tarihe yazılacaktır.

Bu çok salakça fikir, Atlantik’te de pek çoğuna çılgınca geliyor.

ABD’nin kendi sinir merkezlerinde dahi ciddi ayrılıkların yaşandığı düşünülürse Almanya’da bunun nasıl bir etkisi olduğunu görmek için dahi olmaya gerek yok.

2008’den itibaren çöküş dönemine giren ABD’de Trump ile başlayan parçalanma, Biden yönetiminde devam ediyor.

Biden’a olan kamuoyu desteği güneş görmüş kar gibi eriyor.

Daha 1998 yılında, Rus Profesör Igor Panarin, Amerika Birleşik Devletleri’nin altı parçaya bölüneceğini öngördü ve hatta bunu gösteren bir harita yayınladı. Bugün, birçok Çinli bilim adamı, Amerika Birleşik Devletleri içindeki iç bölünmeler nedeniyle Amerika’nın düşüşte olduğundan oldukça emin.

Biden yönetimindeki Blinken ve Nuland gibi neoconlar ise “zor oyunu bozar” şiarıyla hemen ve acil bir savaş peşinde koşuyor. Dış savaş iyi, iç savaş kötü tabii onlara göre her zaman.

Fakat bu da kolay bir şey değil.

ATLANTİK CEPHEDE ALMANYA ÇATLAĞI

Atlantikçi ekip, Rusya’ya karşı Ukrayna üzerinden çıkarılacak bir savaş planlaması yaparken Almanya faktörünü hafife almışa benziyor.

Almanya’da Amerikan etkisi büyük elbette.

2. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve SSCB’nin çöküşüyle birlikte tamamen Amerikan himayesi altına giren Almanya, bugün Avrupa’nın en büyüğü olan ekonomisiyle artık jeopolitik bir güç.

Ve Almanya, Ukrayna konusunda İngiltere ve Amerika’daki baronların kabusu olmaya başladı.

Enerjisinin çoğunu Rusya’dan alan ve Kuzey Akım 2 hattını tüm Atlantik engellere rağmen tamamlayan Almanya’da savaş baskısı iç siyasi krize doğru evriliyor.

Amerikancı Merkel’i bile telekulaklarla dinleyen CIA uzantısı BND ve diğer politik çevreler, Berlin’in Amerikan vassalı olması için ellerinden geleni yaptı.

Merkel’in ardından gelen hükümet ondan da Amerikancı idi.

Hele Dışişleri Bakanlığı’nın verildiği Yeşiller Partisi’nden Annalena Baerbrock tam bir Washington temsilcisi.

Boerbrock’un Ukrayna’ya koşulsuz desteği Berlin’deki jeopolitik uzmanı devlet erkanı tarafından hoş karşılanmadı.

Almanya diğer Avrupa ülkelerinin aksine olası Rusya-Ukrayna (ABD-Avrupa) savaşına dahil olmak istemiyor.

Jeopolitik çıkarları buna izin vermiyor.

Bu yüzden Ukrayna’ya silah satmayı ve diğer Avrupa ülkelerinin silah ve birlik ulaşımlarına hava sahasını açmayı reddediyor.

Almanya’daki yeni koalisyon hükümeti kucağında bulduğu bu krize çok dayanamaz.

Bakın son iki günde iki önemli gelişme oldu.

Birincisi, Almanya’da Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Ekonomi ve İklim Bakanı Robert Habeck’in de aralarında bulunduğu Yeşiller Partisi yönetim kurulu üyeleri hakkında “güven ihlali” suçlamasıyla soruşturma başlatıldı. Berlin Savcılığı, 2020’de hem partinin yönetim kurulu üyelerine hem de parti merkezindeki çalışanlara “ayrıcalıklı” olarak bin 500 euro’ya kadar ödeme yapıldığını belirtti.

İkincisi, Almanya Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral Kay-Achim Schönbach’ın Hindistan ziyareti esnasında yaptığı bir konuşmanın basına sızması oldu.

Karizmatik Amiral Achim-Schönbach, Yeni Delhi’de “Manohar Parrikar Institute for Defence Studies and Analyses” isimli bir düşünce kuruluşunda yaptığı konuşmasında şunları söyledi:

“-Putin, Batı/NATO’nun Rus çıkarlarına saygı duymasını istiyor.

-Rusya dünya savaşı istemiyor ama Ukrayna’nın AB’yi bölmek için kullanılabileceğini biliyor.

-Ukrayna Kırım’ı asla geri alamayacak.

-Avrupalı Hıristiyan Rusya, Komünist Çin’in yükselişine karşı Hindistan ve Almanya ile müttefik olmalıdır.”

Putin’e hayranlığını da belirten Alman Koramiral, konuşmasının sızması sonrası gelen baskılar üzerine istifa etmek zorunda kaldı.

Bu konuşmanın Hindistan’daki Rus istihbaratına yakın kaynaklar tarafından sızdırıldığını düşünüyorum.

Çünkü Hindistan, Rusya’nın çok eski bir müttefiki. Soğuk Savaş dönemlerinde bile Hindistan ile SSCB arasında çok yakın ilişkiler vardı.

İşin Çin kısmı bir tarafa bırakılırsa, Alman Deniz Kuvvetleir Komutanı’nın sözleri adeta bir jeopolitik depremdir. İngiltere’nin tarihsel olarak en büyük korkusu hep Almanya-Rusya işbirliğidir.

İkinci Dünya Savaşı’nda Çörçil’in en büyük kaygısı Hitler’in Rusya yerine Batı Avrupa’ya hareket etmesiydi.

1941’de Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırdığında Çörçil çok rahatlamıştı.

Şimdiyse Almanya kendisinden bekleneni yapmıyor.

Almanya’da 2. Dünya savaşından beri süren gizli bir iç çatışma vardır.

BND yani Alman istihbaratı CIA’ya bağlı çalışır. O kadar ki Amerikancı Merkel’i bile dinlemekten çekinmediler.

BND’nin pek çok vakıf, düşünce kuruluşları ve siyasi partilerde uzantıları vardır.

Mesela Yeşiller Partisi doğrudan BND’ye bağlıdır. Yeşiller’in Dışişleri Bakanı Baerbock aynı zamanda Great Resetçi Dünya Ekonomik Forumu’nun (Davos WEF) “Genç küresel liderler”i arasında. (Finlandiya’nın genç ve güzel Başbakanı Sanna Marin de onlardan)

Amerika’nın Alman ordusunda en az etkisi olduğu yer ise Deniz Kuvvetleri’dir. Alman bahriyesi her zaman millici bir tutum almıştır. İkinci Dünya Savaşı sonlarında o pek çok havalı Nazi komutan kaçtığında ya da “Führer”e suikast ve darbe girişiminde bulunduğunda Hitler’in en yakınında kalan isim Amiral Dönitz olmuştu.

Almanya’da deniz kuvvetleri şehitliği girişinde “Alnımız açık, başımız eğik” yazısı vardır.

Yani “Biz görevimizi yaptık. (Sadece denizaltıcı 40 bin askeri ölmüştür) Ama ülkece yenildik” mesajı vardır.

Askerler jeopolitik düşünür.

Çünkü onlar için vatan tektir ve çıkarları da bellidir.

İdeoloji siyasetçilerin ve halk kitlelerinin meselesidir.

Rusya’yı 22 yıldır yöneten Vladimir Putin de bir asker gibi düşünüyor.

Çarlık Rusya’sı değerlerini benimsemiş görünse de, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü en büyük jeopolitik felaket olarak niteliyor.

İkinci Dünya Savaşı zafer günleri kutlamalarında Sovyet sembollerine özellikle yer veriyor ve asla ülkesinin komünist geçmişini kötülemiyor.

Putin, jeopolitik bir satranç ustası.

2000’li yılların başında ülkesini çöküşten kurtarmak için uğraşırken, ABD’nin Irak işgalini büyük bir fırsat olarak kullanmış ve işgale karşı olan Fransa ve Almanya liderleriyle üçlü bir mekanizma kurmuştu.

(sağcı) Chirac, (solcu) Schröeder ve Putin belli aralıklarla Soçi’de buluşup ortak çıkarları için neler yapabileceklerini konuşuyordu.

ABD o dönem bundan çok rahatsız oldu ve hemen parmaklarını içeri sokup, Chirac’ı Sarkozy gibi bir mafya bozuntusuyla, Schröeder’i ise Amerikancı Merkel ile değiştiriverdi.

Putin daha sonra ise Gerhard Schröeder’i Rusya’nın ikinci büyük “stratejik ordusu” olan Gazprom’a yönetici olarak transfer etti!

Bugün Ukrayna savaşına doğru adım adım ilerlerken 2003’teki tablo yeniden canlanır gibi oluyor.

Fransa’da Macron provoke edilecek bir savaşa kesinlikle karşı ve Rusya ile diyalog yanlısı.

3 gün önce bir açıklama yapan Fransa Cumhurbaşkanı, “Almanya ile Normandiya formatı kapsamında Ukrayna’daki krize siyasi çözüm bulmaya çalışıyoruz. Manipülasyonlar ve müdahalelere karşı dürüst ve talepkar bir diyalog olmalı” dedi.

Almanya’da ise Amerikancı hükümet ile jeopolitik devlet erki arasında bir çelişki yaşandığı çok belli.

Alman Başbakan Olaf Scholz, 17 günlük doğalgaz stokları varken, İngiliz Başbakanı (Palyaço) Boris Johnson ile görüşüp, Rusya’nın Ukrayna’ya askeri saldırısının “ağır ve ciddi” faturası olacağı uyarısı yaptı.

Asıl ağır ve ciddi fatura kendilerine çıkacak bunu bilmiyor mu?

Elbette biliyor ama elinden bir şey gelmiyor.

Ama ABD şu anda panikte ve Almanya’da NATO üslerinde kalan on binlerce CIA uşağı FETÖ’cü de öyle.

Yaşamsal (jeopolitik) çıkarları tehlikede olan Almanya’nın jeopolitik bir ray değişimi yapması oralarda kabuslar yaratıyor.

Onun için Atlantik çetesi acil bir provokasyon peşinde.

Neo-Naziler tarafından kontrol edilen Ukrayna Ulusal Güvenlik ve Ulusal Savunma Komitesi (RNBOU), askeri operasyonlarda merkezi bir rol oynuyor.

Moskova ile olan çatışmada, Neo-Nazi Andrij Parubiy ve Kahverengi Gömlekli yardımcısı Dmytro Yarosh tarafından yönetilen RNBOU tarafından Washington ve Londra güdümünde alınan kararlar, potansiyel olarak yıkıcı sonuçlar doğurabilir.

Önümüzdeki günler heyecanlı geçeceğe benziyor.

LİNK : https://www.veryansintv.com/atlantik-cephesinde-jeopolitik-sarsintilar/

İKLİM VE KÜRESEL ISINMA DOSYASI : İKLİM MESELESİ ÜZERİNE


İKLİM MESELESİ ÜZERİNE

29/02/2024 · huseyin8888

Prof. Dr. Cemal Saydam (*) facebook sayfasında yazdı.

Jungfraujoch…

İsviçre Alplerinde.

3571 metre yükseklikte.

ICOS projesi kapsamında olabilecek en hassas cihazlar ile sera gazlarını ölçen sistemler var.

Mesela QCLAS.

Adını bırakın çalıştırmak için bile doktoralı insanlara gerek duyan hassasiyette cihazlar.

İklim moda ya, bunlar da sera gazlarını ölçer dururlar.

İşte son 10 günün değerleri.

Değerlendirme için bilim insanı olmak gerekmiyor.

22/23 Şubat 2024 günlerinde, durduk yerde ve de aynı anda aynı salınımlarda karbon dioksit ve metan gazları konsantrasyonları artmış.

Bu iki gazın değişim grafiğinin tıpatıp benzer olması oluşumlarının da aynı kaynaktan geldiğinin göstergesi olmakta.

Ölçümler nereden yapılıyor.

Havadan.

O zaman istasyona 22/23 Şubatta gelen hava akımlarınının nereden geldiğine bakalım.

Uydu görüntüsü hiç tartışmaya yol açmadan havanın Atlantik okyanusundan kaynaklandığını İber Yarımadası ve Fransa üzerinden İsviçreye ulaştığını göstermekte.

Biraz da geriye 18 Şubata gidildiğinde Sahra Çölünden çıkan yoğun tozun önce Atlanik Okyanusuna sonra da kuzeye yönelip yine Kuzey Atlantik’ten gelen hava akımları ile Avrupa’ya doğru taşındığını göstermekte.

Tozları sarımsı renk olarak görebilirsiniz ama buluta girince toz izi ne yazık ki kayboluyor.

Toz açısından bakınca yoğun toz kümesinin kırmızı renkle Atlantiğe çıkışını oradan da kuzeye ve Avrupa’ya yönlendiğini görebiliriz.

Yanı uzun lafın kısası ölçülen sera gazı artışına neden olan olay toz bulut ve güneş enerjisinin etkisi ile oluşmuş bulunmaktadır.

İşte bu nedenle bu doğal kaynağın etkisini detaylı şekilde ölçmeden, küresel sera gazı azaltma faaliyetlerinin beyhude olduğunu söylerim.

Efendim, İber Yarımadası ve Fransa kaynak olamaz mı demişsinizdir.

Portekiz, İspanya Andorra, Monako gibi yerlerde milyonlar yaşıyor ne de olsa.

Eğer kaynak oralarda ise bir anda sera gazı patlamasına neden olan o olayı da bulmamız gerekmekte.

Güneyden hava gelince havaların ısındığını ve eğer kullanılıyorsa bile o günlerde doğalgazla ısınmaya gerek bile kalmayacağını da dikkatinize sunarım.

Peki bunu o bilim adamları bilmiyor mu?

Sera gazı, iklim değişikliği diye AB fonlarından yüz milyonlarca Avro destek almak varken neden benim gibi biri çıksın da senelerden beri yürüyen çarka çomak soksun ki?

Başını hemen ezer geçerler.

Hem kolay mı tüm dünya endüstriyel sera gazı artışından bahsederken birinin benim gibi çıkıntılık yapması.

Ben de artış yok demiyorum.

Elbette var ölçüp biçiliyor ama hala bu devasa boyutlardaki “doğal” sera gazı artışlarının etkisini bilmiyoruz.

Hem bunlar yöresel de değil.

Arkasında çöl olan her hava akımı ile oluşuyorlar.

Yani Sahra, Gobi, Taklamakan, Patagonya, Bolivya, Namibya, Atacama, Meksika, Avustralya, Afganistan, Pakistan, İran aklınıza her ne çöl gelirse o tozların bulut içinde sera gazı üretme potansiyeli var ve de üretiyorlar.

Şimdilik ağaçlar yeşermediği için oluşan karbon dioksit atmosferde kalıyor ama yeşiller başlayınca bu gaz da anında emilecek ve geride metan tek başına kalacak.

Yağmurla yere inerse de yeşillenmeyi destekleyecek veya okyanusa düşerse de alg oluşumuna neden olacak.

Sonrası da DMSP–DMS–MSA—SÜLFAT–Bulut oluşumu ile küresel soğumaya yardımcı olmak.

Yağışla indiği yerde alg olacak ama hemen değil.

Algın oluşması için cinsine göre 10-15 veya 20-22 gün geçmesi gerekiyor ki oluşan algleri uydu verisi ile takip edebilelim.

İşte bu olgunlaşma süreci de batıyı yanıltıyor.

(*) Prof. Dr. Cemal Saydam, 1951 İstanbul doğumludur. Lisans ve yüksek lisans eğitimini ODTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Kimya Kısmı’ndan Doktora derecesini ise 1981 yılında Liverpool Üniversitesi Oşinografi Kısmından almıştır. 1981-1995 yılları ortasında ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü’nde görev alan Dr. Saydam, 1981 yılında Yardımcı Doçent, 1985 yılında Doçent, 1992 yılında da Profesör unvanını almıştır. 1996-2004 yılları ortasında TÜBİTAK Başkan Yardımcılığı da dahil çeşitli TÜBİTAK noktalarında görev alan Saydam 2004 Ocak ayında TÜBİTAK Başkan Yardımcılığı vazifesinden ayrılarak 2002 yılından bu yana görev yaptığı Hacettepe Üniversitesi Çevre Mühendisliği Kısmındaki öğretim üyeliği vazifesine dönmüştür. 1975-1995 yılları ortasında ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü’nün kuruluşunda yer almıştır. 1985- 1995 yılları ortasında Enstitü Müdür Yardımcılığı görevini yürütmüştür. Kendisi Bilhassa Karadeniz Marmara Denizi Boğazlar ve Haliç üzerinde uzmanlaşmıştır. Sahra tozlarının taşınımı ve doğal döngü üzerindeki etkileri konusunda araştırmalarını yoğunlaştırmıştır. Dr Saydam’ın 35’i Science Citation İndex’e giren toplam 57 adet yayını ve bunlara yapılan 2726 atıfı vardır. “h” indeksi 21’dir. “Havadan Tozdan” isimli kitabın ve Lodos etkilerine karşı Poyrazmatik isimli basit düzeneğin müellifidir.

SAVAŞLAR DOSYASI : Üçüncü Dünya Savaşı’na Adım Adım


Üçüncü Dünya Savaşı’na Adım Adım

29/04/2024 · huseyin8888

Dr. Paul Craig Roberts (*) yazdı.

Putin’e hayranım ama onun eleştirmeniyim. Bizi istemeden de olsa 3. Dünya Savaşı’na sürüklediğini düşünüyorum.

Putin’in Ukrayna’daki sınırlı askeri operasyonu, (Ukraynalı Nazi milislerini ve Ukrayna askeri güçlerini, Rusya’nın Kırım’ı gibi Sovyet liderleri tarafından Ukrayna’ya bağlı, Rusça konuşulan bir bölge olan Donbas’tan temizlemekle sınırlı) stratejik bir hataydı.

Bu, Ukrayna bağlamında daha önce yapılan dört veya beş stratejik hatanın ardından gelen bir stratejik hataydı. Ukrayna bağlamının dışında başkaları da vardı.

Donbas, ABD tarafından düzenlenen ve seçilmiş Ukrayna hükümetini deviren Rus karşıtı darbeye tepki olarak iki bağımsız cumhuriyet halinde kuruldu.

Putin’in ilk stratejik hatası, Washington’un demokratik olarak seçilmiş Ukrayna hükümetini devirmesine izin vermesiydi.

2014 yılında Ukrayna hükümetinin devrilmesinin ardından iki bağımsız Donbas cumhuriyeti, Kırım gibi ezici bir çoğunlukla Rusya’ya yeniden katılma yönünde oy kullandı.

Putin, aksi takdirde Rusya’nın Karadeniz’deki deniz üssünü kaybedeceği gerekçesiyle Kırım’ın talebini kabul etti, ancak Donetsk ve Luhansk cumhuriyetlerinin talebini reddetti.

Bu Putin’in ikinci stratejik hatasıydı.

Eğer Putin, Kremlin ya da Rus hükümeti on yıl önce, 2014’te Donetsk ve Luhansk’a Kırım ile eşit muamele göstermiş olsaydı, Ukrayna’ya yönelik sınırlı bir askeri operasyon olmayacaktı.

Ne Ukrayna, NATO ne de Washington, “Donbass’ı kurtarmak” amacıyla Rusya topraklarına saldırmaya cesaret edemezdi.

Eğer ABD, Ukrayna’yı NATO’ya alma konusunda ısrarcı olsaydı, Putin Batı ile savaşta olduğunu ve Ukrayna’yı Rusya’nın bir parçası olarak yüzyıllardır sürdürdüğü varlığını yeniden tesis etmekten başka seçeneği olmadığını kabul etmek zorunda kalacaktı.

Ukrayna’nın “bağımsızlığı” 30 yaşında bir Amerikan eseridir. Her Batılı analist, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Rusya’nın parçalanmasının, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın parçalanmasına benzediği gerçeğini gözden kaçırmış veya bu konuda sessiz kalmıştır.

Aradaki fark, Hitler’in Almanya’yı yeniden bir araya getirmeye kararlı olması, ancak Putin’in öyle bir hırsı yok.

Gerçeği söylemek gerekirse, Putin özünde 20. yüzyılda Batılı bir liberaldir ve bu nedenle 21. yüzyılda Rusya’nın savaş lideri olarak başarısız oluyor.

Putin, Donbas’ın oylamasını kabul etmek yerine Donbas’ı Ukrayna’da bırakmayı seçti, ancak Minsk Protokolü olarak da adlandırılan Minsk Anlaşması ile oradaki Rus nüfusunu korumaya çalıştı.

Kısaca, Minsk Anlaşması uyarınca Donbas Ukrayna’da kaldı ancak Rus halkını Ukrayna hükümeti tarafından zulme uğramaktan korumak için kendi polis gücü gibi bazı özerklik biçimlerine sahip oldu.

Putin anlaşmaya Ukrayna ve iki bağımsız cumhuriyetin imzasını, Almanya ve Fransa’nın da onayını sağladı.

Oldukça açık ki, Washington’un, AB hükümetlerinin ve Batılı fahişelerin apaçık yalanlarına rağmen, Putin’in “Ukrayna’yı işgal etme”, hatta sınırlı bir askeri operasyon niyetinde olmadığı açıktı.

Askeri çatışmadan kaçınmak istiyordu.

2014-2022 arasındaki sekiz yıl boyunca, zamanımızın en yetenekli iki diplomatı olan Putin ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un, Batı ile Rusya arasında, hatta Rusya’nın da üye olarak dahil olduğu, NATO ile karşılıklı bir güvenlik anlaşması oluşturmaya yönelik olağanüstü diplomatik çabalarına tanık olduk.

Sekiz yıl boyunca Rusya Batı’nın soğuk tavrına maruz kaldı.

Aralık 2021 ve Ocak 2022’de Putin ve Lavrov, (Washington’un Rusya’yı, Donbas Ruslarını Washington’un Putin döneminde inşa ettiği büyük Ukrayna ordusuna karşı savunması için zorladığı) askeri harekatı etkisiz hale getirmek amacıyla Batı ile karşılıklı bir savunma anlaşması sağlamak için çok çalıştılar.

Ruslar Minsk Protokolü’nden umutluydu.

Geçtiğimiz yıllarda hem Almanya Başbakanı Merkel hem de Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Batı’nın Ukrayna ordusunu güçlendirirken Minsk Protokolü’nün Putin’i aldatmak için kullanıldığını itiraf etti.

Mesela Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’e göre Minsk anlaşması Ukrayna’nın silahlandırılması için zaman kazanmaya hizmet etti.

Haftalık Die Zeit gazetesine konuşan Merkel, “2014 Minsk anlaşması Ukrayna’ya zaman verme girişimiydi” dedi. “Bugün de görebileceğiniz gibi (21 Aralık 2022) bu zamanı da Kiev güçlenmek için kullandı.”

Putin, Merkel’in itirafından duyduğu hayal kırıklığını şöyle dile getirdi:

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Almanya eski Şansölyesi Angela Merkel’in 2014 Minsk anlaşmalarının Ukrayna’nın Rusya ile savaşa hazırlanmasına olanak sağladığını iddia ettiği açıklamasından hayal kırıklığına uğradı:

“Benim için tamamen beklenmedik bir şeydi. Bu hayal kırıklığı yaratıyor. Eski Başbakan’dan böyle bir şey duymayı beklemiyordum. Her zaman Alman liderliğinin dürüst olmasını umdum. Evet, Ukrayna’nın yanındaydı ve onu destekliyordu. Ancak yine de Alman liderliğinin, diğer şeylerin yanı sıra, Minsk müzakereleri sırasında elde edilen ilkelere dayalı bir çözüm beklediğini gerçekten umuyordum.”

Putin’in ortaya koyduğu saflık olağanüstü.

O, ormanda Şeytan’la mücadele etmek zorunda kalan bir bebek.

Ukrayna’nın Donbas cumhuriyetlerini işgal etmesiyle karşı karşıya kalan Putin müdahale etmek zorunda kaldı.

Ancak Batı’nın Minsk anlaşmasına uyacağına safça güvenen Putin, askeri harekata hazırlıklı değildi.

Profesyonellikleriyle, Batı yerine Yevgeny Prigozhin ve Wagner Grubu’nu düşman olarak görmeye gelen Rus generalleri utandıran özel bir askeri birliğe güvenmek zorundaydı.

Prigozhin’in adamlarından birkaçı, çatışmanın yüksek kayıplarla yönetilmesini protesto etmek için Moskova’ya yürüdüğünde ve savaşı bitirmek için güç kullanılmasını talep ettiğinde, kıskanç Rus generaller Putin’e bunun bir darbe girişimi olduğunu ve Putin’i aldattığını söyledi.

Gizemli bir uçak kazasında hayatını kaybeden Prigozhin’i yasaklama ve Wagner Grubu’nu Rus ordusuna dahil etme hedeflerine ulaştılar.

Dünyanın her yerindeki generaller gibi onların da en son umursadığı şey savaştı.

Generaller savaşları imparatorluklar kurmak için kullanırlar.

“Sınırlı askeri operasyon” dünya tarihindeki en kötü stratejik hatalardan biriydi.

Bu bir hataydı çünkü Putin, Batı ile savaşta olduğunu ve en acil ihtiyacının, Batı devreye girmeden hemen önce savaşı kazanmak ve savaşı adım adım tırmandırıp genişletmek olduğunu algılayamadı.

Olan tam olarak budur.

Batı’nın Ukrayna’ya gönderilmeyeceğini söylediği her şey gönderildi.

Batı, Ukrayna’da Rusya ile tam bir savaş halinde.

ABD ve NATO birlikleri olay yerinde bulunuyor; istihbarat sağlıyor, hedef bilgisi sağlıyor, savaş planları yapıyor.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve şimdi diğer Avrupalı politikacılar NATO birliklerinin ön saflarda konuşlandırılmasından bahsediyor.

NATO ve ABD birlikleriyle karşı karşıya kalan Rusya’nın, daha geniş bir savaşı önlemek için ilerleyişini durduracağını ileri sürüyorlar.

Başka bir deyişle, NATO askerlerinin çatışmaya dahil edilmesinin barışa yol açacağı iddia ediliyor.

Ancak Batı’nın istediği barış değil.

Batı, Putin’in Zelensky ile yaptığı her çabayı engelledi.

NATO birliklerinin tek amacı savaşı genişletmek ya da Putin’i korkutarak çatışmadan çekilmesini sağlamaktır.

Bu, Rus hükümeti dışında herkes için açıktır.

Kremlin’in gerçeği tanımasını engelleyen nedir?

Sadece spekülasyon yapabilirim.

Belki de uzun süren komünist yönetim Rusları hükümetlerine karşı şüpheci yapmıştı.

Başarılı olan SSCB değil, ABD oldu.

Sovyet sistemi baskıcıydı, Amerikalıların özgür olduğuna inanılıyordu.

Radio Free Europe ve Voice of America, Batı yaşamının pembe bir resmini çizdi; Sovyet yoksunluğunu yaşayan Ruslar için bir rüyaydı bu.

Rus aydın sınıfının geleceği Rusya değil, Batı’ydı. Batı yanlısı Rus elitleri, Batı’nın bir parçası olma arzularını yansıtan bir terim olan Atlantikçi-Entegrasyonistler olarak biliniyor.

Onlarla olan kişisel deneyimimden, bu Atlantikçi-Bütünleşmecilerin uyanıp yanılgılarını fark etmelerinin uzun bir zaman aldığını biliyorum.

Ancak Putin’in kendisi de başlangıçta Batı’ya kafayı takmış olduğundan, yıllar boyunca bunlar Putin için bir kısıtlamaya gitmedi.

Putin, Batı’nın kontrolünün bir aracı olan “küreselleşmeye” bile kapıldı.

Aptal Rusya merkez bankası müdürü de aynısını yaptı.

Atlantikçi-Bütünleşmecilerin bakış açısından mesele, Putin’in Rusya’nın çıkarlarını savunması nedeniyle Batı’nın Rusya’ya yönelik şüphelerini haklı çıkarmaktan kaçınmaktır.

Batı, Rusya’nın Rusya’yı savunmaya yönelik kararlı eylemlerini “Rusya’nın imparatorluğunu yeniden inşa etmesi” olarak yorumlayacaktır.

Sonuç olarak, Rus liberalleri ve Rusya’da faaliyet gösteren yabancı STK parasıyla yetiştirilen gençlik, Putin’in ülkesini savunma becerisine, sorunu anlasa bile, ki bu net değil, şüpheyle baktı.

Rusya ve Ukrayna’nın askeri gücündeki, Batı’nın silahları ve milyarlarca dolar ile bile arasındaki büyük orantısızlık göz önüne alındığında, çatışmanın üçüncü yılda da devam etmesi, daha geniş bir çatışmayı kışkırtması durumunda kazanmaktan korkan kararsız bir Rus liderliği imajı yarattı.

Putin, hükümeti ve ordusu, Prigozhin’in aksine, çatışmanın uzamasına izin vermenin Batı’nın daha fazla müdahil olmasına izin vereceğini anlamayarak stratejik bir hata yaptı.

NATO birlikleri ortaya çıksın ya da çıkmasın, Batı’nın çatışmayı kontrolden çıkana kadar tırmandırmasının başka yolları da var.

İngiltere savunma şefi Amiral Sir Tony Radakin Financial Times’a, Ukrayna’ya en son uzun menzilli füze teslimatının Ukrayna’nın “Rusya içindeki uzun menzilli saldırıları artırmasına” olanak sağladığını ve Kiev’in savaşı çok daha güçlü şekillerde şekillendirmesine yardımcı olduğunu söyledi.

Anlayacağınız, Başkan Biden’ın Ukrayna’ya verileceğini yalanladığı uzun menzilli füzeleri verdi.

Bunlar savaş alanı silahları değil.

Bunların kullanım amacı, Rus sivilleri ve altyapıyı Rusya içindeki Ukrayna saldırılarından koruyamamakla Putin’i daha da utandırmaktır.

Açıkça görülüyor ki Washington, Putin’i utandırmak için elinden geleni yapıyor ve Putin de Washington’un istediği oyunu oynuyor.

Putin’in sınırlı askeri operasyonu tam bir başarısızlıktır.

Evet, Rusya savaş cephesine hakimdir.

Ancak güç kullanımını kısıtlayarak Putin kararsız ve önemsiz bir askeri rakip olduğu izlenimini yarattı.

Neredeyse askeri bir güç olmayan Fransa’nın cumhurbaşkanı bile Putin yönetimindeki Rusya’dan korkmuyor ve Rusya’ya karşı Ukrayna adına savaşmak için Fransız birliklerini göndermeye hazır.

Başlangıçta Fransa cumhurbaşkanı, NATO birliklerinin Ukrayna’ya gönderilmesini önerdiği için alay konusu olmuştu. Şimdi diğerleri bu fikre ısınıyor.

Amerikan başkanı uzun menzilli füzelerin asla Ukrayna’ya teslim edilmeyeceğini açıkladı ve şimdi de teslim edildi.

Daha önce de uyardığım gibi, Putin’in ayak sürümesi, provokasyonu daha da kötüleştirdi.

Putin’in tepkisizliğinin davet ettiği bu provokasyonlar, Putin’in görmezden gelemeyeceği daha büyük bir bir provokasyona yol açıyor ve sonra dünya havaya uçuyor.

Putin, sınırlı askeri operasyonundan elde ettiği tek şeyin daha geniş bir savaş olduğunu, iki yeni NATO üyesinin (Finlandiya ve İsveç) Rusya’nın NATO ile sınırlarını büyük ölçüde genişlettiğini (Ukrayna’dan daha fazla) ne zaman anlayacak?

Ukrayna’nın silahları savaş alanı için planlanmamış, Rusya’ya uzun mesafeli saldırılar için kullanılacak.

Bu da Rusya’nın zayıf görünmesine ve Putin’in ülkesini koruyamayan bir savaş lideri olarak başarısız olmasına neden olacak mı?

ABD Dışişleri Bakanı Blinken geçtiğimiz günlerde Çin’deydi ve Rusya-Çin ilişkilerini bozmak için elinden geleni yapıyordu.

Putin’in Ukrayna gibi küçük bir askeri düşmanla baş edememesi Çin’i meraklandırıyor olmalı.

Açıkça görülüyor ki Putin’in, 3 hafta içinde kazanması gereken ve şu anda üçüncü yılında olan bir savaşı kazanamaması, Blinken’e Çin’e baskı yapma fırsatı verdi.

Blinken fırsatı gördü ve kullandı.

Çin kendi çıkarlarının etkisiz bir savunucusu.

Çin düşüncesi uzun vadeli perspektifi öğretir.

Çin sadece rakiplerini bekliyor ama Batı hemen harekete geçiyor ve bu da Çin’in anlamadığı bir şey.

Batı’nın provokasyonlarına ve savaşlarına son verecek bir Rusya-Çin-İran Karşılıklı Savunma Anlaşması hâlâ mevcut değil.

Hiç şüphe yok ki Ruslar ve Çinliler provokatif olmak istemiyorlar.

Bu onların savaşta olduklarının farkına varamadıklarını gösterir.

Özetlersek: Putin, Rusya’nın çatışmayı kazandığını düşünüyor çünkü ABD’nin 200 milyar dolarlık yardımına rağmen savaş alanında Rusya hakim durumda.

Ukraynalıların kayıpları Rusya’daki kayıpların 10 katı veya daha fazladır ve Batı’nın silahları Rus silahlarından çok daha düşüktür.

Putin, Batı’nın aklını başına toplamasının, kaybettiğini fark etmesinin ve Rusya’nın çatışmayı sona erdirme koşullarını kabul etmesinin an meselesi olduğunu düşünüyor.

Putin neden Batı’nın mantıklı olduğunu düşünüyor? Putin kendini kandırıyor.

Putin, Mike Whitney’in son yazısını okumalı.

Whitney’in yalnızca gerçekle ilgilenen bağımsız, tavizsiz bir zihni var.

Whitney, kanıtlarla desteklenen ABD’nin, cephedeki savaşı kaybettiğini anladığını, ancak yine de gerçek savaşı kazanma niyetinde olduğunu ve B Planına geçtiğini söylüyor.

B Planı, kaybedilen savaşla ilgili değil, yardımlarla çatışmayı uzatmak üzerine kurulu.

Bunun için Rusya’nın sivil merkezlere ve temel sosyal ve ekonomik altyapıya yönelik uzun mesafeli saldırılar yapılacak.

Bu saldırıların başarısı, Putin’in başarısız olduğunu, Rusya Ana’yı zayıf bir askeri güç olan Ukrayna’dan koruyamayan bir lider olduğunu gösterecek.

Batı yanlısı Rus entelektüeller, Ukrayna’nın NATO’ya kabul edilmesiyle sonuçlanacak bir barış anlaşması için baskı yaparak “Putin’in Rusya’yı korumadaki başarısızlığı” fırsatını değerlendirecekler mi?

Yani Putin’in çekingenliği ve yanlış hesapları onu mağlup etti.

Putin, Rus istihbaratının akıl almaz başarısızlığından ciddi şekilde zarar gördü.

Örneğin, ABD/İsrail’in eğittiği ve silahlandırdığı Gürcü Ordusu Rusya’nın himayesindeki Güney Osetya’ya saldırdığında barışı koruma görevi yapan Rus birliklerini öldürdüğünde Putin neredeydi?

Putin, Çin olimpiyatlarında tehlikeli bir krizle karşı karşıya olduğunun farkında değildi. Putin olimpayatlardan geri çağrıldı ve Amerikan/İsrail tarafından eğitilmiş Gürcü ordusunu püskürtmek için hazırlıksız bir Rus Ordusunu kullanmak zorunda kaldı.

Daha sonra Gürcistan’ı tekrar Rusya’nın eline alınca, Rusya’ya karşı daha az düşmanca bir hükümet karşılığında oradan ayrıldı.

Şimdi, Rusya’ya yeterince düşman olmayan Gürcü hükümetine karşı başka bir Gürcü renkli devrimine dair doğru ya da yanlış raporlar var.

Burada Ukrayna’nın yanı sıra Rusya’ya karşı ikinci bir savaş cephesi mi açılıyor?

Peki NATO’nun Rus nükleer silahlarının konuşlandırıldığı Belarus’a odaklandığına dair haberler ne olacak?

Üçüncü bir savaş cephesi açılacak mı?

Washington’un düzenlediği Maidan Darbesi gerçekleştiğinde Rus istihbaratı yine Putin’i başarısızlığa uğrattı.

Putin’in kapısının önünde olup bitenlere dair hiçbir uyarı yoktu.

Yine uzaktaydı, olimpiyatların tadını çıkarıyordu

Soçi Olimpiyatları sırasında Washington yüzyıllardır Rusya’nın bir parçası olan Ukrayna’yı ele geçirdi.

Rus istihbaratının bu devasa toplam başarısızlıklarını açıklayan şey nedir?

Rus istihbarat servisleri gerçeği göremeyecek kadar Batı yanlısı mı?

Yoksa istihbarat teşkilatları, Rusya ile Batı arasında ABD’nin planladığı çatışmanın sonucu olarak yalnızca mutlu bir anlaşmanın sağlanabileceği bir protokol altında mı çalışıyor?

Putin gerçeği inkar etmeye devam ederse Çin ile ittifakını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacak.

Bu, uluslararası dengelerin çözümünde doların tasfiyesine son verecek ve muhalif dünyanın tamamını ABD’nin mali yaptırımlarının insafına bırakacak.

RT’nin aşağıdaki raporu bile Putin’in gerçekle yüzleşmesini sağlayabilir mi?

“Özellikle Pekin Üniversitesi’nden profesör Feng Yujun’un The Economist dergisindeki makalesi heyecan yarattı. Rusya ve Ukrayna çatışması üzerine bu metodik, resmi uzman, Batı siyasi düşüncesinin ruhunu fazlasıyla yansıtıyor: Moskova’yı eleştiriyor, yenilgisini öngörüyor, Kiev’i ‘direnişin gücü ve birliği’ nedeniyle övüyor ve hatta Rusya’nın bunu yapmaması halinde şunu öneriyor: Güç yapısını değiştirmediği takdirde savaşları kışkırtarak uluslararası güvenliği tehdit etmeye devam edecektir.”

“Çin toplumunun nasıl örgütlendiğini bildiğimizden, bu makaleyi yazan profesörün, Pekin’deki sorumlu yoldaşların desteği olmadan, riski kendisine ait olmak üzere hareket ettiğini hayal etmek zor. Yakın zamanda dört büyük Çin bankasının Rusya’dan yuan cinsinden de olsa ödeme kabul etmeyi reddetmesi de Moskova için endişe verici bir sinyal olarak görülebilir. Yani sözde bu kadar güçlü olan Rusya-Çin ittifakının pratikte etkili ve sorunsuz olmaktan çok uzak olduğu ortaya çıkabilir. Ve Blinken kesinlikle bu eğilimi pekiştirmeye çalışırdı.”

Açıkça görülüyor ki Putin’in kendisi ve Rusya için yarattığı tehlikeli durumu kendisine anlatacak yeterli istihbarata ve farkındalığa sahip ekonomik ve siyasi danışmanları yok.

Ve dünya için bunun sonucu nükleer savaş olacak.

(*) Paul Craig Roberts tanınmış bir yazar ve akademisyendir ve bu makalenin ilk olarak yayınlandığı The Institute for Political Economy’nin başkanıdır. Dr. Roberts daha önce The Wall Street Journal’ın yardımcı editörü ve köşe yazarıydı. Reagan Yönetimi sırasında Ekonomi Politikasından Sorumlu Hazine Müsteşar Yardımcısı olarak görev yaptı.

KAYNAK: https://www.paulcraigroberts.org/2024/04/28/the-march-to-the-third-world-war-continues/

CIA DOSYASI : Amerika’yı CIA’mi Yönetiyor ???


Amerika’yı CIA’mi Yönetiyor ???

30/04/2024 · huseyin8888

Jeffrey A. Tucker (*) yazdı.

Hepimizin, pek çok medya kuruluşu da dahil olmak üzere, Amerika Birleşik Devletleri’ni gerçekten CIA’nın yönettiğine dair karanlık düşünceleri vardır. Belki bu onlarca yıldır doğruydu ve biz bunu bilmiyorduk. Eğer öyleyse, diyebiliriz ki bu, normalde gizlilikle gölgelenen şeylerin büyük bir kısmını açıklayabilir.

Bu nasıl mümkün olabilir?

Bilgi güçtür, gizli bilgi ise tam kontroldür.

Sahte bilgi bile güç ve kontrol anlamına geliyor; tıpkı Trump’ın görev süresinin başlarında sahte Russiagate soruşturmasında öğrendiğimiz gibi.

Yıllarca Rusya’nın bir şekilde Donald Trump’ı seçtirdiği gibi tamamen sahte bir senaryoyla yeni yönetimin peşinde koştular.

Evet, bu başından beri bir istihbarat operasyonuydu; doğrudan seçimi belirlemek için tasarlanmış bir operasyondu, kendi topraklarımızda bir “renkli devrim”di.

Halk tarafından seçilmeyen, denetimden ve kamusal sorumluluktan kaçan bir kurum, kendisini Anayasa’nın ve hukukun üstüne koymaya nasıl cesaret edebilir?

Teşkilatların giderek daha fazla güç kazanmasıyla birlikte, sahte iddialarla Amerika’yı ve hatta dünyayı tamamen karantinaya alma noktasına kadar bu durum onlarca yıldır devam ediyor.

Söz konusu gizlilik nedeniyle bunların hiçbiri tam olarak doğrulanamıyor.

İstihbarat camiası böyle bir basın açıklaması yapacak değil elbette: “Amerika’da demokrasi bir yanılsamadır. Bunu biliyoruz çünkü neredeyse her şeyi kontrol ediyoruz ve daha da fazlasını kontrol etmeyi arzuluyoruz.”

Aramızdaki inanmayanlar karşılık verecek: “Şu söylediklerine bak! Komplo teoriniz yanlışlanamaz. Ne kadar az kanıtınız varsa, o kadar çok inanırsınız. Seninle nasıl tartışabiliriz ki? Tutumunuz gerçekten makul değil ve sizi aksine ikna etmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok.”

Konuyu kabul edelim. Yine de teoriyi tamamen göz ardı etmeyelim.

Geçen hafta ortaya çıkan bir New York Times (NYT) yazısına dayanan bu yazı, bir teoriden fazlasını içeriyor.

Makalenin başlığı şuydu: “Kampanya, Trump ve Casus Teşkilatlarını Çatışma Rotasına Sokuyor.”

Alıntı: “Donald J. Trump, başkan olarak bile istihbarat yetkililerine olan düşmanlığını açıkça ortaya koydu ve onları kendisini ele geçirmeye çalışan siyasallaşmış ‘derin devletin’ bir parçası olarak gösterdi. Ve görevden ayrıldığından beri, bu güvensizlik doğrudan bir düşmanlığa dönüştü ve yeniden seçilmesi durumunda ulusal güvenlik açısından potansiyel olarak ciddi sonuçlar doğuracak.”

Tamam, açık olalım. CIA liderliğindeki ABD istihbarat topluluğu “derin devlet” değilse başka nedir?

Üstelik Derin Devlet’in Trump’ı yakalamaya çalıştığı defalarca kanıtlanmıştır. Bu tartışmalı bile değil.

Aslında bu gazetecilerin sanki Donald Trump bir şekilde temelsiz bir paranoyaya kapılmış gibi yazmalarının hiçbir anlamı yok.

Buradan devam edelim: “Trump şu anda istihbarat topluluğuyla olası bir çatışma rotasında… Sonuç, Amerika Birleşik Devletleri’nin daha önce hiç görmediği karmaşık ve muhtemelen istikrarı bozan bir durum: Eski ve belki de gelecekteki başkan, yeniden seçildiği takdirde görevini yerine getirmek için ihtiyaç duyacağı en hassas bilgiler konusunda güveneceği kişilere karşı durumda.”

Bir dakika bekleyin. Bize önceki başkanların hepsinin CIA ile mutlu bir ilişkisi olduğunu mu söylüyorsunuz?

Bunu bilmek oldukça ilginç. Ve aynı zamanda son derece rahatsız edici, çünkü CIA çok uzun bir süredir dünya çapında rejim değişikliğini yönetiyor ve şu anda ABD siyasetine en derinden ve doğrudan müdahil oluyor.

İşinin ehli herhangi bir başkan, sırf hükümet üzerinde kesin bir sivil kontrol sağlamak için, böyle bir kurumla kesinlikle düşmanca bir ilişkiye sahip olmalıdır; bu olmadan Anayasal bir cumhuriyette yaşadığımızı söylemek mümkün değildir.

Ve şimdi, NYT’ye göre, Başkanlık arayışında olan ve teşkilata boyun eğmeyen bir kişi var ve bu durum istikrarsızlaştırıcı ve son derece sorunlu.

Bu önerme, bu ülkeyi gerçekten kimin yönettiğini göstermiyor mu ?

NYT’nin kendisi akla gelebilecek en aşırı komplo teorisinden mi suçlu, yoksa sadece bildiğimiz gerçekleri mi ifade ediyor?

İkincisi olduğunu tahmin edeceğim. Bu durumda her Amerikalının derinden paniğe kapılması gerekir.

Çılgınca ha?

“Daha önce görülmemiş” ifadesine gelince, geri adım atmamız gerekiyor.

Peki ya George Washington, Thomas Jefferson, Andrew Jackson, James Polk ve Calvin Coolidge?

İnsanların bir zamanlar okuduğu tarih kitaplarına göre bunların hepsi önceki başkanlardı.

O zamanlar CIA yoktu.

Bundan şüpheniz varsa favori yapay zeka motorunuzun bunu onaylayacağından oldukça eminim.

NYT’nin “daha önce görülmemiş” demesi savaş sonrası dönemi kastediyor olmalı.

Ve bu pekâlâ doğru olabilir.

John F. Kennedy onlara meydan okudu. Bunu kesinlikle biliyoruz.

Belgeler ortaya çıkana kadar cinayetiyle ilgili gizemler tam olarak çözülmeyecek.

Ancak bu cinayetin gerçekte CIA tarafından yapılmış bir darbe olduğunun, o ofisteki her halefe ders olarak öğretilen bir mesaj olduğu konusunda fikir birliği artıyor.

Şunu bir düşünün: Bugün çoğu insanın CIA’in muhtemelen başkanı öldürdüğünü kolaylıkla kabul ettiği bir ülkede yaşıyoruz.

Bu inanılmaz.

Bu kadar geç bir tarihte Watergate “skandalının” göründüğü gibi olmadığını, yani hükümete hesap soran cesur bir medya olmadığını bilmek merak uyandırıcı.

O zamanın zeki gözlemcileri bile ana akım anlatıya inanıyordu.

Artık bunun da derin devlet saldırısından başka bir şey olmadığına dair elimizde pek çok delil var.

Bu konuda sabrını yitiren ve başka bir darbeyi kışkırtan bir başkana bakın.

O zamanlar bu yönde spekülasyonlar yapan parlak zekalı babama teşekkür ediyorum.

Çok gençtim ve olup bitenler hakkında sadece belirsiz bir ipucum vardı.

Ancak Richard Nixon’a bir tuzak kurulduğuna ve yaptığı kötü şeyler yüzünden değil, Derin Devlet’e karşı çıktığı için haksız yere görevden uzaklaştırıldığına inandığını çok iyi hatırlıyorum.

Eğer özellikle politik bir insan olmayan babam o zamanlar bunu kesin olarak biliyorsa, bu o zaman bile güçlü bir algı olsa gerek.

Bu ajansların (CIA bunlardan biri ama onun yanında daha birçokları var) kanunen iç politikaya müdahale etmelerine izin verilmediğine dair söylentileri duyuyorsunuz.

Bu noktada ve bunca tecrübeden sonra bu bana şaka gibi geliyor.

Geniş kanıtlardan ve kişisel ifadelerden CIA’in siyasi figürleri, anlatıları ve sonuçları çok uzun bir süredir manipüle ettiğini biliyoruz.

CIA bugün gazeteciliğe ne kadar dahil?

Geleneksel olarak liberal bir gazete olarak NYT’nin CIA’ya karşı oldukça şüpheci olacağını düşünebilirsiniz.

Ancak bu günlerde, “Derin Devletin Harika Olduğu Ortaya Çıktı” ve “Devlet Gözetimi Bizi Güvende Tutuyor” gibi başlıklarla uzun bir dizi agresif savunma makalesi yayınladılar.

Demin sözünü ettiğim son yazıyı da listeye ekleyebiliriz.

O halde şunu söyleyelim: NYT CIA’dir.

Mother Jones, Rolling Stone, Slate, Salon ve aralarında Google ve Microsoft gibi büyük teknoloji şirketlerinin de bulunduğu diğer birçok ana akım yayın da aynı durumda.

Dokunaçlar her yerde ve her zamankinden daha belirgin.

Alaycı Kuş Operasyonu sadece başlangıçtı.

Ağ her yerde ve haberleri manipüle etme uygulaması tamamen normalleşti.

İşaretleri görme yeteneğini geliştirmeye başladığınızda, onları görmezden gelemezsiniz, bu yüzden bu konuda düşünen ve yazan insanlar bir süre sonra çılgınlar gibi görünebilirler.

Belki de o çatlakların tamamen haklı olduğunu düşündün mü?

Eğer öyleyse, en azından istihbarat camiasıyla düşmanca bir ilişkisi olan bir Başkan adayını desteklemeye çalışmamız gerekmez mi?

Aslında bu asgari yeterlilik standardı olmalıdır.

Bu kurum tamamen kontrol altına alınana veya tamamen ortadan kaldırılana kadar, anayasal hükümet üzerindeki sivil kontrolü yeniden kurmamızın hiçbir yolu yok.

KAYNAK: https://www.theepochtimes.com/opinion/does-the-cia-run-america-5639704?utm_source=partner&utm_campaign=ZeroHedge

(*) Jeffrey A. Tucker, Brownstone Enstitüsü’nün kurucusu ve başkanıdır ve bilimsel ve popüler basında yer alan binlerce makalenin yanı sıra, en sonuncusu “Liberty or Lockdown” olmak üzere beş dilde 10 kitabın yazarıdır. Aynı zamanda “Ludwig von Mises’in En İyisi” kitabının da editörüdür. The Epoch Times için ekonomi üzerine günlük bir köşe yazıyor ve ekonomi, teknoloji, sosyal felsefe ve kültür konularında geniş çapta fikir üretiyor.

KÜRESEL FİNANS ÖRGÜTLERİ DOSYASI : Dolarsızlaştırma ve BRICS’in Yükselişi


Dolarsızlaştırma ve BRICS’in Yükselişi

11/05/2024 · huseyin8888

İmran Halit (*) yazdı.

Rusya ile Ukrayna arasında uzun süren çatışma ve tırmanan insani krizlerin mevcut gerilimleri artırdığı, ağırlaşan Orta Doğu krizinin ardından, küresel manzara ekonomik, jeopolitik ve kültürel alanlarda yankı bulan derin bir dönüşüme uğradı.

Bu değişimlerin en önemlisi, küresel ekonomik nüfuzun birkaç gelişmiş ekonomi arasında dağıtılmasıyla çok kutupluluğa doğru ivmenin artmasıdır.

Bu karmaşık yapı içinde belirsizlik, yatırımcılardan çok uluslu şirketlere ve bireylere kadar paydaşları etkileyen büyük bir gölge oluşturuyor.

ABD, İngiltere ve diğer birçok ülke de dahil olmak üzere dünya çapında 2024’te çok sayıda seçim yapılması planlandığında, öngörülemezlik hayaleti politika söylemini ve gelecekteki gidişatları bozuyor.

Siyasi eğilimleri ne olursa olsun, hükümetler artan borç yükleriyle ve önemli açıklarla karşı karşıya kalıyor ve bu da mali piyasaların dikkatli incelenmesine davetiye çıkarıyor.

Mali açıkların, para politikalarının ve küresel ekonomik dinamiklerin karmaşık etkileşimi, doların geleceğine dair ciddi endişe verici bir tablo çiziyor.

Benzeri görülmemiş mali açık artışı ve azalan tasarruf fazlası, büyümeyi engelleyebilecek, bir yavaşlama ve zayıf yatırım duyarlılığı dönemini başlatabilecek temel faktörlerdir.

Jeopolitik analizin yanı sıra teknik tahminler, doların önemli para birimleri karşısında gücünün bir barometresi olan ABD Doları Endeksi için de bir düşüş eğilimine işaret ediyor.

Tahminler, şu anki 102,4 seviyesinden 2026-28’e kadar 96-96,2’ye düşüşe işaret ediyor.

Üstelik ABD yönetimi yaptırımları yoğunlaştırdıkça, dolar cinsinden varlıkların tutulmasıyla ilgili riskler artıyor, merkez bankaları ve politika yapıcıları uluslararası finansmanda çeşitlendirme arayışına itiyor.

Mesaj açık: ABD dolarının bir zamanlar tartışılmaz hakimiyeti ters rüzgarlarla karşı karşıya ve önümüzdeki yıllarda potansiyel bir düşüş eğiliminin sinyalini veriyor.

ABD doları dikkat gerektiren zorluklarla karşı karşıya.

Küresel Güney’deki uluslar, tek bir ulusun kaprislerine bağlı bir para birimine güvenmenin doğasında var olan risklerle boğuşurken, alternatiflerin cazibesi de artıyor.

Doların, ister parasal manipülasyon ister cezai yaptırımlar yoluyla silah haline getirilmesi, Amerika sınırlarının çok ötesinde hissedilen bir bedele yol açıyor.

Dünya GSYİH’sının neredeyse üçte biri yaptırımların tuzağına düşmüşken, çeşitlendirme zorunluluğu acil hale geliyor.

IMF verileri, altın fiyatlarındaki artış ve enflasyona karşı temkinli bakışın da etkisiyle dolara olan güvenin onlarca yılın en düşüğü olduğunu ortaya koyuyor.

Amerika’nın ekonomik yükselişinin kökleri uzun süredir serbest piyasaların temellerine dayanıyor ancak son dönemdeki siyasi manevralar bu temeli aşındırıyor.

Korumacılık, ticari engeller ve kurumsal ihlaller, ulusu refaha taşıyan ilkeleri baltalıyor.

Küresel Güney’deki gelişmekte olan pazarlar için bir sonraki hedef olma ihtimali büyük görünüyor.

Çin ticari gerilimlerle uğraşırken diğerleri endişeyle izliyor ve sırada kendilerinin olup olmadığını merak ediyor.

Bu belirsiz manzarada, kendine güvenmenin cazibesi giderek daha baştan çıkarıcı hale geliyor ve ülkeleri kendi finansal kaderlerini çizmeye çağırıyor.

ABD Hazinesi’nin, hazine bonosu ihracındaki artışla belirginleşen pandeminin neden olduğu açıklara tepkisi, Fed’in agresif faiz oranı politikaları ve artan rezerv bakiyeleriyle birleştiğinde karmaşık bir politika matrisi oluşturdu.

Hazine bonosu ihracının 2019’dan bu yana yüzde 125 oranında artması ve rezerv dengesizliğinin yüzde 118 oranında artması nedeniyle ekonomi üzerindeki baskı hissedilir hale geldi.

Bu faktörler önümüzdeki yıllarda Fed’in parasal duruşunun kaçınılmaz olarak gevşetileceğine işaret ediyor.

Hazine bonoları ve rezerv bakiyeleri üzerindeki faiz ödemelerinin artmasıyla ABD ekonomisi üzerinde artan baskı, rehavete pek yer bırakmıyor.

Üstelik doların değer kaybetmesi nedeniyle gelişmekte olan ekonomiler bunun faydalarını görmeye hazırlanıyor.

Doların zayıflaması, küresel likidite ve rahatlayan finansal koşullar için iyiye işaret olarak, bu piyasalara finansman için bir nimet sağlıyor.

Bu değişen finansal ortamda altın ve dökme emtialar istikrar umudu olarak duruyor; zaten yüksek olan fiyatların yüksek kalması muhtemel.

Dolara aşırı güvenme konusunda ihtiyatlı olan merkez bankaları rezervlerini çeşitlendirirken, ülkelerin çoğu artık tedarik zincirindeki aksaklıklar ve yeşil dönüşüm zorunluluğunun ortasında kendi kendine yeterlilik için çabalıyor.

Toplumsal kutuplaşma ve ekonomik istikrarsızlaşma riskleri giderek artıyor.

Merkez bankacılığı alanında dolar, küresel rezervlerin yüzde 58,9’unu şaşırtıcı bir şekilde oluşturarak zirvede yer alıyor.

Euro, yen, yuan ve pound gibi diğer para birimleri geride kalıyor.

Özel piyasalarda bile dolar, küresel finansın karmaşık ağında en çok tercih edilen para birimi olma konumunu güçlendirerek hakim varlığını sürdürüyor-şimdilik.

Ancak ekonomisini felce uğratmak amacıyla Rusya’ya uygulanan sıkı yaptırımlar, istenmeyen sonuçlara yol açtı.

Teslim olmaktan çok uzak olan Rusya, alternatif finansal ağları savunarak ve doların hegemonyasına meydan okuyarak toparlandı.

Bu dolarsızlaşma dalgası artık küresel olarak Hindistan’dan Güney Afrika’ya kadar yayıldı ve ekonomik dinamiklerde bir değişimin habercisi oldu.

Doların ‘silahlaştırılması’, ulusların finansal bağımsızlığa doğru tersine yollar açmasıyla paradigmatik bir değişimi tetikledi.

Çin ve Rusya kendi sistemlerine öncülük ederken, ABD’nin küresel finans üzerindeki hakimiyeti benzeri görülmemiş zorluklarla karşı karşıya.

Dolarsızlaştırmaya yönelik hareket, yalnızca ekonomik bir yeniden düzenlemeyi değil, aynı zamanda uluslararası gücün ana hatlarını şekillendiren jeopolitik bir yeniden ayarlamayı da ifade ediyor.

Ancak BRICS ittifakı, G7’nin yerleşik hakimiyetine karşı zorlu bir rakip olarak ortaya çıktı ve küresel ekonomik düzende bir değişimin habercisi oldu.

G7 dünya GSYİH’sında önemli bir paya sahip olsa da BRICS ülkelerinin artan nüfuzu önümüzdeki yıllarda bu açığı daraltmayı vaat ediyor.

3,6 milyarı aşan toplam nüfusa sahip BRICS+, önemli bir demografik güce sahip ve potansiyel yeni eklemelerle küresel nüfusun yüzde 50’sini aşmaya hazırlanıyor.

Kolektif ekonomik güçleri, küresel mal ihracatının yüzde 25’lik payı ile vurgulanıyor ve bu da onları uluslararası ticaret alanında kilit oyuncular olarak konumlandırıyor.

Ekonomik dayanıklılığı artırmak için BRICS ülkeleri, işlemlerde yerel para birimlerinin kullanımını teşvik edecek, döviz kuru dalgalanmalarıyla ilişkili riskleri azaltacak ve dolara olan bağımlılığı azaltacak yollar araştırıyor.

Özellikle Hindistan, para biriminin uluslararası ticarette kullanılmasını savunarak ihracatı artırma çabalarına öncülük ediyor; bu, dolar kıtlığı veya Batı yaptırımlarıyla boğuşan diğer ülkeler tarafından da tekrarlanan bir hareket.

Finansal özerklik yönündeki baskının temelinde küresel sermayeler arasında yaygın bir endişe yatıyor: Rusya’ya karşı alınan felç edici tedbirlerde görüldüğü gibi, Amerikan yaptırımlarının para biriminin tüm gücünden yararlanacağı korkusu.

Bu endişe, ulusların ekonomilerini gelecekteki potansiyel kırılganlıklardan korumaya çabalamaları nedeniyle doları azaltma çabalarındaki son dönemdeki artışı körüklüyor.

Bretton Woods’un çöküşünden 1999’da euronun ortaya çıkışına, 2008 mali krizi sonrasından günümüze kadar doların üstünlüğüne dair şüpheler devam etti.

Dikkat çekici bir şekilde, dolar cinsinden tutulan merkez bankası rezervlerinin oranı, 2000 yılında neredeyse yüzde 70 iken, geçen yılın son çeyreğinde yüzde 58,9’un altına geriledi; bu da dolarsızlaştırmaya doğru istikrarlı ilerlemenin altını çiziyor.

Finansal özerklik arzusunun ortasında, küçük ekonomiler doların hakim olduğu borçlara karşı giderek daha temkinli davranıyor.

Bu, bölgesel ticari ittifakları güçlendirme çabalarıyla birlikte ülkeleri dolara alternatif aramaya itiyor.

Doların yükselişi aynı zamanda yakıt ve gıda gibi temel mallara yönelik ithalat faturalarını da artırıyor.

Özellikle savunmasız olanlar, ithalata bağımlı olan ve yükselen dolar değerlerinin bütçelerini zorladığı ülkelerdir.

Dolarsızlaştırma, kur dalgalanmalarına ve artan ithalat harcamalarına karşı bir kalkan görevi görerek kırılgan ekonomilere soluklanma olanağı sağlıyor.

Doların değer kazanması ABD ekonomisinin güçlendiğine işaret etse de gelişmekte olan piyasalar üzerindeki etkisi çok daha olumsuz.

Dolar güçlenirken, para birimindeki devalüasyon ve bastırılmış büyüme beklentileriyle boğuşan gelişmekte olan piyasa ekonomileri bunun yükünü çekiyor.

Veri analizi, MSCI Endeksi ve GSYİH büyüme eğilimlerinin de gösterdiği gibi, ABD dolarının değeri ile gelişmekte olan piyasa ekonomilerinin performansı arasında ters bir korelasyon olduğunu ortaya koyuyor.

Tersine, değer kaybeden dolar bu ülkeler için bir umut ışığı sunuyor, finansal koşulların gevşemesine ve likiditenin artmasına yol açıyor.

ABD doları endeksinin 103 civarında seyrettiği mevcut durum, Ocak 2022’den bu yana kısmen Fed’in faiz artırımlarının etkisiyle yüzde 7’lik bir değerlenmeyi yansıtıyor.

Ancak bu değerlenmenin bir bedeli var ve gelişen piyasa para birimleri üzerinde aşağı yönlü baskı yaratıyor.

Politika yapıcılar bu engebeli arazide yol alırken, doların gücü ile gelişmekte olan piyasaların dayanıklılığı arasındaki hassas denge, küresel ekonomik istikrar açısından geniş kapsamlı sonuçlar doğuracak şekilde önemli bir husus olmaya devam ediyor.

KAYNAK: https://infobrics.org/post/41139/

(*) Dr Imran Khalid, Pakistan Karaçi’den serbest çalışan bir yazar ve ekonomisttir.

JAPONYA DOSYASI : Japonya Neden ABD Müesses Nizamına Bu Kadar Bağlı ???


Japonya Neden ABD Müesses Nizamına Bu Kadar Bağlı ???

11/05/2024 · huseyin8888

Jason Morgan (*) yazdı.

Japon siyasi eliti Amerikan emperyalizminin aşırılıklarını desteklemeye kararlı.

11 Nisan 2024’te Japonya Başbakanı Fumio Kishida, Amerika Birleşik Devletleri Kongresi’ndeki kürsüde durdu ve gülümsedi.

Az önce büyük alkışlarla karşılanan bir konuşma yapmıştı.

Japonya’daki coşkulu basın ayakta alkışladı.

Akademi Ödülleri’ndeki Sally Fields gibi Kishida da nihayet Tokyo’daki istekli Washington’lu arkadaşları adına şunu söyleyebildi: “Benden hoşlanıyorsun. Şu anda benden hoşlanıyorsun!”

Peki sevilmeyecek nesi vardı?

Kishida, Washington’un gezegendeki hegemonyasına bağlılık sözü vermek için “demokrasinin kalesine” gitmişti.

Elbette sıcak karşılandı.

Göründüğü kadar kolay değildi.

Kishida’nın bu Nisan ayında Washington’daki en büyük başarısı, çok uzun bir dizi hesaplı teslimiyetin doruk noktasıydı.

Kishida siyasi kariyerini bu bataklığa dalkavukluk yapmak üzerine kurdu ve bu Nisan ayında ülkesini ve vatandaşlarını Washington’un hizmetine sunduğunda bunun karşılığını aldı.

Kongrenin kubbeli yapısının altında, “Sizinleyiz” dedi. Biz Amerika’nın “küresel ortağıyız” diye devam etti.

Kishida’nın konuşmasının ana hatları, tıpkı ülkesinin anayasasının tamamı gibi, Amerikalılar tarafından yazılmıştı.

Ben her ikisini de utanç verici buluyorum.

Ve yine de bir zamanlar, uzun zaman önce, ABD-Japonya ittifakının bir savunucusuydum ve bunu Asya’da iyilik için bir güç olarak görüyordum.

İşte bu ruhla, Japonya’nın liderlerinden, Amerikalıların kendilerine dayattığı anayasayı gözden geçirmelerini ve böylece sonunda özgürlük ve demokrasi bayrağı altında sıraya giren güçlü uluslar arasındaki yerini almasını istedim.

Ancak Japonya’nın liderliği, Amerikan siyasi sınıfından bağımsız olmayı arzulamak şöyle dursun, Washington’un emirlerini nasıl daha verimli şekilde yerine getirebileceğinin planlarını yaptı.

2023 baharında, savaş sonrası Japon anayasasının 3 Mayıs 1947’de yürürlüğe girmesinin 76. yıldönümünü kutlayan bir etkinlikte, Tokyo’da anayasa reformu hakkında kısa bir konuşma yaptım.

O noktaya kadar ben buna şiddetle karşı çıkıyordum.

Ancak podyumda durduğumda, önümde Japonya’daki Amerikan yanlısı kültürün kremasını gördüm ve geleneksel anlayışımın üzerinde bir bulut geçti.

Orada, ön sırada, Washington’un liderliğini takip etmek için doğmuş gibi görünen gazeteci ve kanaat önderi Sakurai Yoshiko vardı.

Yanında, Şubat 2024’teki vefatına kadar Washington merkezli jeopolitiği Japon vatanseverliği olarak yutturma konusunda Sakurai’den bile daha yetenekli olan Takubo Tadae vardı.

Eski Savunma İdari Bakan Yardımcısı Shimada Kazuhiko vardı ve bugüne kadar Japonya’daki askeri-endüstriyel kompleksi daha da şişirmek isteyenler için hükümettekilerin şaşmaz adamıydı.

Ve eski Öz Savunma Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı ve şimdi emekli olan, birçok üyesi Amerikalı efendilerine itaat ederek yaşayan ve nefes alan köle askeri kurumunun keskin yüzü Iwata Kiyofumi vardı.

Japonya’nın iyiliği için mi yoksa Washington’un iyiliği için mi anayasal reformdan bahsediyorduk?

Konuşmam sırasında sahnenin üstündeki pankartı işaret etmek için arkama döndüğümde etkinliğin 25. kez gerçekleştiğini fark ettim.

Japonya’daki Washington yanlısı muhafazakarlar art arda yirmi beş kez Tokyo şehir merkezinde dev bir salon kiralamışlar ve burayı, Washington’dan dayatılan anayasa değişikliğine içtenlikle inanan (Sakurai Yoshiko ve Takubo Tadae öyle söylemişti) saf emeklilerle doldurmuşlardı.

Neden? Çünkü Washington onların dostuydu ve dünya net bir şekilde özgürlük ve demokrasi kampı ile Diktatör Putin liderliğindeki kamp arasında bölünmüş durumdaydı.

Tartışma, Japonya’nın Amerikan etkisinden kurtulması için değil, Amerikan çıkarlarını daha yüksek düzeyde takip edebilmesi için anayasanın değiştirilmesi gerektiği yönündeydi.

Kimse bunu bu kadar çok kelimeyle ifade etmedi.

Ancak anayasa reformu oyunu tam da bu şekilde işliyor.

Etkinlik, bizzat Başbakan Kishida’nın önceden kaydedilmiş video mesajı aracılığıyla varlığıyla süslendi.

Dev görüntüsü salonun köşesindeki bir ekrana yansıtıldı, ağzı anayasa reformunun yakında gerçekleşmesi gerektiğini ilan etmek için hareket ediyordu.

Sonuçta anayasal reform Japonya için bağımsızlığa giden hızlı yol değildi.

Japon düzeninin anayasada reform yapmasını, Amerikan boyunduruğunu üzerinden atmasını ve nihayet, neredeyse seksen yıldır yabancı bir güce utanç verici bir şekilde boyun eğmesinden sonra, dik durmasını ve kendi kaderinin sorumluluğunu üstlenmesini bekliyordum.

Ancak Washington’un kuklası Kishida’nın anayasayı değiştirmenin yararlarını tartışmasını izlediğimde, bu vizyonun ahmaklığı aşikar hale geldi.

Japonya’da çok sayıda vatansever muhafazakar var.

Ülkelerini içtenlikle seviyorlar ve Japon halkının hayatını daha iyi hale getirmek istiyorlar.

Ancak on milyonlarca kişiden oluşan bu iyi kalpli erkek ve kadınlar bloku, yalnızca Sakurai Yoshiko ve Takubo Tadae tarafından değil, aynı zamanda onların çıkarlarına hizmet ediyormuş gibi davranan medya ve düşünce kuruluşu kompleksi tarafından da acımasızca ihanete uğradı.

Ara sıra köşe yazarlığı yaptığım Sankei Shimbun, Washington’un her türlü emperyalist girişimine destek veriyor.

Sankei’nin aylık haber dergisi arkadaşı Seiron ise daha da kötü.

Sayfaları Washington propagandasıyla dolu; Amerikan yanlısı yazarları, Washington’un Japon siyasi yaşamının kaynağı ve zirvesi olduğuna ikna olmuş (ya da belki de ikna olmak için para almış).

Bu, sadece Soğuk Savaş sonrası dünyada yaşayan insanların yeni ve karmaşık gerçeklikleri, geçmişin jeopolitik dramalarına uydurmaya çalışmasıyla ilgili bir durum değil.

Bence bu, en iyi ihtimalle aktif bir yanılsama ya da şimdi şüphelendiğim gibi, Washington tarafından finanse edilen bir hile.

Gerçekleri açıklığa kavuşturmak Seiron’un var olmasının nedeni değil.

Amacı başka yerdedir.

Japonya’dan birisi, Joe Biden veya Tony Blinken gibi uygunsuz noktalar dile getirdiğinde, Seiron, Sankei Shimbun ve Japonya’daki Washington uşaklarından oluşan kalabalık muhalefeti bastırmak için acele ediyor.

Örneğin geçen yılın Ekim ayında Seiron, Washington yanlısı olağan şüphelilerin şu ya da bu Washington anlatısını sorgulayanların “komplo teorileri” ile suçlanmalarıyla dolu bir sayı yayınladı.

Mabuchi Mutsuo özellikle sert muameleye maruz kaldı.

Mabuchi, Ukrayna hükümetinin yozlaşmış olduğunu ve oradaki savaşın Washington’ın inanmamızı istediğinden çok daha karmaşık olduğunu kamuoyu önünde söylemeye cesaret etti.

Mabuchi’nin bir zamanlar Japonya’nın Ukrayna büyükelçisi olduğunu boş verin.

Washington’un propagandasına uymayan herkes, Washington’un medyadaki kuklaları tarafından ulusal söylemden dışlanıyor.

Seiron, Dışişleri Bakanlığı’nın Doğu Avrupa hakkındaki peri masallarında delikler açan sinir bozucu muhalif Mabuchi’yi usulüne uygun olarak ‘iptal’ etti.

Peki bu nasıl oldu?

Bir zamanların gururlu ülkesi nasıl oldu da Washington DC’dekilerin minnoş kucak köpeği haline geldi?

Cevap çok basit.

Savaş sonrası erken dönemde Japon toplumunda, Başbakan Yoshida Shigeru’nun örneklediği, kendi vatandaşlarının köleleştirilmesi konusunda Amerikalılar için çalışmaya fazlasıyla istekli bir kesim vardı.

Amerikalılar geniş çaplı bir sansür kampanyası başlattı.

Bunu yapanlar binlerce ve on binlerce Japon işbirlikçisiydi.

Japonlar postalarını büyük odalarda açıyor, yeni mavi gözlü derebeyleri hakkında herhangi bir şüphe belirtisi bulmak için günlük yazışmaları tarıyordu.

Bu sözde özgürlük ve demokrasiydi, Amerikan tarzı ya da başka bir şeydi.

Washington’un niyetlerinin saflığı hakkındaki dersin Hiroşima ve Nagazaki’de ya da Tokyo’ya atılan yangın bombaları sırasında öğrenildiği düşünülebilir.

Ama hayır. Quislingizm (İşbirlikçilik anlamındaki bu kelime, İkinci Dünya Savaşı sırasında yerel bir Nazi işbirlikçi rejimine başkanlık eden Norveçli savaş zamanı lideri Vidkun Quisling’in soyadından geliyor) sonsuzdur.

Yenilen ve işgal edilen Japon nüfusu arasında yıkıcı düşüncelerin, özellikle de bağımsızlık düşüncelerinin su yüzüne çıkmamasını sağlamak için Amerikan askeri hükümeti için çalışan bir Japon ofis çalışanı ordusu vardı.

Japon nüfusunun bir zamanlar Washington’a hizmet eden kesimi, başkalarını da aynı şeyi yapmaya teşvik etti, ta ki 2024’te Seiron ve Sankei Shimbun’un, (tıpkı yabancıların geri dönüp kendilerini tebrik etmelerini bekleyen Asyalı Gizli Hıristiyanlar gibi), Washington inancını korumaya devam ettikleri görülene kadar.

Onlarca yıldır Japonya, ne liberal, ne demokratik ne de siyasi bir parti olan Liberal Demokrat Parti’nin (LDP) siyasi kontrolü (cömert CIA finansmanıyla) altındaydı.

Bu parti, Japonya’da Washington yönetiminin bir aracıdır.

Arimura Haruko ve Aoyama Shigeharu gibi LDP’li politikacılar inatçı muhafazakarlar gibi davranıyorlar, ancak her ikisi de asıl işi ülkelerini Amerikan gücüne satmak olan ucuz Benedict Arnold’lar (Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında görev yapmış, Amerika doğumlu bir subay. Amerikan Kıta Ordusu için ayrıcalıklı bir şekilde savaştı ve 1780’de döneklik ederek İngilizlere sığındı).

Liderleri Doğulu Zelensky olan Başbakan Kishida’dır.

Ancak Washington ve onun Japonya’daki araçları ne kadar çabalarsa çabalasın, Washington’dan bağımsızlık (savaş sonrası son tabu) uyanışları devam ediyor.

Geçenlerde Haraguchi Kazuhiro ile tanıştım.

Haraguchi, Japonya’daki muhafazakarların alay etmeyi sevdiği solcu bir parti olan Japonya Anayasal Demokrat Partisi’nin (CDP) bir üyesidir.

CDP’nin pek çok aptalca fikri var ama Haraguchi’yi dürüst bir adam olarak tanıyorum.

O, tüm Japonya’daki beş vatanseverden biri olabilir (Saydığıma göre diğer dördü Suzuki Muneo, Sugita Mio, Ishiba Shigeru ve Kamiya Sohei).

Haraguchi birkaç gün önce bana Blackrock’un Japonlardan para çalmasını zorlaştıracak şekilde mevzuatta değişiklik yapma çabaları hakkında bilgi verdi (Blackrock CEO’su Larry Fink, elbette Kishida’nın Nisan ayında Beyaz Saray’da verdiği devlet yemeğinin konuk listesindeydi).

Şok edici bir konuşmaydı.

Mesele sadece Washington’un Japonya’yı bir sonraki sonsuza dek sürecek savaşına dahil etme çabası ve Japon liderlerin işbirliği yapması değil.

Washington’un bankacıları şimdiden parmaklarını Japon halkının cüzdanlarına sokmaya başladı.

Ve Japonya’daki neredeyse herkes -kendi deyimiyle “muhafazakarlar” da dahil olmak üzere- arkasına yaslanıp bunun gerçekleşmesini izliyor.

Birçoğu bunu teşvik ediyor.

Bu mide bulandırıcı plan, Japonya’daki sahte muhafazakar medya tarafından destekleniyor.

Yukarıda adı geçen Sankei Shimbun ve Seiron, Vichy (Nazi işbirlikçisi Fransız Başbakan) türünün klasikleridir, ancak çok daha fazlası vardır.

Uzmanlar aynı Amerikan yanlısı saçmalığı pazarlamak için internet sitelerine akın ediyor.

Amerikan medyası da bu koroya katılıyor.

Son zamanlarda (Siyonist bir katil olan. Nikaragua’da kontralarla çalışan. HV) Washington’un Tokyo’daki büyükelçisi Rahm Emanuel, Çin dehşeti tiyatrosunu oynuyor.

Ayrıca Kuzey Koreli ajanlar tarafından kaçırılan Japonları eve getirme çabalarına da dahil oldu.

Emanuel’in Japonya’yı Çin’den korumak ya da kaybolanları ailelerine kavuşturmak gibi bir amacı yok elbette.

Japonya’ya, Amerikan garantisi olmadan güvende olmadığını hatırlatmak, Tokyo’yu sonsuza dek Washington’un kontrolü altında tutmak için mükemmel bir elemandır.

İki yılı aşkın bir süre önce Ukrayna’da savaş patlak verdiğinde, Washington’un Japonya’yı kurnazca tehdit edecek başka bir korkunç yüzü daha vardı: Vladimir Putin’in yüzü.

Birkaç yıl önce bir akşam yemeğinde Sakurai Yoshiko’nun, Japonya’nın Ukrayna’da Batı ile omuz omuza durması gerektiğini haykırdığını duydum.

Ve o zamandan bu yana Ukrayna’yı güçlendirmenin dışında çok az şey yaptı.

Ancak Sakurai’nin Ukrayna dolandırıcılığında, onun gerçek doğası görülüyor.

Ocak 2024’te Sakurai Yoshiko, eski Japonya Hava Öz Savunma Kuvvetleri generali Orita Kunio’nun provokasyonu ortaya çıktığında kendini internetin sıcak sularında buldu.

Orita, Japonya’daki gençlerin anavatanları için ölmeye hazır olup olmadıklarını retorik olarak sormuştu.

Sakurai bunu internette tartışarak Orita’nın fikrini ikiye katladı.

Reaksiyon yakıcıydı.

“Önce sen” muhtemelen en yaygın yanıttı.

Birkaç gün önce Orita ile aynı sahneyi paylaşma fırsatım oldu.

Sankei Shimbun ve Seiron’u Washington’un kuklaları olarak eleştirdim.

Halen Sankei için yazan ve Seiron’dan büyük ödül kazanan Orita, gazetecilik kuruluşlarını savundu.

“Beni asla sansürlemiyorlar” diye karşılık verdi.

Bu kadar sert bir yanıt vermek zorunda kaldığım için üzgünüm ama şöyle dedim: “Çünkü onlar için yazdıklarınız tam olarak Washington’un duymak istediği şeyler.”

Ben de o gün Japon halkının kendi vatanı için savaşıp savaşmayacağı konusunda endişelenmeye gerek olmadığını söyledim.

Kishida’nın bundan sonra Japon halkının Washington’un savaşlarında öleceği şekilde düzenleme yaptığını söyledim. Veya daha doğrusu Blackrock için.

Yıllarca Japonya’yı bağımsızlığını kazanmaktan alıkoyan tek şeyin Washington’un dayattığı savaş sonrası anayasası olduğunu düşündüm.

Şimdi ben ve Japonya’da giderek artan sayıda vatansever, Japonya’yı Washington’un küresel girdabına kapılmaktan alıkoyan tek şeyin, Amerikalı efendilerine göre Japon halkının savaştan sonsuza kadar vazgeçtiği aynı kağıt parçası olduğunu iddia ediyoruz.

Bu anayasa olmasaydı, Sakurai ve Orita gibi insanları ve Japonya’daki Amerikan yanlısı rejimin geri kalanını, Japonya’nın oğullarını ve kızlarını bir sonraki küreselci katliama göndermekten alıkoyacak hiçbir şey olmayacaktı.

Acı bir ironi ama bu noktada Washington savaş makinesi ile onun neden olduğu daha fazla masum Japon ölümü arasında kalan tek şey var, o da mevcut anayasa.

Bu küresel ortaklığın trajedisidir.

Japonya 1945’te her şeyini Amerikalılara kaptırdı.

Hala bağımsızlığına sahip değil.

Halen aşağılanmış halde Washington’un himayesi altında.

Şimdi Washington’lu Kishida’nın hükümdarlığıyla birlikte Japonya halkı her şeyini yeniden kaybetti.

Artık kendilerine ait bir ülkeleri yok ama en azından daha iyi bir yarına dair umutları olabilir.

Japonya’nın başbakanlık ofisindeki “küresel ortağı” sayesinde gelecekleri Washington ve Wall Street’in ipoteği altına alındı.

Japon halkının tekrar Washington’un keyfine göre ölmeye başlaması an meselesi gibi görünüyor.

KAYNAK: https://www.theamericanconservative.com/japans-subordination-to-washington-is-a-disgrace/

(*) Jason Morgan, Japonya’nın Kashiwa kentindeki Reitaku Üniversitesi’nde doçenttir.

RUSYA DOSYASI : Siyasi Batı, Rusya’nın Nükleer Uyarısından Sonra Geri Çekiliyor Gibi


Siyasi Batı, Rusya’nın Nükleer Uyarısından Sonra Geri Çekiliyor Gibi

08/05/2024 · huseyin8888

Drago Bosnic yazdı.

Diplomasinin dili, görgü kurallarını korumaya çalışan diplomatlar için alışılageldiği üzere oldukça örtülü olabilir. Ancak bu yalnızca saygıyı hak edenlerle uğraşırken yapılır. Ve bir de kendisine hiç saygı duyulmadığını gösteren siyasi Batı var. “Liderlerinin” sözleri neredeyse hiç anlam ifade etmiyor, verdikleri sözler üzerine yazdıkları kağıttan daha az değerli, diplomasi yürütme fikirleri ise ciddi zihinsel engelli bir mağara adamının seviyesinde.

Ve NATO’nun yakın zamanda yüzlerce Rus sivili öldüren ve yaralayan terörizme açık desteği ortadayken nereden başlamalı?

Neticede bu gibilerle uğraşırken medeni usulleri unutup ona göre davranmak gerekir.

Bu meyanda, İngiltere ve Fransa’nın Moskova’daki büyükelçileri, Rusya Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı ve burada kendilerine, Londra ve Paris’in barbar, savaş çığırtkanlığı davranışlarını sürdürmeleri halinde kendilerini nelerin beklediği açık bir şekilde söylendi.

İki diplomatın binayı terk ettiği videoda, adamların açıkça sarsıldığı görülüyor.

Temsil ettikleri ülkeler kasıtlı olarak Rusya’nın tüm kırmızı çizgilerini aştılar.

Siyasi Batı Rusya’nın tepkisini çekmekte oldukça başarılıydı çünkü işin suyunu çıkarttılar.

Tepki çekince de bundan hoşlanmıyorlar.

Birisinin belirli bir tepki vermesine neden olacak bir şey yapmasına, ancak sonra geleceğini bildiği tepkiden hoşlanmamasına şizofreni veya başka bir zihinsel bozukluk türü deniliyor.

Ancak bu, kavgacı güç kutbunun bugünlerde (veya kesin olarak yüzyıllar boyunca) işleyiş şeklinin tek yolu gibi görünüyor.

Bu arada, Rus ordusu simüle edilmiş taktiksel nükleer saldırıları içeren tatbikatlar yürütmekle meşgul.

Açıkçası bu, NATO savaş suçluları için bir başka “ipucu”; çünkü dünyanın en saldırgan şantaj karteli, Moskova’nın orta menzilde nükleer kapasiteli bir balistik füzeyi test ettiği Nisan ayı ortasında bu mesajı alamadı.

Rusya Dışişleri Bakanlığı, simüle edilmiş taktik nükleer silahlar içeren askeri tatbikatların, siyasi Batı’daki tüm öfkeli hükümetleri sakinleştireceğini ve ülkelerinin radyoaktif cam çöllerine dönüşeceğini nihayet fark etmelerine “yardımcı olacağını” umduğunu ifade etti.

Bu oldukça sert görünse de bunun gerekli bir tepki olduğunu belirtmek gerekir.

Daha önce de belirtildiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, NATO vb.ler, onlarla mantıklı konuşmanın kesinlikle imkansız olduğunu defalarca gösterdi.

Ya gelişmiş yapay zeka sistemleri de dahil olmak üzere Rus askerlerini öldürmekle açıkça övünüyorlar ya da suçüstü yakalandıklarında inkar ediyorlar.

Moskova, gerilimi düşürmeye teşvik etmek için diplomatik arka kapı kanallarını kullanmaya çalıştı ancak işe yaramadı.

Bu, resmi nükleer uyarıyı tek seçenek olarak bıraktı ve Kremlin’in resmi bir açıklama yayınlayarak yaptığı da tam olarak buydu.

Kısacası, Rusya Dışişleri Bakanlığı, Batılı ülkelerin saldırgan söylemlerine ilişkin uyarıların yanı sıra, NATO’nun terörizme verdiği desteğe ve Ukrayna’ya giderek artan doğrudan askeri müdahaleye de dikkat çekti.

Kremlin ayrıca Neo-Nazi cuntasının giderek daha gelişmiş silahlar elde ettiği ve siyasi Batı’nın bu silahların siviller de dahil olmak üzere Rusya’nın derinliklerindeki hedeflere karşı kullanılmasını açıkça desteklediği gerçeği konusunda da uyardı.

Ayrıca, ABD ile onun vasalları ve uydu devletlerinin, daha önce Washington DC’nin 2019’da tek taraflı olarak askıya aldığı INF Anlaşması’nda bahsedilen orta menzilli füzeleri yalnızca Rusya’nın değil Çin’in etrafında da konuşlandırdığına dikkat çekti.

F-16’ların tesliminden de bahsedilirken, Rusya “onları nükleer silah taşıyıcıları olarak göreceğini ve bu adımı kasıtlı bir provokasyon olarak değerlendireceğini” yineledi.

Geçen yıl Sergei Lavrov’un bu konuda uyarıda bulunduğunu belirtelim.

Rusya ayrıca Polonya’nın Washington DC’ye kendi topraklarında Amerikan nükleer silahlarının konuşlandırılmasına ilişkin taleplerinden de bahsetti.

Moskova, “bu ve diğer bazı eylemlerin aslında Ukrayna krizinin bilinçli olarak NATO ülkeleri ile Rusya arasında açık bir askeri çatışmaya doğru tırmandırılmasına yol açtığını gösterdiğini” ve Rus ordusunun bu tür saldırganlığa termonükleer silahlar da dahil olmak üzere yanıt vereceğini bildirdi.

Görünüşe göre bu, korku belirtileri gösterdikleri için Fransa ve İtalya gibi bazılarında işe yaradı.

Bu özellikle Fransa için geçerli; çünkü Paris şu anda Rusya ve halkıyla “savaşta olmadığında” ısrar ediyor (her ne kadar ana akım propaganda makinesinin bunu bir “komplo teorisi” ilan etme girişimlerine rağmen savaş alanı görüntüleri aksini öne sürse de).

Başkan Macron’un açıklamaları, Moskova’daki büyükelçisine NATO’nun katılımının daha doğrudan olması durumunda ne olacağı söylendikten sonra daha muğlak ve daha belirsiz hale geldi.

Ancak diğerleri korkuya farklı tepki veriyor gibi görünüyor.

Örneğin ABD ve Almanya büyükelçilerini ülkelerine geri çağırdı (gerçeği söylemek gerekirse Rusya’nın da onları özleyeceği söylenemez).

Açıkçası, Washington DC ve Berlin benzer hoşnutsuzluklardan kaçınmak istiyorlar çünkü Moskova’nın, terörizme ve Neo-Nazizme verdikleri destek konusunda her şeyi bildiğinin tamamen farkındalar.

Ayrıca muhtemelen Macron’un seleflerinden birinin kaderinden kaçınmak istiyorlar.

Yani 2007 yılında eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Putin’e karşı sert davranmaya çalıştı.

En hafif tabirle onun için sonu pek iyi olmadı.

Toplantıdan sonra o kadar sarsılmıştı ki Batı medyası sarhoş olduğunu bildirdi.

Sarkozy’nin gerçekten de korkudan sarhoş olduğu söylenebilir.

Çünkü o kadar dehşete kapılmıştı ki zar zor tutarlı bir cümle söyleyebilmişti.

Ve tabii ki, tek bir ICBM ile ( yüzlercesini sahaya sürerken) tüm Fransa’yı yok edebilecek bir ülkeyi korkutmaya çalışan, yarım işlevli tek bir beyin hücresine sahip herkesin bekleyeceği şey de kesinlikle budur.

Ne yazık ki siyasi Batı’ya bunun çok sık hatırlatılması gerekiyor.

Kaynak: https://infobrics.org/post/41131

MİLLİ SAVUNMA DOSYASI : İHA nedir ??? İHA saldırısı ne demek ??? İHA hangi durumla rda kullanılır ???


İHA nedir ??? İHA saldırısı ne demek ??? İHA hangi durumlarda kullanılır ???

Savaş son zamanların en çok konuşulan konuları arasında yer alıyor. İran ve İsrail geriliminde İHA saldırısı gündemde. Peki İHA nedir? İHA saldırısı nedir? İşte İHA saldırısı ile ilgili tüm detaylar…

İHA nedir? İHA saldırısı ne demek merak ediliyor. İnsansız Hava Aracı’nın kısaltması olan İHA Uzaktan kumanda veya önceden belirlenmiş bir programa göre otomatik olarak uçabilen bir hava aracıdır. Pilot veya yolcu taşımazlar ve çeşitli amaçlar için kullanılabilirler.

İHA’lar, farklı boyut ve şekillerde olabilirler ve genellikle kameralar, sensörler, GPS ve diğer cihazlarla donatılmışlardır. Bu sayede havadan görüntü ve veri toplayabilirler.

İHA’lar, sivil ve askeri olmak üzere iki ana kategoriye ayrılabilirler.

Sivil İHA’lar, fotoğrafçılık, videografi, arama-kurtarma, tarım, haritacılık, teslimat ve daha fazlası gibi çeşitli amaçlar için kullanılır.

Askeri İHA’lar, istihbarat toplama, keşif, gözetleme, hedef belirleme ve saldırı gibi askeri görevler için kullanılır.

İHA’LARIN FAYDALARI NEDİR?

Tehlikeli görevlere insanları sokmadan bilgi toplanmasına olanak tanır.
Uzak ve erişilemez alanlara erişilebilir.
Geleneksel hava araçlarına kıyasla daha ucuz ve daha esnektir.

İHA’LARIN DEZAVANTAJLARI NEDİR?

Sivilleri vurarak istenmeyen ölümlere neden olabilirler.
Siber saldırılara karşı hassastırlar.
Bazı ülkelerde yasal düzenlemeler kısıtlayıcı olabilir.
İHA’lar, dünyada giderek daha yaygın olarak kullanılmaktadır ve gelecekte daha da önemli bir rol oynamaları beklenmektedir.

İHA SALDIRISI NEDİR?

İHA Saldırısı, bir veya daha fazla İnsansız Hava Aracı (İHA) veya silahlı hale getirilmiş ticari İHA tarafından gerçekleştirilen saldırıdır. Bu saldırılar genellikle hedefe füze veya bomba atarak gerçekleştirilir. İHA’lar ayrıca el bombası veya diğer mühimmatları da bırakabilir. Yükler patlayıcı, şarapnel, kimyasal, radyolojik veya biyolojik tehlikeleri içerebilir.

İHA saldırıları, birçok farklı amaçla kullanılabilir, bunlara dahildir:

– Teröristlere ve diğer militanlara karşı yapılan suikastlar ve hedefli saldırılar.

– Düşman mevzilerine ve altyapısına saldırılar.

– Sivil alanların gözetlenmesi ve istihbarat toplanması.

– Sınır güvenliği ve deniz trafiği kontrolü.

İHA saldırıları, geleneksel hava saldırılarına göre birçok avantaja sahiptir. Bunlardan bazıları şunlardır:

– Daha küçük ve daha az farkedilebilirdirler.
-Daha ucuzdur ve çalıştırmaları daha kolaydır.
-Daha fazla riske maruz kalmadan tehlikeli bölgelere girebilirler.
-Daha hassas ve hedefe yönelik saldırılar yapabilirler.

Ancak İHA saldırıları bazı dezavantajlara da sahiptir. Bunlardan bazıları şunlardır:

– Menalleri sınırlıdır.

– Hava koşullarından etkilenebilirler

– Sivilleri vurarak istenmeyen ölümlere neden olabilirler.

Uluslararası hukuka uygun olarak kullanılmamaları halinde etik kaygılara yol açabilirler.
İHA saldırıları, modern savaşta giderek daha önemli bir rol oynamaktadır. Gelecekte, bu tür saldırıların daha da yaygınlaşması ve karmaşıklaşması muhtemeldir.

CASUSLAR DOSYASI : “Casus Merkezi” Denen, New York’taki Bu Gizemli Binanın İçinde Ne Dönüyor ? ??


"Casus Merkezi" Denen, New York’taki Bu Gizemli Binanın İçinde Ne Dönüyor ???

Çisem Asude Asar

08 Nisan 2024

ABD’de, 170 metre yüksekliğindeki, “Titanpointe” adlı gökdelen; dışarıya tamamen kapalı görünümüyle tüm dikkatleri ve merakı üstüne çekmeyi başarıyor.

“Casus merkezi” olarak adlandırılan bu gizemli bina, orada çalışan eski mühendislerin iddiaları doğru ise Amerika Birleşik Devletleri için çok ciddi bir göreve hizmet ediyor.

Hazırsanız Titanpointe adlı bu yerin ilk başta hangi amaçla kurulduğuna ve şu anda içerisinde neler döndüğüne daha yakından bakalım.

Öncelikle binanın bazı özelliklerine değinelim:

  • 29 katlı
  • 3 bodrum katına sahip
  • Herhangi bir felaket durumunda 1500 kişiye, 2 hafta yetecek kadar yiyecek bulunuyor
  • Atomik bir patlamaya dayanıklı
  • Hiç penceresi yok
  • Geceleri dev bir gölgeyi andırıyor

1974 yılında inşa edilen bina, dış tasarımıyla dikkatleri üzerine çekiyor.

Yüksekliği ve tekdüze yapısı, “modernist” olarak tanımlansa da epey gizemli duruyor. Bu devasa binanın içerisinde ne olup bittiğini merak etmemek elde değil. Kafanızda yeterince soru işareti oluştuysa anlatmaya başlayalım.

Titanpointe ilk başlarda farklı bir amaç için inşa edilmişti.

New York’un Manhattan bölgesinde, 33 Thomas Sokağı’nın hemen yanında bulunan bina, ilk başta telekomünikasyon firması “AT&T” tarafından inşa edildi ve uzun süre boyunca telekomünikasyon altyapısını barındırdı.

Daha sonra ise Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) tarafından kullanılmaya başlandı. Zaten AT&T’nin, NSA ile iş birliği yaptığı bilinen bir gerçek.

ABD, bu binada istihbarat topluyor.

İddialara göre NSA’nın Titanpointe’yi kullanma amacı; elektronik iletişimleri izlemek, analiz etmek ve ulusal güvenlikle ilgili istihbarat toplamaktı. Bina, çeşitli telekomünikasyon hatlarını ve altyapıyı barındırmasının yanı sıra NSA’nın istihbarat toplama operasyonlarını desteklemek için özel olarak donatıldı.

Titanpointe’de gerçekleştirilen gözetimin büyük bir kısmı, AT&T’nin uluslararası telefon ve veri kabloları üzerinden gönderilen aramaların ve diğer iletişimlerin izlenmesini içeriyor gibi görünüyor. NSA’nın belgeleri ise aynı zamanda hava yoluyla iletilen bilgileri izleyen güçlü uydu antenleriyle (muhtemelen 33 Thomas Caddesi’nin çatısında bulunanlar) donatıldığını gösteriyor.

Ayrıca binanın içinde çağrıları farklı telefon ağları üzerinden yönlendirmek için kullanılan en az üç “4ESS anahtarı” bulunduğu da ortadaydı. 2004 yılında emekli olan eski bir AT&T mühendisi Thomas Saunders, şunları söylemişti: "İlk ikisinden biri, yurt içi uzun mesafe trafiğini yönetiyordu; diğeri ise uluslararası bir ağ geçidiydi."

2013 yılındaki sızıntılar, kamuoyunun da dikkatini çekti.

Özellikle Edward Snowden’ın 2013 yılında ortaya çıkardığı sızıntılar, Titanpointe gibi tesislerin varlığını ve NSA’nın küresel çapta internet ve telefon iletişimlerini izleme kapasitesini kamuoyuna duyurmuş oldu.

Binanın; Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve aralarında ABD’nin de bulunduğu en az 38 ülkenin iletişimlerini hedef alan bir dizi tartışmalı gözetleme programı için kullanılan bir "çekirdek konum" olduğu iddia ediliyor.

NSA ise bu konu hakkında yorum yapmayı reddiyor.

Operasyonlar gizli yürütüldüğünden yeterince güvenilir bilgiye sahip olamıyoruz.

Titanpointe gibi bu tür tesisler, ulusal güvenliği sağlamak ve terörle mücadele gibi amaçlarla gizli istihbarat operasyonlarını yürütmek için kritik öneme sahip fakat bu gibi tesisler hakkında resmî bilgiye pek sahip değiliz. Kısacası gizlilik politikaları uyguladıkları için tam olarak ne gibi faaliyetlere ev sahipliği yaptığı hakkında net bir şey söyleyemiyoruz.

FAİLİ MEÇHULLER DOSYASI /// ERGÜN DİLER : Ateş hattı


ERGÜN DİLER : Ateş hattı

11 Mayıs 2024

BUGÜN de dün bıraktığımız yerden yani SİNAN ATEŞ suikastından gidelim. Siyasi hesaplara ve benzer suikastlara bakalım. Daha doğrusu sadece SABANCI cinayetine odaklanalım.
KURGUYU yapan aklı anlamak için varılacak yeri nasıl hesap ettiklerini çözmek için bu şarttı.
Binlerce kez yazdığım gibi TÜRKİYE gibi büyük bir gücün dünya üzerindeki konumu çok değerlidir. NEREDE KİMİNLE YA DA KİMLERLE DURACAĞI pek çok sorunun cevabını barındırır. İçeride siyaset aslında bu nedenle yapılıyor!
Partilerin aksiyonlarının altında yatan motivasyon budur. DIŞARISI da yani DIŞ GÜÇLER dediğimiz odak da gücü yetiyorsa suikastlarla ekonomik operasyonlarla denklemi bozar. Kendi lehine bir tablo meydana getirir. Mesele budur.
Açalım isterseniz…
Başkan Erdoğan ile kurucu arkadaşı Abdullah Bey aynı partide yan yana omuz omuza yol yürüse de aynı politikaları savunmuyorlardı.
Deniz Bey ile Kemal Bey’in savunmadığı gibi, İmamoğlu ile Özgür Özel’in savunmadığı gibi, Türkeş ile Devlet Bey’in savunmadığı gibi… Her partinin içi böyleydi. İKİ EKOL ruh ve vücut bulurdu. İsimleri çoğaltmama gerek yok. Amacım tabloyu anlatmak.
DIŞ POLİTİKA VE EKONOMİK POLİTİKALAR belirleyicidir.
KONU BUDUR. Bütün mücadele, itiş kakış, tasfiye, yüceltme, ittifak dağılma bu kapsamda gerçekleşir.
NET!
Türkiye gibi odak bir ülkedeki TABLONUN değiştirilmek istenmesi kadar doğal bir hamle olamaz. DIŞARISI bunu ister.
SUİKASTLAR bunun için vardır.
Ortadan kaldırıldığında meydana gelecek infialin ince hesapları üzerinden sonuçlara ulaşılmak istenir. Amaç DIŞARISININ hesabını bozan YERLİ UNSURLARI biçmek, kenara itmek, tasfiye etmektir. Dün de yazdığım gibi SİNAN ATEŞ suikastını kurgulayan akıl, burada yazılıp çizilmeyen daha büyük bir hesabın içindeydi. İsterseniz bugün oraya yolculuk yapalım…
Önce SABANCI SUİKASTI ile birkaç hatırlatma yapmam şart…
Rahmetli Özdemir SABANCI, her yerde görebileceğiniz her an karşınıza çıkabilecek bir isimdi.
Büyük bir ailenin önemli üyesiydi.
Kararı verenler en korunaklı en güvenli yerde tetiğin çekilmesini istedi. Asıl mesaj buydu. Bir terör örgütü üyesi oldukları ışık hızıyla belirlenen isimler de, KAMERALARIN EŞLİĞİNDE SABANCI MERKEZİNE giriyordu. Olayın yaşandığı kata çıkıyorlardı. Cinayet işleniyor, televizyonlar canlı yayına geçiyor, gazeteciler manipüle ediliyor, ZANLILAR deşifre oluyordu.
Zaten paylaşılan veriler arasında ilk sırayı ZANLILARIN GİRERKEN KAMERADAKİ görüntüleri alıyordu! İyi güzel de girenlerin ÇIKARKEN GÖRÜNTÜLERİ yoktu! Peki o zaman neden GÜVENLE ÇIKTIKLARI GİZLİ BÖLÜMDEN NEDEN GİRMİYORLARDI DA KAMERAYA yakalanıyorlardı!
Soru bu! Cevap yok. Devam.
ZANLILAR SABANCI’yı katlediyor ve kaçıyordu. Ve görgü tanıkları da kurşunların hedefi oluyordu. Kameralara yakalanmış insanlar neden görgü tanığı istemiyordu? Soran yoktu.
Sormazdık! Ezberler her işimizi görürdü. Oysa bilmediğimiz isimler olay yerindeydi ve kurşunlar üzerinden ülkenin sermayesine büyük bir mesaj veriliyordu. ANA POLİTİK KONULARDAN UZAK DURMALARI İSTENİYORDU. Açmaya gerek yok. Mesele buydu. Sonuç alındı.
İstenilen oldu. Dün de yazdığım gibi siyasi suikastlar bu nedenle kurgulanırdı. VE YABANCILAR BAŞROLDE OLURDU! Doğru soruları soramadığımız için de küçük cevaplarla devam etmek zorunda kalırdık. Sinan Ateş cinayetine geldiğimizde durum bambaşkaydı!
Kurgunun sahibi AKIL herkesin görülmesini, senaryo içinde bilerek ya da bilmeyerek rol alan, almak zorunda kalan her ismin, izlerin açık, şeffaf olmasını ve her şartta MHP’ye uzanmasını arzuluyordu.
Konu MHP olduğu kadar AK PARTİ’ydi! Konu Devlet Bey olduğu kadar Başkan Erdoğan’dı.
Anlaşılmayan da buydu. Sinan Ateş gibi bir milliyetçi, temiz, vatansever, sevilen, saygı duyulan, iyi bir aile babasının seçilmesinin amacı sonuçlarının güçlü olması içindi.
Önceki güne kadar BİR AUDİ aracın tetikçinin hizmetine sunulduğu bilgisi vardı. Görüntülü kayıt sisteminden kaçınmadıkları için gerçek tüm çıplaklığıyla ortadaydı. Dün ikinci bir araç iddiası daha gündeme geldi.
İki aracın görüntüleri ortadaydı.
İstenildiği gibi iki araç da, MHP ve ÜLKÜ OCAKLARI’na giden, ulaşan yolu sonuna kadar açıyordu. Saklanan, saklama gereği duyulan küçük bir nokta bile yoktu. Şaka gibi!
Ankara’da gün ortasında çok sevilen sayılan etkili MHP’li bir isim katlediliyor, ancak kimse bir şeyi gizleme gayreti içinde olmuyordu.
SABANCI cinayetinde GÖRGÜ tanığı bile bırakılmazken, burada tüm mahalle işin tam göbeğindeydi.
Bu akılla izah edilecek bir durum değildi. Belki kimse konuşmak istemiyor ancak YABANCI BİR İSTİHBARATIN kurguladığı bir suikastla karşı karşıya kalınmıştı.
Siyasi hedefleri açısından dün yazdığım gibi ilk durak CUMHUR İTTİFAKI’NI dağıtmaktı. Ancak dağıtırlarsa ne olacaktı? İşte orası da kurgulayanların becerisi ile ilgiliydi.
AK PARTİ ile MHP, Başkan Erdoğan ile Devlet Bey bir YOL ARKADAŞLIĞI başlatmışlardı.
Küresel ya da bölgesel kararlara MİLLİ çerçeveden bakıyorlardı.
Özgür Özel de buna dahil olmak ister gibi davranıyordu. Bakacağız…
Sinan Ateş olayındaki tüm izler MHP’yi gösterir hale gelince, getirilince Devlet Bey zora düşecekti. Düştü de…
Ortağı AK PARTİ bunu izah edemeyecekti. Edemedi de…
İki parti içinde huzursuzluk başlayacaktı. Başladı da…
Üzerine yerel seçim yenilgisi gelince önce CUMHUR İTTİFAKI’NDAKİ ELEKTRONLARI AYIRACAKLAR sonra da ayrılanları tasfiye edeceklerdi.
Bence son yıllardaki en büyük operasyon buydu. Suikast öncesi ve sonrası itibariyle büyük bir akıl devredeydi. Hesaplar hiç konuşulmuyordu. ZANLI olarak anılan bir siyasi tablo çıkartılıyordu!
Doğru mu? Kesinlikle…
Kuantum DOLANIKLIK teorisindeki gibi AK PARTİ ile MHP devamlı irtibat halindeydi. 7 Haziran 2015’ten bu yana… Sınır içi sınır dışı irtibat yüzde yüzdü!
Bunun sonlanması, bitirilmesi amaçlanıyordu. Bu elde edildiği an Tayyip Bey’i tasfiye etmek hiç zor olmayacaktı. Varılmak istenen hedef farklı, konuşulanlar çok farklıydı.
Örnek olsun açıklayıcı olsun diye "SABANCI SUİKASTINI" aktararak Sinan Ateş olayına geldim. Gelinen noktada MHP kendi içinde büyük sorun yaşıyordu yaşayacaktı. İsimler ve ilişkiler ortadaydı. AK PARTİ "ORTAK" olarak buna sırtını dönemezdi. OY kaybı muhtemeldi. Her iki partide bu sorunları içlerinde yaşayacak ve sancı meydana gelecekti. Küresel ve bölgesel hesaplara uygun hale getirilmek istenen İKTİDARIN ve ortağının çok şeffaf olarak devam etmesi KARANLIK ALAN bırakmaması gerekirse tasfiyeyi kendi içinde yapması oyun bozucu bir hamle olurdu. Olayın üzerindeki hassasiyet sürdüğü sürece SIZINTILAR sürecekti.
Her gün "BU DA GİZLENMİŞ" duygusu pompalanacaktı. Kitleler yönlendirilecekti. "Böyle ülkeye YABANCI YATIRIMCI mı gelir" noktasına kadar iş götürülecekti.
Bence asıl hedef Başkan Erdoğan’dı… MHP üzerinden geliniyordu. İTTİFAK dağılsa, Devlet Bey de giderdi! Kalamazdı.
Tek başına kalan Erdoğan daha kolay hedef olurdu. Tasfiye söz konusu olur, en kötü talep edilen politikalara uyumlu hale gelmesi sağlanırdı. Siyasi hedefi tespit ettiğiniz an meselenin özüne ulaşmak kolaydı. Bir de böyle bakın olaylara… Bence…

ÇİN DOSYASI /// ERGÜN DİLER : Çin’ping


ERGÜN DİLER : Çin’ping

29 Mart 2024

TÜRKİYE yerel seçimlere giderken, YENİ ANAYASA için hazırlıklara hız verilirken, ABD ile ilişkilerde yeni sayfa açılacak gibi görünürken, Avrupa’da istihbarat örgütlerinin yönlendirmesiyle PKK’lı grupların Türkler’e saldırısı yaşanırken, Leyla Zana ve DEM’in Kandil’le iletişimi gözler önüne serilirken, hapisteki Demirtaş’ın açıklama yapıp yapmayacağı tartışılırken önemli bir ZİRVE gerçekleşiyordu! Çin’de!
Bugün gelin ABD ile ÇİN ilişkilerinden girip İSTANBUL’a, yerel seçimlere, bölgesel değişime, Kürt kartına ve YENİ ANAYASA’ya uzanalım… Takip edenler bilecektir, rasyonel olarak yakın geçmişe baktığım ve ilişkinin formatını değerlendirdiğim zaman ÇİN’in ABD’nin rakibi olamayacağını gördüm. Ve bunu defalarca paylaştım. Bu konuda da yalnız sayılabilirdim. Çünkü ÇİN YABANCI YATIRIM ile yani ABD’nin gücüyle DEV haline gelen bir büyük oyuncuydu.
Zor da olsa "ABD gerek duyduğunda bu gücünü alabilir" teorisine sadık kalıyordum.
Geçtiğimiz günlerde bir iftar programında gelen bir soruya "Çin reform yapmazsa işi çok zor. Hukuksal alanda değişim şart. Yoksa bırakın büyük olmayı çok kötü günler kapısında…" şeklinde cevap verdim.
Aradan birkaç gün geçti. Çin Lideri Şi Cinping, ABD’li birçok şirket yöneticisiyle bir araya geldi. BASINA TAMAMEN KAPALI ŞEKİLDE…
ABD ile ilişkilerini istikrarlı bir zeminde tutmaya çalışan Devlet Başkanı Şi Cinping, Pekin’de aralarında Blackstone yöneticilerinden Stephen Schwarzman ve Qualcomm’un önemli ismi Cristiano Amon’un da bulunduğu bir grup Amerikalı iş dünyası lideriyle bir araya geldi.
Şi Cinping zirvede "Washington ile Pekin’in ayrışmasına gerek yok. Amerikan markalarının Çin’e yatırım yapması şart…" dedi.
Cinping toplantıda, "Çin’in reformları durmayacak. Ülke birinci sınıf bir iş ortamı oluşturmak için önemli tedbirler planlıyor" ifadelerini kullandı. Tamamı erkeklerden oluşan toplantıya katılanlar arasında FedEx CEO’su Raj Subramaniam, sigorta şirketi Chubb CEO’su Evan Greenberg, ABDÇin İlişkileri Ulusal Komitesi Başkanı Stephen Orlins, ABD-Çin İş Konseyi Başkanı Craig Allen ve Bloomberg Başkanı Mark Carney de bulunuyordu. ABD’li patronlar ve CEO’lar da "Washington ile yaşanan gerginlikler, sallantılı ekonomik toparlanma ve danışmanlık firmalarına yapılan baskınlar yatırımcıların hevesini kırıyor" cevabını verdi. YÜZDE 10 büyüme ile yıllarca tüm zamanların rekorunu kıran ÇİN’in şimdilerde YÜZDE 5 bile büyüme gerçekleştiremeyeceği düşünülmekteydi. Toplantıdaki ABD’liler de bu fikre sahipti!
Yani CİNPİNG kötü gidişatı durdurmak için ABD ile yan yana gelmek istiyor iddiasından vazgeçtiğini söylüyordu. Hatta "HUKUKSAL DEĞİŞİM
GELİYOR" diyerek iftarda söylediklerimi tekrar ediyordu…
Bu yetecek mi? Sanmıyorum.
Bizler kendi mahallemizle ilgilenirken BÜYÜK OYUNCULAR dünya haritasını önüne alıp öyle tartışıyordu. Bunu bildiğim için de Kuzey Irak’a da Suriye’ye de Ortadoğu ve Afrika’ya da KÜRESEL MÜCADELE VEREN TARAFLARIN gözlüğüyle bakmaya çabalıyordum. Genel ya da yerel seçimlere de DEM’e de CHP’ye de KANDİL’e de Demirtaşlar’a da Leyla Zana’ya da Kılıçdaroğlu ve Akşener’e de "dünyada kime hangi güce karşı geliyor, kiminle daha uyumlu" diye bakıyordum.
ABD ile ÇİN’in kurduğu masada iki sandalye olsa da arkalarında çok sayıda ülke, odak, güç vardı!
Bunları sınıflandırıp buralara kadar taşımak zor değildi. Siyaseti de buradan okumak daha sağlıklı daha kolaydı.
Biden döneminde Başkan Erdoğan’ın Beyaz Saray ile arası hiç olmadığı kadar eksik ve kopuktu. Şimdi işler yoluna girer gibi olunca MAYIS’ta Washington’da zirve olacaktı. İçeriğini bilmesem de konu kesinlikle BÖLGESEL DEĞİŞİME GELECEKTİ.
ABD buraları bırakıp çıkacaktı.
Ancak bölgenin kontrolünün AVRUPA’ya ya da İran’a dolayısıyla ÇİN’e geçmesini istemezdi! Tek seçenek Türkiye’ydi! Başkan Erdoğan da mayıs seçimlerinden sonra yerel seçimlerden de zaferle çıkarak YENİ ANAYASA için start vermek niyetindeydi. Yeni ANAYASA özelikle KÜRT TANIMI için tartışmaları beraberinde getirirdi. ÜLKE İÇİNDEKİ DERİN GÜÇLER buna sıcak bakmazdı. Bu gerginlik alanıydı. Aynı şekilde ABD’yi karşıya almadan bölgesel sorunları çözmek AVRUPA’nın asla ve kat’a işine gelmezdi. İstemezlerdi. Bunun da işaretini birkaç gündür sokaklarında PKK’lı grupları TÜRKLER’e saldırtarak göstermekteydiler. Yani Ankara’ya "Burada TÜRK-KÜRT SAVAŞI çıkartır bunu topraklarınıza yollarız" diyorlardı. Adı konulmamış bir tehdit vardı! Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasındaki gerilimin nedeni de buydu! Hatta YARGITAY seçimlerindeki krizin de…
Mehmet Akarca Yargıtay Başkanlığı’na 24 Mart 2020’de seçildi, dört yıllık görev süresi pazar günü itibarıyla doldu.
Yeni başkanı belirlemek için Yargıtay’da pazartesi günü sandık kuruldu ve Yargıtay üyeleri sandık başına gitti.
Seçimin ilk dokuz turunda hiçbir adayın, 348 Yargıtay üyesinin salt çoğunluğu olan en az 175 oyu alamaması üzerine dün, onuncu tur oylama yapıldı. Oylama sonucu Yargıtay Başkanı Akarca 120, 3. Hukuk Dairesi Başkanı Ömer Kerkez ise 138 oy aldı. 71 GEÇERSİZ oy kullanıldı! Beli ki pazarlıklar sürmekteydi…
Demirtaş’ın mektubunun okunup okunmayacağı da DEM’in tepkiyle buna izin vermemesi de Kandil’in son sözü söylemesi de ABD’nin kontrol ettiği Suriye’nin kuzeyindeki YPG bölgesinden siyasi çıkış gelmemesi de TÜRKİYE’nin oynayacağı bölgesel ROL içindi! KANDİL ile DEM’in sessiz kalıp CHP’ye desteklerini sunarak başka bir yolu tercih ettikleri, İstanbul’da AK PARTİ’den uzak düştükleri aşikardı.
AVRUPA-KANDİL-DEM-CHP ve diğer bileşenler, ABD ile orta yol bulup bölgede gücünü artıracak olan, YENİ ANAYASA ile yeni sayfa açacak olan TÜRKİYE’ye karşıydı. Aslında bu mücadelenin görünmeyen en büyük en etkili en can alıcı kısmıydı… Kitleler görmese de olan buydu…

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : Hani IŞİD bitmişti ???


Hani IŞİD bitmişti ???

Geçtiğimiz cuma günü Moskova’daki Crocus City Hall’de bir konser salonuna düzenlenen saldırıda 139 kişi hayatını kaybetti, çok sayıda insan yaralandı.

Saldırının ardından IŞİD-Horasan saldırıyı üstlendi ancak failin kim olduğuna dair tartışma bitmedi.

Moskova başta olmak üzere bir kesim Ukrayna’yı işaret ederken ABD ve Batı dünyası başta olmak üzere diğer kesim ise saldırıdan IŞİD’i sorumlu tuttu. Bu konuda başlayan tartışma hâlâ devam ediyor ancak ortada ciddi bir bilgi kirliliği varken, hatta manipülasyona varan yorumlar dolaşırken sağlıklı yorum yapmak da en azından şimdilik pek mümkün değil.

Rusya tarafı diyor ki, “Saldırıyı gerçekleştiren teröristler Ukrayna’ya kaçmaya çalıştı. Demek ki, Ukrayna tarafında saldırıdan haberdar olan ve saldırganları almaya hazırlanan bir organizasyon yapıldı.”

Rusya önümüzdeki günlerde neden saldırıdan Kiev’i sorumlu tuttuğuna dair yeni veriler paylaşır mı bilmiyoruz ancak mevcut açıklamalar Rusya’nın iddiasına dair soru işaretleri doğuruyor. Sonuçta, Rusya’da, özellikle de Rusya’nın kalbi Moskova’da böylesi bir saldırı gerçekleştiren teröristler için dünyanın en güvenilir yeri elbette Rusya ile savaş halindeki Ukrayna. Her şeyden önce tutuklanma, yargılanma ve iade edilme gibi süreçler yaşamayacaklarından emin olan saldırganların Ukrayna’ya kaçmaya çalışması oldukça doğal. İki ülke savaş halinde olduğu için Ukrayna tarafının da saldırganları memnuniyetle karşılaması şaşırtıcı olmazdı.

Diğer taraftan saldırıya ilişkin henüz ölü sayısı bile belli olmadan ABD başta olmak üzere çeşitli ülkelerin IŞİD-Horasan örgütünü işaret etmesi de soru işaretleri doğurdu. Zaten bir süre önce ABD’nin vatandaşlarını Moskova’da bir saldırı tehdidine karşı uyardığı da gündeme geldi.

Ne yazık ki, terör örgütleri ile çeşitli istihbarat örgütleri arasında karanlık ilişkiler olduğu sır değil. Bu nedenle Moskova saldırısının oldukça karanlık olduğu söylenebilir. Saldırıyı gerçekleştirenler IŞİD-Horasan olsa da arkasında herhangi bir devletin istihbarat örgütünün olup olmadığı da meçhul. Ancak saldırının arkasında istihbarat örgütleri varsa bile bu durum IŞİD ve IŞİD Horasan gerçekliğini ortadan kaldırmıyor. Bu örgütler varlar, giderek güç kazanıyorlar ve kanlı eylemler yapmaya devam ediyorlar. Mesela İran’daki saldırıları… Suriye ve Irak’ta da hâlâ tek saldırıda onlarca kişiyi öldürmeye devam eden örgüt Batı dünyasının gündeminden epeydir düşmüştü.

ABD ve Batı dünyası genel olarak “Irak’ta Musul, Suriye’de Rakka IŞİD’in elinden alındı. Üstelik örgütün hakkında tonla soru işareti olan Lideri Ebubekir Bağdadi de öldürüldü. Afganistan’daki IŞİD-Horasan’ın düşmanı Taliban Afganistan’ın idaresini aldıktan sonra örgüt daha da zayıfladı” diyor.

Moskova’daki saldırı ile birlikte Batı dünyası da IŞİD’in ölmemiş olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldı.

Peki bundan sonra ne olacak?

Ortada bir gerçek daha var; Moskova fail olarak kimi işaret ederse bundan sonraki süreç Rusya’nın fail ilan ettiğine yönelik cevabı ile şekillenecek.

Eğer Rusya failin IŞİD ve IŞİD-Horasan olduğunu düşünüyorsa en büyük cevap elbette IŞİD-Horasan’ın güçlenmeye başladığı Afganistan’dan ve IŞİD’in hücre tipi yapılanmalarının aktifleşmeye başladığı Suriye’den gelecek. Bu durumda Türkiye sınırında bulunan ve cihatçı yapılar tarafından yönetilen, hatta çoğu Rusya vatandaşı Türkistan İslam Partisinin yerleştiği İdlip’e yönelik saldırıların artması muhtemel.

Rusya, İdlip başta olmak üzere Suriye’deki IŞİD varlığına saldırmaya başladığında Türkiye sınırına on binlerce cihatçının ve bu cihatçıların ailelerinin yığılması olası. Yine Rusya, İdlip’te buradaki silahlı grupların garantörü olarak bulunan Türkiye’ye İdlip sorununun çözümü konusunda baskı yapabilir, ki Türkiye’nin İdlip’ten çekilmeye zorlanması Suriye’nin kuzeyindeki TSK varlığını da sarsacak bir süreci tetikleyebilir.

Velhasıl Moskova artık IŞİD ve türevlerinin açık hedefiydi uzunca bir süredir. Rusya içinde saldırı olmaması için azami çaba gösteren, cihatçıların önünü Suriye topraklarında almaya çalışan Rusya açısından tehlike artık kendi topraklarının içinde.

Zaten bu konuda bu coğrafyada olup da endişelenmeyen tek ülke Türkiye. Artık irticai yapıları öncelikli tehdit olarak görmeyen Türkiye sık sık IŞİD’e yönelik operasyonlar yapsa da yakalananların neredeyse ilke haline gelen cezasızlık yaklaşımı ile kısa sürede serbest bırakıldığı bir ülke oldu.

En son bizzat İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın sosyal medya paylaşımında 1 yıldan kısa sürede yaklaşık 3 bin IŞİD bağlantılı kişinin yakalandığı belirtiliyordu. 3 bin kişi, 3 bin IŞİD bağlantılı kişi… Normalde bu sayı bir ülkede alarm zillerinin çalması için yeterliydi ama Türkiye’de değil. Üstelik Rusya’daki saldırıyı gerçekleştirenler dahil çeşitli ülkelerde eylem yapan teröristlerin yollarının bir şekilde Türkiye’den geçmesine de şaşırmaz hale geldik neredeyse.

Farkındayım, konuyu biraz dağıttım ancak şunu da eklemeden geçemeyeceğim; IŞİD, El Kaide’den doğdu, doğru, ancak El Kaide’den birçok açıdan farklı bir örgüt. Moskova saldırısı sonrası “Saldırı IŞİD tarzı mı değil mi?” diye tartışmalar başladı. Halbuki IŞİD’in tarzı, bir tarzının olmaması. Örgütten emir hatta eğitim almamış ama bir şekilde örgüte sempati duyanların bile örgüt adına kanlı eylemler yapabildiği bir yapıdan bahsediyoruz. “Hepsi istihbarat örgütlerinin aparatı, emirsiz iş yapmazlar” diyenler hatta buna güvenenler çok ama çok yanılıyor.

Kaldı ki Türkiye, El Kaide’nin büyüdüğü, bölünüp IŞİD’i doğurduğu coğrafyaya çok uzak değil. Elbette IŞİD de yeni yapılar doğuracak. Kısacası radikalizm bütün dünyanın sorunu artık, en çok da bu yapıların doğup büyüdüğü coğrafyaların…

ŞİKE DAVASI DOSYASI /// Aytunç Erkin : “MİT’teki Fenerbahçe hücresi” kararda yer aldı


Aytunç Erkin : “MİT’teki Fenerbahçe hücresi” kararda yer aldı

Yayınlanma: 26 Mart 2024

3 Temmuz 2011’den yaklaşık 2-3 ay önce.

Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) mahrem imamları toplantısı:

“O dönem MİT’in mahrem yapısında çalışıyordum. Talip kod Murat Karabulut, Ankara Sincan’da yaptıkları bir toplantıda şike davası adı altında bir operasyon yapılacağını, bu operasyonda Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ile alakalı olarak gözaltına alınacağını, Fenerbahçe’nin küme düşürüleceğini, bu süreçte diğer bazı kulüpler ile alakalı olarak da bunların gerçekleştirileceğini söyledi.”

Evet…

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin, 3 Temmuz’da Fenerbahçe’ye kurulan kumpasla ilgili verdiği onama kararını okuyorum ve bir ayrıntı dikkatimi çekti. O da “Fetullahçıların MİT’teki yapılanmasının öznesi Fenerbahçe olan kumpasta” yaptıkları toplantıyla ilgili bölüm. Yazımın girişine de 3 Temmuz’dan 2-3 ay önce yapılan toplantıdaki bir “MİT Mahrem İmamı”nın cümleleriyle başladım. O ifadeye geçmeden önce Yargıtay 3. Daire’nin onama kararıyla ilgili kulüp avukatlarından Naim Karakaya’nın paylaştığı bilgiyi aktarmakta fayda var:

“3 Temmuz sürecinde yapılan soruşturmada Fetullahçı örgütün etkisinin çok açık olduğu ve bu nedenle 3 Temmuz sürecinin hukuki anlamda özel bir çaba gösterilerek İstanbul’da başlatılmış olduğu…

“Yine 3 Temmuz sürecinin başlangıç aşamasının burada Giresun’un adeta bir paravan olarak kullanılarak Fetullahçı örgütün yapacağı operasyon için Giresun kısmının bir basamak olarak kullanıldığı…

“Ve yine bu soruşturmanın, yani 3 Temmuz sürecinin örgütsel amaçlar doğrultusunda kamuoyunda kargaşa meydana getirmek amacıyla Fetullahçı örgütün amaçlarına hizmet etmek olduğu…

“Yine bu süreçte görev alan hakim ve savcılar hakkında Fetullahçı örgüte üye olmaktan kesinleşmiş mahkumiyet kararları bulunmasının tesadüf olarak açıklanamayacağı ve adli bu sürecin örgütsel amaçlarla yürütüldüğü tespitlerine yer verilmiş.”

Şimdi gelelim Yargıtay’ın onama kararındaki “MİT” ayrıntısına.

Toplantıya katılan mahrem imam anlattı

Dosya kapsamında mahkemenin 18. celsesinde tanık olarak dinlenilen ve Milli İstihbarat Teşkilatı Mahrem İmamlarından olan ve (MİT’ten FETÖ’cü olduğu iddiasıyla ihraç edilen ve ceza alan) M.B.A. isimli şahsın da mahrem abisi olduğunu beyan eden Özgür Kaya isimli şahsın ifadesine göre:

… O dönem kendisinin MİT’in mahrem yapısında çalıştığını, Talip kod Murat Karabulut’un Ankara Sincan’da yaptıkları bir toplantıda şike davası adı altında bir operasyon yapılacağı, bu operasyonda Fenerbahçe Başkanı ile alakalı olarak gözaltına alınacağı, Fenerbahçe’nin küme düşürüleceğini, bu süreçte diğer bazı kulüpler ile alakalı olarak da bunların gerçekleştirileceğini, yani 3 Temmuz’da gerçekleşen operasyonu kaba hatlarıyla operasyonda kimlerin gözaltına alınacağı şeklinde beyanlarının olduğunu…

… Bu toplantının 3 Temmuz’dan yaklaşık 2-3 ay kadar önce olduğunu, bu konuşmanın MİT’in mahrem imamları toplantısında konuşulduğunu, kendisinin MİT’in mahrem imamları yapılanması içerisinde temsilci konumunda olduğunu, bu operasyonu hangi polislerin yapacağı ya da yargıda hangi ekibinin kim olduğu şeklinde bir bilgisi olmadığını ancak operasyonun yapılacağının o dönem MİT mahrem imamı olan Talip kod Murat Karabulut tarafından anlatıldığını, kendisinin bu şahıstan talimat aldığını, kendisinin bu toplantıya bizzat katıldığını, bu toplantıda MİT mahrem yapılanması içerisinde bulunan diğer arkadaşların da olduğunu, bu toplantıda dosya sanıklarından kimsenin yer almadığını…

… Bu toplantıda anladığına göre kendilerinin bilgisi olmamasına rağmen Murat Karabulut’un şike soruşturmasından haberdar olduğunu, soruşturmanın devam edip etmediğini bildiğini, bu toplantıda en çarpıcı isim olarak gözaltına alınacaklar arasında Aziz Yıldırım’ın isminin geçtiğini, Fenerbahçe yöneticilerinin olacağını ve net olmamakla birlikte Beşiktaş ve Sivasspor ile alakalı olacağının söylendiğini ancak Aziz Yıldırım ismini net olarak hatırladığını…

“Askeri casusluk için de çalışma istendi”

“MİT Mahrem İmamı” sadece sözde şike kumpasıyla ilgili değil diğer kumpas davalarıyla ilgili de çalışma yaptıklarını anlatmış:

… Yine kamuoyuna yansıyan askeri casusluk davasında kendilerinden çalışma yapmalarının istenmiş olduğunu ancak bu toplantıda şike soruşturması ile alakalı kendilerinden bir çalışma istenmediğini, bu konularda karar alıcıların emniyet imamı, MİT imamı, TSK içerisinde Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Jandarma imamı gibi imamların kendi aralarında yaptıkları aylık toplantılarda alındığını, bunların yaptığı toplantılarda muhtemelen bu tip kararların alındığını…

… Bu ekibin düzenli olarak Amerika’ya gitmek suretiyle Pensilvanya’da Fethullah Gülen’in olduğu ortamda toplantılar yaptıklarını, Amerika’da Fethullah Gülen’in bulunduğu kamp denilen bir yer olduğunu, burada günlük işlerin Fethullah Gülen’e arz edildiğini, burada bir karar mekanizmasının işlediğini, karar mekanizmasının gerek Türkiye’de gerekse Amerika’ya giderek Fethullah Gülen ile yaptığı toplantılar çerçevesinde bu tarz operasyonun kararlarını aldıklarını…

… Fethullah Gülen’in ile bizzat kendisinin de görüştüğünü, Fethullah Gülen’in bu tarz operasyonlarda operasyonun örgüte ucu dokunmayacak şekilde yapılsın dediğini, böyle bir operasyonu bu sebeple müdür seviyesindeki emniyet mensuplarının bilmemesi gibi bir durumun olamayacağını çünkü bu operasyonun bizzat onların yapacağını, o dönem İstanbul emniyet imamı kimse muhtemelen onunla görüşmüş olacağını, kendisinin bunu bilmediğini, bu anlattıklarının normal işleyiş olduğunu…

… Kendisine göre bunun Fenerbahçe ya da Aziz Yıldırım’a yönelik yapılan bir kumpas soruşturması olduğunu, M.B.A.’yı tanıdığını, bu şahsın İstanbul’da MİT şube dedikleri yerde cemaat ile alakalı bir masada çalıştığını, 7 Şubat krizinden sonra kendisinin Konya gönderildiğini, Konya’ya gönderildiği süreç içerisinde de kendisiyle ilgili takibini yaptığını, bu şahsın kendi tabirleri ile öğrenci diye tabir edilen bir şahıs olduğunu, bu şahsın FETÖ’ye dahil olduğu… şeklinde beyanda bulunduğu tespit edilmiştir.

SONUÇ: Bu kararla birlikte 2007-2016 arasında yaşanan ve Fetullahçı örgüt tarafından yapılan kumpaslardan en önemlisi olan sözde şike davasıyla ilgili son nokta konulmuş oldu. Örgütün yaptıklarının kulüpler üstü olduğunun altı bir kere daha çizilmiş oldu