TALEBİMİZDİR : FENOMEN TEKNOLOJİ “MK ULTRA & TELEGRAM” TÜRK VATANDAŞLARINA KARŞI KULLANILIYOR MU ? SORUMUZA CEVABINIZI BEKLERİZ.


DAĞITIM :

  1. EGM İSTİHBARAT DAİRESİ BAŞKANLIĞI
  2. MİT BAŞKANLIĞI

MK-Ultra Projesi Türk Vatandaşlarına mı uygulanıyor ??

Sayın Başkanım;

Öncelikle mektubumuza zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederiz.

TÜRKİYE’de 2000’li yıllardan bu yana belirli yerel ve yabancı istihbarat servisleri tarafından PSİKOTRONİK – ELEKTRO MANYETİK takip cihazları ile vatandaşlara yönelik yasadışı teknik takip yapılmaktadır. Yani daha doğrusu ülkemizde sayıları binleri bulan, yurt dışında ise mağdur olduğunu iddia eden on binlerce yerli ve yabancı vatandaşın iddiası bu yöndedir.

Bu konunun mağduru binlerce kişi var ama ne yazık ki konunun kamuoyunca yeterince bilinmemesi yada komplo teorisi olarak görünmesi nedeniyle şikayetlerini resmi merciler dışında saklama gereği duyuyorlar. Şu anda mağdurlar dernek kurma aşamasına geldiler ve seslerini kamuoyuna duyurmaya çalışıyorlar. Yurt dışında ise on binlerce mağdur var ve bir çok sivil toplum örgütü adı altında haklarını arıyorlar.

Bunlardan birisi de ICAACT ORGANISATION. Web sitesi : http://icaact.org

MK ULTRA konusu bizce çok önemli ve dikkat edilmesi gereken bir konudur. Çünkü sadece ülkemizde bu projenin binlerce mağduru bulunuyor ve maalesef haklarını gerektiği gibi arayamıyorlar. Halbuki başta ABD olmak üzere tüm Batı dünyası bu konuya çok önem veriyor, bu konuda filmler, kitaplar, şarkılar ve klipler yayınlıyorlar.

Örneğin yakın zamanda çevrilen ve meşhur ABD’li aktör DENZEL WASHINGTON’ın oynadığı MANCHURIAN CANDIDATE (Mançurya Kobayı) ve Bruce Willis’in ve Julia Roberts’ın oynadığı CONSPIRACY THEORY (Komplo Teorisi) bunlara verilecek en iyi örneklerdir. Yine 2009 yılında çevrilen GAMER (OYUNCU) filmi örneklerden biridir.

Bu konu artık komplo teorisi olmaktan öteye gitmiştir Batı dünyası ülkeleri için. Çünkü ABD başta olmak üzere tüm dünyada ZİHİN KONTROLÜ yada orijinal adıyla MK ULTRA bir realite halini almıştır.

Örneğin OKLAHOMA BOMBACISI TIMOTHY MCVEIGH’in bir MK ULTRA MAĞDURU olabileceğini düşünür müydünüz ? Bu konuyu ABD BASINI sık sık dile getiriyor.

Yine aynı şekilde geçtiğimiz sene KONGRE ve BEYAZ SARAY’a saldıran Aaron Alexis’in bir MK ULTRA MAĞDURU olabileceğini düşünür müydünüz ?

Bu konuyu da ABD BASINI sık sık dile getiriyor.

Ancak halen maalesef ülkemizde bu projenin mağdurları ile yeterince ilgilenilmiyor. Ne resmi mercilerden yeteri kadar destek görüyorlar, ne kamuoyundan, ne basından, ne de diğer devlet bürokrasisinden. Adeta görünmez bir el mağdurların haklı mücadele sürecinde sürekli engel üzerine engel çıkarmakta. Mağdurlar ve perişan aileleri bu mücadelede yalnız bırakılmışlardır.

Biz YURTSEVER bir grup olarak mağdurlara elimizden geldiği kadar destek vermeye çalışıyoruz. Onların bu anlamda seslerini kamuoyuna duyurmaları için sözcülüğünü yapmaya ve ulaşabildiğimiz tüm üst merci ve makam yetkililerine mağduriyetlerini anlatmaya çalışıyoruz ancak ERGENEKON ve BALYOZ DAVA’larının finansörü ve planlayıcısı olan Amerikan Gizli Servisleri’nin (CIA, NSA, PENTAGON) sürekli engellemeleri ile karşılaşıyoruz. Sosyal Medyada bu konuda yapmış olduğumuz tüm duyurular bu servislerin baskısı sonucunda sosyal medya (Twitter, Facebook, WordPress Bloglarımız) hesaplarımızın kapatılması ile engellendi.

Bildiğiniz gibi eski NSA çalışanı ve şu anda zorunlu olarak Rusya’da geçici olarak ikamet eden Edward Snowden’ın İngiliz Guardian Gazetesi’ne sızdırdığı belgelerde de Amerikan Gizli Servislerinin tüm dünyada global teknik takip faaliyetleri yürüttüğünü net olarak ortaya koymuştu. Google’da Edward Snowden yazdığınızda bu konudaki haberlere erişebilirsiniz Sayın Başkanım;.

Sayın Başkanım;

Biz grup olarak mağdurların şikayetlerini hem Cumhurbaşkanlığı’na hem İç İşleri Bakanlığı’na hem de TBMM’ye ilettik ve çözüm getirmelerini talep ettik. Ancak, halen ne mağdurları dinlediler ne de şikayetleri değerlendirdiler. TBMM’ye göndermiş olduğumuz dilekçe ise görevsizlik söylemi ile red edildi. Bu konu yurtsever bir grup olarak ulusal güvenliğimizi de tehdit eden bir durum yarattığından araştırma skalamız içine dahil ettik ve Web sitemizde bu konuda açık kaynaklardan derlediğimiz bilgileri okuyucularımıza sunuyoruz. İddialara göre bu konu yabancı servislerin kullandığı gizli bir istihbarat teknolojisi deniyor. İddiaları açık kaynaklarda araştırıyoruz.

Sırası gelmişken sizin için kısaca MK ULTRA’yı anlatalım. Bu konuda bir malumatınız olmadığını tahmin ederim.

MK ULTRA NEDİR ? TARİHSEL BAKIŞ AÇISI İLE İNCELEYELİM

1950-1960 arasında Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) altında görev alan Bilimsel İstihbarat Birimi (SID), "zihin kontrolü" ve insanların davranışsal mühendisliği üzerine birçok deney yapmıştır. Bunların hepsi önemli veriler elde edilmesini sağlasa da, tamamı başarısızlıkla sonuçlanmıştır; hatta bazıları, denekler üzerinde ciddi psikolojik sorunlar yaratmıştır. MK-Ultra Projesi, bu deneylerin genel adı olarak bilinmektedir. Proje kapsamında sayısız yasadışı deney yapmışmış ve suç işlenmiştir. 1953’te yasal olarak tanınmamaya başlanan programın 1964’te alanı daraltılmış, 1967’de iyice yavaşlatılmış ve 1973’te tamamen durdurulmuştur. Deneyler süresince denekler özellikle Liserjik Asit Dietilamid (LSD) gibi halüsinojenlerin aşırı dozda kullanılmak haricinde hipnoz, duyusal yetersizlikler, izolasyon, sözel ve cinsel istismar ve hatta işkence gibi yöntemlere maruz kalmıştır.

44’ü üniversite olmak üzere toplamda 80 enstitünün ortak olarak yürüttüğü bu projede, CIA’in toplam bütçesinin %6’sı kullanılmıştır. Uzun bir süre gizli tutulmaya çalışılan bu proje, 1977 senesinde Bilgilendirilme Özgürlüğü Yasası’nın çıkarılmasıyla toplamda 20.000 belgenin açığa çıkarılması sayesinde öğrenilmiştir. Temmuz 2001’de ise deneylerle ilgili gizli kalmış tüm bilgiler halka arz edilmiştir.

Deneyler süresince sayısız alanda araştırma yapılmış, insan ve diğer hayvan denekler üzerinde yasadışı, bilimdışı ve akıldışı sayısız uygulamada bulunulmuştur. Örneğin sorgulamaların kolaylaştırılması için geliştirilmeye çalışılan dürüstlük hapı sırasında birçok hayvan ve insana sayısız halüsinojen madde ve diğer kimyasallar verilmiştir.

1955’te yazılmış bir belgede, deneylerin amaçları şu şekilde sıralanmaktadır:

  1. Halkın gözünden düşülmesine neden olacak kadar mantıksız düşünmeyi ve düşüncesizliği tetikleyen maddelerin geliştirilmesi.
  2. Mantıklama ve algılama süreçlerini yavaşlatan maddelerin geliştirilmesi.
  3. Kullanıcının daha hızlı veya yavaş yaşlanmasına neden olacak maddelerin geliştirilmesi.
  4. Alkolün etkilerini tamamen silecek bir ilacın geliştirilmesi.
  5. Kamuflaj ve taktik amaçlı, bilinen hastalıkların tüm belirtilerini yaratan; ancak istendiği zaman durdurulup bu etkilerin geri dönebilmesine neden olan ilaçların geliştirilmesi.
  6. Geçici veya kalıcı beyin hasarı ve hafıza kaybı sağlayan ilaçların geliştirilmesi.
  7. Baskı, işkence ve hayati ihtiyaçlara olan direnci arttırıcı ilaçların geliştirilmesi.
  8. Kullananın o anda ve öncesinde olan olayları kalıcı ya da geçici olarak unutmasına neden olacak maddelerin geliştirilmesi.
  9. Şok ve kafa karışıklığını geçici ya da kalıcı, kısa ya da uzun vadede yaratabilecek maddelerin ve fiziksel yöntemlerin geliştirilmesi.
  10. Bacakların felç olması veya akut kan yetmezliği gibi fiziksel yetersizlikleri anlık olarak yaratabilecek ilaçların geliştirilmesi.
  11. Vücutta su kabarcıkları yaratabilecek kimyasalların geliştirilmesi.
  12. Bireyin davranışlarını, arzu edilen bir diğer bireye bağımlı kılacak şekilde değiştirecek ilaçların geliştirilmesi.
  13. Sorgulama mekanizmalarını iptal edecek, mantıksal düşünmeyi engelleyecek ilaçların geliştirilmesi.
  14. Hırsı azaltacak ve genel çalışma verimliliğini düşürecek ilaçların geliştirilmesi.
  15. Görüş, duyma, vb. duyusal becerileri köreltecek ilaçların geliştirilmesi.
  16. Sonrasında kalıcı hafıza kaybı yaratan, ani bayıltma işlemini yapabilecek ve yiyeceklere, içeceklere, havaya karıştırılabilecek bir ilaç geliştirilmesi.
  17. Belirli bir fiziksel aktivitenin yapılmasını tamamen engelleyecek bir ilacın geliştirilmesi.

Tüm bunları test etmek ve geliştirebilmek için CIA deneylerinde yüksek dozda LSD, barbiturat IV, amfetamin IV, temazepam, eroin, morfin, MDMA, meskalin, psilocybin, scopolamin, marijuana, alkol, sodyum pentotal ve ergin gibi sayısız bağımlılık yapıcı, halüsinojen ve uyuşturucu madde kullanmıştır. Denek olaraksa zihinsel hastalıklı olan insanlar, mahkumlar, ilaç bağımlıları ve fahişeler kullanılmış, bunlar durumları veya mesleklerinden ötürü tehdit edilerek karşı koymaları engellenmiştir. Deneyde görev alan bir memur, şu sözleri sarf etmektedir:

"Deneylerde, bize karşı koyamayacak herkesi kullandık."

Amerika’da patlak veren Watergate skandalı sırasında MK-Ultra’ya ait tüm belgelerin yok edilmesi emredilmiş ve 20.000 belge haricinde kalan hepsi yok edilmiştir. Bu yüzden MK-Ultra’nın tüm detaylarını bilmek imkansızdır. Ancak var olan belgelerden bile, deneyler sırasında onlarca deneğin öldüğü, birçoğunun suikaste kurban edildiği, bazılarının ise eskiden var olmayan zihinsel sorunlar geliştirdiği bilinmektedir ve belgelenmiştir. Milyonlarca dolarlık projenin sadece bir ayağı olan Pont-Saint-Espirit ayağında meydana gelen deneysel hatalardan ötürü 32 denek akıl hastanesine kaldırılmış ve en az 7 denek ölmüştür.

Deneyler, tamamen gerçek olmakla birlikte, belgelerin eksik olmasından ötürü günümüzün bilimdışı komplo teorisyenlerinin en sevdiği alanlardan biri olmaktadır. Bu gibi şahıslar, bu deneylerin bir deneği olan Sirhan Sirhan isimli katilin, John F. Kennedy’i bu deneylerin etkisi altında öldürdüğünü iddia etmektedirler. Sirhan’ın, bu deneylerdeki metotlarca kontrol edildiğini ileri sürmektedirler. Bunun gibi sayısız ispatsız argümanı bulmak mümkündür. İBDA-C ÖRGÜTÜ lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun durumu buna en iyi örnektir.

Sayın Başkanım;

Aşağıda, MİT MÜSTEŞARLIĞI’nın 09.03.2009 tarihinde Ergenekon Mahkemesine (13. AĞIR CEZA MAHKEMESİ) gönderdiği TUNCAY GÜNEY’in KONTROL ALTINA alındığına ilişkin resmi yazısı bulunuyor. Bu belge tarafımızda mevcut. Sayı ve isim kısmı herhangi bir taklit olasılığına karşı tarafımızdan kapatılmıştır.

Belgede, araba hırsızı, çakma Haham ve aynı zamanda bir dolandırıcı olan TUNCAY GÜNEY adlı şahsın 1993 yılında İran Konsolosluğundaki İstihbaratçı ile şüpheli temasları çerçevesinde kontrol altına alındığı ifade ediliyor ancak bu kontrolün nasıl olduğu konusunda ise belirgin bir açıklama yapılmamış. Kaldı ki bir dönem bu şahsın MİT tarafından kullanıldığı yönünde de çok sayıda haber gazete ve televizyonlarda yayınlandı.

MK ULTRA projesinin tüm dünyada binlerce mağduru bulunuyor. Elbette ki her devlet gerek kendi sınırları içinde gerekse belirli şartlar altında sınırları dışında istihbari dinleme yapabilir ve fiziki takip önlemleri alabilir. Kaldı ki bunu hemen hemen tüm devletler etkin olarak yapıyor. Ama burada bahsedilen teknoloji uygulamada bir teknik takip teknolojisi olmaktan öte insanları rahatsız eden, psikolojilerini hedef alan bir tarzda yapıldığı için bizde CIA’nin güçlü bir müttefiki olan Milli İstihbarat Teşkilatının bu teknolojiyi kendi vatandaşlarına uyguluyor mu diye bir analiz yapalım istedik. Tabi uygulamaya bakıldığında Anayasal sınırları ihlal eden bir durum meydana geldiği için aynı CIA gibi MİT’te bu teknolojiyi kendi resmi kimlikli elemanlarına değil profesyonel bir ekibe yaptırıyor deniliyor. İddialar bu şekilde. MİT Müsteşarı sayın Hakan Fidan’ın basın önünde bu iddialara cevap vermesini bekliyoruz. En azından mağdur olan yüzlerce insan (Hepsinin bizde isimleri ve iletişim numaraları kayıtlı) bu cevabı hak ediyor diye düşünüyoruz.

Ayrıca kendisini MK ULTRA & TELEGRAM MAĞDURU diye adlandıran 150 civarı kişi ile yapılmış telefon görüşme kayıtları da elimizde bulunuyor. İleride bu konuda adli bir soruşturma açılırsa düşüncesi ile bu kayıtları resmi makamlara tevdi etmek maksadıyla muhafaza ediyoruz. Savcılık yetkilileri ve sizlerin arzu etmesi halinde toplam 6 GB’ı bulan bu görüşme kayıtlarını da ayrıca DVD olarak arz edebiliriz. Bunu da sırası gelmişken belirtelim.

Ve Umarız istihbarat dehlizlerinin tozlu raflarında bir gün demokratik bir temizlik yapılırsa biz de bu konudaki gerçekleri ilk elden öğrenebileceğiz. Ama şunu biliyoruz ki istihbarat servislerinin ayağına dolanan nice başka istihbarat servisi personelleri, bilim adamları, akademisyenler, gazeteciler ve diğer kurbanlar henüz açıklığa kavuşmamış trafik kazaları, ani kalp krizi vakaları ve diğer yöntemlerle susturuldu. Tüm istihbarat servisleri kendi devletinin bekaası ve güvenliği için çalışır, bu da doğaldır. Ama her ne gerekçe ile olursa olsun sivillere, masum insanlara yönelik TAKİP TEKNOLOJİLERİ, ŞİDDET gibi yöntemler affedilmemeli ve sorumlular devlet korumasından çıkarılarak yargıda hesap verdirilmelidir. Genelkurmay Başkanı, Emniyet Genel Müdürü yada MİT MÜSTEŞARI da olsa hiç kimse dokunulmaz değildir. Herkes görevini yaparken İNSAN HAKLARINA VE KANUNLARA tabi olduğunu hiçbir zaman unutmamalı, unutanlara da sürekli hatırlatmalıyız. Biz bunu bugün gerçekleştiremez isek devletimiz bir POLİS DEVLETİNE dönüşür ki o zaman çok geç kalırız.

Sayın Başkanım;

Kimi zaman "abartılı" gelebilecek politik ve bilimsel deneyler zaman zaman gerçekten de uygulanabilmektedir. Önemli olan, bu deneylerin gerçek yapısını anlayabilmek ve insanların merak duygusundan prim yapan komplo teorisyenlerinin saçmalıklarına izin vermemektir.

Eğer bu konuda devlet yetkilileri bir an önce kamuoyuna tüm çıplaklığı ile tatminkar bir açıklama yapmaz ise Savcılık makamlarının önü “BANA DEVLET (MİT) ZİHİN KONTROLÜ UYGULUYOR” diyenlerle dolmaya devam edecektir. Sadece 2015-2019 arası tarafımıza başvurma cesareti gösteren 500 mağdur (Olduğunu iddia eden) kişi bulunuyor ve bu sayıya her gün yenileri ekleniyor. Devlet suskun kaldıkça devlet üzerine komplo teorilerinde artış olması kaçınılmazdır. Bu sebeple bu konuda ivedi bir kamuoyu açıklaması beklediğimizi bir kez daha yineleyelim.

İstemeniz halinde söylediklerimizi destekleyici 6 adet DVD’yi de ayrıca makamınıza sunabiliriz. Her DVD’de 4,5 GB, toplamda ise 27 GB hacminde belge ve bilgi bulunuyor.

Bu DVD’ler muhteviyatında yabancı kamuoyunda Targeted Individuals, Organized Gang Stalking olarak bilinen Türkiye’de ise MK ULTRA & TELEGRAM olarak bahsedilen ve gizli askeri teknoloji olduğu iddia edilen fenomen hakkında çok sayıda Word ve PDF dökümanı, çok sayıda yerli ve yabancı video bulunuyor. İnceleyecek yetkililerin özellikle yabancı dildeki videoları izlemesini tavsiye ediyorum. Eğer bana ulaşmak isterseniz şahsi numaramı arz edebilirim. Aramanız yada davet etmeniz halinde soruşturmanız için gerekli her türlü dökümasyonu temin edebilir yada ayrıntılı olarak ifade verebilirim.

Sayın Başkanım;

Bizim grup olarak sizlerden bir beklentimiz yok. Bu konuya olan ilgimiz de iddiaların doğru olması halinde konunun ULUSAL GÜVENLİĞİ ilgilendiriyor olmasından dolayıdır. Biz sadece mağdurlara MİT MÜSTEŞARLIĞI tarafından bir açıklama yapılmasını ve bu fenomen teknoloji ile bir ilgisi yok ise bu takdirde mağdurların şikayetlerinin soruşturulmasını ve konunun aydınlatılmasını talep ediyoruz. Çünkü gerekli soruşturma yapılmaz ve konu aydınlatılmaz ise bugün binler ile ifade edilen mağdur sayısı yarın on binleri bulacaktır ve Savcılık makamlarının önü “MİT BİZE ZİHİN KONTROLÜ UYGULUYOR” diyenler ile dolacaktır. Böyle bir tablonun oluşmasını istemeyiz, sizlerin de isteyeceğini düşünmüyoruz. Çünkü herhangi bir istihbari değeri olmayan sıradan mesleklere sahip, sıradan bir yaşam süren vatandaşlarımız bile çeşitli psikiyatrik rahatsızlıklara yakalandıklarında kendilerine zihin kontrolü yapılıyor zannediyor. Yada geçmişte uyuşturucu madde kullanan şahıslar dahi kendilerinin rahatsız olduğuna inanmayarak suçu MİT MÜSTEŞARLIĞI’na yada yabancı gizli servislere atarak zihin kontrolü yaptıklarını iddia ediyor. Bu durum da tam bir karmaşa ve kaos yaratıyor. Çareyi başka yerlerde aradıklarından dolayı da gerekli psikiyatrik tedavilerini yaptırmadıkları için yaşamları hem kendileri hem de aileleri için çekilmez bir hal alıyor.

Sayın Başkanım;

Devlet her yönü ile vatandaşının beden ve fizik güvenliğini korumakla mükelleftir. Eğer devlet yetkilileri gerekli açıklamayı yapmaz ise ya da bu konuda kapsamlı bir soruşturma başlatmaz ise mağdurların iddia ettiği DEVLETİN SIRADAN KİŞİLERE KARŞI İSTİHBARİ TAKİP ve TACİZ TEKNOLOJİSİ kullandığı yönündeki tezler gerçeklik kazanacaktır. Bu da devlete karşı çok ciddi tazminat davalarının açılması anlamına geliyor.

Burada devlet ve yöneticileri bir sınav veriyor. FAŞİST POLİS DEVLETİ MİYİZ ? YOKSA DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ Mİ ? BUNU BU KONUDAKİ TAVRINIZ BELİRLEYECEKTİR.

TALEP :

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar çerçevesinde ve tarafımızdan yardım talep eden yüzü aşkın mağdurun da ifadelerinden yola çıkarak MİT MÜSTEŞARLIĞI’nın yada Türkiye’de gizli faaliyet gösteren YABANCI bir İSTİHBARAT SERVİSİ’nin sivil vatandaşlar üzerinde gizli istihbarat teknolojisi kullanıp kullanmadığının ilgili kurumlar kanalı ile soruşturularak tespit edilmesini, eğer kullanılmışsa hangi gerekçe ve saiklerle kullanıldığının mağdurlara resmi yazı ile bildirilmesini talep ediyoruz.

Teşekkürler.

ÖZEL BÜRO GRUBU

TALEBİMİZDİR : FENOMEN TEKNOLOJİ “MK ULTRA & TELEGRAM” TÜRK VATANDAŞLARINA KARŞI KULLANILIYOR MU ? SORUMUZA CEVABINIZI BEKLERİZ.


DAĞITIM :

  1. EGM İSTİHBARAT DAİRESİ BAŞKANLIĞI
  2. MİT BAŞKANLIĞI

MK-Ultra Projesi Türk Vatandaşlarına mı uygulanıyor ??

Sayın Başkanım;

Öncelikle mektubumuza zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederiz.

TÜRKİYE’de 2000’li yıllardan bu yana belirli yerel ve yabancı istihbarat servisleri tarafından PSİKOTRONİK – ELEKTRO MANYETİK takip cihazları ile vatandaşlara yönelik yasadışı teknik takip yapılmaktadır. Yani daha doğrusu ülkemizde sayıları binleri bulan, yurt dışında ise mağdur olduğunu iddia eden on binlerce yerli ve yabancı vatandaşın iddiası bu yöndedir.

Bu konunun mağduru binlerce kişi var ama ne yazık ki konunun kamuoyunca yeterince bilinmemesi yada komplo teorisi olarak görünmesi nedeniyle şikayetlerini resmi merciler dışında saklama gereği duyuyorlar. Şu anda mağdurlar dernek kurma aşamasına geldiler ve seslerini kamuoyuna duyurmaya çalışıyorlar. Yurt dışında ise on binlerce mağdur var ve bir çok sivil toplum örgütü adı altında haklarını arıyorlar.

Bunlardan birisi de ICAACT ORGANISATION. Web sitesi : http://icaact.org

MK ULTRA konusu bizce çok önemli ve dikkat edilmesi gereken bir konudur. Çünkü sadece ülkemizde bu projenin binlerce mağduru bulunuyor ve maalesef haklarını gerektiği gibi arayamıyorlar. Halbuki başta ABD olmak üzere tüm Batı dünyası bu konuya çok önem veriyor, bu konuda filmler, kitaplar, şarkılar ve klipler yayınlıyorlar.

Örneğin yakın zamanda çevrilen ve meşhur ABD’li aktör DENZEL WASHINGTON’ın oynadığı MANCHURIAN CANDIDATE (Mançurya Kobayı) ve Bruce Willis’in ve Julia Roberts’ın oynadığı CONSPIRACY THEORY (Komplo Teorisi) bunlara verilecek en iyi örneklerdir. Yine 2009 yılında çevrilen GAMER (OYUNCU) filmi örneklerden biridir.

Bu konu artık komplo teorisi olmaktan öteye gitmiştir Batı dünyası ülkeleri için. Çünkü ABD başta olmak üzere tüm dünyada ZİHİN KONTROLÜ yada orijinal adıyla MK ULTRA bir realite halini almıştır.

Örneğin OKLAHOMA BOMBACISI TIMOTHY MCVEIGH’in bir MK ULTRA MAĞDURU olabileceğini düşünür müydünüz ? Bu konuyu ABD BASINI sık sık dile getiriyor.

Yine aynı şekilde geçtiğimiz sene KONGRE ve BEYAZ SARAY’a saldıran Aaron Alexis’in bir MK ULTRA MAĞDURU olabileceğini düşünür müydünüz ?

Bu konuyu da ABD BASINI sık sık dile getiriyor.

Ancak halen maalesef ülkemizde bu projenin mağdurları ile yeterince ilgilenilmiyor. Ne resmi mercilerden yeteri kadar destek görüyorlar, ne kamuoyundan, ne basından, ne de diğer devlet bürokrasisinden. Adeta görünmez bir el mağdurların haklı mücadele sürecinde sürekli engel üzerine engel çıkarmakta. Mağdurlar ve perişan aileleri bu mücadelede yalnız bırakılmışlardır.

Biz YURTSEVER bir grup olarak mağdurlara elimizden geldiği kadar destek vermeye çalışıyoruz. Onların bu anlamda seslerini kamuoyuna duyurmaları için sözcülüğünü yapmaya ve ulaşabildiğimiz tüm üst merci ve makam yetkililerine mağduriyetlerini anlatmaya çalışıyoruz ancak ERGENEKON ve BALYOZ DAVA’larının finansörü ve planlayıcısı olan Amerikan Gizli Servisleri’nin (CIA, NSA, PENTAGON) sürekli engellemeleri ile karşılaşıyoruz. Sosyal Medyada bu konuda yapmış olduğumuz tüm duyurular bu servislerin baskısı sonucunda sosyal medya (Twitter, Facebook, WordPress Bloglarımız) hesaplarımızın kapatılması ile engellendi.

Bildiğiniz gibi eski NSA çalışanı ve şu anda zorunlu olarak Rusya’da geçici olarak ikamet eden Edward Snowden’ın İngiliz Guardian Gazetesi’ne sızdırdığı belgelerde de Amerikan Gizli Servislerinin tüm dünyada global teknik takip faaliyetleri yürüttüğünü net olarak ortaya koymuştu. Google’da Edward Snowden yazdığınızda bu konudaki haberlere erişebilirsiniz Sayın Başkanım;.

Sayın Başkanım;

Biz grup olarak mağdurların şikayetlerini hem Cumhurbaşkanlığı’na hem İç İşleri Bakanlığı’na hem de TBMM’ye ilettik ve çözüm getirmelerini talep ettik. Ancak, halen ne mağdurları dinlediler ne de şikayetleri değerlendirdiler. TBMM’ye göndermiş olduğumuz dilekçe ise görevsizlik söylemi ile red edildi. Bu konu yurtsever bir grup olarak ulusal güvenliğimizi de tehdit eden bir durum yarattığından araştırma skalamız içine dahil ettik ve Web sitemizde bu konuda açık kaynaklardan derlediğimiz bilgileri okuyucularımıza sunuyoruz. İddialara göre bu konu yabancı servislerin kullandığı gizli bir istihbarat teknolojisi deniyor. İddiaları açık kaynaklarda araştırıyoruz.

Sırası gelmişken sizin için kısaca MK ULTRA’yı anlatalım. Bu konuda bir malumatınız olmadığını tahmin ederim.

MK ULTRA NEDİR ? TARİHSEL BAKIŞ AÇISI İLE İNCELEYELİM

1950-1960 arasında Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) altında görev alan Bilimsel İstihbarat Birimi (SID), "zihin kontrolü" ve insanların davranışsal mühendisliği üzerine birçok deney yapmıştır. Bunların hepsi önemli veriler elde edilmesini sağlasa da, tamamı başarısızlıkla sonuçlanmıştır; hatta bazıları, denekler üzerinde ciddi psikolojik sorunlar yaratmıştır. MK-Ultra Projesi, bu deneylerin genel adı olarak bilinmektedir. Proje kapsamında sayısız yasadışı deney yapmışmış ve suç işlenmiştir. 1953’te yasal olarak tanınmamaya başlanan programın 1964’te alanı daraltılmış, 1967’de iyice yavaşlatılmış ve 1973’te tamamen durdurulmuştur. Deneyler süresince denekler özellikle Liserjik Asit Dietilamid (LSD) gibi halüsinojenlerin aşırı dozda kullanılmak haricinde hipnoz, duyusal yetersizlikler, izolasyon, sözel ve cinsel istismar ve hatta işkence gibi yöntemlere maruz kalmıştır.

44’ü üniversite olmak üzere toplamda 80 enstitünün ortak olarak yürüttüğü bu projede, CIA’in toplam bütçesinin %6’sı kullanılmıştır. Uzun bir süre gizli tutulmaya çalışılan bu proje, 1977 senesinde Bilgilendirilme Özgürlüğü Yasası’nın çıkarılmasıyla toplamda 20.000 belgenin açığa çıkarılması sayesinde öğrenilmiştir. Temmuz 2001’de ise deneylerle ilgili gizli kalmış tüm bilgiler halka arz edilmiştir.

Deneyler süresince sayısız alanda araştırma yapılmış, insan ve diğer hayvan denekler üzerinde yasadışı, bilimdışı ve akıldışı sayısız uygulamada bulunulmuştur. Örneğin sorgulamaların kolaylaştırılması için geliştirilmeye çalışılan dürüstlük hapı sırasında birçok hayvan ve insana sayısız halüsinojen madde ve diğer kimyasallar verilmiştir.

1955’te yazılmış bir belgede, deneylerin amaçları şu şekilde sıralanmaktadır:

  1. Halkın gözünden düşülmesine neden olacak kadar mantıksız düşünmeyi ve düşüncesizliği tetikleyen maddelerin geliştirilmesi.
  2. Mantıklama ve algılama süreçlerini yavaşlatan maddelerin geliştirilmesi.
  3. Kullanıcının daha hızlı veya yavaş yaşlanmasına neden olacak maddelerin geliştirilmesi.
  4. Alkolün etkilerini tamamen silecek bir ilacın geliştirilmesi.
  5. Kamuflaj ve taktik amaçlı, bilinen hastalıkların tüm belirtilerini yaratan; ancak istendiği zaman durdurulup bu etkilerin geri dönebilmesine neden olan ilaçların geliştirilmesi.
  6. Geçici veya kalıcı beyin hasarı ve hafıza kaybı sağlayan ilaçların geliştirilmesi.
  7. Baskı, işkence ve hayati ihtiyaçlara olan direnci arttırıcı ilaçların geliştirilmesi.
  8. Kullananın o anda ve öncesinde olan olayları kalıcı ya da geçici olarak unutmasına neden olacak maddelerin geliştirilmesi.
  9. Şok ve kafa karışıklığını geçici ya da kalıcı, kısa ya da uzun vadede yaratabilecek maddelerin ve fiziksel yöntemlerin geliştirilmesi.
  10. Bacakların felç olması veya akut kan yetmezliği gibi fiziksel yetersizlikleri anlık olarak yaratabilecek ilaçların geliştirilmesi.
  11. Vücutta su kabarcıkları yaratabilecek kimyasalların geliştirilmesi.
  12. Bireyin davranışlarını, arzu edilen bir diğer bireye bağımlı kılacak şekilde değiştirecek ilaçların geliştirilmesi.
  13. Sorgulama mekanizmalarını iptal edecek, mantıksal düşünmeyi engelleyecek ilaçların geliştirilmesi.
  14. Hırsı azaltacak ve genel çalışma verimliliğini düşürecek ilaçların geliştirilmesi.
  15. Görüş, duyma, vb. duyusal becerileri köreltecek ilaçların geliştirilmesi.
  16. Sonrasında kalıcı hafıza kaybı yaratan, ani bayıltma işlemini yapabilecek ve yiyeceklere, içeceklere, havaya karıştırılabilecek bir ilaç geliştirilmesi.
  17. Belirli bir fiziksel aktivitenin yapılmasını tamamen engelleyecek bir ilacın geliştirilmesi.

Tüm bunları test etmek ve geliştirebilmek için CIA deneylerinde yüksek dozda LSD, barbiturat IV, amfetamin IV, temazepam, eroin, morfin, MDMA, meskalin, psilocybin, scopolamin, marijuana, alkol, sodyum pentotal ve ergin gibi sayısız bağımlılık yapıcı, halüsinojen ve uyuşturucu madde kullanmıştır. Denek olaraksa zihinsel hastalıklı olan insanlar, mahkumlar, ilaç bağımlıları ve fahişeler kullanılmış, bunlar durumları veya mesleklerinden ötürü tehdit edilerek karşı koymaları engellenmiştir. Deneyde görev alan bir memur, şu sözleri sarf etmektedir:

"Deneylerde, bize karşı koyamayacak herkesi kullandık."

Amerika’da patlak veren Watergate skandalı sırasında MK-Ultra’ya ait tüm belgelerin yok edilmesi emredilmiş ve 20.000 belge haricinde kalan hepsi yok edilmiştir. Bu yüzden MK-Ultra’nın tüm detaylarını bilmek imkansızdır. Ancak var olan belgelerden bile, deneyler sırasında onlarca deneğin öldüğü, birçoğunun suikaste kurban edildiği, bazılarının ise eskiden var olmayan zihinsel sorunlar geliştirdiği bilinmektedir ve belgelenmiştir. Milyonlarca dolarlık projenin sadece bir ayağı olan Pont-Saint-Espirit ayağında meydana gelen deneysel hatalardan ötürü 32 denek akıl hastanesine kaldırılmış ve en az 7 denek ölmüştür.

Deneyler, tamamen gerçek olmakla birlikte, belgelerin eksik olmasından ötürü günümüzün bilimdışı komplo teorisyenlerinin en sevdiği alanlardan biri olmaktadır. Bu gibi şahıslar, bu deneylerin bir deneği olan Sirhan Sirhan isimli katilin, John F. Kennedy’i bu deneylerin etkisi altında öldürdüğünü iddia etmektedirler. Sirhan’ın, bu deneylerdeki metotlarca kontrol edildiğini ileri sürmektedirler. Bunun gibi sayısız ispatsız argümanı bulmak mümkündür. İBDA-C ÖRGÜTÜ lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun durumu buna en iyi örnektir.

Sayın Başkanım;

Aşağıda, MİT MÜSTEŞARLIĞI’nın 09.03.2009 tarihinde Ergenekon Mahkemesine (13. AĞIR CEZA MAHKEMESİ) gönderdiği TUNCAY GÜNEY’in KONTROL ALTINA alındığına ilişkin resmi yazısı bulunuyor. Bu belge tarafımızda mevcut. Sayı ve isim kısmı herhangi bir taklit olasılığına karşı tarafımızdan kapatılmıştır.

Belgede, araba hırsızı, çakma Haham ve aynı zamanda bir dolandırıcı olan TUNCAY GÜNEY adlı şahsın 1993 yılında İran Konsolosluğundaki İstihbaratçı ile şüpheli temasları çerçevesinde kontrol altına alındığı ifade ediliyor ancak bu kontrolün nasıl olduğu konusunda ise belirgin bir açıklama yapılmamış. Kaldı ki bir dönem bu şahsın MİT tarafından kullanıldığı yönünde de çok sayıda haber gazete ve televizyonlarda yayınlandı.

MK ULTRA projesinin tüm dünyada binlerce mağduru bulunuyor. Elbette ki her devlet gerek kendi sınırları içinde gerekse belirli şartlar altında sınırları dışında istihbari dinleme yapabilir ve fiziki takip önlemleri alabilir. Kaldı ki bunu hemen hemen tüm devletler etkin olarak yapıyor. Ama burada bahsedilen teknoloji uygulamada bir teknik takip teknolojisi olmaktan öte insanları rahatsız eden, psikolojilerini hedef alan bir tarzda yapıldığı için bizde CIA’nin güçlü bir müttefiki olan Milli İstihbarat Teşkilatının bu teknolojiyi kendi vatandaşlarına uyguluyor mu diye bir analiz yapalım istedik. Tabi uygulamaya bakıldığında Anayasal sınırları ihlal eden bir durum meydana geldiği için aynı CIA gibi MİT’te bu teknolojiyi kendi resmi kimlikli elemanlarına değil profesyonel bir ekibe yaptırıyor deniliyor. İddialar bu şekilde. MİT Müsteşarı sayın Hakan Fidan’ın basın önünde bu iddialara cevap vermesini bekliyoruz. En azından mağdur olan yüzlerce insan (Hepsinin bizde isimleri ve iletişim numaraları kayıtlı) bu cevabı hak ediyor diye düşünüyoruz.

Ayrıca kendisini MK ULTRA & TELEGRAM MAĞDURU diye adlandıran 150 civarı kişi ile yapılmış telefon görüşme kayıtları da elimizde bulunuyor. İleride bu konuda adli bir soruşturma açılırsa düşüncesi ile bu kayıtları resmi makamlara tevdi etmek maksadıyla muhafaza ediyoruz. Savcılık yetkilileri ve sizlerin arzu etmesi halinde toplam 6 GB’ı bulan bu görüşme kayıtlarını da ayrıca DVD olarak arz edebiliriz. Bunu da sırası gelmişken belirtelim.

Ve Umarız istihbarat dehlizlerinin tozlu raflarında bir gün demokratik bir temizlik yapılırsa biz de bu konudaki gerçekleri ilk elden öğrenebileceğiz. Ama şunu biliyoruz ki istihbarat servislerinin ayağına dolanan nice başka istihbarat servisi personelleri, bilim adamları, akademisyenler, gazeteciler ve diğer kurbanlar henüz açıklığa kavuşmamış trafik kazaları, ani kalp krizi vakaları ve diğer yöntemlerle susturuldu. Tüm istihbarat servisleri kendi devletinin bekaası ve güvenliği için çalışır, bu da doğaldır. Ama her ne gerekçe ile olursa olsun sivillere, masum insanlara yönelik TAKİP TEKNOLOJİLERİ, ŞİDDET gibi yöntemler affedilmemeli ve sorumlular devlet korumasından çıkarılarak yargıda hesap verdirilmelidir. Genelkurmay Başkanı, Emniyet Genel Müdürü yada MİT MÜSTEŞARI da olsa hiç kimse dokunulmaz değildir. Herkes görevini yaparken İNSAN HAKLARINA VE KANUNLARA tabi olduğunu hiçbir zaman unutmamalı, unutanlara da sürekli hatırlatmalıyız. Biz bunu bugün gerçekleştiremez isek devletimiz bir POLİS DEVLETİNE dönüşür ki o zaman çok geç kalırız.

Sayın Başkanım;

Kimi zaman "abartılı" gelebilecek politik ve bilimsel deneyler zaman zaman gerçekten de uygulanabilmektedir. Önemli olan, bu deneylerin gerçek yapısını anlayabilmek ve insanların merak duygusundan prim yapan komplo teorisyenlerinin saçmalıklarına izin vermemektir.

Eğer bu konuda devlet yetkilileri bir an önce kamuoyuna tüm çıplaklığı ile tatminkar bir açıklama yapmaz ise Savcılık makamlarının önü “BANA DEVLET (MİT) ZİHİN KONTROLÜ UYGULUYOR” diyenlerle dolmaya devam edecektir. Sadece 2015-2019 arası tarafımıza başvurma cesareti gösteren 500 mağdur (Olduğunu iddia eden) kişi bulunuyor ve bu sayıya her gün yenileri ekleniyor. Devlet suskun kaldıkça devlet üzerine komplo teorilerinde artış olması kaçınılmazdır. Bu sebeple bu konuda ivedi bir kamuoyu açıklaması beklediğimizi bir kez daha yineleyelim.

İstemeniz halinde söylediklerimizi destekleyici 6 adet DVD’yi de ayrıca makamınıza sunabiliriz. Her DVD’de 4,5 GB, toplamda ise 27 GB hacminde belge ve bilgi bulunuyor.

Bu DVD’ler muhteviyatında yabancı kamuoyunda Targeted Individuals, Organized Gang Stalking olarak bilinen Türkiye’de ise MK ULTRA & TELEGRAM olarak bahsedilen ve gizli askeri teknoloji olduğu iddia edilen fenomen hakkında çok sayıda Word ve PDF dökümanı, çok sayıda yerli ve yabancı video bulunuyor. İnceleyecek yetkililerin özellikle yabancı dildeki videoları izlemesini tavsiye ediyorum. Eğer bana ulaşmak isterseniz şahsi numaramı arz edebilirim. Aramanız yada davet etmeniz halinde soruşturmanız için gerekli her türlü dökümasyonu temin edebilir yada ayrıntılı olarak ifade verebilirim.

Sayın Başkanım;

Bizim grup olarak sizlerden bir beklentimiz yok. Bu konuya olan ilgimiz de iddiaların doğru olması halinde konunun ULUSAL GÜVENLİĞİ ilgilendiriyor olmasından dolayıdır. Biz sadece mağdurlara MİT MÜSTEŞARLIĞI tarafından bir açıklama yapılmasını ve bu fenomen teknoloji ile bir ilgisi yok ise bu takdirde mağdurların şikayetlerinin soruşturulmasını ve konunun aydınlatılmasını talep ediyoruz. Çünkü gerekli soruşturma yapılmaz ve konu aydınlatılmaz ise bugün binler ile ifade edilen mağdur sayısı yarın on binleri bulacaktır ve Savcılık makamlarının önü “MİT BİZE ZİHİN KONTROLÜ UYGULUYOR” diyenler ile dolacaktır. Böyle bir tablonun oluşmasını istemeyiz, sizlerin de isteyeceğini düşünmüyoruz. Çünkü herhangi bir istihbari değeri olmayan sıradan mesleklere sahip, sıradan bir yaşam süren vatandaşlarımız bile çeşitli psikiyatrik rahatsızlıklara yakalandıklarında kendilerine zihin kontrolü yapılıyor zannediyor. Yada geçmişte uyuşturucu madde kullanan şahıslar dahi kendilerinin rahatsız olduğuna inanmayarak suçu MİT MÜSTEŞARLIĞI’na yada yabancı gizli servislere atarak zihin kontrolü yaptıklarını iddia ediyor. Bu durum da tam bir karmaşa ve kaos yaratıyor. Çareyi başka yerlerde aradıklarından dolayı da gerekli psikiyatrik tedavilerini yaptırmadıkları için yaşamları hem kendileri hem de aileleri için çekilmez bir hal alıyor.

Sayın Başkanım;

Devlet her yönü ile vatandaşının beden ve fizik güvenliğini korumakla mükelleftir. Eğer devlet yetkilileri gerekli açıklamayı yapmaz ise ya da bu konuda kapsamlı bir soruşturma başlatmaz ise mağdurların iddia ettiği DEVLETİN SIRADAN KİŞİLERE KARŞI İSTİHBARİ TAKİP ve TACİZ TEKNOLOJİSİ kullandığı yönündeki tezler gerçeklik kazanacaktır. Bu da devlete karşı çok ciddi tazminat davalarının açılması anlamına geliyor.

Burada devlet ve yöneticileri bir sınav veriyor. FAŞİST POLİS DEVLETİ MİYİZ ? YOKSA DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ Mİ ? BUNU BU KONUDAKİ TAVRINIZ BELİRLEYECEKTİR.

TALEP :

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar çerçevesinde ve tarafımızdan yardım talep eden yüzü aşkın mağdurun da ifadelerinden yola çıkarak MİT MÜSTEŞARLIĞI’nın yada Türkiye’de gizli faaliyet gösteren YABANCI bir İSTİHBARAT SERVİSİ’nin sivil vatandaşlar üzerinde gizli istihbarat teknolojisi kullanıp kullanmadığının ilgili kurumlar kanalı ile soruşturularak tespit edilmesini, eğer kullanılmışsa hangi gerekçe ve saiklerle kullanıldığının mağdurlara resmi yazı ile bildirilmesini talep ediyoruz.

Teşekkürler.

ÖZEL BÜRO GRUBU

TALEBİMİZDİR : FENOMEN TEKNOLOJİ “MK ULTRA & TELEGRAM” TÜRK VATANDAŞLARINA KARŞI KULLANILIYOR MU ? SORUMUZA CEVABINIZI BEKLERİZ.


DAĞITIM :

  1. EGM İSTİHBARAT DAİRESİ BAŞKANLIĞI
  2. MİT BAŞKANLIĞI

MK-Ultra Projesi Türk Vatandaşlarına mı uygulanıyor ??

Sayın Başkanım;

Öncelikle mektubumuza zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederiz.

TÜRKİYE’de 2000’li yıllardan bu yana belirli yerel ve yabancı istihbarat servisleri tarafından PSİKOTRONİK – ELEKTRO MANYETİK takip cihazları ile vatandaşlara yönelik yasadışı teknik takip yapılmaktadır. Yani daha doğrusu ülkemizde sayıları binleri bulan, yurt dışında ise mağdur olduğunu iddia eden on binlerce yerli ve yabancı vatandaşın iddiası bu yöndedir.

Bu konunun mağduru binlerce kişi var ama ne yazık ki konunun kamuoyunca yeterince bilinmemesi yada komplo teorisi olarak görünmesi nedeniyle şikayetlerini resmi merciler dışında saklama gereği duyuyorlar. Şu anda mağdurlar dernek kurma aşamasına geldiler ve seslerini kamuoyuna duyurmaya çalışıyorlar. Yurt dışında ise on binlerce mağdur var ve bir çok sivil toplum örgütü adı altında haklarını arıyorlar.

Bunlardan birisi de ICAACT ORGANISATION. Web sitesi : http://icaact.org

MK ULTRA konusu bizce çok önemli ve dikkat edilmesi gereken bir konudur. Çünkü sadece ülkemizde bu projenin binlerce mağduru bulunuyor ve maalesef haklarını gerektiği gibi arayamıyorlar. Halbuki başta ABD olmak üzere tüm Batı dünyası bu konuya çok önem veriyor, bu konuda filmler, kitaplar, şarkılar ve klipler yayınlıyorlar.

Örneğin yakın zamanda çevrilen ve meşhur ABD’li aktör DENZEL WASHINGTON’ın oynadığı MANCHURIAN CANDIDATE (Mançurya Kobayı) ve Bruce Willis’in ve Julia Roberts’ın oynadığı CONSPIRACY THEORY (Komplo Teorisi) bunlara verilecek en iyi örneklerdir. Yine 2009 yılında çevrilen GAMER (OYUNCU) filmi örneklerden biridir.

Bu konu artık komplo teorisi olmaktan öteye gitmiştir Batı dünyası ülkeleri için. Çünkü ABD başta olmak üzere tüm dünyada ZİHİN KONTROLÜ yada orijinal adıyla MK ULTRA bir realite halini almıştır.

Örneğin OKLAHOMA BOMBACISI TIMOTHY MCVEIGH’in bir MK ULTRA MAĞDURU olabileceğini düşünür müydünüz ? Bu konuyu ABD BASINI sık sık dile getiriyor.

Yine aynı şekilde geçtiğimiz sene KONGRE ve BEYAZ SARAY’a saldıran Aaron Alexis’in bir MK ULTRA MAĞDURU olabileceğini düşünür müydünüz ?

Bu konuyu da ABD BASINI sık sık dile getiriyor.

Ancak halen maalesef ülkemizde bu projenin mağdurları ile yeterince ilgilenilmiyor. Ne resmi mercilerden yeteri kadar destek görüyorlar, ne kamuoyundan, ne basından, ne de diğer devlet bürokrasisinden. Adeta görünmez bir el mağdurların haklı mücadele sürecinde sürekli engel üzerine engel çıkarmakta. Mağdurlar ve perişan aileleri bu mücadelede yalnız bırakılmışlardır.

Biz YURTSEVER bir grup olarak mağdurlara elimizden geldiği kadar destek vermeye çalışıyoruz. Onların bu anlamda seslerini kamuoyuna duyurmaları için sözcülüğünü yapmaya ve ulaşabildiğimiz tüm üst merci ve makam yetkililerine mağduriyetlerini anlatmaya çalışıyoruz ancak ERGENEKON ve BALYOZ DAVA’larının finansörü ve planlayıcısı olan Amerikan Gizli Servisleri’nin (CIA, NSA, PENTAGON) sürekli engellemeleri ile karşılaşıyoruz. Sosyal Medyada bu konuda yapmış olduğumuz tüm duyurular bu servislerin baskısı sonucunda sosyal medya (Twitter, Facebook, WordPress Bloglarımız) hesaplarımızın kapatılması ile engellendi.

Bildiğiniz gibi eski NSA çalışanı ve şu anda zorunlu olarak Rusya’da geçici olarak ikamet eden Edward Snowden’ın İngiliz Guardian Gazetesi’ne sızdırdığı belgelerde de Amerikan Gizli Servislerinin tüm dünyada global teknik takip faaliyetleri yürüttüğünü net olarak ortaya koymuştu. Google’da Edward Snowden yazdığınızda bu konudaki haberlere erişebilirsiniz Sayın Başkanım;.

Sayın Başkanım;

Biz grup olarak mağdurların şikayetlerini hem Cumhurbaşkanlığı’na hem İç İşleri Bakanlığı’na hem de TBMM’ye ilettik ve çözüm getirmelerini talep ettik. Ancak, halen ne mağdurları dinlediler ne de şikayetleri değerlendirdiler. TBMM’ye göndermiş olduğumuz dilekçe ise görevsizlik söylemi ile red edildi. Bu konu yurtsever bir grup olarak ulusal güvenliğimizi de tehdit eden bir durum yarattığından araştırma skalamız içine dahil ettik ve Web sitemizde bu konuda açık kaynaklardan derlediğimiz bilgileri okuyucularımıza sunuyoruz. İddialara göre bu konu yabancı servislerin kullandığı gizli bir istihbarat teknolojisi deniyor. İddiaları açık kaynaklarda araştırıyoruz.

Sırası gelmişken sizin için kısaca MK ULTRA’yı anlatalım. Bu konuda bir malumatınız olmadığını tahmin ederim.

MK ULTRA NEDİR ? TARİHSEL BAKIŞ AÇISI İLE İNCELEYELİM

1950-1960 arasında Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) altında görev alan Bilimsel İstihbarat Birimi (SID), "zihin kontrolü" ve insanların davranışsal mühendisliği üzerine birçok deney yapmıştır. Bunların hepsi önemli veriler elde edilmesini sağlasa da, tamamı başarısızlıkla sonuçlanmıştır; hatta bazıları, denekler üzerinde ciddi psikolojik sorunlar yaratmıştır. MK-Ultra Projesi, bu deneylerin genel adı olarak bilinmektedir. Proje kapsamında sayısız yasadışı deney yapmışmış ve suç işlenmiştir. 1953’te yasal olarak tanınmamaya başlanan programın 1964’te alanı daraltılmış, 1967’de iyice yavaşlatılmış ve 1973’te tamamen durdurulmuştur. Deneyler süresince denekler özellikle Liserjik Asit Dietilamid (LSD) gibi halüsinojenlerin aşırı dozda kullanılmak haricinde hipnoz, duyusal yetersizlikler, izolasyon, sözel ve cinsel istismar ve hatta işkence gibi yöntemlere maruz kalmıştır.

44’ü üniversite olmak üzere toplamda 80 enstitünün ortak olarak yürüttüğü bu projede, CIA’in toplam bütçesinin %6’sı kullanılmıştır. Uzun bir süre gizli tutulmaya çalışılan bu proje, 1977 senesinde Bilgilendirilme Özgürlüğü Yasası’nın çıkarılmasıyla toplamda 20.000 belgenin açığa çıkarılması sayesinde öğrenilmiştir. Temmuz 2001’de ise deneylerle ilgili gizli kalmış tüm bilgiler halka arz edilmiştir.

Deneyler süresince sayısız alanda araştırma yapılmış, insan ve diğer hayvan denekler üzerinde yasadışı, bilimdışı ve akıldışı sayısız uygulamada bulunulmuştur. Örneğin sorgulamaların kolaylaştırılması için geliştirilmeye çalışılan dürüstlük hapı sırasında birçok hayvan ve insana sayısız halüsinojen madde ve diğer kimyasallar verilmiştir.

1955’te yazılmış bir belgede, deneylerin amaçları şu şekilde sıralanmaktadır:

  1. Halkın gözünden düşülmesine neden olacak kadar mantıksız düşünmeyi ve düşüncesizliği tetikleyen maddelerin geliştirilmesi.
  2. Mantıklama ve algılama süreçlerini yavaşlatan maddelerin geliştirilmesi.
  3. Kullanıcının daha hızlı veya yavaş yaşlanmasına neden olacak maddelerin geliştirilmesi.
  4. Alkolün etkilerini tamamen silecek bir ilacın geliştirilmesi.
  5. Kamuflaj ve taktik amaçlı, bilinen hastalıkların tüm belirtilerini yaratan; ancak istendiği zaman durdurulup bu etkilerin geri dönebilmesine neden olan ilaçların geliştirilmesi.
  6. Geçici veya kalıcı beyin hasarı ve hafıza kaybı sağlayan ilaçların geliştirilmesi.
  7. Baskı, işkence ve hayati ihtiyaçlara olan direnci arttırıcı ilaçların geliştirilmesi.
  8. Kullananın o anda ve öncesinde olan olayları kalıcı ya da geçici olarak unutmasına neden olacak maddelerin geliştirilmesi.
  9. Şok ve kafa karışıklığını geçici ya da kalıcı, kısa ya da uzun vadede yaratabilecek maddelerin ve fiziksel yöntemlerin geliştirilmesi.
  10. Bacakların felç olması veya akut kan yetmezliği gibi fiziksel yetersizlikleri anlık olarak yaratabilecek ilaçların geliştirilmesi.
  11. Vücutta su kabarcıkları yaratabilecek kimyasalların geliştirilmesi.
  12. Bireyin davranışlarını, arzu edilen bir diğer bireye bağımlı kılacak şekilde değiştirecek ilaçların geliştirilmesi.
  13. Sorgulama mekanizmalarını iptal edecek, mantıksal düşünmeyi engelleyecek ilaçların geliştirilmesi.
  14. Hırsı azaltacak ve genel çalışma verimliliğini düşürecek ilaçların geliştirilmesi.
  15. Görüş, duyma, vb. duyusal becerileri köreltecek ilaçların geliştirilmesi.
  16. Sonrasında kalıcı hafıza kaybı yaratan, ani bayıltma işlemini yapabilecek ve yiyeceklere, içeceklere, havaya karıştırılabilecek bir ilaç geliştirilmesi.
  17. Belirli bir fiziksel aktivitenin yapılmasını tamamen engelleyecek bir ilacın geliştirilmesi.

Tüm bunları test etmek ve geliştirebilmek için CIA deneylerinde yüksek dozda LSD, barbiturat IV, amfetamin IV, temazepam, eroin, morfin, MDMA, meskalin, psilocybin, scopolamin, marijuana, alkol, sodyum pentotal ve ergin gibi sayısız bağımlılık yapıcı, halüsinojen ve uyuşturucu madde kullanmıştır. Denek olaraksa zihinsel hastalıklı olan insanlar, mahkumlar, ilaç bağımlıları ve fahişeler kullanılmış, bunlar durumları veya mesleklerinden ötürü tehdit edilerek karşı koymaları engellenmiştir. Deneyde görev alan bir memur, şu sözleri sarf etmektedir:

"Deneylerde, bize karşı koyamayacak herkesi kullandık."

Amerika’da patlak veren Watergate skandalı sırasında MK-Ultra’ya ait tüm belgelerin yok edilmesi emredilmiş ve 20.000 belge haricinde kalan hepsi yok edilmiştir. Bu yüzden MK-Ultra’nın tüm detaylarını bilmek imkansızdır. Ancak var olan belgelerden bile, deneyler sırasında onlarca deneğin öldüğü, birçoğunun suikaste kurban edildiği, bazılarının ise eskiden var olmayan zihinsel sorunlar geliştirdiği bilinmektedir ve belgelenmiştir. Milyonlarca dolarlık projenin sadece bir ayağı olan Pont-Saint-Espirit ayağında meydana gelen deneysel hatalardan ötürü 32 denek akıl hastanesine kaldırılmış ve en az 7 denek ölmüştür.

Deneyler, tamamen gerçek olmakla birlikte, belgelerin eksik olmasından ötürü günümüzün bilimdışı komplo teorisyenlerinin en sevdiği alanlardan biri olmaktadır. Bu gibi şahıslar, bu deneylerin bir deneği olan Sirhan Sirhan isimli katilin, John F. Kennedy’i bu deneylerin etkisi altında öldürdüğünü iddia etmektedirler. Sirhan’ın, bu deneylerdeki metotlarca kontrol edildiğini ileri sürmektedirler. Bunun gibi sayısız ispatsız argümanı bulmak mümkündür. İBDA-C ÖRGÜTÜ lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun durumu buna en iyi örnektir.

Sayın Başkanım;

Aşağıda, MİT MÜSTEŞARLIĞI’nın 09.03.2009 tarihinde Ergenekon Mahkemesine (13. AĞIR CEZA MAHKEMESİ) gönderdiği TUNCAY GÜNEY’in KONTROL ALTINA alındığına ilişkin resmi yazısı bulunuyor. Bu belge tarafımızda mevcut. Sayı ve isim kısmı herhangi bir taklit olasılığına karşı tarafımızdan kapatılmıştır.

Belgede, araba hırsızı, çakma Haham ve aynı zamanda bir dolandırıcı olan TUNCAY GÜNEY adlı şahsın 1993 yılında İran Konsolosluğundaki İstihbaratçı ile şüpheli temasları çerçevesinde kontrol altına alındığı ifade ediliyor ancak bu kontrolün nasıl olduğu konusunda ise belirgin bir açıklama yapılmamış. Kaldı ki bir dönem bu şahsın MİT tarafından kullanıldığı yönünde de çok sayıda haber gazete ve televizyonlarda yayınlandı.

MK ULTRA projesinin tüm dünyada binlerce mağduru bulunuyor. Elbette ki her devlet gerek kendi sınırları içinde gerekse belirli şartlar altında sınırları dışında istihbari dinleme yapabilir ve fiziki takip önlemleri alabilir. Kaldı ki bunu hemen hemen tüm devletler etkin olarak yapıyor. Ama burada bahsedilen teknoloji uygulamada bir teknik takip teknolojisi olmaktan öte insanları rahatsız eden, psikolojilerini hedef alan bir tarzda yapıldığı için bizde CIA’nin güçlü bir müttefiki olan Milli İstihbarat Teşkilatının bu teknolojiyi kendi vatandaşlarına uyguluyor mu diye bir analiz yapalım istedik. Tabi uygulamaya bakıldığında Anayasal sınırları ihlal eden bir durum meydana geldiği için aynı CIA gibi MİT’te bu teknolojiyi kendi resmi kimlikli elemanlarına değil profesyonel bir ekibe yaptırıyor deniliyor. İddialar bu şekilde. MİT Müsteşarı sayın Hakan Fidan’ın basın önünde bu iddialara cevap vermesini bekliyoruz. En azından mağdur olan yüzlerce insan (Hepsinin bizde isimleri ve iletişim numaraları kayıtlı) bu cevabı hak ediyor diye düşünüyoruz.

Ayrıca kendisini MK ULTRA & TELEGRAM MAĞDURU diye adlandıran 150 civarı kişi ile yapılmış telefon görüşme kayıtları da elimizde bulunuyor. İleride bu konuda adli bir soruşturma açılırsa düşüncesi ile bu kayıtları resmi makamlara tevdi etmek maksadıyla muhafaza ediyoruz. Savcılık yetkilileri ve sizlerin arzu etmesi halinde toplam 6 GB’ı bulan bu görüşme kayıtlarını da ayrıca DVD olarak arz edebiliriz. Bunu da sırası gelmişken belirtelim.

Ve Umarız istihbarat dehlizlerinin tozlu raflarında bir gün demokratik bir temizlik yapılırsa biz de bu konudaki gerçekleri ilk elden öğrenebileceğiz. Ama şunu biliyoruz ki istihbarat servislerinin ayağına dolanan nice başka istihbarat servisi personelleri, bilim adamları, akademisyenler, gazeteciler ve diğer kurbanlar henüz açıklığa kavuşmamış trafik kazaları, ani kalp krizi vakaları ve diğer yöntemlerle susturuldu. Tüm istihbarat servisleri kendi devletinin bekaası ve güvenliği için çalışır, bu da doğaldır. Ama her ne gerekçe ile olursa olsun sivillere, masum insanlara yönelik TAKİP TEKNOLOJİLERİ, ŞİDDET gibi yöntemler affedilmemeli ve sorumlular devlet korumasından çıkarılarak yargıda hesap verdirilmelidir. Genelkurmay Başkanı, Emniyet Genel Müdürü yada MİT MÜSTEŞARI da olsa hiç kimse dokunulmaz değildir. Herkes görevini yaparken İNSAN HAKLARINA VE KANUNLARA tabi olduğunu hiçbir zaman unutmamalı, unutanlara da sürekli hatırlatmalıyız. Biz bunu bugün gerçekleştiremez isek devletimiz bir POLİS DEVLETİNE dönüşür ki o zaman çok geç kalırız.

Sayın Başkanım;

Kimi zaman "abartılı" gelebilecek politik ve bilimsel deneyler zaman zaman gerçekten de uygulanabilmektedir. Önemli olan, bu deneylerin gerçek yapısını anlayabilmek ve insanların merak duygusundan prim yapan komplo teorisyenlerinin saçmalıklarına izin vermemektir.

Eğer bu konuda devlet yetkilileri bir an önce kamuoyuna tüm çıplaklığı ile tatminkar bir açıklama yapmaz ise Savcılık makamlarının önü “BANA DEVLET (MİT) ZİHİN KONTROLÜ UYGULUYOR” diyenlerle dolmaya devam edecektir. Sadece 2015-2019 arası tarafımıza başvurma cesareti gösteren 500 mağdur (Olduğunu iddia eden) kişi bulunuyor ve bu sayıya her gün yenileri ekleniyor. Devlet suskun kaldıkça devlet üzerine komplo teorilerinde artış olması kaçınılmazdır. Bu sebeple bu konuda ivedi bir kamuoyu açıklaması beklediğimizi bir kez daha yineleyelim.

İstemeniz halinde söylediklerimizi destekleyici 6 adet DVD’yi de ayrıca makamınıza sunabiliriz. Her DVD’de 4,5 GB, toplamda ise 27 GB hacminde belge ve bilgi bulunuyor.

Bu DVD’ler muhteviyatında yabancı kamuoyunda Targeted Individuals, Organized Gang Stalking olarak bilinen Türkiye’de ise MK ULTRA & TELEGRAM olarak bahsedilen ve gizli askeri teknoloji olduğu iddia edilen fenomen hakkında çok sayıda Word ve PDF dökümanı, çok sayıda yerli ve yabancı video bulunuyor. İnceleyecek yetkililerin özellikle yabancı dildeki videoları izlemesini tavsiye ediyorum. Eğer bana ulaşmak isterseniz şahsi numaramı arz edebilirim. Aramanız yada davet etmeniz halinde soruşturmanız için gerekli her türlü dökümasyonu temin edebilir yada ayrıntılı olarak ifade verebilirim.

Sayın Başkanım;

Bizim grup olarak sizlerden bir beklentimiz yok. Bu konuya olan ilgimiz de iddiaların doğru olması halinde konunun ULUSAL GÜVENLİĞİ ilgilendiriyor olmasından dolayıdır. Biz sadece mağdurlara MİT MÜSTEŞARLIĞI tarafından bir açıklama yapılmasını ve bu fenomen teknoloji ile bir ilgisi yok ise bu takdirde mağdurların şikayetlerinin soruşturulmasını ve konunun aydınlatılmasını talep ediyoruz. Çünkü gerekli soruşturma yapılmaz ve konu aydınlatılmaz ise bugün binler ile ifade edilen mağdur sayısı yarın on binleri bulacaktır ve Savcılık makamlarının önü “MİT BİZE ZİHİN KONTROLÜ UYGULUYOR” diyenler ile dolacaktır. Böyle bir tablonun oluşmasını istemeyiz, sizlerin de isteyeceğini düşünmüyoruz. Çünkü herhangi bir istihbari değeri olmayan sıradan mesleklere sahip, sıradan bir yaşam süren vatandaşlarımız bile çeşitli psikiyatrik rahatsızlıklara yakalandıklarında kendilerine zihin kontrolü yapılıyor zannediyor. Yada geçmişte uyuşturucu madde kullanan şahıslar dahi kendilerinin rahatsız olduğuna inanmayarak suçu MİT MÜSTEŞARLIĞI’na yada yabancı gizli servislere atarak zihin kontrolü yaptıklarını iddia ediyor. Bu durum da tam bir karmaşa ve kaos yaratıyor. Çareyi başka yerlerde aradıklarından dolayı da gerekli psikiyatrik tedavilerini yaptırmadıkları için yaşamları hem kendileri hem de aileleri için çekilmez bir hal alıyor.

Sayın Başkanım;

Devlet her yönü ile vatandaşının beden ve fizik güvenliğini korumakla mükelleftir. Eğer devlet yetkilileri gerekli açıklamayı yapmaz ise ya da bu konuda kapsamlı bir soruşturma başlatmaz ise mağdurların iddia ettiği DEVLETİN SIRADAN KİŞİLERE KARŞI İSTİHBARİ TAKİP ve TACİZ TEKNOLOJİSİ kullandığı yönündeki tezler gerçeklik kazanacaktır. Bu da devlete karşı çok ciddi tazminat davalarının açılması anlamına geliyor.

Burada devlet ve yöneticileri bir sınav veriyor. FAŞİST POLİS DEVLETİ MİYİZ ? YOKSA DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ Mİ ? BUNU BU KONUDAKİ TAVRINIZ BELİRLEYECEKTİR.

TALEP :

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar çerçevesinde ve tarafımızdan yardım talep eden yüzü aşkın mağdurun da ifadelerinden yola çıkarak MİT MÜSTEŞARLIĞI’nın yada Türkiye’de gizli faaliyet gösteren YABANCI bir İSTİHBARAT SERVİSİ’nin sivil vatandaşlar üzerinde gizli istihbarat teknolojisi kullanıp kullanmadığının ilgili kurumlar kanalı ile soruşturularak tespit edilmesini, eğer kullanılmışsa hangi gerekçe ve saiklerle kullanıldığının mağdurlara resmi yazı ile bildirilmesini talep ediyoruz.

Teşekkürler.

ÖZEL BÜRO GRUBU

KÖLELİK DOSYASI /// DENİZ ARSLAN : İngiltere’de heykeli denize atılan Colston kimdir ??? Bu muameleyi hak etmiş midir ???


DENİZ ARSLAN : İngiltere’de heykeli denize atılan Colston kimdir ??? Bu muameleyi hak etmiş midir ???

11 Haziran 2020

Risale gibi başlık attım, kıssayla devam edeyim:

Bir gazeteci Gandi’ye soruyor, “Başkan, Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye.

Gandi haylaz tabii, cevabı yapıştırıyor: “Fena fikir değil!”

Kıssadan hisseyi siz zaten çıkarırsınız, ben yeniden başlığa döneyim.

Denizin dibinde hatçem demirden Colston*

Görmüşsünüzdür muhakkak, İngiltere’deki George Floyd gösterilerinden birinde çekilen bir video, hafta sonu pıtrak gibi yayıldı sosyal medyalarda. Bristol’daki göstericiler, tertemiz bir organizasyonla kaidesinden söktükleri bir heykeli tıngır mıngır Bristol limanının sularına salıverdiler. Hadi kırmızı tuborg tenekesiyle kiliseye girdiniz girmesine de, heykelden ne istediniz, değil mi?

Vallahi bana sorarsanız, bu meselede çocuklar haklı. Mesele heykelin neden denize atıldığı değil, neden bugüne kadar atılmadığı aslında. O zaman başlıktaki soruların cevabı gelsin artık.

Bristol’da heykeli denize atılan Colston kimdir? Bu muameleyi hak etmiş midir?

Colston pek matah bir adam değildir ve bu muameleyi sonuna kadar hak etmiştir!

Faziletli köle taciri

Denize dökülen heykelin altında şöyle yazıyormuş:

“Bristol halkı tarafından şehrin en faziletli ve bilge oğullarından birinin anısına dikilmiştir!”

Şimdi o fazilet meselesi tam öyle değil Bristol belediyesi. Hani kavun diyarı Bristol diye nam yapıp da şehrin orta yerine devasa, çirkin bir topatan heykeli koymuş olsanız, altındaki yazıyı kimse umursamayacak, ama topatan kavununun aksine bu iş daha çok su kaldırır.

Evet, Colston’un doğma büyüme Bristol çocuğu olduğu doğru. Babası da tüccar olan Eddie, çeşitli hastalıkları geçirip çeşitli okullarda okuduktan sonra, ticarete atılıyor. Önceleri daha zararsız işler peşinde. Bristol limanından iki parti kumaş yüklüyor mesela, onu gidip artık İspanya mı olur Portekiz mi kime okutabilirse okutuyor, sonra şarabın zeytinyağının en güzelini bulup İngiltere’de satıyor. Ama biliyorsunuz, zengin hiçbir zaman zengin olduğunu hissedemez, şımarık velet gibi hep daha fazlasını ister. Bizim Eddie de durmuyor haliyle. 1680’de Afrika köle ticaretini tekelinde bulunduran Royal African Company’ye dahil oluyor. Dokuz yıl sonra da, günümüz tabiriyle şirketin CEO’su olup çıkıyor.

E ne güzel işte, o kadar insana iş veriyor değil mi?

Evet, veriyor vermesine de, nasıl?

Batı Afrika’da zorla topladığı siyahlara önce şirketin damgasını vuruyor, sonra birbirine zincirleyip korkunç koşullarda gemilere dolduruyor ve köleleri, kendi dışkılarının üzerinde oturtularak, dövülerek, sövülerek geçirecekleri o uzun Karayipler ya da Kuzey Amerika yolculuğuna uğurluyor. Bu yolculuğun sonunda kölelerin yaklaşık yüzde 10 ilâ 20 civarının intihar, cinayet ya da hastalık nedeniyle telef olduğu söyleniyor. Gerek o gemilerin halini, gerekse de de gittikleri yerde neler yaşadıklarını filmlerden biliyoruz zaten. Şirketin Colston’un yönetiminde 80-100 bin arası köleyi Kuzey ve Orta Amerika’ya pazarladığı sanılıyor.

Yani Edward Colston, servetini basbayağı insan satarak yapıyor. Hani cinayetten içeri giren kabadayı, “Hırsızlık namussuzluk mu yaptık, gittik hasmımızı öldürdük” diye babalanarak bir suç baremi çıkarır ya, bu Edward o baremin dehlizlerinde bile kendine yer bulamayacak kadar aşağılık bir ticaretin bayraktarı.

Edward Colston demokrasi ve şehitler şehri Bristol

Sonra efendim işte kazandığı parayla türlü türlü hayırseverlik faaliyeti, Bristol’da okullar, hastaneler, kiliseler falan. Dolayısıyla şehrin dört bir yanı Colston’un adını taşıyan binalar, kurumlar, sokak ve meydanlar, hastaneler, okullar, hatta meyhanelerle dolu. Öyle ki Massive Attack’ın yıllarca bu adı taşıyor diye konser vermeyi reddettiği Colston Hall’un adını nihayet bu sonbaharda değiştiriyorlar.

Colston’un Jonathan Richardson imzalı portresi. (Wikipedia Common)

İş öyle boyutlara varmış ki Bristol’da Colston’un adını taşıyan bir çeşit çörek bile var. Colston Bun dedikleri ve efsaneye göre muhteremin bir tarifi olan bu tatlı çörek, Colston Okulu’nda başlayan bir gelenek çerçevesinde her sene 13 Kasım’da kutlanan Colston Günü’nde yapılır ve dağıtılırmış. Basbayağı bir taşkınlık var ortada. Bristol’un adını Şanlıcolston yapsalar kimse şaşırmayacak.

Beton Eddie

Geçtiğimiz Cumartesi itibarıyla denizin dibini boylayan meşhur heykel ise 1895 yılında dikiliyor.

Voltaya çıkacak Bristollu gençlerin Beton Eddie’nin önünde buluşuruz diye sözleştiklerine bakmayın, heykel özellikle 90’lardan itibaren ciddi tartışmalara neden oluyor. Kaldırılması yahut önüne Colston’un asıl marifetlerini de belgeleyen bir levha konması yolunda kampanyalar düzenleniyor, az buçuk yol da kat ediliyor ama netice alınamıyor.

Dolayısıyla Cumartesi günü olanlar, göstericilerin “haydi gençler başlamışken şu heykeli de denize atıp deşarj olalım” diye aniden gaza gelip giriştikleri bir iş değil.

Beton Colston’un denizin dibine sevk kâğıdının çoktan çıkmış olması gerekiyordu zaten, Bristollu göstericilerin tek yaptığı süreci birazcık hızlandırmak oldu.

* “Denizin Dibinde Demirden Evler” türküsü, sanılanın aksine TOKİ’nin yandaş bir müteahhite deniz altında yaptırdığı 350 daireden oluşan bir toplu konut sitesini anlatmıyor. Söz konusu evler denizin içinde değil yanıbaşında, çünkü benim gibi yılık aazlı Egeliler, “dibinde”yi “yanında” anlamında kullanıyorlar.

DENİZ ARSLAN, öykü ve deneme yazarı. Berlin’de yaşıyor. Twitter’dan takip edebilirsiniz.

E-POSTA : adeniza

DGSE (FRANSIZ GİZLİ SERVİSİ) DOSYASI /// Fransız istihbarat yetkilisi : James Bond’a değil, teknoloji bağımlısı zeki gençlere ihtiyacımız var


Fransız istihbarat yetkilisi : James Bond’a değil, teknoloji bağımlısı zeki gençlere ihtiyacımız var

Fransız istihbarat yetkilisi, koronavirüs sonrası dünyada yeni James Bond’lardan çok teknoloji bağımlısı zeki gençlere ihtiyaç duyduklarını ifade etti.

Fransa Dış Güvenlik Genel Müdürlüğü (DGSE) yetkilisi Patrick Pailloux, teknoloji konusunda başarılı olan gençlerin, Fransa istihbaratını iş potansiyeline sahip bir sektör olarak görmemelerini "bir tehlike" olarak niteledi.

AFP’ye konuşan Pailloux, "Yeni teknolojiler ile arası iyi olan kişilere ihtiyacımız var, dolayısıyla gençlere ihtiyacımız var. Onları DGSE’ye çekmeliyiz, bu çok önemli" ifadelerini kullandı.

Pailloux, "İstihbarat denilince gençlerin aklına genelde James Bond veya özel kuvvetler geliyor. Birçoğu ‘ama Rambo değilim, sadece bilgisayardan anlıyorum’ diyerek DGSE’ye girmeyi düşünemiyor bile. Ama bizim süper güçlü insanlardan çok aşırı zeki ve teknoloji bağımlısı gençlere ihtiyacımız var" diye konuştu.

Koronavirüsün salgını ile birlikte iletişimin daha sanal hale geldiği bir dünya düzeninde siber güvenlik konularının daha önemli hale geldiğini belirten Pailloux, "Siber sistemlerimizi güvenli hale getiremezsek, diğer tüm güvenlikler işe yaramaz" dedi.

Fransız istihbaratı, ülkede çok popüler olan TV dizisi "Le Bureau des Legendes" sayesinde ülkede tanınırlık ve ilgi kazandığını açıklamıştı. Söz konusu dizide, bilgisayar uzmanlarının istihbarattaki büyük önemine vurgu yapılıyor.

Alman iç istihbarat raporu : En fazla casusluk faaliyetlerinde bulunan ülkelerden biri Türkiye

Almanya’da iç istihbarattan sorumlu Anayasayı Koruma Teşkilatı (BfV) Türkiye’nin bu ülkede casusluk faaliyetlerinde bulunan başlıca dört ülkeden biri olduğunu bildirdi. Teşkilat, 2018 yılı raporunda Türkiye’nin casusluk faaliyetlerinde ana rolü Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) oynadığını kaydetti.

Orjinali 387 sayfa olan raporun 50 sayfalık İngilizce özeti yayımlandı. Raporun casusluk ve istihbarat faaliyetleri ile ilgili bölümünde "Türkiye Cumhuriyeti İstihbarat Servisi" başlığı altında MİT’in Almanya’daki faaliyetlerine geniş yer verildi.

Rapor Almanya’ya karşı siyasi, ekonomik, askeri ve teknolojik avantaj elde etmek amacıya yürütülen casusluk faaliyetlerinin arttığına dikkat çekerek Rusya, Çin, İran ve Türkiye’nin bu ülkede yoğun faaliyet gösteren başlıca dört ülke olduğunu kaydetti.

Özette MİT ile ilgili kısımda şu değerlendirmeler yapıldı: Türk iç ve yabancı istihbarat servisi olan Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT), Türkiye’nin güvenlik mimarisinin kilit unsurlarından biridir. MİT, her şeyden önce Türkiye’nin aşırılık yanlısı veya terörist olarak sınıflandırdığı örgütlere odaklanmaktadır. Aynı zamanda mevcut Türk hükümetine karşı çıkan ya da karşı olduğu düşünülen örgütler ve kişilerle ilgili istihbarat ile yakından ilgileniyor.”

MİT’in genellikle ev sahibi ülkenin sorumlu makamlarıyla işbirliği içinde yürütülen operasyonlarla bu kişilerin Türkiye’ye götürülmesiyle de çok ilgilendiğine dikkat çeken rapor bazı durumlarda ise Türkiye’ye bu kişilerin götürülmesi işlemlerinin muhtemelen ev sahibi ülkenin bilgisi olmadan gerçekleştirildiğini bildirdi. Rapor bu sebeple Gülen grubu üyesi olduğu iddia edilen kişilerin yurt dışında Türkiye’ye götürülmesinin bir ‘kaçırma’ faaliyet oluşturduğunu vurguladı.

MİT’in aynı zamanda siyaset, endüstri, askeri, araştırma ve yüksek teknoloji gibi alanlarda çalışmalar yaptığını kaydeden rapor Türk istihbaratının Almanya’daki Türk toplumunun yanı sıra siyasi kamuoyunu ve Alman toplumunun karar vericilerini etkilemeye yönelik faaliyetler yürüttüğüne dikkat çekti.

Faaliyetlerde kullanılan örgütlerin az ya da çok güçlü bir şekilde Ankara’daki hükümete ve iktidar partisine bağlı olduğuna vurgu yapan rapor bu örgütlerin Almanya ve diğer Avrupa başkentlerinde Türkiye’nin mevcut politikalarına destek aradığını ve Ankara aleyhindeki eleştire karşı Türk hükümetini desteklediğini savundu.

MİT’in Türkiye dışındaki öncelikli hedefi Almanya

İç istihbarat raporu; Almanya’nın, MİT’in Türkiye dışındaki öncelikli hedefi olarak kalmaya devam ettiğini ifade ederek Türkiye’deki siyasi gelişmelerden ve ülkenin yaşadığı ekonomik zorluklardan bağımsız olarak Türk istihbaratının faaliyetlerinin yoğunluğunun aynı yüksek seviyede kalacağı uyarısında bulundu. Rapor, Almanya’daki Türk toplumuna yönelik “yumuşak güç” kullanma gayretine devam edeceğini de ekledi.

PKK, DHKP-C ve Ülkücüler iç güvenlik ile yakından ilişkili

Rapor özeti; PKK, Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (DHKP-C) ve Ülkücü hareketin Almanya iç güvenliği için yakından ilişkili olduğunu savundu. Buna sebep olarak ise PKK’nın Almanya’da geçen yıllarda şiddet eylemleri gerçekleştirdiğini, DHKP-C’nin Türk devletini ortadan kaldırarak sosyalist bir devlet kurmak amacıyla silahlı mücadeleyi seçtiği ve Ülkücülerin "ideolojisi" gösterildi.

PKK en güçlü ve fazla üyeye sahip aşırıcı örgüt

Türkiye, Avrupa ve ABD’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın Almanya’da yabancıların en güçlü ve en fazla üyeye sahip aşırıcı örgüt olduğunu vurgulayan rapor PKK’nın 2018’de Almanya’da 15 milyon Euro’dan fazla bağış topladığını belirtti. Rapora göre PKK’nın Almanya’da 14 bin 500 üyesi bulunuyor.

2018’de “siyasi güdülü suçlar-yabancı ideoloji” kategorisindeki aşırıcı eylemlerin sayısının yüzde 62 yükseldiğine dikkat çeken rapor bunun büyük büyük ölçüde çoğunluğu PKK üyeleri tarafından, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki operasyonlarını protesto etmek amacıyla gerçekleştiren gösteriler olduğunu kaydetti.

MEDYA DOSYASI /// DR. SALİH EROL : Türk Basın Tarihinden Notlar ve İbrahim Şinasi Efendi’nin Gazeteciliği


DR. SALİH EROL : Türk Basın Tarihinden Notlar ve İbrahim Şinasi Efendi’nin Gazeteciliği

05 Eylül 2019

Dünyada ve Osmanlı’da Modern Matbaacılığın Kuruluşu

On beşinci Yüzyılın ortalarına doğru, Almanya’da Johann Gutenberg tarafında icat edilen modern matbaa insanlık tarihinin en önemli kültürel olaylarından biridir. Kültürel devrim niteliğindeki bu matbaa tekniği sayesinde önce kitaplar; ardından gazete ve mecmualar basılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğuna matbaanın girişi, on beşinci yüzyılın sonlarına denk gelmektedir. Osmanlı ülkesinde yaşayan Gayr-i Müslimler, bu konuda öncü rol oynamışlardır. Özellikle Yahudiler, II. Bayezıd zamanında (1481-1512) matbaa kurma ve kitap basma çalışmasını başlatmışlardır. İspanya’dan Osmanlı’ya sığınan iki Yahudi mülteci David ve Samuel, 1493’te İstanbul’da ilk matbaayı kurdular. Bunu 1530’da Selanik’te kurulan Yahudi matbaası izledi. Ardından Halep, Edirne ve Şam gibi Osmanlı şehirlerinde de Yahudi matbaaları kuruldu. Yahudilerin ardından Ermeniler 1565’te; Rumlar ise 1627’de İstanbul’da birer matbaa kurdular.

Azınlık matbaalarının dışında Avrupa devletlerinden bazılarının İstanbul’daki elçiliklerinin bünyesinde de matbaalar faaliyet göstermiştir. Öyle ki on sekizinci yüzyılın başlarına gelindiğinde, diğer bir deyişle ilk Türk Matbaası kurulduğunda, Osmanlı toprakları üzerinde otuz yedi matbaa faaliyet göstermekte idi.

Osmanlı Devletinde, ilk Müslüman- Türk matbaasının kurulması, oldukça geç sayılabilecek bir tarihte, devlet eliyle ve devletin katı kurallarına tabi olarak, 1727 yılında kurulmuştur. Bu gecikmenin bir takım nedenleri olsa da çalışmamızın ana konusunu teşkil etmediği için, detayına girilmemiştir. III. Ahmet Döneminde (1718-1730) Paris’e elçilikle 1720 yılında Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi gönderildi. Onunla birlikte Paris’e giden oğlu Sait Efendi ise, burada gördüğü teknik gelişmeler içinde matbaacılıkla özel olarak ilgilendi ve 1724’te İstanbul’a dönüşünde bir Türk matbaası kurmak için çalışmalara başladı.

Aslen Macar olan ve gençliğinde Osmanlılara esir düştükten sonra Müslümanlığı seçen İbrahim Müteferrika (1674-1747), oldukça iyi eğitim görmüş, zeki ve çalışkan bir kişidir. Bu sayede başta Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olmak üzere, devlet adamlarının sempatisini kazandı ve devlet görevine girdi. Aynı zamanda matbaa tekniğini bilen Müteferrika, daha 1719’da sadrazama şimşir üzerine bastığı bir Marmara Denizi haritası hediye etmiş ve basım tekniğindeki yeteneğini göstermişti.

İstanbul’da matbaa kurmak için faaliyetlere başlayan Sait Efendi, bu konuda bilgi sahibi olan İbrahim Müteferrika ile ortak hareket etti. Bu işbirliği sonucunda üst düzey ilmiye mensuplarından da destek aldılar. Şeyhülislam Abdullah Efendi, matbaanın kurulmasında dini bir sakınca bulunmadığına dair bir fetva verdi. Bu fetvanın ardından matbaaya izin veren hatt-ı hümâyûnla ilk Türk matbaası kurulmuş oldu. Böylece çalışmalarına 1727 yılı sonlarına doğru başlayabilen matbaa, ilk eserin basımını 31 Ocak 1729 yılında gerçekleştirdi.

Osmanlı Devletinde Gazetelerin Gelişimi ve İlk Gazeteler

Osmanlı Devletinde Türk Matbaasının kurulması ile Türkçe Gazetenin ortaya çıkması arasında birçok bakımdan benzerlikler vardır. İkisinde de dünyadaki benzerlerine nazaran çok geç kalınmıştır. Örneğin, Avrupa’da ilk gazete örnekleri XVII. Yüzyıldan itibaren çıkarken, Osmanlı’da ancak XIX. Yüzyılda ilk Türkçe gazete örnekleri çıkmıştır. Matbaacılıkta olduğu gibi gazetelerde de önce Osmanlı’da yaşayan azınlıklar ve yabancılar başlamış; ancak daha sonra Türkler bu işe başlayabilmişlerdir.

Başkent İstanbul’da bilinen ilk gazete Fransız elçiliği matbaasında, 1795’te Fransızca yayınlanan Bulletin Des Nouvelles adlı haber bültenidir. Fransız Devriminin ilkelerini, felsefesini anlatmak, “Cumhuriyetin yeni kanunlarının Şark’taki mümmesileri tarafından daha iyi öğrenilmesi” amacıyla çıkarılan bu gazeteden bir yıl sonra aynı amaca sahip ikinci bir gazete Gazette Francaise de Constantinople adlı bir gazete daha Fransız elçiliği tarafından çıkarıldı. Osmanlı memleketinde çıkan bu ilk iki örnek, tam anlamıyla birer gazete sayılamaz. Toplum katmanlarında yaygınlık kazanamamış, düzgün bir periyodik özellik kazanamamışlardır. Aylık veya on beş günlük uzun sürelerle çıkabilmişlerdir.

Osmanlıdaki bu ilk iki gazetenin ardından belli bir süre boyunca (1798-1821) herhangi bir gazeteye rastlanmamaktadır. 1821 tarihinde İzmir’de yaşayan bir Fransız tüccarı, Osmanlı basın hayatında önemli bir yer kazanacak olan, Alexander Blacque, Spectateuer Oriental adında Fransızca haftalık bir gazete çıkardı. O dönemin en önemli olayı olan Rum İsyanı karşısında Osmanlı yanlısı bir politika izleyen bu gazete, Osmanlı padişahına, gazetenin önemi konusunda ilham kaynağı olmuştur. Ancak Fransa ve Rusya gazetenin kapatılması için baskı yapınca, hükümet bu gazeteyi bir ay süre ile kapatmıştır. Fransa’nın İzmir Konsolosu ise, daha da ileri giderek, gazetenin matbaalarına el koymuştur. On dokuzuncu yüzyılın önemli bir ticaret şehri olan İzmir’de Le Smyrneen ve Le Courrier de Smyrne adında Fransızca gazeteler de faaliyet sürdürdüler.

Sultan II. Mahmut, devletin görüşlerini uluslararası alanda ifade eden bir gazetenin çıkarılmasının önemini fark ederek, devletin görüşlerini savunan Fransız gazeteci A. Blacque’ı İstanbul’a çağırdı. Kendisine, Osmanlı Devletinin çıkarlarını savunan Fransızca bir gazete çıkarma görevi verildi. Böylece 1831 yılında Le Moniteur Ottoman adında bir gazete çıkarıldı. Bu, yarı resmi bir gazete olup, Takvim-i Vekâyi’nin Fransızca versiyonu gibi bir işlev üstlenmiştir. Ancak A. Blacque’ın 1836’da ölümünden kısa bir süre sonra kapanmıştır. Daha sonra, 1846’da, A.Blacque’ın oğlu Edward, Sultan Abdülmecit (1839-1861) tarafından yarı resmi bir gazete çıkarmakla görevlendirilmiş ve yedi yıl boyunca yayınlanan bu gazeteye Courrier de Constantinople adı verilmiştir.

Osmanlı’daki Müslüman Türk toplumunun Türkçe gazete ile tanışması, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısına, daha açık bir ifade ile 1830’lu yılların başlarına rastlamaktadır. Söz konusu bu yılların aynı zamanda Osmanlı Devletinin kararlı bir batılılaşma siyasetinin başlangıcına denk düşmesi bir tesadüf değildir. Gazete, Batılılaşma akımının bir gereği olarak ve yine onun gibi, devlet eliyle gelişmiştir. Padişah II. Mahmut, yapmayı tasarladığı reform hareketlerini içeride tanıtmak ve halkın bu reformlara desteğini sağlamak için bir gazetenin gerekli olduğuna inanıyordu.

1829 Edirne Antlaşmasından sonra idari reformlar yapmayı tasarlayan Padişah, ıslahat meclislerini oluşturdu. İşte devletin resmi bir gazetesinin olması gerektiğine dair fikir, bu mecliste ortaya çıktı. Bu düşünceyi olumlu bulan padişah, ismini bizzat kendisinin koyduğu resmi gazete çıkarmak için ferman yayınladı. Sonuçta, 1 Kasım 1831 tarihinde İstanbul’da ilk Türkçe gazete olan Takvim-i Vekâyi çıkarıldı.

Aslında Takvim-i Vekâyi’den önce Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa tarafından Kahire’deki Bulak Matbaasında 20 Kasım 1828’de Vakayi-i Mısriyye adında Türkçe- Arapça bir gazete çıkarılmıştı. 1830’lar boyunca birbirlerine düşman olmalarına rağmen, Batılılaşma konusunda birbirleri ile rekabet eden Padişah ve Mısır Valisi birbirlerini sanki taklit ediyorlardı. Örneğin M. Ali Paşa da, 1833’te Moniteur Egyptien gazetesini yayınlanmasını sağladı.

Mısır’da Yarı Türkçe – Yarı Arapça Çıkarılan Bir Gazete: Vekayi-i Mısriye

Dolayısıyla Takvim-i Vekayi’nin ilk Türkçe gazete olması bile tartışmalıdır. Mısır’ın artık fiilen Osmanlı toprağı olmaktan çıkmaya başlaması ve Mısır’daki bu gazetenin 1890 yıllarında tamamen Arapça çıkması gibi etkenleri dikkate alırsak, ancak o zaman Takvim-i Vekâyi’nin Osmanlı’da ilk Türkçe gazete olduğunu söyleyebiliriz.

Devlet tarafından haftalık olmak üzere yayınlanan Takvim-i Vekâyi’nin giriş sayısındaki mukaddime yazısında, bugünün tarihi demek olan gazetelerin şeriata aykırı olmadığı, amacının halkı iç ve dış olaylar karşısında bilgilendirmek olduğu belirtilerek, eski vakanivüs tarihlerinin halka gerçekleri zamanında veremediğini ve şimdi gazete ile bu açığın kapatılacağı üzerinde duruluyordu. Ayrıca Osmanlı tebaası olan diğer unsurların konuştukları dilden de yayın yapılacağı belirtiliyordu.

Gerçek anlamda bir halk talebinden doğmayan, tamamen dönemin padişahının isteği doğrultusunda çıkarılan bu gazete yine de Türk Basın Tarihinde bir ilk olması bakımından önemlidir. Gazetenin dilinin halkın anlayabileceği sadelikte olmasına dikkat eden Padişah, Gazeteden sorumlu olan Esad Efendi’yi bu konuda uyarmıştır. Osmanlı yazı dilinin ağırlığının ilk kez bir padişah tarafından eleştirilmesi önemlidir. Devlet, ilk yıllarda gazetenin yayımı işine önem vermiş, Takvimhane-i Amire Matbaasını ve Takvimhâne Nezaretini kurmuş ve çok geçmeden Ermenice, Rumca, Arapça gibi dillerden de nüshalar yayımlamıştır. Hatta gazeteye yüksek rütbeli devlet adamlarının ve taşradaki memurların abone olması zorunlu kılınmıştı.

Basit bir düzende Umur-ı Dahiliye ve Umur-ı Hariciye ana başlıkları altında, her sayfada iki sütun şeklinde yayın hayatına başlayan Takvim-i Vekayi, zamanla bu başlıkları çoğaltarak, Fünun, Ticaret ve Es‘ar gibi başlıklar da eklenerek, geliştirildi. İlk yedi ay haftalık olarak muntazam çıkmaya gayret ettikten sonra bir türlü düzenli çıkamadı. Hatta öyle ki, daha ikinci senesinde sadece 31 sayı çıkarılabildi. Gazetenin pek düzensiz aralıklarla çıkması, dönemin devlet adamları arasında alay konusu bile oluyordu. Rıfat Paşa’nın yakıştırmasıyla “Tarihi pek yeni ama kendisi pek eski” bir gazete haline dönüşmüştü.

1840’tan sonra Mustafa Reşit Paşa, gazeteyi yeniden etkin kılmak istedi ise de, özellikle yarı resmi Türkçe gazetenin çıkması ile Takvim-i Vekâyi, giderek sadece resmi duyuruların yer aldığı bir bültene dönüştü.

Sonuç olarak Takvim-i Vekâyi ile ilgili olarak denilebilir ki, bütün eksikliklerine rağmen Türkçe basına öncülük ettiği için önemlidir. İlk Türk muhabir bu gazetede görevlendirilmiş, 11. sayısında ilk Türkçe ilana yer verilmiş, 8. sayısında ilk tercüme makaleye yer verilmiş, Müslüman halkın dış dünyayı, sınırlı da olsa, tanımasına imkân vermiş ve daha sonra özel Türkçe gazeteleri çıkaracak olanlara bir deneyim olmuştur. Türk basın hayatı için bir okul vazifesi görmüştür.

Osmanlı Devleti’nin Resmî Gazetesi: Takvim-i Vekayi

Kapitülasyonların tanıdığı geniş ayrıcalıklardan yararlanan ve İstanbul’a yerleşen bir İngiliz vatandaşı olan William Churchill, 1836 yılında Osmanlı Devletinden gazete çıkarma imtiyazını aldı. Bu imtiyazı dört yıl sonra kullanarak, 31 Temmuz 1840 tarihinde yarı resmi bir Türkçe gazete olan Ceride-i Havadis’i çıkardı. W.Churchill, ilk sayıda yazdığı mukaddimede, gazetenin halkın bilgisini artırdığını, diğer ülkelerde olup bitenlerin aktarıldığını, halkın merak hislerinin arttığını ve bu yolla meslek ve ticaret hayatının gelişmesinin önünün açıldığını belirtiyordu

Bu gazete ilk yıllarında halktan hemen hiçbir ilgi görememiş ve hatta ilk sayıları bedava dağıtılmıştır. 1843 yılında sadece 150 civarında abonesi olan bu gazetenin içerik olarak Takvim-i Vekâyi’den farklı olduğu özellikler vardır. Özellikle dış haberlere geniş yer veren gazete, yurt dışında muhabirlere sahip olmakla basında bir yenilik gerçekleştirmiştir. Özellikle Kırım Savaşında (1853-1856) Ceride’ye olan ilgi çok artmış ve savaş muhabirliği konusunda öncü olmuştur. Ayrıca ilave gazete vermek konusunda da bir ilk yaşatmıştır. Yarı resmi olan bu gazete özel Türkçe gazeteciliğe geçişte bir basamak teşkil etmesi bakımından da önemlidir.

Ceride-i Havadis gazetesi biçimsel olarak Takvim-i Vekâyi’ye benzemekte, tıpkı onun gibi Dahiliye ve Hariciye ana başlıklarını kullanmış, önce iki sütunlu bir sayfa düzeni kullanmış, 1847’den sonra üç sütuna çıkarmıştır. Gazetenin üçüncü başlığı olan İlanât başlığı çok çeşitli ilanları içermektedir. İlk ölüm ve ilk iş ilanları, gemi tarifeleri, kiralık ve satılık ilanları bu gazetede çıkmış, hatta İstanbul’un günlük hava sıcaklıklarını bile vermiştir.

Gazetenin düzenli aralıklarla yayınlandığını söylemek zordur. Başlangıçta haftalık, sonra da on günlük süre ile yayınlanmışsa da, ilk yıllarında çok seyrek çıkmıştır. İlk beş yılda sadece 210 sayı çıkmıştır. Gazete devlet hazinesinden parasal yardım almakla kalmıyor, aynı zamanda Takvimhâne-i Amire’den de eleman ve teknik destek alıyordu.

İngiliz Vatandaşı Churchill’in Çıkardığı Yarı Resmî Türkçe Gazete: Ceride-i Havadis

Bir Osmanlı Aydını Olarak İbrahim Şinasi Efendi (1824 -1871)

Tasvîr-i Efkâr’ın basın tarihimizdeki önemini daha iyi kavramak için, gazetenin kurucusu olan Şinasi’nin hayatı hakkında bilgi sahibi olmak, eğitim sürecini bilmek ve buradan düşünce dünyasına girmek, eserlerini tanımak gerekir. Onun hayat öyküsünü, yurt dışındaki yaşamını, devlet kademelerindeki görevlerini anlamadan Tasvîr-i Efkâr’ın yayıncılık politikasını anlayamayız.

İbrahim Şinasi Efendi, Müslüman ve Türk bir ailenin çocuğu olarak, 1824 yılında İstanbul’da doğmuştur. Osmanlı ordusunda topçu yüzbaşı olan babası, 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşında hayatını kaybetmiştir. Şinasi’nin çocukluğu ve ilk yetişme dönemi, II.Mahmud’un ıslahatlarının henüz başlangıç aşamasında olduğu döneme rastlamaktadır. Eğitim hayatına mahalle mektebinde başlayan Şinasi, henüz orta öğrenim kurumları oluşmadığı için, ilköğreniminin hemen ardından Tophane Müşirliği kalem odalarında çalışmaya başladı. Söz konusu bu ve benzeri devlet daireleri bir tür okul görevi görüyorlardı.

Oldukça genç sayılabilecek bir yaşta kalem hayatına başlaması, Şinasi’nin titiz gazeteciliği ve dil bilimciliği üzerinde etkili olacaktır. Öğrenmeye çok hevesli, zeki ve çalışkan bir genç olan Şinasi, önce Arapça, ardından Farsça’yı özel çabaları ve aldığı derslerle öğrendi. Genç Şinasi’nin hayatında önemli bir dönüm noktası da, Fransız zabitlerinden olup, daha sonra Müslümanlığı seçen Reşad Bey (Chateauneuf) ile tanışmasıdır. İstanbul’da askeri uzman olarak çalışan ve bazen Şinasi’nin çalıştığı kuruma da uğrayan Reşad Bey, hayattaki yegâne ihtirasını, ilim ve hüner öğrenmek olarak ifade eden Şinasi’ye Fransızca öğretmeye başladı. Böylece Şinasi için Batı dünyasına giden zihinsel kapı ilk kez açılıyordu.

Çalıştığı kurumda çalışkanlığı ile dikkat çekerek, rütbesini yükseltti. Bu arada şiirle de uğraşan Şinasi, manzum tarihi kitabeler yazma konusunda kendisini geliştirdi. Onun yazdığı bu ilk edebi dizeler, bazı köprülere ve çeşmelere kitabe oldu. 3 Kasım 1839’da Gülhane Hattı’nın ilanı ile Tanzimat Dönemi denilen yeni bir döneme giren Osmanlı Devleti, önemli bir Batılılaşma hamlesi başlattı. Bu dönemin önemli mimarlarından olan ve Şinasi’nin de hayran olduğu Mustafa Reşit Paşa, Avrupa’ya öğrenci gönderiyordu. Bu durum, Fransızcasını geliştirmek ve Avrupa’yı tanımak isteyen Şinasi Efendi için bir fırsat idi. Tophane Müşiri Fethi Paşa’nın aracılığı ve Mustafa Reşit Paşa’nın da uygun görmesi ve Padişahın iradesi ile 1849 yılında Paris’e gitti.

Şinasi’nin dünya görüşünün şekillenmesinde, onun Paris’teki bu ilk yıllarının rolü büyüktür. O 1849’dan 1855 yılının başlarına kadar, hatırı sayılır bir süre için, burada kaldı. Bu süre içinde Avrupa’daki gelişmeleri bizzat görme şansını yakaladı. Osmanlı ile Avrupa Devletleri arasındaki farkları görmüş oldu. Ayrıca Paris’teki ünlü Şarkiyatçı bilim adamları ve edebiyatçılarla tanıştı. De Sacy ailesi, Lamartine, Ernest Renan gibi önemli insanlarla tanışan Şinasi, 1851 yılında Paris’te Doğu Dünyası ile ilgili araştırmalar yapan ve Journal Asiatique Dergisini çıkaran çok önemli bir kuruma, Societe Asiatique Cemiyetine üye oldu. Şinasi’nin Paris’teki tahsil hayatında gösterdiği başarılardan memnun kalan ve kendisini daha da teşvik etmek isteyen Mustafa Reşit Paşa, maaşına zam yapılmasını sağladı. Şinasi’nin Fransa’da bir yandan maliye öğrenimi, bir yandan tabii bilimler ile uğraştığı bilinse de, onun asıl ilgi alanı Edebiyat, Dil ve sosyal bilimler oldu. Dolaylı da olsa bir siyasi dünya görüşü edindi.

Avrupa’daki öğreniminin ardından 1854 yılı sonlarında İstanbul’a dönen Şinasi, bir süre daha Tophane Müşirliğinde çalıştıktan sonra daha yüksek bir görev olan Meclis-i Maarif üyeliğine atandı. Osmanlının gelişmesi için eğitimin önemli olduğunu, eğitimin yaygınlaşması, halkın anlayacağı bir dille sunulması gerektiğini düşünen Şinasi Efendi, istediği nitelikte önemli bir göreve getirilmiş oldu. Artık devletin eğitim programlarının ortaya çıkmasında, şekillenmesinde onun da katkısı olabilecekti. Şinasi, bu görevini 1860’ta gazetecilik hayatına başladıktan sonra da sürdürdü. Ancak özellikle gazetesi aracılığı ile savunduğu kimi görüşlerinden rahatsız olan Sadrazam Âlî Paşa’nın talimatı ile görevinden azledildi. Tam olarak kesin olmayan nedenlerden ötürü 1865 yılında dostu Giampetri’nin aracılığıyla Paris’e kaçan Şinasi, 1870 yılına kadar burada kaldı. Bu süre içerisinde kendini dil çalışmalarına adayan Şinasi’nin en büyük hayali Türk dilinin büyük bir sözlüğünü hazırlamaktı. Ancak idealindeki böyle bir çalışmayı tamamlayamadı. 1870 yılında İstanbul’a tekrar döndü. Bir süre sonra da rahatsızlanarak, 12 Eylül 1871’de vefat etti.

İbrahim Şinasi Efendi

Şinasi, Tanzimat reformlarını destekleyen, ancak bunların daha da geliştirilmesinden yana olan ve Osmanlı devletinin çağdaş bir hukuk devleti olmasını savunan tipik bir Tanzimat aydınıdır. O, Padişahın sınırsız, sorumsuz otoritesine karşı gerektiğinde padişaha bile haddini bildiren bir yasa gücünden yanadır. Ancak parlamentolu bir anayasayı hiçbir zaman açıkça savunmamıştır. Şinasi’nin asıl önemi bir yandan Osmanlı devlet ve aydın dilinin halka inmesini savunurken, diğer yandan dilimize özellikle Batı’dan esinlenerek, yeni kavramları yerleştirme çabasıdır. Bu çok önemli anlamlar ve kavramlardan bazıları şöyle sıralanabilir: “Umûm Efkâr, Heyet-i İctimaiyye, Mukteseb Haklar, Halk, Vatan, Medeni Milletler, Maarif Kuvveti …..v.s.”. İşte bu ve benzeri yeni kavramlardan hareket eden Şinasi, esin kaynağını Batı’dan alan yeni bir dünya görüşü inşa etmeye çalışır.

Şinasi, şiir ve düzyazı türlerinde çok sayıda eser kaleme aldı. Düşünce tarihimizde özellikle düzyazı alanındaki eserleri ve yazıları ile önem kazandı. Bunun yanı sıra çeviri eserler de yayınladı. Türk edebiyatının ilk telif tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi adlı komedi oyununda toplumda hâkim olan görücülük usulü gibi geleneksel adetlerin eleştirisini yaptı. Türk Edebiyatında halka inme akımını başlatan Şinasi, bin beş yüz civarında Türk atasözünün derlendiği bir eser yayınladı. Durûb-u Emsâl-i Osmaniye adındaki bu önemli eseri titizlikle hazırlayarak, kendi matbaasında bastırdı. Yazdığı şiirlerin bazılarını Müntehabât-ı Eş‘ar adı altında bir kitap halinde topladı. Fransızcadan tercüme ettiği şiirleri ise, Tercüme-i Manzume adıyla yayımladı. Bunun yanı sıra gramer konuları ile ilgili eser yazdığı biliniyorsa da, elde mevcut bir baskısı bulunmamaktadır.

Özel Türk Gazetelerinin Ortaya Çıkmasında Şinasi’nin Rolü

Osmanlı Devletinde doğrudan doğruya Türk aydınları tarafından çıkarılan ve gerçek anlamda bir gazete karakterini daha çok taşıyan Tercüman-ı Ahvâl, ilk özel Türkçe gazetedir. 21 Ekim 1860 tarihinde Agah Efendi tarafından çıkarılan bu gazete ile Türk Basın Tarihi için yeni bir dönem başlamaktadır.

İlk Özel Türkçe Gazete: Tercüman-ı Ahval

Gazetenin imtiyaz sahibi olan Agah Efendi, 1832’de dünyaya gelmiş, aslen Yozgatlı köklü bir aile olan Çapanoğullarından gelen zengin bir Türk gencidir. Galatasaray Tıbbiye Mektebini bitirdikten sonra Paris elçisi Sadık Rıfat Paşa’nın katipliğine girmiş ve Fransa’da bulunmuştur. 1860 yılında gazete çıkardığında 28 yaşında bulunan bu aydın genç, aynı zamanda Tercüme Bürosunda da çalışıyordu.

Agah Efendi’yi bir gazete çıkarması konusunda Şinasi ikna etmiştir.Tercüman-ı Ahvâl Gazetesinin başyazarı Şinasi Efendi, gazetenin ilk sayısında çok önemli bir giriş yazısı kaleme aldı. Düşünce tarihimizde, Osmanlının aydın Türk kesiminin ulaştığı yeni seviyeyi göstermesi bakımından önemli olan bu yazıda şöyle deniliyordu:

Madem ki; bir toplum içinde yaşayan halk, bunca yasal yükümlülükler altına alınmıştır. O zaman sözle ve yazı ile vatanın menfaatine dair görüş beyan etmeyi kazanılmış haklarından sayar. Bu gerçeği anlamak için Maarif kuvveti ile zihni açılmış olan milletlerin yalnız politika gazetelerine bakmak bile yeterlidir. Aslında devlet, Tanzimat sayesinde, millete ifade hürriyeti hakkı vermiştir. Osmanlı devletinde, Müslüman olmayan unsurların kendi dillerinde çıkardıkları gazeteleri, serbestçe yayınlanmaktadır. Fakat bu zamana dek Müslüman milletin hiçbir özel gazetesi çıkarılamamıştır. Şimdi bu gazete iç ve dış durumu yansıtan haberleri ve çeşitli faydalı bilgileri ve değişik konulardaki maddeleri yayınlamak için bir aracı olacağından adı Tercüman-ı Ahvâl olarak konulmuştur. Söz, ihtiyaçları, talepleri ifade etmeye yarayan vergisi olduğu gibi, insan aklının en güzel icadı olan yazı ise, sözün kalemle tasviridir. Bu gerçeklerden yola çıkarak, bütün halkın kolaylıkla anlayabileceği düzeyde bu gazeteyi çıkarak bir gereklilik oldu.”

Tercüman-ı Ahvâl, haftalık bir gazete olarak, Pazar günleri başladığı yayın hayatında bir süre sonra haftada iki ve üç defa şeklinde yayınlanmaya başlamıştır. İçeriği ve genel düzeni açısından önceki Türkçe gazetelerden daha gelişmiştir. Sadece bir haber gazetesi değil, aynı zamanda bir fikir gazetesi işlevini de üstlenmiştir. Zaman zaman hükümet politikalarını eleştiri konusu yapabilmiş ve bu yüzden Mayıs 1861 tarihinde iki hafta süre ile hükümet tarafından kapatılmıştır. Bu, basın tarihimizdeki ilk gazete kapatılmasıdır. Şinasi’nin deyimiyle sorumluluklarında fazla haklara sahip olan azınlık gazetelerine dokunamayan hükümet, ilk Türkçe gazetelere karşı hiç müsamaha göstermiyordu.

Şinasi’nin yayın yönetmenliği altında faaliyetine başlayan bu özel Türk gazetesi, imzalı başyazı geleneği, siyasi makale ve tefrika konusunda öncü olmuştur. Şinasi’nin eseri olan Şair Evlenmesi, basın tarihimizin ilk tefrikası olarak, burada yayınlanmıştır. Özel Türkçe gazeteciliğin devlet memuru sıfatı taşıyan bir Türk tarafından açılması, devletten hazine yardımı almakta olan Ceride-i Havadis’i tedirgin etmiş ve ayrıcalıklarının elinden gideceğini düşünen Churchill, Tercüman-ı Ahval ile polemiklere girişmiştir. Gazetecilik tarihimizin ilk gazeteler arası polemik olayı böylece geçekleşmiştir.

Şinasi, gazetenin 24. sayısından itibaren ayrılmış, burada sadece altı ay çalışmasına rağmen gazeteye damgasını vurmuştur. Onun ayrılmasından bir süre sonra gazetenin boyutu küçültüldü. Tasvîr-i Efkâr Gazetesinin çıkması ile ikinci plana düştü. Gazetenin sahibi olan Agah Efendi, hiçbir zaman devlet adamlığı kimliğini bırakmamış, bütün enerjisini sadece gazeteye vermemiştir. Tercüman-ı Ahvâl, biraz da sahibinin bu tercihinin bir sonucu olarak istenilen seviyeyi bir türlü yakalayamamıştır. Dikkat çekici bir okuyucu kitlesine ulaşamamış, satış miktarı bakımından Tasvîr-i Efkâr’dan çok daha düşük seviyede kalmıştır.

Agah Efendi’nin Yeni Osmanlı Cemiyetine girmesi, siyasi muhalefet işine bulaşması ve 1867 yılında yurt dışına kaçması, Tercüman-ı Ahvâl’in yayınını zor duruma soktu. Sonuçta aynı yıl, gazete kapandı. Liberal eğilimli özel bir Türkçe gazete olarak kabul gören Tercüman-ı Ahvâl, Türk toplumunun siyasal ve kültürel uyanışında belirli bir rol oynamış ve Türk basın tarihinde bir çığır açmıştır. Gazetenin sahibi olan Agah Efendi ise, profesyonel gazetecilik mesleğinin kurucusu olmuştur. Osmanlıda yaşayan Türkler arasında o, ilk gazete sahibi, ilk yazı işleri müdürü ve aynı zamanda ilk başyazardır.

Tasvir-i Efkâr Gazetesinin Çıkarılması ve Gazetenin Bazı Özellikleri

İstanbul’da çıkarılan ilk özel Türkçe gazete olan Tercüman-ı Ahvâl’in sadece ilk yirmi dört sayısında görev alan İbrahim Şinasi, 12 Mart 1861 tarihinde bu gazeteden ayrıldı. Birçok araştırmacı tarafından Tercüman-ı Ahvâlden Şinasi’nin ayrılma nedeni hakkında çeşitli nedenler ileri sürülmüşse de, bu konuda kesin bir bilgi yoktur. Onun asıl amacı, tek başına sahip olduğu bir gazete çıkarmaktı. Aslında Tercüman-ı Ahvâl, bir bakıma Şinasi’ye kendi başına çıkaracağı bir gazete için bir atlama taşı hizmetini görmüştür.

Tercüman-ı Ahvâl’den ayrıldıktan kısa bir süre sonra özel bir gazete çıkarmak için Babıali’ye müracaat eden Şinasi, hükümetten gerekli olan izni 2 Temmuz 1861 tarihinde aldı. Gazete çıkarmak için gerekli olan izni aldıktan sonra, bir yıl sürecek olan titiz ve uzun bir çalışmanın içine giren Şinasi, döneminin en tertipli gazetesini yayımlamak istiyordu. Gazete basmak için işe önce İstanbul’un Hamidiye semtinde özel bir matbaa kurarak başladı. Döneminin en güzel harfleri olarak kabul edilen Kazasker Yesârizâde İzzet Efendi hattı ile dökülmüş olan matbaasını gazete ve kitap basmaya uygun hale getirdi.

Neticede bir memur olan Şinasi’nin böyle büyük bir matbaayı kurabilmek için gereken maddi imkânı nasıl elde ettiği açıkça bilinmemekle beraber, Şehzâde Murat ve/veya zengin Mısır prenslerinden Fazıl Mustafa Paşa’nın desteklemiş olabilecekleri düşünülmektedir. Ayrıca Şinasi’nin Avrupa’dan tanıdığı dostlarının, özellikle matbaacı dostu Jean Pietri’nin (Giampetri) destekleri dikkat çekicidir.

Şinasi’nin yayın izni aldıktan sonra gazete çıkarmakta gecikmesinin tek nedeni titiz çalışma isteği değildi. Dönemin sadrazamları ile olan ilişkisi onun gazete çıkarmasında bir şekilde olumlu ya da olumsuz etkide bulunuyordu. Bu dönemde Osmanlı Devletinde sık sık sadrazam değişmekte idi. Kıbrıslı Mehmet Paşa zamanında gazete ruhsatı alan Şinasi, daha sonra muhalif olduğu Âlî Paşa’nın sadrazam olması nedeni ile yayın işini geciktirmek zorunda kaldı. Sonunda ancak Fuat Paşa’nın sadrazam olması ile uygun ortamı yakalayan Şinasi, gazetesini yayınladı. Ayrıca Şinasi’nin Avrupalı doğu bilimci dostları da bu olaya sevinmiş ve Jean Pietri, daha hazırlıklar sürerken, Tasvîr-i Efkârın çıkacağını müjdelemiştir.

Şinasi’nin gazetesini yayınlaması, değişik çevrelerde farklı tepkilerle karşılandı. Müslüman-Türk aydın çevrelerinde böyle gelişmiş bir gazetenin çıkması sevinçle karşılandı. Şinasi’nin daha önce çalıştığı Tercüman-ı Ahvâl, bir vefa örneği göstererek Tasvir’in çıkmasını kutladı. Kutlamanın ötesinde bir sevinçle Tasvir’in çıkmasını destekleyen yayın organlarından biri de Münif’in çıkardığı Mecmua-i Fünun’dur. Bu yeni gazete ile hemen hemen eş zamanlı olarak yayın hayatına başlayan mecmuasını vatan evlatlarına hizmet niyetiyle yola çıkan iki kardeş şeklinde nitelendiren Münif, yazısını şöyle sürdürüyordu:

“Meclis-i Maarif azasından izzetlü Şinasi Efendinin biraz vakitten berü tanzim ve tehiyyesiyle iştigal eylediği gazete iş bu sene- i hicriye ibtidasında (Tasvir- i Efkar) ünvanıyla safha-i pira-yı zuhur ve muntazırı olan dil-teşne-gân havadis ve ahbara bais hatt mevfur olmuştur. Muharririn ehliyet ve fetânetinden dahi memul olduğu vechle gazete-i mezkurun hüsn-i tertib ve insicamı şayan-ı tahsin ve erbab-ı himmet ve hamiyet taraflarından mazhar-ı teşci ve teşvik olduğu halde ileride bir kat daha kesb-i vüs‘at ve intizam edeceği nezd-i acizânemizde rehîn-i rütbe-i ilm el yakîndir”.

Ancak Osmanlı basın hayatındaki tekelinin sarsılacağını düşünen Ceride-i Havâdis’in sahibi Churchill, özel Türkçe gazetelerin yayın hayatına başlamasından pek memnun olmadı. Yayın hayatına başlayan Tasvir-i Efkâr’ı kutlayan yazı yazmadığı gibi, çok geçmeden bu yeni gazete aleyhinde yazılara başladı.

27 Haziran 1862 Cuma günü (Hicri 1278 senesinin son günü) Türk Basın Tarihinde çok önemli bir yeri olan Türkçe özel bir gazete “Tasvîr-i Efkâr” adıyla çıktı. Gazetenin adını bizzat seçen Şinasi, bu adı seçmekle, basit bir günlük olay gazetesi değil de, bir düşünce ve yorum gazetesi çıkaracağının işaretini veriyordu. Önceki gazetelerden çok farklı bir düşünce ve nitelikte çıkan Tasvîr-i Efkâr, İstanbul’da haftada iki gün (Çarşamba ve Cumartesi) olarak yayın hayatına başladı. 7 Haziran 1868 tarihli 592. sayıdan itibaren yayını haftada beş güne çıkartan gazete, yaklaşık üç ay sonra tekrar haftada iki günlük yayın politikasına döndü.

Gazetenin başlığının hemen altında, parantez içinde “Havâdis ve Maârife Dair Osmanlı Gazetesi” ibaresi yer almaktadır. Bu ibarenin altında boydan boya iki satır halinde dizilmiş olarak, “Haftada iki defa İstanbul’da tab‘ ve neşr olunur. Gazetehânesi Hamidiye’de kâindir. Maârif ve umûr-u hayriye ilanâtı mecânen basılır” denildikten sonra gazetenin fiyatı hakkında bilgiler yer almaktadır.

Toplam dört sayfa olarak yayın hayatına başlayan Tasvîr-i Efkâr’da her sayfa çift sütun şeklinde ayrılmış olup, yazılar “Havâdis-i Dahiliye” ve “Havâdis-i Hariciye” olmak üzere iki ana başlık altında toplanmıştır. Memleketin iç olaylarına ayrılan ana başlığın altındaki haberler, “Payitaht” ve “Eyalât” olarak ayrılmıştır. Payitaht başlığı altında, genellikle yapılan atamalar, çeşitli resmi yazılar, Hatt-ı Hümâyûnlar ve İstanbul ile ilgili çeşitli haberler bulunmaktadır. Bunun dışında Osmanlı memleketini oluşturan eyaletlerle ilgili çeşitli haberler yer almaktadır.

Taşradan gelen bu haberlerin kaynağı, bazı eyaletlerde bulunan kişilerin gönderdikleri özel mektuplar ile telgraflardır. Dönemin bütün gazetelerinde olduğu gibi Tasvîr-i Efkâr da, ülke çapında düzenli faaliyet gösteren resmi muhabir ekibinden yoksundur. 1860’ların başlarında henüz böyle bir meslek gelişmemiştir. Yine de çeşitli eyaletlerde özel haber kaynaklarına sahip olmaya çalışan Tasvîr-i Efkâr, haber kaynakları bakımından benzerlerine oranla daha gelişmiştir. 1864 yılında yayımlanan idari nizamnâmenin sonucu olarak vilayetlerin kurulmasıyla birlikte çeşitli vilayet gazeteleri ortaya çıktı. İşte Tasvîr-i Efkâr’ın taşra ile ilgili en önemli haber kaynağı bu yerel gazetelerdir. Bu tarihten sonra “Havâdis-i Dahiliye” içinde yer alan “Eyalet” başlığının “Vilayet” olarak değiştirildiği görülmektedir.

Şinasi’nin Gazetesi: Tasvir-i Efkâr

Tasvîr-i Efkâr Gazetesinin özellikle resmi haberleri verirken, devletin resmi gazetesi olan Takvîm-i vekâyi’den haber kaynağı olarak yararlandığı ve bu türden haberlerin çoğunda kaynak olarak bu gazetenin adının açıkça belirtilmesinden anlıyoruz. Ayrıca Osmanlı memleketinde yayın hayatını sürdüren birçok yerli ve yabancı gazeteden de yararlandığı görülmektedir. İstanbul’da faaliyet gösteren yabancı gazetelerden özellikle Courrier d’Orient, La Turquie, Levant Herald gibi gazeteler önemli haber kaynakları arasındadır.

Dünyadaki gelişmeleri aktaran “Havâdis-i Hariciye” başlığının altında ise, Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika bölümleri bulunmaktadır. Söz konusu yerlerle ilgili çeşitli haberlerin verildiği bu bölümün haber kaynağı genellikle yabancı gazetelerden yapılmış alıntılardır. Bu bölümdeki haberlerin büyük çoğunluğu, yabancı devletlerin birbirleri ile ilişkileri ve o devletlerin içinde yaşanan ilginç gelişmelerdir. Özellikle Avrupa devletlerinin Osmanlı ile ilişkilerini irdeleyen yazılara daha az yer verilmesi düşündürücüdür.

Gazetede, iç ve dış olayları ele alan iki ana başlığın dışında “İlanât” ve “Tefrika” adında iki başlık daha bulunmaktadır. Gazete çok çeşitli ilanlarla maddi destek sağlamaya çalışmıştır. Çeşitli ihaleler, müzayedeler, satışlar, sağlık ilanları gibi duyurular dönemin sosyal ve ekonomik yaşamı hakkında ipuçları vermektedir. Ayrıca gazetenin çok önemli bir bölümü olan tefrika bölümünde ise, çeşitli konularda yazılan eserler, bölümler halinde yayımlanmıştır.

1862 yılından 1869 yılına kadar yedi yıl boyunca, oldukça düzenli bir biçimde yayın hayatını sürdüren Tasvîr-i Efkâr’ın 830 sayı çıktığı söylense de, kütüphanelerde 743. sayıya kadar nüsha mevcuttur. Gazeteyi çıkaranların aynı zamanda devlet kademelerinde görev almaları, yaptıkları muhalefetin sonucu olarak zaman zaman yaşadıkları zorluklar, Tasvir-i Efkâr’ın daha fazla sürmesini engelledi. Gazetenin 1869 yılı sonlarına doğru kendiliğinden kapandığı anlaşılmaktadır.

Şinasi, gazetenin hem sahibi, hem de başyazarıdır. Onun aynı zamanda bir düzeltmen olarak çalıştığı, yazıların imla ve noktalamalarına özen gösterdiği görülmektedir. Bu özenin sonucu olarak Tasvîr-i Efkâr, düzenli, tertipli, disiplinli bir gazete olarak farklı bir yer edinmiştir. 1864 Basın Nizamnamesinin getirdiği yasal bir zorunluluktan hareketle gazetenin 261. sayısından itibaren sahibinin adı yazılmıştır. Buna göre, “Sahib-i İmtiyazı” İbrahim Şinasi Efendi’dir. Ancak onun gazeteyi bir süre sonra bırakıp, Avrupa’ya gitmesi üzerine 29 Ocak 1865 tarihli (Hicri 2 Ramazan 1281 senesi) 269. sayıdan itibaren imtiyaz sahibinin vekili olarak Raşid ismine rastlanmaktadır. Gazetenin elimizde mevcut 22 Aralık 1869 tarihli 682. Sayısının sonunda da Raşid Efendi’nin imzası mevcuttur.

Bir başyazar olarak gazetenin ilk sayısında yayınladığı mukaddime yazısında daha önce Tercüman-ı Ahvâl’de kaleme aldığı ön sözündeki görüşlerini bir bakıma tekrarlayan Şinasi, gazetecilikteki amacını ve beklentilerini ortaya koydu. Bu mukaddimeye göre, devlet, milletin vekilidir. Devletin gücü, halka götürdüğü iyi hizmetlerden doğar. Devlet, ancak toplumla var olur. Gazeteler ise, halkın bu hizmetler hakkındaki düşüncelerinin tercümanıdır. Ona göre gazete, kamuoyu oluşturmada ve devletle halk arasındaki bağı kurmada önemli bir vasıtadır.

Halkın anlayabileceği bir dille yazmaya çok önem veren Şinasi, bir yazar olarak altına imzasını atmaktan çekindiği yazılarını ince taktiklerle yayımlamayı başarıyordu. Genellikle devlet yönetimini eleştiren nitelikteki bu tür makaleleri, arkadaşı olan Jean Pietri’nin Courrier d’Orient Gazetesine Fransızca olarak yazıp, sonra da oradan alıntı şeklinde kendi gazetesine alıyordu. Ancak yine de Babıali, bu nispeten serbest fikirli gazetenin muhalif tavrından rahatsız olarak, Şinasi’nin devletteki görevine son verdi. Böylece hem devlet görevini ve hem de gazete işini ancak 106. sayıya kadar sürdürebildi.

Gazetenin güçlü bir yazar kadrosunun olduğu ve Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Kayazade Reşat, Ahmet Vefik gibi dönemin önemli edebi kişilerinin yazdıkları yazılarda genellikle kendi imzalarını kullandıkları görülmektedir. Maarif Meclisi’nden Şinasi’nin mesai dostları ile Tercüme Bürosu’nda çalışan kimi aydınlar, Tasvîr-i Efkâr’ı yazıları ve çevirileri ile beslediler. Bu yazarlar tarafından, edebi, kültürel, tarihi gibi birçok konuda fikir yazıları kaleme alınmıştır. Gazetenin 35. sayısından itibaren yazıları çıkmaya başlayan Namık Kemal, 261. sayıdan itibaren Şinasi’nin yerine başyazarlığa terfi etmiştir. Şinasi’nin idaresinde iken, siyasi konulara doğrudan girmeyen gazete, özellikle Namık Kemal idaresinde daha sert siyasi muhalefete girişti ve Yeni Osmanlı Cemiyetinin düşüncelerinin savunucusu oldu.

Sonuç

Türk Basın Tarihinin gerçek anlamda ortaya çıkması ancak on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Oysa Avrupa Tarihine baktığımızda basın hayatının on yedinci yüzyıl ortalarından itibaren başladığını ve on sekizinci yüzyılda iyice geliştiğini görmekteyiz. Osmanlılar, Matbaa konusunda çok geciktikleri gibi Gazete çıkarma konusunda da gecikmişlerdir. Gerek matbaa ve gerekse de gazete konusunda Osmanlıda yaşayan azınlıklar ve yabancılar öncü olmuş; Türkler ise, bu yeniliklerle çok daha sonra tanışmışlardır.

Osmanlıda devletin basının önemini kavraması, Batılılaşma politikasının başlaması ile parelilik göstermekte ve basın, devletin ıslahatlarını halka anlatan resmi bir araç olarak görülmektedir. Ancak Tanzimat Dönemi ile birlikte Türkçe gazete çıkarması için yabancı uyruklu kişiler devlet tarafından teşvik edilip, kendilerine hazine yardımı yapılırken, Müslüman-Türk halkın bu konuda hiç teşvik görmemesi Tanzimat zihniyetini göstermesi bakımından düşündürücüdür.

1831 yılında devletin tekeli altında başlayan Türkçe basının, Müslüman Tük halkına mal olması için otuz yılın daha geçmesi gerekmiş ve nihayet 1860 yılında ilk kez Türkçe basın konusuna Türkler el atmışlardır. Aynı zamanda birer devlet memuru olan genç Türk aydınları, basının önemini kavramaya başlamış ve gazete çıkarmak için devletten izin almışlardır. Agah Efendi, devletin dışında, bir gazeteye sahip olan ilk Türk olarak 1860 yılı sonlarında Tercüman-ı Ahvâl Gazetesini çıkarmıştır.

Türk Basın Tarihinde en önemli yere sahip olan öncü kişi İbrahim Şinasi’dir. Özel Türkçe basının yayın hayatına başlaması önemli ölçüde onun eseridir. Gazeteyi sadece haber aracı değil; aynı zamanda edebiyat, sanat, yorum, bilim gibi konularda da bir araç olarak görmüş ve fikir gazeteciliğinde çığır açmıştır. Tercüman-ı Ahvâl’de yayınladığı imzalı giriş yazısında çok önemli mesajlar vermiş ve çağdaş bir dünya görüşü ortaya koymuştur. Ona göre, gazete halkın anlayacağı sade bir dille yayın yapmalı, sütunlarında halkın görüşlerine yer vermelidir. Devletle ilgili konularda söz söyleme hakkı bulunan, sorumlu vatandaşın gerekli olduğunu belirten Şinasi, bir Müslüman –Türk devleti olan Osmanlı’da Müslüman halkın diğer unsurların gerisinde kaldığına dikkat çekiyordu. Gazete, halkın kültürel seviyesini artıran, halkı eğiten bir araçtır.

Gazetenin kamuoyu oluşturmadaki gücünü fark eden Şinasi, kendi özel gazetesi olan Tasvîr-i Efkâr’ı 1862 yılında çıkardı. Türk basın tarihinde çok önemli bir yeri olan bu gazete, nitelik, biçim ve içerik yönünden Tanzimat Döneminin en gelişmiş Türk gazetesidir. Özel gazete niteliğini daha çok karşılayan, devlet yönetimine karşı zaman zaman muhalif bir duruş sergileyen Tasvîr-i Efkâr, kendi özel matbaası bulunan düzgün bir gazetedir. Özellikle Türk dili ve edebiyatının gelişmesinde, sadeleşmesinde ve halka inmesinde önemli bir araç olmuştur. Bütün bunların sonucunda daha önceki ve kendi zamanındaki Türkçe gazetelerin içinde en fazla ilgi gören gazetesidir. Ancak yine de gazete henüz okuma-yazma seviyesi çok düşük olan halka tam anlamı ile inememiş ve hükümetin de yasaklayıcı politikaları sonucu uzun süre yaşayamamıştır.

  • Dr. Salih EROL

KAYNAKÇA

  1. Tasvir-i Efkâr Gazetesi’nin Hakkı Tarık Us Koleksiyonu ve Atatürk Kitaplığındaki Sayıları
  2. Arşiv Vesikaları
  3. Kitaplar ve Makaleler
  • Akün, Ömer Faruk, “Şinasi”, İslam Ansiklopedisi, 11, İstanbul, 1979.
  • —— ——- , “Namık Kemal”, İslam Ansiklopedisi, 9, İstanbul, 1979.
  • Akyüz, Kenan, “Şinasi’nin Fransa’daki Öğrenimi ile İlgili Belgeler”, Türk Dili, No: 31, 1954.
  • Banarlı, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, E.B. Yay., İstanbul, 1978.
  • Berkes,Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, bs., Yapı Kredi Yayınlar, İstanbul, 2004.
  • Cevad, Mahmut, Maârif-i Umûmiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı, E.B. Yay., Ankara, 2002.
  • Cevdet, Paşa, Tezâkir, Cavid Baysun, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1991.
  • Dizdaroğlu, Hikmet, Şinasi: Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1954.
  • Duman, Hasan, Osmanlı – Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928), 3 cilt, Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı Yay., Ankara, 2000.
  • Ekinci, Necdet, “Türk Basın Tarihinden Kesitler”, Türkler Ansiklopedisi,
  • Ersoy, Osman, “Türkiye’ye Matbaanın Girişi ve ilk Basılan Eserler”, AÜDTCF,, Ankara 1959.
  • Ertuğ, Hasan Refik, Basın ve Yayın Hareketleri Tarihi, 1, İstanbul, 1959.
  • Gerçek, Selim Nüzhet, Türk Gazeteciliği, İstanbul, 1931.
  • Giz, Adnan, “İlk Türk Gazetesinin Adı Nasıl Seçildi?”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,64, 1973.
  • Gövsa, İbrahim, Alaaddin, Türk Meşhurları, Yedigün Neşriyatı, İstanbul.
  • Günyol, Vedat, “Matbuat”, İslam Ansiklopedisi,7, İstanbul, 1979.
  • Hayta, Necdet, Tarih Araştırmalarına Kaynak Olarak Tasvir-i Efkâr Gazetesi, Kültür Bakanlığı, Ankara, 2002.
  • ——- ——- , Türk Basınında İz Bırakanlar, İstanbul, 1988.
  • İnal, Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, Milli Eğitim Basımevi, c.10, İstanbul, 1940.
  • —— ——, Son Sadrazamlar, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 19
  • İnuğur,M. Nuri, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yayınları, İstanbul, 1993.
  • İskit, Server, Amme Efkârı ve İlk Gazetelerimiz, İstanbul, 1959.
  • —— ——-, Türkiye’de Matbuat İdareleri ve Politikaları, Başvekalet Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü Yay., Ankara, 1943.
  • —— ——-, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış,bs., Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 2000.
  • —– ——-, Hususi İlk Türkçe Gazetemiz Tercüman-ı Ahvâl ve Agah Efendi, Ulus Basımevi, Ankara, 1937.
  • Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, bs., c.7, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1983.
  • Kurdakul, Necdet, Tanzimat Dönemi Basınında Sosyo-Ekonomik Fikir Hareketleri, Ankara, 1997.
  • Koloğlu, Orhan, “Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, 1, İletişim Yay., İstanbul, 1985.
  • —— ——, Basımevi ve Basının Gecikme Sebepleri ve Sorunları, Gazeteciler Cemiyeti Yay., İstanbul, 1987.
  • —— —— , “İlk Türkçe Gazete; Vakayi-i Mısriye”, Tarih ve Toplum Dergisi,58, Ekim 1988.
  • Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev.Metin Kıratlı, 8.bs., T.T.K. Yay., Ankara, 2000.
  • Lutfi, Efendi, Vakanivüs Ahmed Lutfi Efendi Tarihi, Münir Aktepe, c.11,12,13, T.T.K. Yay., Ankara, 1988.
  • Mustafa, Nihat, “Yüz yıllık Gazeteciliğimiz”, Ayın Tarihi, 46-50, Matbuat Müdüriyet-i Umumiyesi, Ankara, 1928.
  • Münif “ Zuhûr-i Tasvir-i Efkâr”, Mecmûa-i Fünûn, 1, Muharrem 1279.
  • Oral, Fuat Süreyya, Türk Basın Tarihi, Yeni Adım Matbaası.
  • Ortaylı, İlber, “Tanzimat Devri Basını Üzerine Notlar”, Cahit Talas’a Armağan, Ankara, 1990.
  • Özön, Mustafa Nihat, “Yüzyıllık Gazeteciliğimiz”, Ayın Tarihi, 46-47, Ankara, 1928.
  • Parmaksızoğlu, Abbas, Türk Gazetecilik Tarihi ve Basın Tarihi, 2 cilt, İstanbul, 1983.
  • Rasim, Ahmet, İlk Büyük Muharrirlerden Şinasi, Yeni Matbaa, İstanbul, 1927.
  • Refik, Ahmet, “Şinasi’nin Berâ-yı Tahsil Paris’e Gitmesi”, T.E.M., No: 9, Ankara, 1925.
  • Sümer, Tülin, “İlk Büyük Gazetecimiz Şinasi ve Tasvir-i Efkârın Çıkışı”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, 26, İstanbul, 1969.
  • Şapolyo, Enver Behnan, Türk Gazetecilik Tarihi ve Her Yönüyle Basın, Güven Matbaası, Ankara, 1969.
  • Tanpınar, Ahmet Hamdi, Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 6.bs., Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1985.
  • Tevfik, Ebuziyya, “Yeni Osmanlılar”, Yeni Tasvîr-i Efkâr, No: 10-12, 1909.
  • Topuz, Hıfzı, 100 Soruda Türk Basın Tarihi, İstanbul, 1973.
  • Yazıcı, Nesim, “Tanzimat Dönemi Basını”, Tanzimatın 150. Yılı Uluslararası Sempozyumu, Ankara, 1989.
  • —— ——- , Takvim-i Vekâyi: Belgeler,Ü.B.Y.Y.O. Yay., Ankara, 1983.
  • —— ——- , “Takvim-i Vekayi ve Ceride-i Havadis’in Mukadimmelerinin Karşılaştırılması”, Ü. B.Y.Y.O. Dergisi, S.6,Ankara, 1984.
  • Yöntem, Ali Canip, Türk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul, 1934.
  • Ziyad, Ebüziya, Şinasi, Hüseyin Çelik, İletişim Yay., İstanbul, 1997.

TÜRKÇE DOSYASI : Azerbaycan Millî İlimler Akademisi Üyesi Dr. ELCHİN İBRAHİMOV ile Geçmişten Günümüze TÜRK DÜNYASINDA ALFABE PROBLEMİ Hakkında Konuştuk.


Azerbaycan Millî İlimler Akademisi Üyesi Dr. ELCHİN İBRAHİMOV ile Geçmişten Günümüze TÜRK DÜNYASINDA ALFABE PROBLEMİ Hakkında Konuştuk.

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Kimilerine göre 40.000 yıl, kimilerine göre 4000 yıllık târihimiz, bu târihten günümüze gelen köklü kültürümüzün mahsulleri olanErgenekon, Göç, Türeyiş, Oğuz Kağan, Yaratılış ve Satuk Buğra Han gibi destanlarımız var. Orhun Kitâbeleri, Dede Korkut Kitabı, Dîvânu Lugati’t-Türk, Kutadgu Bilig, Atebetü’l-Hakayık ve daha niceleri gibi yazılı eserlerimiz olduğu biliniyor. Bunlar bizim ortak değerlerimizdir. Bu ortak değerlerimize rağmen, elem vericidir ki ‘Ortak Alfabemiz’ yok. Sizinle bu meseleyi konuşmak istiyoruz. Mülâkat teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Ortak Alfabe ile alakalı olarak giriş mâhiyetinde lütfedeceğiniz izahatınızla mülâkatımıza başlayabilir miyiz?

Sizce bir mahzur yoksa, yazılı metinde adınızı, Türkiye Türkçesindeki yazılışı ile ‘Elçin’, soyadınızı da ‘İbrahimli’ şeklinde kullanacağız. Müsaadeniz olur mu? İstiyoruz ki Türkiye sizi, ‘Elçin İbrahimli olarak bilsin…

Dr. Elçin İbrahimli: Bence bir mahzuru yoktur.

Çetinoğlu: Peki Efendim, Teşekkür ederim.

Kemal Sallı: Adınızın yeni şekli hayırlı olsun Elçin Bey!

Dr. İbrahimli: Teşekkür ederim Kemal Bey.

Türkçenin binlerce yıllık geçmişinde birçok alfabe kullanılmış ve bu alfabeler üzerinde değişiklikler yaşanmıştır. Aynı dilde konuşan Türk kabile ve toplulukları zamanla büyük alanlara yayıldıkları için daha sonraki dönemlerde aynı dili konuşan topluluklar farklı ağızlarda konuşmaya başladılar. Zaman geçtikçe bu kabile ve topluluklar geniş arazilerde birer birer devlet kurdular; özellikle bu etkiler aynı dili konuşan toplulukların farklı lehçelerde konuşmasına sebebiyet verdi. Buna rağmen Türkler, yakın dönemlerde bâzen birden çok alfabeyi birlikte kullanmışlardır. Bu durum sonucunda da edebiyat ve dil çevresinde değişiklikler ortaya çıkmış ve bu, farklı gelişmelerin yaşanmasına yol açmıştır.

N. A. Baskakov’un yazdığı gibi ‘Türkçe Kaşgar’dan İstanbul’a kadar arazide (bu arazi Çin Seddi’nden Tuna nehrine kadar) kullanılan ve anlaşılan edebî dil olmuştur.’

Sallı: Bu gelişmeyi, Gaspıralıİsmâil Bey’e borçluyuz. Türk dünyasında ‘Ortak Alfabe’ üzerinde anlaşma sağlanırsa, (ki buna mecburuz, hatta mahkûmuz) Gaspıralı’nın başlattığı hareketi devam ettirme imkânı bulmuş olacağız. Ne dersiniz?

Dr. İbrahimli: ‘Dilde, fikirde, işte birliğin sağlanması düşüncesini dile getiren ünlü Türkolog Gaspıralı İsmail Bey’in büyük ülküsünün günümüzde gerçekleştirilmesi için siyâsî, kültürle alâkalı ve teknolojik şartlar şu anki durumda en üst seviyededir.

Çetinoğlu: Çok güzel… Kendiliğinden olmayacağına göre neler yapılmalı?

Dr. İbrahimli: Ortak iletişim dilinin oluşturulması bütün Türk halkları ve topluluklarınca anlaşılabilen tek bir dil aracılığıyla sağlanabilir.

Günümüzde Türkler için en güncel mesele olan ortak konuşma dili meselesi için de en önemli konu alfabe meselesidir. Bugün bunun basit bir iş olmadığını savunanlar, sâdece târihe baktıklarında bunu rahatlıkla görebilirler. Geçmişte birbirlerini anlamak şimdikinden daha kolay olmuştur. Hatta Rus İmparatorluğu Türkler arasındaki medenî konuşma ve anlaşmayı kısıtlı şekilde ve planlı olarak bozmak için çaba sarf etmiş veya gerçekleşmesine karşı çıkmıştır. 19. yüzyılda bu durum şimdikinden daha kolaydı. Zamanında, aslında en az bin yıl süresince Türk lehçelerinin birbirine yakın olmasını, Türklerin birbirini okuyup anlayabilmesini şartlandıran sebeplerin başında, ortak alfabe ve aynı imla kurallarının kullanılması gelmiştir. Mâlûm olduğu gibi, bir zamanlar (kastımız bin yıl süresince) Doğu, Batı ve Volga nehri kenarındaki Türkler, bütün Müslüman Türkler Arap alfabesini ve onun imla prensiplerini kullanmışlardı. Onun için Ahmet Yasevi, Yunus Emre, İmadeddin Nesimi, Mehmed Fuzûlî vb., hatta daha sonraları, yani Türkçeler arasında büyük farklılıkların olduğu zamanlarda (19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başları) İstanbul’da yazan Namık Kemal, Şamahı’da yazan MirzeAlekberSabir, Kazan’da yazan AbdullaTukayve diğerleri hem Anadolu’da hem Bakü’de hem Kazan’da hem de Taşkent’te rahatlıkla okunuyordu.

Bir zamanlar Bahçesaray’da basılan Tercüman gazetesi, Tiflis’te çıkan Molla Nasreddin dergisi; Volga nehrinde, Türkistan’da, Kafkas’ta, Anadolu’da, Kırım’da ve başka Türk coğrafyalarında elden ele gezmiştir. Büyük Azerbaycan edibi, Molla Nasreddin dergisinin kurucusu Celil Mametkuluzade şöyle yazıyordu: ‘Bizim dilcilerimiz edebî, akademik dil arayışında oldukları zamanlarda bile ‘Molla Nasreddin’ dergisi açık ve basit Türkçesiyle kısa zamanda herkes tarafında beğenilen ve okunan bir dergi olmakla kalmadı, Kür, Aras nehirlerini de geçerek Hazar ve Kara deryaları da vurup Türkiye’ye ve Türkistan’a, oradan da uçarak Kafkas dağlarını aşarak Kırım’a ve diğer Türk ülkelerine geçti…’

Çetinoğlu: Molla Nasreddin Dergisi Türkiye Türkleri için olduğu kadar dünya Türklüğü için de çok mühim bir isim. Biraz daha bilgi verebilir misiniz?

Dr. İbrahimli: Molla Nasreddin dergisinin 7 Nisan 1906’daki ilk sayısında derginin editörü Mirza Celil bizi düşündüren meseleler karşısında şöyle yazmıştır: ‘Birlikte Kafkas Türkleri için genelde bir dil konusunda anlaşmaya varmamışlardır. Peki, Osmanlı Türkleri, peki Kırım ve Kazan Tatarları, peki Türkistan Türkleri ve Özbekistan, peki İran’da yaşayan Azerbaycan Türkleri? Peki, biz bunu itiraf ediyoruz ki evvel ve sonda ilelebet Türkler için edebî dile ve imlaya, alfabeye çok büyük gerek vardır. Tüm varlığımızla inanıyoruz ki ortak bir alfabe esasında ortak konuşma dili vücuda gelecektir.’

Sallı: Gecikmeler olmasına rağmen hâlâ o ümitle yaşıyoruz. Sizce durum nedir?

Dr. İbrahimli: Dikkat edilmesi gereken en esas konu, Azerbaycan aydınının daha 1906 senesinde Türkler için ortak bir konuşma dilinin var olacağına inanmasıdır. Şimdi ise en önemli konuyu belirtmek isterim, târihten de belli olduğu gibi, Sovyet İmparatorluğu’nun en sert olduğu bir dönemde onun zulmü altında sıkışan ve ezilen Türk edibinin böyle umutla, inanışla söylediği sözü, bugün biz, bağımsız Türk devletlerinin adımlarını tartışıyoruz, hatta bazılarımız buna inanmamakla kalmayıp karşı da çıkıyoruz.

Çetinoğlu: Lenin öldü, ideolojisini yaşatmaya çalışanlar var… Biraz daha sabredeceğiz, eski kafaların nesli tükeniyor…

Dr. İbrahimli: Günümüzde Türk dünyası için büyük mesele olan alfabe ve alfabe birliği bir alfabe tipini seçmekle bitmiyor. Mesela, bugün Kiril alfabesinden çıkan Türklerin hepsi Latin alfabesini kabul etmiş. Ancak bu tek alfabe ölçüsüne sığıyor mu? Aynı ses için gereklidir ki aynı harfi kullanmış olasın. Bu bakımdan aynen Sovyetler dönemindeki durumdayız, belki de ondan da kötü durumdayız. Şöyle ki Sovyet döneminde bozgunculuk işi bir yerden, bir merkezden, Moskova’dan yönetiliyordu. Ancak şimdi her bir Türk devletinde başka başka taraflardan farklı bakışlar, farklı yaklaşımlar vardır. Keza bu bozgunculuk yöntemi bize Sovyet ideolojisinden miras kalmış.

Sallı: Aklımızı başımıza toplayıp redd-i miras yoluna gitmemiz gerekiyor…

Dr. İbrahimli: Çok haklısınız.1926 yılında Bakü’de Birinci Türkoloji Kongresi’nin yapılması ve bu kongrede uzun tartışmalardan sonra Latin kaynaklı bir alfabe benimsenmesi ve buna birleştirilmiş Türk alfabesi adı verilmesi, Türkler için yeni bir alfabe sürecini başlatmıştır. Kongreden sonra Türkler ‘birleştirilmiş Türk alfabesi’ni (Yanalif) kabul etmişler. 1928 yılından itibaren ‘birleştirilmiş Türk alfabesi’ aşamalı olarak Sovyetlerdeki Türk cumhuriyetlerince kullanılmaya başlandı. 1928’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, en büyük atılımlarından birini gerçekleştirerek Türkiye’de Latin alfabesine geçişi sağladı.

1930’ların başında neredeyse bütün Türk dünyası aynı kaynaklı ortak yazıyı kullanıyordu. Bu durum bu şekilde devam etseydi, belki de Sovyetlerdeki Türklerin birbirleriyle anlaşması ve iletişim kurması daha kolay olacaktı. Ancak Stalin’in 1930’larda başlattığı kıyım sırasında Sovyetlerdeki Türk halklarının Latin yazısınınkullanılmasına son verdi. Böylelikle Türkler arasındaki târihî bağların kopma dönemi başlamış oldu. 1940 yılında Türk dilli milletler yeniden Kiril alfabesine geçtiler ve böylece Türklerin ikinci Kiril dönemi de başlamış oldu.

Çetinoğlu: Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki durum hakkında da bilgi lütfeder misiniz?

Dr. İbrahimli: Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Türk cumhuriyetleri de bağımsızlığına kavuştu. Bunun sonucunda beş bağımsız Türk cumhuriyeti ortaya çıkmış oldu: Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan. Dünyanın değişik bölgelerinde heyecan ve ilgiyle tâkipedilenbu gelişmeler, Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyordu. ‘Hazırlıksız yakalandık’ sözlerini o günlerde sıkça duyuyorduk.

Sallı: Halbuki Atatürk; ‘Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşır. O zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idâresinde dili bir, inancı bir, öz kardeşlerimiz vardır. Onlara sâhip çıkmaya hazır olmalıyız.’ Demişti…

Dr. İbrahimli: O’nun düşündüğünü, gördüğünü havsalasına sığdıramayan insanlar vardı. Türkiye’de vardı, Azerbaycan’da vardı… Ne yapacağımız, ilişkilerimizi hangi çizgide yürüteceğimiz tam olarak belli değildi. Milliyetçi çevrelerde daha baskın olmakla birlikte Türkiye’de büyük çoğunluk, yıllarca esir Türklerin bu esâretten kurtulmasını dillendiriyordu. Ancak esir Türkler bağımsız olunca neleri nasıl yapacaktık, bunlar üzerinde fazla durulmuyordu. Çünkü Türk yurtlarının büyük bir kısmının bu kadar kısa sürede bağımsız olmasına ihtimal verilmiyordu. Bağımsızlık; yeni ordu, yeni bayrak, yeni para birimi gibi birçok ‘yeni’yi beraberinde getiriyordu.

Çetinoğlu: ‘Yeni’ler arasında bir de ‘yeni alfabe’ vardı. 1992 yılının başlarında Bakü’deydim. Herşey için ‘Yanvar’da hallolacak’ deniliyordu…

Dr. İbrahimli: Evet, bu hareketlilik içerisindeYanvar’lar geldi geçti ve Türk dünyasının kültür birliği gündeme gelmeye başladı. Kültür birliğinin sağlanmasında alfabe birliği önemli olduğu için Kirilden Latin alfabesine geçişle ilgili tartışmalar da gündemdeki yerini aldı.

1991 ve hemen sonrasındaki yıllarda dil alanında Türkiye ve Türk cumhuriyetlerinde önemli görüşmeler ve heyecanlı tartışmalar yapılıyordu. 18-20 Kasım 1991 târihinde Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü tarafından ‘Milletlerarası Çağdaş Türk Alfabeleri Sempozyumu’ düzenlenir. Bu sempozyuma katılan delegeler, Türk lehçeleri için tavsiye edilen 34 harfli ortak alfabeye imza atarlar. Bu alfabe, Türkiye Türkçesinde kullanılan Latin temelli alfabeye beş harfin ilave edilmesiyle oluşturulur. İlave edilen harfler şunlardır: açık e ‘Ə’, nazal n ‘ŋ’, ‘x’, ‘q’, ‘w’. Bu toplantı ve tartışmalar, meyvesini vermeye başlar ve değişik zamanlarda Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan, kademeli olarak Latin alfabesine geçmeyi kararlaştırırlar.

Çetinoğlu: Çok güzel… Sonra?

Dr. İbrahimli: Azerbaycan, 25 Aralık 1991’de Kiril harflerini bırakıp Latin alfabesine geçme kararı alır. Ancak ‘e’ harfi yerine ‘ä’yi kabul eder. Buna rağmen söz konusu ortak alfabeyi en doğru ve yüksek düzeyde kullanan Azerbaycan Cumhuriyeti olmuştur. Bu alfabenin Türkiye’de yürürlükte olan alfabede bulunmayan karakterleri şunlardır: "ə", "q" ve "x". Yeni Azeri alfabesiyle yazılmış bir metin, kod farklılaşması olmadığı için Latin temelli alfabe kullanan Türkiye Türkleri tarafından kelimelerin rahat anlaşılmasında büyük kolaylıklar sağlamış oldu. 12 Nisan 1993’te Türkmenistan, 2 Eylül 1993’te deÖzbekistan Latin alfabesini kabul ederler. Bu iki Türk cumhuriyetinin kabul ettikleri alfabede 34 harfli ortak alfabeden sapma epeyce fazladır. Türkmenistan, farklı kodları benimseyerek, kabul edilen 34 harfli Türk alfabesinin biraz dışına çıkmış oldu ve “ı" yerine “y", “y" yerine “y", “c" yerine de “j"yi kabul etti. Örnek olarak “dizgici" veya “ürün toplayıcı" anlamlarına gelen yıgıcı kelimesi, yygyjy şeklinde yazılınca, bu kelimenin yaşadığı bir başka lehçe ana dili olanlar için ilk andaki hızlı çağrışım yok edilmiş oldu. Türkiye Türk’ü birisi yılını kelimesini yylyny şeklinde görünce onda hiçbir çağrışım yapmaz. Özbekistan bir yandan “ş", “ç" gibi harflerin İngilizcedeki yazılışları olan “sh" ve “ch"yi esas alırken bir yandan da yuvarlaklaşan “a" ile “o"nun tek kodla gösterilmesini kabul ederek iki farklı sesi birleştirmiş oldu. Latin temelli alfabeyi kullanan Türkler tarafından çiçek kelimesi chichek şeklinde yazılırsa ilk bakışta farklı kod seçimini bilmeyenlerce bu kelimenin İngilizce sanılması kaçınılmazdır. Çocuk çok nazlı bir çiçektir cümlesini ‘Chocukchok nazlı bir chichektir’ biçiminde yazdığımızda bütün kelimelerini çok iyi bildiğimiz Türkçe bir cümle bizden bu kadar uzaklaşırsa, bazı kelimelerini bilemeyeceğimiz Özbekçe bir metnin böyle bir tercihle ne kadar uzaklaşacağını siz düşünün. Bu yaklaşımların bir sonucu olarak kelimeyi anlamak için harcamamız gereken ilk gayreti alfabeyi çözmeye ayırmak durumunda kalıyoruz. Özellikle üzülerek belirtmek isterim ki dünyada hiçbir halkın alfabesi bir asırda üç defa değiştirilmemiştir.

Çetinoğlu: Özbekistan’daki bu durum, ‘Rahmetli’ diyelim, İslâm Kerimov’un Türk dünyası lideri olma ihtirasının sebebiyet verdiği bir ‘ayrı baş çekme’, ‘önde gideni tâkip etmenin sebebiyet verdiği kompleks neticesi olabilir mi. Meselâ o dönemde Muhammed Sâlih devlet başkanı olsaydı aynı aksaklık yaşanır mıydı?

Dr. İbrahimli:Biliyor musunuz târihe ve târihte olanlara “keşkelerle” yaklaşmak doğru değil. Veya o olsaydı böyle olurdu ne kadar doğru bilemiyorum. Çünki diğer Türk Cümhuriyetlerinde günümüzdeki duruma görüyoruz. Ama şu da gerçektir ki, rahmetli Kerimovun döneminde Özbekistan Türk Dünyası için kapalı bir ülke olmuştur. Özbekistanı en azı 15 yıl geriye götürdü. Ben iki defa Özbekistanda bulundum. Türk Dünyasının ana kültürü Özbekistandadır. Özbekistansız Türk Dünyası düşünmek mümkün değil. Özbekistan bu gün bizim – Azerbaycanın 1991-2001 senesindeki alfabe karışıklığı dönemini yaşıyor. Hem Kiril, hemde Latin alfabesi kullanılmakta. Mağaza adları, AVM-ler karışık alfabelerle yazılmış. Özbekistanlı bilim adamlarıyla en son konuştuğumda devletin şu anki aşamada gündeminde olan konulardan biri de bu karışık alfabe konudur ki, her halde bu yıl olumlu hallini bulur diye düşünüyorum. Hem de Latin alfabesi üzerinde de ciddi çalışmalar var.

Sallı:Azerbayca ve Türkmenistan’ın tereyağından kıl çeker gibi meseleyi kolayca çözümlemeleri başarısının gerisinde yatan unsur sizce nedir?

Dr. İbrahimli: Azerbaycan Türklerinin ve Türkmenisitan Türklerinin alfabe değişikliğini hızlıca benimseyip hayata geçirmelerinde, uzun yıllardır Latin alfabesi kullanan Türkiye Türklerinin Oğuz soyundan gelmeleri etkili olmuş olabilir. Bu konuyla ilgili olarak Erdal Şahin şöyle der: ‘Türkiye Türkçesi ile birlikte Oğuz grubu içinde yer alan, dil bilgisi kuralları ve söz varlığı bakımlarından birbirlerine çok yakın olan Azerbaycan Türkçesi, Türkmen Türkçesi ve Gagavuz Türkçesinin Latin alfabesiyle yazılmaya başlanmasıyla yazı birliği, en azından Türk dilinin Oğuz grubunda daha 90’lı yıllarda sağlanmış bulunmaktadır.’

Sallı: Genel kabul görebilecek bir açıklama. Teşekkür ederim. Devam buyurur musunuz Efendim?

Çetinoğlu: Sovyetler Birliği yöneticilerinin Türkler açısından trajik olan bir başarısı da her Türk topluluğu için ayrı bir alfabe dayatmasıdır. Konu hakkında görüşlerinizi lütfeder misiniz? Dünyada Türklerden başka hiçbir millet, 20 ayrı alfabeyi kullanmak mecburiyetinde bırakılmamıştır.

Dr. İbrahimli: Sovyetler Birliği tarafından uygulanan ve 1940 yılında kullanılmaya başlanan Kiril alfabeleri her cumhuriyet için ayrı ayrı karakterler göz önüne alınarak hazırlanmıştır. Bu, Rusların özel tercihine dayanıyordu. Paralel karakterler kullanılmış olsaydı, o zaman Türk boylarının değişik lehçelerde yazılmış metinleri, en azından ortak öğeler söz konusu olduğunda, çok kolay anlaşılabilirdi. Ancak alfabedeki farklılık, şuuraltındaki hızlı çağrışıma engel oluyordu. Kiril alfabesi, ayrıca Türkçe için gerekmeyen “е”, “ё”, “я”, “ю” (sırasıyla "ye", "yo", "ya", "yu") gibi ses grubunu gösteren harflere sâhipti. Bu şekilde yapılan tercihler, aynı milletin çocuklarını birbirinden uzaklaştırmayı amaçlayan özel bir tasarımın ürünü ve planlanmış bir politikanın devamı ve uygulamasıydı. Türk cumhuriyetlerinin yetkilileri bağımsızlığa kansız/acısız kavuşmuşken Rusya’nın yapmaya çalıştığı şekilde bir tercihle hareket etmemeliydiler. Aksine ihtiyaç duydukları birkaç harfi 34 harfli alfabeden ilave etmek suretiyle aynı karakterleri kullanarak şuuraltını harekete geçirip dilde yakınlaşmayı doğurabilecek paralel kodların kullanılmasına özen göstermeliydiler. Ne yazık ki Sovyetlerin dağılmasıyla özgürlüğüne kavuşan Türk cumhuriyetleri, alfabe meselesinde yeteri kadar duyarlı ve gerektiği şekilde hareket edemedi. Bir tek Azerbaycan’dan başka hiçbir ülkede alfabe reformları yapılmadı. Biz bugün bu alfabelerin sıkıntısını yaşıyoruz. Zamanında bunlar yapılmış olsaydı alfabede çok sorunlar çözülebilirdi.

(DEVAM EDECEK)

Azerbaycan Millî İlimler Akademisi Üyesi Dr. ELCHİN İBRAHİMOV ile Geçmişten Günümüze TÜRK DÜNYASINDA ALFABE PROBLEMİ Hakkında Konuştuk.

(İKİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Kemal Bey, sık sık Kazakistan’a gidip geliyor. Oradaki durumu mutlaka biliyordur. Kendisi sormayı düşünüyordur. Fakat dostum beni hoşgörsün… sabredemedim… Kazakistan’daki alfabe ile alakalı değişiktikten bahseder misiniz?

Dr. Elçin İbrahimli: Kazakistan’da Latin alfabesinin kabulüyle ilgili somut adımlar atılmaktadır. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, 27 Ekim 2017 târihinde Latin alfabesine geçilmesi için devletin hazırlıklar yapması için karar vermiştir.

Alfabe değişimi hakkında bu kararı Nazarbayev Egemen Kazakistan gazetesinde yazdığı makalesinde beyan etmiştir. Cumhurbaşkanı, 2017 yılının sonuna kadar Kazak dilinin Latin alfabesiyle yazılması için bir standart belirlenmesini beklediğini yazmıştır.

Milletlerarası Türk Akademisi’nin bilgilerine göre, 34 harften oluşan alfabe-proje Azerbaycan’da ve Türkiye’de ortak kullanılan alfabe esasında hazırlanacak ve kabul edildiği takdirde ilk aşamada kısıtlı düzeyde kullanılsa da belirli bir süreçte bütün Türk dilli ülkelerin kullanması için tavsiye edilecektir.

Sallı: Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasın, Kazakistan’da kabule şâyan görülen alfabenin, Türk dünyası için hiçbir fayda getirmeyeceğini, aksine çok mahzurlu olacağını yazmıştı.

Dr. İbrahimli: Özellikle belirtmek isterim ki Kazakistan’da 2025 yılına kadar Latin alfabesine geçmekle ilgili hazırlıklar devam etmektedir.

Ancak şu anda alfabe üzerinde çalışan kurumların hazırladıkları alfabe projesi yukarıda belirttiklerimizin tam aksinedir. Şu anda kabul edilen Kazak Latin alfabesi, diğer Türklerin günümüzde kullandıkları alfabelerden çok farklıdır. Özellikle bir meseleyi belirtmek isterim. 18-20 Kasım 1991 târihlerinde Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen ‘Milletlerarası Çağdaş Türk Alfabeleri Sempozyumu’nda bütün Türklerin kullanacağı ortak alfabenin projesi hazırlanmıştır. Sempozyumda Türk dünyasının o dönemdeki en büyük dilci âlimleri (Sempozyuma katılanlardan bugün de yaşayanlar var: Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, Prof. Dr. Ahmet BicanErcilasun, Prof. Dr. FirudinCelilov ve diğerleri…uzuntartışmalardan sonra bütün Türklerin kullanabileceği 34 harften oluşan ortak bir alfabe projesini kabul etmişlerdir. O alfabeyi bir tek Azerbaycan -iki harf hariç 32 harfi- kabul etti, diğer Türk devletleri kabul etmediler. Bugün Kazakistan’ın elinde Türk dünyasının da ortak kullanabileceği bir alfabeyi kabul etme şansı ve imkânı vardır. Bizim şahsî düşüncemize göre Kazakistan bu konuda dikkatli hareket etmelidir. Özellikle Türk dünyasının konuyla ilgili dilcilerinin (Ahmet BicanErcilasun, FirudunCelilov, Mustafa Argunşah, Ahmet Buran vd.) şu anda Kazakistan’da kabul edilen alfabeye kesin ve detaylı İlmî itiraz ve esaslı delilleri varken bence Kazakistan bu konuda çok dikkatli hareket etmelidir. Çünkü Türk dünyasının 20 yüzyılda üç defa alfabe değiştirmesinin hiç de sonraki aşamalarda faydalı olmadığını açık şekilde gördük.

Çetinoğlu: 2018 yılında Marmara Üniversitesi’nde yapılan sempozyumda, Kazakistan temsilcisinin de imzaladığı ‘Sonuç Bildirgesi’nde ‘tavsiye’ mâhiyetinde ifâdeler var. Bana öyle geliyor ki, bu maddeler, Kazakistan için yazılmıştır. İnşallah dikkate alınır.

Dr. İbrahimli: Kazakistan, artık Türk dünyasının önder devletlerinden biridir; ister politik, ekonomik ister medenî, ilmî açıdan günümüzde tüm Türk devletleri ile en üst düzeyde ilişkiler kurmaktadır. Kazakistan, kabul edeceği alfabedeki unsurları göz önünde bulundurup daha kolay yazılabilen ve diğer ülkelerde de kullanılan bir alfabe kabul ederse, düşüncemize göre, bu gelecekte de Türk dünyası için çok faydalı olacaktır.

Sallı: Muhterem hocam, kardeş ülkelerin ortak bir alfabe ve ortak bir târih oluşturma gayretleri, bütün iyiniyetli çabalara rağmen, bir sonuca ulaşamadı.Şimdi her kardeş ülke kendi alfabesini oluşturmaya çalışıyor. Bir gün bütün kardeş ülkelerin ortak bir alfabe kullanmaları, okullarında ortak târih kitapları okutmaları konusunda düşünceleriniz nedir?

Dr. İbrahimli: Türk dünyasında alfabe tartışmaları Azerbaycanlı aydın Mirze FetaliAhundov tarafından 19. yüzyılın ortalarından başlamış. O dönemde maksat alfabeyi reform etmek veya karışık Arap alfabesini değiştirmekti. Alfabe konusu o kadar tartışmalı konudur ki… Kısaca özetleyelim. Ahundov’la başlayan alfabe meseleleri günümüzde de devam ediyor. 1926 senesinde Bakü’de düzenlenen Birinci Türkoloji Kurultayda da en çok tartışılan konu oldu. Parantez açıp bir konuya değinmek istiyorum. Alfabeden doktora tezi yazan, onu araştıran biri olarak diyebilirim ki, târihte hiçbir toplum Türkler kadar alfabe değiştirmemiş, farklı alfabe kullanmamışlar (yazılı belgelerde 20’den çok alfabe kullandığımız belirtiliyor). Daha çok Göktürk, Arap, Kiril, Latin alfabelerini kullanmışız. Belirttiğim gibi günümüzde de tartışmalar devam ediyor. Bugün için en uygunu bir birimizin alfabesine yakın bir alfabe kabulüdür (Latin kaynaklı). Ama gönül ister ki 34 harften oluşan Ortak Türk alfabesini kabul etmeleri. Okuyup anlamamak bir kenara kalsın hiç olmazsa bir birimizin yazılı edebiyyatını, târihini okuyalım. Bugün Türkiye ve Azerbaycan bir-birini her kademede okuyor, anlamamak zorluğu olabilir tabiîdir. Ancak okuyor. Çünkü alfabeleri bir iki karekterden başka aynıdır.

Çetinoğlu: Efendim, şahsım ve Kemal Bey kardeşim adına çok teşekkür ediyorum. Gerçekten çok faydalı bir mülâkat oldu. Daha kolay hatırlanması ve hâfızalara yerleşmesi için bir özet lütfeder misiniz?

Dr. İbrahimli: Türk dünyasında günümüzde de en büyük problem olan alfabeyle ilgili neler yapılabilir, hangi önlem ve öneriler olabilir, kısaca bunları belirtmek istiyorum:

Sallı: Lütfedersiniz Efendim…

Dr. İbrahimli: İlk olarak, Latin alfabesini sık kullanmayan veya Kiril alfabesiyle eş zamanlı kullanan ülkelerde (Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan’da kesin olarak Latin alfabesine geçilmesi lazım.

Yapılması gereken en önemli işlerden biri de bütün Türk devletlerinin, ortak alfabe çalışmalarına bir an evvel başlamalıdır.

Oluşturulacak ortak Latin alfabesinde Türk lehçelerindeki ortak sesler için ortak harfler kullanılmalıdır. Bu alfabe, mümkün olduğu kadar pratik ve kolay olmalıdır. Ortak alfabenin bütün Türk halklarına öğretilmesi ve bu alfabenin kullanılması için dilcilere de önemli görevler düşmektedir. Türk dünyası ortak edebiyatının kaynak eserleri olan destanlar, masallar, ninniler, atasözleri her cumhuriyette yayımlanmalıdır. Bu edebî eserlerin bütün Türk dünyasının ortak ürünleri olduğu bilinci yaygınlaştırılmalıdır.

Bu alfabede bütün Türk dilli cumhuriyet ve toplulukları için gerekli işâretlerin tamamı belirtilmelidir.

Ortak alfabeyle ilgili araştırmalar, çalışmalar yapmak üzere Türk cumhuriyetlerindeki dil enstitülerinin, dil kurumlarının desteğiyle milletlerarası araştırma enstitüsü kurulmalıdır. Bu enstitüde Türk dünyası ortak iletişim dili oluşturulmalı; ortak alfabe, ortak imla, ortak söz varlığı, ortak terimler üzerine çalışmalar öncelikli olarak yürütülmelidir.

Yeni oluşturulacak ortak alfabenin ve gelecekte oluşturulacak ortak iletişim dilinin (ortak Türkçe) siyâsî dairelerde büyük oranda kullanılması gerekliliği göz önünde tutularak konunun Türk dilli devletlerin hükümetleri düzeyinde ortaya atılması net sonuçların elde edilmesine sebep olacaktır.

Türk asıllı milletler arasında ortak alfabenin oluşturulması için sürekli dil kurultayları, sempozyumları düzenlenmeli, her yıl bir Türk cumhuriyetinde yapılmalıdır. Kurultaylarda ortak alfabenin oluşturulması şartları bütün incelikleri ile ele alınmalı, gelişmeler izlenmeli, problemler çözümlenmelidir. Bu kurultaylarda zaman içerisinde ortaya çıkabilecek durumlarla ilgili ortak çözüm yolları, devlete bağlı kuruluşlara teklif şeklinde gönderilmeli ve her ülkede yürürlüğe konulmalıdır.

Belirtmeye çalıştığım bu konuların çözümü hemen hemen hepsi alfabeye bağlıdır. Bugün Türk dünyasının dilde birliğinin temel anahtarı, alfabedir. Alfabede birlik sağlanamazsa asla ortak konuşma (iletişim) dili de ortaya çıkmaz. Yapılacak bu çalışmalarla ortak iletişim dilinin oluşturulması alfabe birliğinin ve söz varlığının etkisi ile sağlanacak ve ortak iletişim dilinin temelini oluşturacaktır.

Sallı: Ben de çok teşekkür ediyorum. Size ve sizin gibi, Türk dünyasının geleceğimi sağlam temeller üzerinde inşa etmeye çalışan Azerbaycan ziyalılarına saygılar sunuyor, hoş bahtlık diliyorum.

Dr. ELÇİN İBRAHİMLİ:

15 Mart 1985 tarihinde Azerbaycan Cmhuriyeti Naxçıvan Özerk Cumhuriyeti Nehrem’de doğdu.

2002-2006 Bakü Devlet Üniversitesi Doğu Bilimleri Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans, 2006-2010’de Kafkas Üniversitesinde yüksek lisans yaptı.

Elçin İbrahim Türkolojinin çağdaş meseleleri, karşılaştırılmalı dilbilimi, Türk lehçeleri, ortak Türkçe, Ortak İmla gibi konularda 112 ilmî makalesi yayınlanmış, 4 kitabı, 1 ders programı, çeşitli konularda 6 eserin tercümesini yapmıştır. Birçok milletlerarası ilmî kongre ve sempozyuma katıldı. İlmî makaleleri Türkiye, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Polonya, Kazakistan, Özbekistan, Tataristan, Arnavutluk, Romonya. Kırgızistan, Moğolistanda yayınlandı.

2013-2017 yıllarında Azerbaycan Millî Bilimler Akademisi Nesimi Dilbilimi Enstütüsü Türk Dilleri bölümüde araştırma görevlisi olmuş, 2017’de “Türklerde ortak imla ve ortak alfabe problemleri” konulu doktora tezini savunmuş 2018’de Dr. unvanı almıştır.

2016 Azerbaycan Millî Bilimler Akademisi Yüksek Kurumunun yayın organı olan Milletlerarası Türkologiya Dergisinin yazı işleri müdürü görevine tâyin edildi. 2018 yılında Azerbaycan Millî Bilimler Akademisi Nesimi Dilbilimi Enstütüsü Türk Dilleri bölümü müdürlüğüne tâyin edildi.

Türkoloji araştırmaları sebebiyle, Elçin İbrahim’e 2016 yılında “Hoca Ahmet Yasevi Türk Dünyası Hizmet madalyası, ilmî araştırmalarından dolayı Azerbaycan Millî Bilimler Akademisi tarafından 2016 yılı “Yılın genç ilim adamı” madalyası, 2018 yılında türkoloji alanındaki araştırmaları için, Kazan Fderal Üniversitesi tarafından “Lev Tolstoy” madalyası, 2019 senesinde Almanyada faaliyet gösteren Türklerin Dünyası Milletlerarası Enstütüsü tarafından “Türk dünyasına hizmet” madalyası verilmiştir.

E. İbrahim Türkiye Türkçesinden-Azerbaycan Türkçesine, Azerbaycan Türkçesinden-Türkiye Türkçesine tercümeler yapıyor. 2019 senesinde Azerbaycan Cumhuriyeti Bakanlar Kuruluna bağlı Tercüme Merkezinin lisanslı tercümanıdır.

İyi derecede Türkçe, İngilizce orta derece Rusça biliyor.

Evli ve iki çocuk babasıdır.

Yayınlanmış Eserleri: Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Dil Meseleleri (Azərbaycan Xalq Cümhuriyyəti: Dil Məsələləri) (Bakü, 2018), Türk Halklarının Ortak Alfabe, İmla ve Konuşma Dili (Türk xalqlarının ortaq əlifba, imla və ünsiyyət dili) (Bakü, 2018), Azerbaycan Kahramanlık Salnamesinde Nehremli Şehitler (Azərbaycan qəhrəmanlıq salnaməsində nehrəmli şəhidlər) (Bakü, 2019), Şeyxülislam Yehya Efendi Divanının Söz Varlığı (İstanbul, 2019),

Tercümeleri: Dimitri Glukovski. Metro 2033, (2013), Ahmet Haldun Terzioğlu. Tomris Han, (2016), Mustafa Yörü. İshak Kuşu, (2016), Aynur Tutkun. Hayatta İhmal Edilmeyecekler-Aile ve Çocuk, (2016), Baheddin Ögel. Türk Mifolojisi 2 Cilt, (2017), Namık Kemal Zeybek. Türk İnancı – Tanrı, (2018), Aleksandr Düma. Siyah Lale, (2019

ALFABEYE STALİN’DEN DAHA BÜYÜK KÖTÜLÜK…

Prof. Dr. AHMET BİCAN ERCİLASUN

Kazakistan’ın Latin alfabesine geçmesi haberini sevinçle karşıladık. Bunu hem bir medeniyet projesi, hem de Türk dünyası alfabelerinin birbirlerine yaklaştırılması adımı olarak değerlendirdik. Zaten akıllarına, bilgilerine, açık düşünceli olmalarına güvendiğimiz Kazak aydınlarının, Kazak politikacılarının ve Kazakistan’ın başkanı Nazarbayev’in böyle bir adımı mutlaka atacaklarını da düşünüyorduk.

Fakat gündeme gelen yeni alfabe tasarısı bizi hayal kırıklığına uğrattı. Bu tasarıyla ilgili haberin doğru olmadığına inanmak istiyorum. Yine de gündemdeki tasarıyla ilgili düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım.

Kazakistan Parlamentosu’na sunulduğu belirtilen yeni alfabe 25 harfli olacakmış ve içinde gh, sh, ch, zh, ae, oe, ue gibi harfler varmış. Yani bu harfler, Türkiye’deki alfabe ile karşılaştırırsak sırasıyla ğ, ş, ç, j, (açık) e, ö, ü harflerinin karşılığı olacakmış.

Bir başka ifadeyle tek ses için iki harf kullanılacakmış. Bunun sebebi de noktalı ve çengelli harfler istenmemesi imiş. Noktalı ve çengelli harfler teknolojiye uygun değilmiş.

Görüşlerimizi madde madde sıralayalım:

1-Latin harflerine geçmenin bir sebebi medenî dünyaya adım atmak ise bir sebebi de akraba olan Türk halklarının alfabelerini yaklaştırmaktır. Stalin 1937-1940 yılları arasında bütün Türk halklarını Kiril alfabesine geçirtti. Stalin’in amacı Türk halklarını birbirlerinden uzaklaştırmak idi. Bu sebeple alfabelerine de çok ayrılıklar koydurdu. Aynı ses, Türk halklarında farklı farklı harflerle gösterildi. Yeni Kiril alfabeleri, Stalin’in ayır buyur politikasının sonucu idi. Şimdi Kazakistan; Türkiye’den, Azerbaycan’dan, Türkmenistan’dan tamamen farklı bir alfabe kabul ederse bu, Türk halklarına Stalin’den daha büyük kötülük olur.

2-Noktalı ve çengelli harflerin teknolojiye uygun olmadığı doğru değildir. Bu fikir, teknolojik gelişmelerin gerisinde kalanların fikridir. Bugünkü teknoloji, noktalı, çengelli, çizgili… her türlü harfi çok kolay üretebilen bir teknolojidir.

3-Çağdaş medeniyetin temsilcileri oldukları düşünülen Batı ülkelerinin alfabelerinde de noktalı ve çengelli harfler vardır. İngilizcenin küçük harfleri arasında i, j; Fransızcada i, j, ç, é, è, ê; Almancada i, j, ä, ö, ü; Polonya alfabesinde ą, ć, ę, i, j, ł, ń, ó, ś, ź, ż harfleri bulunmaktadır.

4-İngiliz, Fransız, Alman alfabelerinde tek sesin iki veya üç harfle gösterilmesine çok rastlanır. Bunun sebebi, bu alfabelerin çağdaş olması değil, tam tersine tarihî alfabeler olmasıdır. Yüzyıllarca önce kullanılmaya başlanan bu alfabelerde iki veya üç harf, o dillerde yüzyıllarca önceki telaffuzu gösterir. Mesela bugün Fransızlar mösyö dedikleri hâlde mon sieur yazarlar. Çünkü yüzyıllarca önce öyle söylüyorlardı ve bu da ‘benim efendim’ anlamına gelmekteydi. Târihî alfabelerin özelliği, söyleyiş değiştiği hâlde yazılışın değişmemesidir.

5-Çağdaş bir alfabe yapılırken, Batı ülkelerinin yüzyıllarca önce kullanmaya başladığı târihî (ve bugün için artık ilkel) olan alfabelerin örnek alınması mantıksızdır. Çağdaş bir alfabede her ses için ayrı bir harf olması çok daha mantıklı ve kullanılışlıdır.

6-Kazaklar da çağdaş bir alfabe yaptıklarına göre ‘tek sese tek harf’ prensibini benimsemelidirler. Bu prensibe göre iki sesli oldukları hâlde bugünkü Kazak Kiril alfabesinde tek harfle gösterilen И ve y harflerine gerek yoktur. Bunlar iki sesli diftonglar olduğu için yeni Latin harfli yazıda iy / ıy / y ve uw / üw / w olarak gösterilmelidir.

7-Tek sese tek harf prensibi yanında diğer Türk halklarına yaklaşmak da önemli bir prensip olmalıdır. Bunun için Türkiye ve Azerbaycan’daki seslerle aynı olan Kazakça sesler için bu alfabelerdeki harflerin aynısı kabul edilmelidir: ç, ğ, i, j, ö, ş, ü. Kazakçada olup da Türkiye’de olmayan sesler için Azerbaycan ve Türkmenistan’ın yeni alfabelerinde bulunan q, ñ harfleri; onlarda da olmayan çift dudak v’si için w harfi kabul edilebilir. Açık e için ya Azerbaycan’ın kabul ettiği ә, ya da Alman alfabesindeki ӓ kabul edilmelidir.

Gündemde olan 25 harfli tasarı haberinin yanlış olduğunu ümit ediyor; Kazakistan’daki bu önemli reformda aklıselimin galip geleceğine inanıyorum.

SİYASİ CİNAYETLER DOSYASI : İranlı ajan suikastında yapay zeka izi


İranlı ajan suikastında yapay zeka izi

İran istihbaratının yapay zekâ ile ilgili çalışma yürüten birimlerinde çalışan Vardanjani’nin kozmik mesleki bilgilerinden ötürü öldürülmüş olabileceği öğrenildi

SABAH, İranlı ajan Masoud Molavı Vardanjani (Mesut Mevlevi) suikastı ile ilgili çok çarpıcı bilgilere ulaştı. İran istihbaratının yapay zekâ ile ilgili çalışma yürüten birimlerinde çalışan Vardanjani’nin kozmik mesleki bilgilerinden ötürü öldürülmüş olabileceği öğrenildi.

ANNESİNE ANLATTI
Vardanjani’nin annesi Kobra Karimi Vardanjani, oğlunun Tahran Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü mezunu olduğunu, üniversite sonrası yapay zekâ üzerine doktora tezini tamamladığını ve İran devletinin uçak yapım projelerinde rol aldığını söyledi. Anne Vardanjani, oğlunun bir ay önce kendisini aradığını ve "Tehdit ediliyorum, öldürüleceğim" dediğini de aktardı. Anne Kobra Karimi Vardanjani, Anne, oğlunun, "Seni kim, neden öldürmek istiyor?" sorusuna ise "Ne kadar az şey bilirseniz o kadar iyi" cevabını verdiğini söyledi.
Şüpheli ifadelerine göre ajan Masoud Molavı Vardanjani, İran gizli servis yapılarından biri olan Sepah’ı 400 bin dolar dolandırdığı gerekçesiyle öldürüldü. Ancak İranlı ajanın, dolandırıcılık maskesi altında yapay zekâ ile ilgili çalışmalarından ötürü hedef seçilmiş olabileceği ihtimali üzerinde duruluyor.
Vardanjani’nin sosyal medya hesaplarından ulaşılan web sitesinde karşı istihbarat, siber istihbarat, siber güvenlik, siber savaş, istihbarat analizi, İran Devrimi, siber psikop, bilginin siber istihbarat ortak vücudu ile ilgili makaleler bulunduğu da tespit edildi.
İranlı ajanın ölümünden sorumlu tutulan şüpheliler şunlar: Abdülvahap Koçak, Cengiz Akın, Serkan Tan, Veli Sarı, Birol Özdemir, Aşkın Bulduk, İran uyruklu Amin Parvazi, Sina Forouhar, Mehran Aslanikalkhoran, Houtan Khezerlou, Mirhadi Hosseinikhatibi, Ahmad Firouzi, Ali Esfanjani. Bu şüphelilerden Cengiz Akın ve İran uyruklu Ali Esfanjani firari.

Suikast sonrası, azmettirici olduğu ifade edilen Ali Esfanjanı (sağda), Siyavash Abazarı desteği ile İran’a böyle kaçmıştı.

ADAM BAŞI 25 BİN DOLAR
Şüphelilerden Serkan Tan da ifadesinde Ali Esfanjani’nin, Vardanjani’nin bulunup getirilmesi konusunda kendisinden yardım istediğini ve bunun karşılığında 25 bin dolar teklif ettiğini söyledi. Aynı teklif Amin Parvazi’ye de yapıldı.
1988 doğumlu Vardanjani 14 Kasım 2019’da saat 21:53 sıralarında Şişli Esentepe Mahallesi Ecza Sokak’ta tabancayla vurulmuş ve kaldırıldığı hastanede ölmüştü.

KUMAN TÜRKLERİ DOSYASI /// EKREM HAYRİ PEKER : Anadolu’ya yerleştirilen Kumanlar (Manavlar)


EKREM HAYRİ PEKER : Anadolu’ya yerleştirilen Kumanlar (Manavlar)

24 Mart 2018

1327’de Kocaeli yarımadasının büyük bir bölümü Osmanlı kumandanı Akçakoca Bey (Kocaeli ismi Akçakoca’dan gelir) tarafından Bizanslılardan alındıktan birkaç yıl sonra Orhan Gazi tarafından İzmit şehri de alınmış, Şile çevresinde ise Anadolu’dan getirilen Türkmen aşiretleri iskân ettirilmiş, yöre Türkleştirilmeye başlanmıştır. Yıldırım Beyazıt döneminde kumandan Yahşi Bey Şileyi 1391 ve 1395 yıllarında iki kez fethetmiştir. Bizanslıların Şile’yi geri almak için gösterdikleri çabalar sonuç vermeyince, 1401 yılında yapılan anlaşma ile Şile’nin Türk toprakları olduğu resmileştirilmiştir. Şile çevresine yerleştirilen Türkmen aşiretlerinin lakapları kurdukları yerlere isim olmuştur. Çengiloğulları (Çengilli), Gökmenler (Gökmaslı köyü), Hasanoğulları (Hasanlı köyü), Çitaklar (Çataklı köyü), Karamanoğulları (Karamandere köyü), Yakupoğulları (Yakupku), İsaoğulları (İsaköy) gibi. Köydeki yerli halka “Manav” denilmektedir.
Manav Türkleri Özellikle Batı Anadolu’da yoğunlaşan Türk halkı. Anadolu’ya göç ederek gelen Türklerden bazıları yerleşik hayata geçerek tarım faaliyetlerinde bulunmaya başlamışlardır. Buna bağlı olarak manavlık ; “Yerleşik Türkmen Topluluğu”, “Türkçe dışında dil bilmeyen”, “Hareketli nüfusa karşın yerini değiştirmeyen, devamlı olarak orada oturan”, “Batı Anadolu’ya dışarıdan gelen (göçmen/muhacir) ve göçebelikten yerleşmiş (Yörük) nüfus dışında eskiden yerleşmiş köylüler” olarak tanımlanmaktadır.
*
Manav kelimesi, öz-Türkçe bir sözcüktür. Türkmenin göçmeyenine manav denilirdi. Manav deyimine “Orhun kitabelerinde de rastlanmaktadır. Bey anlamına gelmektedir. Manav sözcüğünün; Türkistan’daki Kazak-Kırgız ve Sibirya’daki Yakut (Saha) Türkleri’nde kullanılan, koruyucu soylu kişi ve boy beyi anlamına gelen “Manap” ve “Manag”dan geldiği sanılmaktadır. Eski Türkçede “v” sesinin olmamasından dolayı, “Manap” sözcüğündeki “p” ve “Manag” sözcüğündeki “g” sesinin yumuşayarak “Manav” sözcüğünün ortaya çıktığı düşünülmektedir.
Kırgızistan’daki Manas destanında yer alan ve soylu beylere verilen Manap ifadesi Manavların Manas destanıyla ilgili olduklarını da gösterir. Bazı köylerde yapılan araştırmalarda, Balkanlar’dan Anadolu’ya geçen ve Bizanslılar tarafından Batı Anadolu’ya tampon maksatlı yerleştirilen Kuman-Kıpçak-Peçenek Türklerinin Oğuz Türkleriyle kaynaşmasıyla ortaya çıkan Türk grubu olduğu görüşünü benimseyen Türkologlar da mevcuttur.
Türkologlara göre, Manavların, Türk soylu olduğunu gösteren en önemli delil, Mongolid karakteristikleridir; Manavlarda gözlerdeki çekiklik ve yuvarlak yüz hatları hemen fark edilebilir. Son derece uysal, mülâyim ve başkası tarafından söylenenlere fazla karşı çıkmayarak yani tartışmayarak geleneksel yaşamlarını sürdüren Manavlar kendi ifadeleri ile “yedi kez düşünmeden adım atmayan” bir yapıya sahiptirler. Bu uyumlu ve uysal yapıları, başkalarına “sen bilirsin” ya da “siz bilirsiniz” ifadesinin sık kullanılmasında da kendini göstermektedir. Manav Türkleri, uzun yıllar Rum köyleri ile komşuluk yapmışlar ve uyumlu kişilikleriyle onlarla iyi geçinmişlerdir.
Tüm manav köyleri dini açıdan “Sünni-Hanefi”dir.
Kendilerini Manav olarak ifade eden Türkler ağırlıklı olarak Batı Anadolu’da ve Marmara bölgesinde yaşamaktadır. Manavların ve manav köylerinin bulunduğu iller şöyledir: Sakarya, Düzce, Eskişehir, Bilecik, Bursa, Kocaeli, Balıkesir, Çanakkale, İstanbul (Şile, Ağva, Ömerli), Tekirdağ, Manisa, İzmir, Antalya, Konya, Afyon, Uşak, Kütahya, Bolu, Ankara-Nallıhan, Zonguldak, Kastamonu, Mersin, Isparta, Yalova, Diyarbakır (Çermik, Çüngüş)
Rum medeniyetinin içinde Balkanlar’dan gelip Bizans kralı tarafından Anadolu’ya yerleştirilen ve doğudan gelen akınlardan korunmak amacıyla yerleştirilen sayısı azımsanmayacak kadar Türki Peçenek-Kıpçak-Kuman-Uz topluluğu da vardı. Bizans kayıtlarına göre, Müslüman-Türkler Anadolu’ya gelmeden önce binlerce Türkçe kendilerini Manav olarak ifade edenler ağırlıklı olarak Marmara, Ege, iç Anadolu’da yaşarlar. Manav yerleşimlerinin olduğu yerler şöyledir:
İstanbul, Tekirdağ ,Kırklareli, Sakarya ,Düzce, Bolu, Karabük, Zonguldak, Kastamonu, Kocaeli,Yalova, Bursa, Bilecik, Balıkesir, Çanakkale,Eskişehir, Kütahya, Uşak,İzmir,Manisa,Afyon,Konya, Ankara, Kırşehir, Burdur, Isparta, Antalya,Adana, Mersin, Muğla…
*
Laszló Rásonyi’nin Doğu Avrupa’daki Türklük adlı Selenge Yayınlarından 2006 yılında yayınlanmış kitabının 214. sayfasında Kargala sözcüğü konusunda şu bilgiler vardır: Küçük Kumanistan’da Kunszentmiklós şehri çevresindeki bir yerin adıdır.
Büyük Kumanistan’da ise Karga yer adları vardır. Kargala adı herhalde Kargalı’dan, sık sık zikrettiğim -ı>-a ses değişmesiyle meydana geldi. Turgay ve Orenburg çevresinde de Kargalı yerine Kargala yer adları mevcut idi. Bu yerler Macaristan ile ilgili yer adlarıdır. Aynı kitabın 256. sayfasında “Kumanların Moğollardan kaçmış bakiyeleri, mesela 1240 sıralarında dahi Anadolu’da yerleştirilmişti” ifadesi kullanılmaktadır. Kumanların diğer adı Kıpçak’tır. Kıpçak sözcüğü sarışın, mavi gözlü, açık tenli insanlar için kullanılmaktadır. Aynı kitabın 155. sayfasında Kumanların 1237’de Bizans İmparatoru Johannes Vatatzes tarafından Anadolu’ya yerleştirildikleri de yazmaktadır. Bu yüzden Kargalar adının Kargala sözcüğü ile ilişkisi dikkate alındığında bu köye ilk yerleşenlerin Kuman Türkleri olduğu açıkça görülebilir. Kastomonu’daki Şeyh Şaban-ı Veli türbesinde de bir mezar taşında “Kumanoğlu Hüseyin Efendi 1762” yazmaktadır. Bu mezar taşı bu tarihlerde bile Kastomonu bölgesinde Kumanların yaşadığını açıkça gösterir.
Kumanlar Karadeniz havalisindeki atlı göçebe halklardandır. Kargalar köyünde de 1960’lara kadar at kültürünün varlığı bu köy yerleşiminin Kuman yerleşimi olduğunun ispatı olarak görülebilir. Bir başka özellikleri de Kuman-Kıpçak adının hiddetli, kızgın, öfkeli insanlar anlamında komşu kabileler tarafından kullanılması da bu halkım tipik özelliğidir.
Kumanlar saç tıraşlarını kafalarını yülüyerek yapmaktadırlar. Bilge Umar’ın İnkılâp Yayınlarında 1993’te basılan Türkiye’deki Tarihsel Adlar adlı kitabının 388. sayfasında Karga-Kargı sözcüklerinin Anadolu’daki dağ ve burun adlarında beklenebileceğinden pek çok daha fazla sayıda olarak karşımıza çıktığı yazılmaktadır. Yazar Karga-Kargı sözcüklerini Karaka-Kırakalı adlar gibi Luwi dilinden ya da onun ardılı dillerden gelme Karka-Kıraka (doruk yeri, uç yeri, çıkıntı yeri) anlamlarını verdiği görülmektedir. Yazarın bu sözcükleri Luwi diline bağlamaya çalışarak zorlamasına katılmak mümkün değildir. Laszló Rásonyi’nin kitabının 131. sayfasında Kuman kabileleri sayılmış bunlardan Mısır-Memluk Sultanı Kalavun’un Burçoğlu kabilesinden olduğu yazılmıştır.