Sabahın körüydü; güneşin doğmasına daha vardı. Uyku ile uyanıklık arasında kapı ziline benzeyen, fısıltı gibi bir ses geldi İbrahim’in kulağına. Polis değildi! O böyle korka korka kapı çalmazdı; vurdu mu indirirdi Alimallah! Emin olmak için bekledi.
Bir horoz sesi karıştı alacakaranlığa. “Komşulardan birinin gecekondu çığırtkanıdır,” diye düşündü. Çok geçmeden, daha güçlü bir zil sesi yırttı geçti sessizliği. Doğruldu yataktan. Karısı da uyanmıştı. “Ne oldu, kapı mı çalındı?” dedi. “Yanlış işitmediysem duyduğum kapı ziliydi. Sen yat ben bakarım!” diye yanıtladı onu. “Bu saatte!.. Hayırdır inşallah!” dedi karısı, yarı uykulu. Dış kapıya yöneldi pijamalı haliyle. Girişin ışığını yakmayı akıl etti son anda. Önce sürgüyü çekti, sonra da anahtarı çevirerek açtı kapıyı. Karşısındakiler iki karanlık yüzdü. Tanımakta güçlük çekti önce, “Sabah sabah kim bunlar yahu?” dedi içinden. Ara lambasının sönük ışığı altında mum gibi sararan yüzüyle bir bayan, yanında da ondan daha uzun, esmer yüzü daha da kararmış bir erkek; korkuluk gibi dikiliyorlardı karşısında. Onlar, kayını Çetin’le karısı Selime’ydi. Şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Karısı içerden, “Gelenler kimmiş İbrahim?” diye seslenmese bir süre daha dikilip kalacaktı kapı önünde. “Çetin’ler gelmiş Kerime” dedi yutkunarak.
Gönülsüz bir sevinç gösterisi içinde “Hoş geldiniz!” diyerek, peşlerine takılmış bir araba soğukla birlikte içeri aldı konukları. “Sizleri de rahatsız ettik bu vakitte kusura bakmayın!” diyen kayınının ağzından ateş gibi çıkıyordu sözcükler. Ateşli sözcüklerin buz taneleri gibi ortalığa döküldüklerini hisseden İbrahim, bir terslik olduğunu hemen anlamıştı. Gösterdiği misafir odasına girdiler hep birlikte. Kerime de gelmişti yanlarına; önce kardeşine sarıldı hoş geldin diyerek, sonra da gelinlerine… Soğuk hava buraya da gelmişti peşlerinden. Aylardan Mayıs olmasına rağmen zemheri gibiydi ortalık. Karı koca birbirlerine baktılar; neler oluyor der gibi.
Bu geliş, geliş değildi… Onları Ağustosta bekliyorlardı. Gürültüye çocuklar da uyanmış, gözlerini ovuşturarak dayanmışlardı kapıya. Koştular dayılarına; ellerini öptüler ikisinin de. Bir bebek sesi bozdu kısa süreli sessizliği, ben de varım burada diyordu sanki. Selime heyecanla kalkmıştı ki, Çetin bir kaplan gibi atıldı, “O çocuğa bir daha dokunmayacaksın kahpe, artık onun anası değilsin sen!” diyerek kolundan tuttuğu gibi oturttu yerine. Bir bomba gibi patlamıştı Çetin’in ağzından çıkan sözcükler. Bir çatışmanın içinde kalmışlardı birden. “Neler oluyor abi? Kahpe de kim?” diye atıldı karmakarışık bir yüz ifadesiyle Kerime. İbrahim, duruma müdahale etme ihtiyacı duyarak, “Sen çocuklarla ilgilen Kerime!“ diye uyardı karısını. Şaşkın ve uykulu gözlerle durumu izleyen kızıyla oğluna da anneleriyle gitmelerini söyledi. Sonra da kayınına dönerek, “Neler oluyor Çetin? Bu gelişiniz pek hayra alamet değil. Sizde bir hal var! Tatsız bir şey mi oldu? Korkutmayın bizi! Anlatın bakalım!” dedi.
Tetiğine basılmış makineli tüfek gibi atışa başladı Çetin. Ağzından çıkan sözcükler kurşun gibi yayılıyordu odaya. Hedefinde ise karısı Selime vardı. “Bu kahpeyi ustabaşının arabasında yakaladık. Meğerse her gün onun arabasıyla gelip-gidiyormuş işe. İşine, yabancı bir adamın arabasıyla gidip-gelen başka neler yapar kim bilir enişte. Hala da ‘…ben bir şey yapmadım!’ diyor da başka bir şey demiyor. El alemin arabasına bin, fingirdeş; sonra da ben bir şey yapmadım de… Seni bir de adamın yatağında mı basacaktık orospu! Benim de bir namusum, şerefim var! Karın onun bunun arabasında dolaşıyor dediklerinde ben ne cevap vereceğim? Söylesene ne cevap vereceğim? Beni rezil ettin, perişan ettin! Sokağa çıkamaz hale getirdin! Seninle evlendiğim güne lanet olsun!” diye veryansın ediyordu. Bu ağır sözler ve hakaretler karşısında Selime garip bir şekilde susuyordu. Hiçbir şey duymamış gibi tepkisizdi. Küçülmüş, pusmuştu oturduğu yerde.
İbrahim bir anlam veremedi bu durumuna. O’na acıyarak baktı. Neden hiç yanıt verme ihtiyacı duymuyordu kocasına? “Bu işte bir iş var, ama ne?” diye geçirdi içinden. Çetin ağzından köpükler saçarak konuşmaya devam ediyordu: “Elimden bir kaza çıkmasın diye zor tutuyorum kendimi. Ben de bunu temiz saf bir köylü kızı diye aldım. Bir gün görsün, Avrupa görsün diye elinden tuttum. Nereden bilebilirdim gözünün dışarda, kanının bozuk olduğunu… Kadir kıymet bilmez vefasızın, nankörün biri çıktı; bir anda darmadağın etti yuvamızı. Beş gündür, ne bir şey yiyebildim ne uyuyabildim. Buraya nasıl geldiğimi de bilmiyorum…"
“Bu olaydan sonra karı koca olarak kalmamız imkansız artık. Boşanacağız. Buraya da bunun için geldik apar topar. Kusura bakmayın sabah sabah sizin de huzurunuzu kaçırdık. Kaderimizde bir kahpe yüzünden bu günleri görmekte varmış meğer… Neyse sözü fazla uzatmayalım enişte, vakit geçirmeden sen bize birer avukat buluver de bir an önce bitsin bu iş. Senden istediğimiz bu.”
Ortada oldukça mutlu sanılan bir ailenin hazin sonu sergileniyordu. Ortaya dökülenler ele alınacak türden şeyler değildi. Çetin’in alabildiğine kalabalık sözcüklerle, harman savurur gibi anlattıklarının doğru olabileceğini düşünmekle birlikte, her şeyi abartmak gibi bir huyları olan kayınlarının bu konuyu da gereğinden fazla büyüterek saptırmalarından şüphelenmişti İbrahim. Bu yüzden, aklına takılanları öğrenmek istedi.
“Çetin, Selime’yi sen mi yakaladın ustabaşının arabasındayken?”
“Abim arabadan inerken görmüş. O söyledi”
“Yani, sen görmedin?
“Ben görmedim. İyi ki de görmedim. Yoksa…”
“Abinden başka gören var mı?”
“Abimin söylediğine göre komşulardan da görenler olmuş.”
Birden sekiz yıl öncesine gitti aklı İbrahim’in; Kerime’yle nişanlandıkları günlere… Henüz çiçeği burnunda bir memurdu Karayollarında. Kerime’yle uzaktan akrabalıkları vardı. Öyle aşk evliliği falan değildi onlarınki. Arada bir karşılaşmaları olmuştu düğünlerde bayramlarda. Büyüklerin uygun görmesiyle nişanlanmışlardı. Sonradan Kerime’nin Almanya’da olan abisi Erol, “Kardeşime bula bula bu memur parçasını mı buldunuz?” diye karşı çıkarak nişanı bozmaya çalışmıştı da, büyüklerin araya girmesiyle aşılmıştı bu kriz. O gün bu gündür İbrahim’in, büyük kayınıyla araları biraz soğuktu. Pek hoşlanmazdı ondan. Almanya’ya gitmeden önce inşaat ustalığı yapardı. Ustalığıyla öğünür dururdu. Hiçbir ustayı beğenmez, onları küçümser, alay ederdi. Öyle her şeyi ben bilirim havası, üst perdeden konuşmaları, patavatsızlığı hep rahatsız etmişti İbrahim’i. Almanya’daki hayatı ile ilgili bir takım dedikodular da gelmişti kulağına. Söylendiğine göre karı-kız ayağıyla ilgili hoş olmayan takıntıları vardı. Bu yüzden ondan uzak durmaya, bulaşmamaya çalışmıştı bugüne kadar. İbrahim’in kafasından bunlar geçerken, büyük kayınının bu olaydaki rolünü kestirmeye çalışıyordu. “Gelinle konuşmalıyım. Baksana kadıncağıza; korkmuş, sinmiş, küçülmüş adeta… Beş aydır hasret kaldığı bebeğini görmeye bile cesareti yok. Ağzını açacak hal bırakmamışlar zavallıda. Kim bilir neler yaptılar…?” dedi içinden.
İbrahim bunları düşünürken, yan odada bütün konuşulanları duyan Kerime, kucağında mamayla beslediği bebeğin kadersizliğine ağlıyordu sessizce. “Vah kızım vah! Vah yavrum vah! Daha yaşına bile girmeden bunlar da mı gelecekti başına! Vah benim bahtsız, kadersiz kızım, vah benim küçük bebeğim, Hayriye’m!” diyerek.
“Tamam Çetin! Mesele anlaşıldı… İzin verirsen ben bir de Selime’yle konuşmak istiyorum” dedi İbrahim, söylediklerinden rahatsızlığını belli edercesine.
“Ne konuşacaksın o kahpeyle enişte! Konuşacak bir şey mi kaldı? Suçüstü yakalandı işte; her şey ortada. Kendini boşuna yorma istersen!” Tam da abisinin tarzıydı bu: Her şeyi ben bilirim, ben düşünürüm; benin söylediklerim dışında boşuna dolaşmayın! Doğru sadece bendedir!
“Bak Çetin! Bütün uyarılarıma rağmen altı aylık çocuğu halasına bırakıp gittiniz. En çok ihtiyaç duyduğu aylarda onu anne sütünden, ana kucağından mahrum bıraktınız. Ondan anasını çaldınız! Bunun farkında değil misin hala? Ne uğruna yaptınız bunu? Üç – beş mark daha kazanmak uğruna… Öyle değil mi? Ne olursa olsun annesinden ayırmamalıydınız bu bebeği. Bu konuda biz de dahil hepimiz sorumluyuz ve suçluyuz. Bakalım bu sabinin hakkını nasıl ödeyeceğiz? O yüzden diyorum ki: Selime önce gitsin bebeğiyle hasret gidersin. Borcunun bir kısmını kapatabilir belki… Senin hem büyüğün hem de enişten, bebeğin de manevi babası olarak söylüyorum bunu. Bu arada sen de dışarda şöyle bir dolaşıver; Ankara’nın taze, güneşli bahar sabahı iyi gelir, rahatlatır insanı; toparlarsın kafanı biraz. İleride bir fırın var; iki ekmekle bir kaç da simit alıver gelirken. Misafire bunu söylemek biraz tuhaf kaçtı ama ne de olsa sen misafir sayılmazsın bu evde. Hadi bakalım itiraz da istemiyorum. Tamam mı Çetin? Hem bu kadar gerginlik yaramaz bize. Bu konuyu daha sakin bir kafayla konuşmalıyız.” diyerek ortamı biraz yumuşatmaya çalıştı İbrahim.
Çetin bu kez sesini çıkarmamış, susarak onay vermişti, söylenenlere.
İbrahim için Selime’nin söyleyecekleri önemliydi. Çetin’in anlattıklarıyla yetinemezdi. Hele işin içinde Erol abileri varsa… Bir aile faciasına, bir yanlışa alet olmak istemiyordu. O’nu düşündüren büyüklerden çok çocuklardı. Boşanan anne ve babaların çocuklarının başına gelenleri az çok biliyordu. “Ne yapılması gerektiğine karar vermeden, Selime mutlaka konuşmalı ve yaşadıklarını anlatmalı. Yoksa bunlara kalırsa, zücaciye dükkanına giren ayı gibi her şeyi kırıp döküp, her şeyi ağızlarına yüzlerine bulaştıracaklar. Derleyip toparlamak da yine bizlere düşecek” dedi içinden Çetin’in ardı sıra.
Çocukları tekrar uyutan Selime ile Kerime misafir odasına gelmişti. İbrahim tam Selime’ye bir şey söylemek üzereyken Kerime: “Kız anam nasıl yaptın bunu? Hiç utanmadın mı? Kocanı düşünmediysen iki bebeni de mi düşünmedin?” diye azarlayınca, Selime günlerdir tuttuğu bütün gözyaşlarını koyuverdi. Barajın tahliye kapakları açılmıştı sanki. Bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlarken, bir yandan da, “Vallahi ben bir şey yapmadım abla, bana yakıştırdılar. Kimseye anlatamadım. Kimse beni dinlemedi” diye içini döküyordu.
Selime biraz sakinleşince, “Eğer her şeyi anlatırsan, kimsenin dinlemediğini biz dinleyeceğiz” dedi İbrahim. Karısını da, “Sen de söyleyeceklerini sonraya sakla Kerime, sözünü kesmeden dinleyeceğiz Selime’yi” diyerek uyardı
Çantasından çıkardığı selpak mendille gözyaşlarını silen Selime hayatının önemli bir kesitini anlatmaya başladı ta baştan: “Evlendiğimde daha 15 yaşındaydım biliyorsunuz. Köydeydim. Kasabayı bile görmemiştim henüz. Aynı köyden olunca birbirimizi az çok tanıyorduk. Kısmetmiş, halamın da araya girmesiyle evlendik. Mutluydum. Birden büyüdüm; büyük şehirler gördüm. Birçok genç kızın hayalindeki Almanya’yı gördüm. Çocuklarım oldu. Ama ne olduysa geçen yıl oldu. Çetin nerden aklına koyduysa, ‘Seni de bir işe sokalım, sen de çalış. Üç yıl sonra da Türkiye’ye dönelim!’ demeye başladı. Adam birden para delisi olmuştu. Ben, ‘Daha bebeğimiz çok küçük, bu haliyle kim bakar, kime bırakırız. Biraz büyüsün; hiç olmazsa üç yaşını doldursun ondan sonra bir düşünürüz’ desem de, Nuh deyip peygamber demiyordu.
“Bir türlü caydıramadım. Bu yüzden altı aylık yavrumu size emanet ettik. Sizden Allah razı olsun. Çok iyi bakıldığını biliyorum. Bir anne üç kuruş için bunu nasıl yapar diyerek beni kınadığınızı da biliyorum. Size hiç de gücenmedim, gücenmem de… Elimden bir şey gelmedi. Bütün çabalarıma rağmen kocamı ikna edemedim. Çaresiz kalmıştım. Sonradan öğrendiğime göre Erol abim böyle bir karar alınca bizimki de ona uymuş. Oğlum da babaannesindeydi zaten. Sıra bana bir iş bulmaya gelmişti. Oturduğumuz kasabada tekstil fabrikaları vardı. Türklerin birçoğu kadın erkek oralarda çalışıyordu. Güzün Hayriye’yi size bırakıp döndükten sonra böyle bir fabrikada işe başladım. Bir an önce çocuklarıma kavuşmak istediğimden var gücümle çalışıyordum. Bazen, gönüllü olarak fazla mesaiye de kalıyordum. Belediye otobüsüyle gidip geliyorduk, yakınlarda oturan komşu kadınlarla birlikte. Benim gibi işe yeni girenler ütücüler bölümünde çalışıyorduk. İşimiz nispeten hafifti ve çocuklarımı özlemenin ötesinde bir sıkıntım yoktu.
“Büyükçe bir odada 25, 30 kişi kadar vardık çalışan. Başımızda da bizim gibi Kayserili bir usta vardı. O da bize yakın oturuyordu. Oraya ilk gelenlerdenmiş. Çetin’in dediğine göre bu işi de hemşeriyiz diye o bulmuştu bana. ‘İyi adamdır, hemşerilerine iş bulma veya sair konularda yardımcı olur!’ diye Çetin bahsetmişti. Bazen durakta otobüs beklediğimizi görünce arabasına bizi de alırdı. Hiçbir kötülüğünü, kötü gözle baktığını görmedim, duymadım. O gün de üç kişi binmiştik arabasına; bir arkadaş daha önce inmişti. İki kişiydik Erol abi beni gördüğünde; iyi baksaydı içerde bir başkasının daha olduğunu fark edecekti. Beni yalnız başıma yabancı bir erkeğin arabasına binmekle suçladı durdu. Anlatmaya çalıştım dinlemedi; kahpelikle suçladı beni. Çetin önceleri beni anlamaya çalıştı. ‘Adam yabancı değil abi, bize çok yardımı dokundu kötülük yapacak birisi değil!’ diyerek abisine karşı çıkmaya çalışsa da. Onu da dinlemedi; ‘Kimin ne olduğunu sen benden iyi mi bileceksin koca kafalı.’ diye azarladı onu. Beni de, ‘Bugün arabasına binen yarın neresine biner kim bilir?’ diyerek aşağılıyordu.” Bunları söylerken Selime hıçkırıklarını tutamadı. Kelimeler boğazında düğümlendi. Mendiliyle gözlerini sildikten sonra devam etti. İçi zehirle dolmuştu, boşaltmak istiyordu.
“Çetin iki gün benimle konuşmadı. İçi içini yediğini yüzünden ve hareketlerinden anlıyordum. Belli ki, benimle ağası arasında kalmıştı. Kim bilir bir de çocukları… Bu durumda işe gidemezdim. Hiç sesini çıkarmadı… Üçüncü gün sabahı işe gitmek üzere dışarı çıkmıştı ki, Erol abimin sesini duydum. Ramazan topu gibi gürlüyordu, “Sen o kahpeyi hala karın olarak evinde tutmaya devam mı ediyorsun birader. Sen öküz müsün? Salak mısın? Yoksa boynuzlu musun? Sende hiç kafa yok mu? Sen hiç namus denen bir şey olduğunu duymadın mı? Elin arabasıyla işe gidip gelenden hiç karı olur mu? Hey koca kafalı!’ diyordu. Sonra da, zehrini akıtan bir yılan gibi çekti gitti.. Çetin hiç sesini çıkarmamıştı. Ama birden içeri girdi bir hışımla, beni tokatlamaya başladı. Hem vuruyor hem de, ‘Bana bunu nasıl yaptın? Beni ele güne rezil ettin? Şerefim iki paralık oldu. Ben şimdi işe nasıl giderim? İnsanların yüzüne nasıl bakarım kahpe!’ diyordu. Gözleri kararmış, adeta bambaşka bir adam olmuştu. Abisine bir şey diyemeyince hırsını benden çıkarıyordu. Onun gözünde tam bir günah keçisi olmuştum.
“Sabırla durmasını bekledim. İlk kez abisinin ağzıyla konuşmaya başlamıştı. O an içimden bir şeyler kopmuş, bütün umutlarımı yitirdiğimi hissetmiştim. Hırsını alınca çıktı gitti. Bir süre sonra Nurgül ablamla görümcem Sultan geldiler. Bana destek olacaklarını beklerken, ne ahlakımı ne namusumu bırakmadan ağızlarına ne geldiyse onlar da kustular gittiler. Saldırı üstüne saldırı yaşıyordum. Sanki Afrika’daki vahşi hayvanların arasına düşmüştüm de pençelerinin hedefi olmuştum; vurdukça vuruyorlardı. Hepsi de ağızlarına kadar kin ve nefret doluydu. İki günde bu kadar stoku nasıl yaptıklarını anlamakta güçlük çektim.
“En yakınımdakiler iki laf etmeme bile fırsat vermediler. Onların gözünde bir orospuydum, kahpeydim ve de en azılı düşmanlarıydım artık. Beni en ağır şekilde suçladılar, hiç de adil olmayacak şekilde yargıladılar, savunmamı bile almadan ölüm cezasıyla mahkum ettiler. Şimdi de ipe çekilmeyi bekliyorum…” Bir süre başı önünde sessizce ağladı Selime. O kadar çaresizdi ki… “Gidebileceğim, derdimi anlatacağım kimse yoktu. Gurbet elde kolu kanadı kırılmış yapayalnızdım. Kesime hazır kurbanlık koyuna dönmüştüm. O gün akşama kadar ağladım. Ölmek istedim. Canımı alması için Allah’a yalvardım. Çocuklarım geldi aklıma, başaramadım. Akşam gelince Çetin’in ilk sözü: “Boşanacağız, başka yolu yok!” oldu. Kararlıydı. Ne diyebilirdim. Sesimi çıkarmadım. ‘Duydun mu? Boşanacağız dedim!’ dedi tekrar öfkeyle. ‘Duydum, duydum… Madem bana inanmıyorsun, bana güvenmiyorsun, istediğin gibi olsun!’ dedim.” |