GÜNDEM ANALİZİ : Bir başka emekli komutan bakın ne diyor ????


Bir başka emekli komutan bakın ne diyor ????

Londra’da bir gün IISS’de bir konferans vardı.

Konu Türkiye olduğu için konferansa gittim.

Birkac konuşmacı Türkiye hakkında "jeo-politik önemi tarihi vb. " konularda konuşma yaptı.

En son bir profösör çıktı kürsüye.

Türkiye’nin modernleşme tarihi hakkında oldukça bilgili olduğu anlaşılıyordu.

Konuşmasında Osmanlinin yükselişi ve duraklama dönemini birkaç cümleyle anlattıktan sonra gerileme doneminde çöküşü durdurmak için gösterilen cabalardan bahsetti.

Sonra da 3.Selim döneminden başlayarak cumhuriyet donemi inkilaplarına kadar modernleşme sürecini özetledi.

Bu anlatim sirasinda; "Osmanlı’da modernleşme sureci ordu ile basladigindan 1980’lere kadar modernleşmede öncülüğü ordu mensupları yapmistir. " anlaminda ifadeler kullandi .

***

80 darbesinde de ordunun ülkeyi iç savaşın eşiğinden döndürdüğünü ilave etti.

Soru cevap sürecine gelindiginde soru soranlardan PKK sempatizani oldukları sordukları sorulardan anlaşilan birkaç kişi PKK olaylarini çarpitarak ordu ve turkiye’yi suçlar tarzda sorular sordular.

Profesör bu soruları detaylı bir şekilde cevapladı.

Özet olarak "PKK silahlı bir terör örgütüdür.

Dünyanın hangi ulkesi olursa olsun silahli teror orgutlerine silahla karşılık verir.

Türkiye kendini savunmaktan daha fazlasını yapmamistir. " dedi.

Sonra yine Turkiye vatandaşı olduğu anlaşilan biri söz aldi. "

Profesör askerlerin Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşmesinde öncü rol oynadigi iddianiz bana abartili ve tutarsiz bir iddia gibi geldi.

Ayrica 80 darbesini ovuyormuş gibi gorunen ifadelerinizi demokrasinin dogum yeri olarak bilinen İngiltere’nin bir profosöründen duymuş olmaktan dolayı çok şaşırdım. " dedi .

***

Profesor "Sanirim vaktimiz dolmak uzere bu sebeple soylediklerinize kisaca cevap verecegim.

Türkiye’de demokratikleşme yönündeki ilk köklü adım 2.Meşrutiyettir.

Meşrutiyet subaylarin cogunlukta oldugu Ittihat ve Terakki Partisi tarafindan ordu mensuplarinin onculugunde gerceklestirilmistir.

Cumhuriyet’i kurup saltanati kaldiranlar da başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere askerlerdir.

Bu yadsinamaz bir gercektir.

Ben asker degilim.

Burada askerleri ovmek gibi bir endise de tasimadan tespit ettigim gercekleri soyledim.

Peki neden askerler onculuk etmişlerdir?

Çunku Turklerin modernlesme sureci Ordunun modernlesmesi ile baslamistir.

Sanayi olmadigi icin avrupadaki gibi burjuva sinifi Osmanlida ortaya cikmamistir.

Ticaret de Turklerin elinde degil azinliklarin elindedir.

Universiteler ve sivil egitim askeri okullarin acilmasindan cok sonra yayginlasmaya baslamistir.

Fakat bu okullar cumhuriyet donemine kadar yetersiz kalmistir.

Okuma yazma orani cok dusuktur.

Okuyup yazanlarin da cogu askerdir.

1920’ler Turkiyesinde sivil aydin kesim neredeyse yok denecek seviyededir.

Doktor gibi ilk açılan sivil egitim kurumlarindan mezun olanlar bile avrupa ile kiyaslanmayacak kadar azdir.

Yani o donemde aydin denince akla gelen askerlerdir.

Bu sebeple modernlesme surecinde subaylar oncu rol oynamistir.

1980 darbesine gelince o dönemde tum dunya iki kutuplu düzenin sebep oldugu kanli olaylarla karşi karsiya kalmistir.

Avrupa’da da bircok ulke kanli catismalar yasamistir.

Italya’da basbakan kacirilip oldurulmustur.

Almanya’da kanli olaylar yasanmis ama Alman siyasetciler sorumluluk alip sert tedbirlerle olaylari kontrol altina alabilmistir.

Ingiltere ve diger Avrupa ulkelerinde de teror eylemleri yasanmistir.

Avrupa’da siyasetciler ve devlet kurumlari halkin ve aydinlarin destegiyle bu olaylari kontrol edebilmislerdir.

Ama bircok Asya Guney Amerika ve Afrika ulkesi ayni basariyi gosterememistir.

Bu sebeple bircok ulkede ic savas yasanmistir.

Bazi ulkelerde rejimler degismis bazi ulkeler bu ic savaslarda bölünmüştür.

Diger bazi Asya Ortadogu ve Guney Amerika ulkelerinde ise bu bölünme sureci askeri darbelerle durdurulmustur.

Elbette askeri darbeler demokratik bir ulke icin istenmeyen bir seydir.

Ama 80 darbesi ile Türkiye iç savaş yaşamaktan ve hatta bölünmekten kurtulmuştur.

Darbe oncesinde her gun onlarca patlama ve silahli saldirida onlarca insan olurken darbecilerin aldigi sert tedbirlerle olaylar kisa surede sona ermistir.

Ustelik Turkiye’de ordu bazi Asya Ortadogu Guney Amerika ve hatta Guney Avrupa ulkelerinde oldugu gibi hicbir zaman omur boyu suren ve babadan ogula geçirilmeye calisilan askeri diktatorlukler kurmamıştır.

Darbelerden sonra en kisa surede tekrar parlementer sisteme gecilmistir.

Turkiye’nin sorunu ordunun otoriter eğilimleri degil sivil elitin yetersizligidir.

Elbette askeri darbeleri desteklemiyorum ama insan hayatinin kutsal oldugunu dusunuyorum.

Bu anlamda iç savaş yaşanip yuzbinlerce insan olecegine sivil siyasetciler ve aydinlarin beceriksizligine halkin yasami ve devletin butunlugunu kurban etmek istemeyen bir askeriyenin tutumunu da anlayabiliyorum. "

***

Profesorun cumleleri muhtemelen bire bir boyle degildi ama aklimda kaldığına gore bunlari ifade etmişti.

Konferanstan sonra gidip kendisi ile biraz sohbet ettim.

Adam Turk tarihi ve toplum yapimiz hakkinda bizim aydınlarımızla karşılaştırılamayacak kadar çok şey biliyordu.

Bunu gorunce cok uzuldum.

Bizim derdimiz ne askeri darbeler ne siyasal islam ne de bolucu teror.

Bunlar asil sorunumuzun sadece bir sonucu.

Asil sorunu cozmeden bunlari cozemeyiz.

Cunku bunlari yaratan asil sorunumuz.

Kendi tarihini bilmeyen kendi halkini tanimayan bu yuzden ya rusca ya çince ya amerikan ingilizcesi ya Almanca-Fransizca-ingilizce veya Arapca gibi yabanci lisanlarla halkin sorunlarina recete yazmaya calisan siyasetci aydin sanatci vb. kesimlerdir.

***

Bu kesimler turkce recete yazmayi becerebilselerdi darbeler de olmazdi feto ve turevleri de olmazdi 80 oncesi anarsisi de olmazdi 80 darbesi de olmazdi pkk teroru de olmazdi.

Kimse sucu disarida veya baska bir yerde aramasin.

Tarlayi duzgun capalamayan zararli otla urun verecek olan bitkiyi ayiramayan birinin tarlasinda saglikli ve bol urun almayi beklemesi ahmakliktir.

Suc komsu tarla sahibinde ayrikta kanyaşı’da degil sorumlulugunu yerine getiremeyen tembel bilgisiz beceriksiz kisilerdedir.

GÜNDEM ANALİZİ : Suriye – Filistin Cephesi


Suriye – Filistin Cephesi

Geçenlerde tarihte kayıp özne olan Osmanlı’nın son dönemlerinde olan Kut Zaferi (Kut-ul Amare Kuşatması – 1916) bahsetmiştim bilenler bilir.

A – Şimdi de size çok tartışmalı olan Nablus Cephesinden bahsedeceğim.

Nablus Savaşı diye bilir çoğu kişi fakat Batı’da karşılığı Armageddon yani El-Megiddo savaşı. Bizim o dönem Suriye kazâmız olan “Mecidiye” bölgesine doğru ilk harekât yapıldığı için bu adı almaktadır. Bizde de Atatürk Nablus tepelerinde olduğu için Nablus savaşı olarak bilinir.

Yahudilerin Araplara bahsettiği Armageddon olmuş da haberimiz yok diyebiliriz.

Savaş ile ilgili ingiliz kaynaklarına göre asker sayıları şu şekildedir:

Allenby komutasında 69.000 İngiliz (12.000’i süvari), 35.000 Türk askeri mevcut. Arap Emirinin Oğlu Faysal’ın ordusu’nu hesaba katmamışlar bile. Onlara göre 25.000 Türk etkisiz hale getirilmiş ve 10.000 kişi kuzeye kaçmıştır.

LİNK : http://www.historyofwar.org/articles/battles_megiddo1918.html

Bilmek isteyenler için yazayım. O dönemde savaşlar sırasında uydudan gözetleme ihtimali olmadığı için telgraf tellerine bağlı orduların haberleşmesi. Her top atışı demek bağlantı kesilmesi demektir.

Şimdi gelelim diğer meseleye.

B – Bu savaşta iki tarafın nicelik olarak değil nitelik olarak ne durumdaydı:

1) İngiliz ordusu tam donanımlı ve son teknoloji silahlara sahiptir

2) Türk ordusu Sina yarımadası savaşları dahil olmak üzere çok kez saldırı hattına gitmiş ve yorgun düşmüştür. Silahlar ise Almanlar verdiyse belki iyidir.

3) Türk ordusunun Çanakkale’de de bildiğiniz gibi yiyecek yemekleri ve kıyafetleri olan varsa şanslıdır. O dönem herkes cephelerde olduğu için üretim durmaya yakın olmuştur.

4) İngilizler sömürge nüfusları sayesinde sürekli üretim olmuştur.

5) Faysal, Dürziler vb. bazı faktörler hesaba katıldığında iş daha vahim oluyordu. Cephe arkasında ve çöl taraflarında sürekli arka tarafa baskın yapılıyordu. Telgraf tellerini kesme ve ikmal yollarını kapama gibi durumlar olmuştur.

Atatürk 7. Ordu başına geldiğinde Gazze’de başlayan savaş Lübnan sınırına gelmiştir. Kudüs’ü kutsal mekan olduğu için tek kurşun atmadan terk eden kişi belki eleştirilebilir belki.

Asıl saldırı ile askeri harcayan komutanlar kim ise onlara laf etmeleri gerekirken gidip en son kaybedilecek orduyu kurtaran kişiye saldırılması art niyetli bir durum olduğunun göstergesidir.

C – Birinci dünya savaşını adım adım okursanız şunu görürsünüz:

1) Hava şartları savaşın kaderinde çok etkili olmuştur.

Alman – Fransız Cephesi, Sarıkamış, Filistin-Suriye

2) Saldıran taraf her zaman çok üstün sayıda asker ve cephane kaybetmiştir.

Alman Fransız cephesinde her saldıran kesim ordusunun yarısını kaybedip oturmuştur aşağı. Kazancı ise çok cüzî olmuştur.

3) Osmanlı askerleri ilk aşamalarda eski kültürde olduğu gibi sürekli saldırı içerisinde olmuştur gücü tükenip geri çekilmeler başlayana kadar.

Sina cephesi, Kars cephesi örneklerine bakarsanız faciaların da en çok bundan çıktığını görebilirsiniz.

D – Şimdi gelelim savaşın seyrine.

Savaşta ilk başta iki tarafın Ordusu düz bir hat şeklinde dizilmişlerdir.

İngiliz ordusu iki kat daha büyük olduğu için tek bir cepheye yüklenip bu hattı yarma hedefinde olmuştur. Bunun da en güzel yolu ova olan sahil şerididir.

1.gün

İngilizler 8. Ordu ve sahil bölgesine yüklendiği için o bölgede olan ordu Mecidiye kazasına kadar geri çekilmiştir. Nablus cephesi o sırada harp sebebiyle geri çekilen 8. ordu ile iletişime geçememiştir.

2. gün

O gün 8. Ordu çok toprak kaybetmiştir. Tüm sahil İngilizlerin eline geçmiştir Mecidiye düşmüştür. Lübnan’a yakın bulunan Yıldırım Orduları gelen İngilizler o bölgeye geldiğinde arkada cephe almıştır fakat kıyı şeridinin boşluğundan dolayı arkalarından dolaşan birlikler onları esir almıştır. İngilizlerin 7. ordunun arkasına sızma ihtimali arttığı, ordusu büyük zarar gördüğü ve demiryolları işgal edildiği için iki gün sonra Atatürk geri çekilmeye başlamıştır.

5. Gün

8. Ordu batı mevzilerini tamamen kaybetmiştir. Yıldırım ordularının olduğu arka mevzileri ele geçiren ingilizler 8. Ordu’nun gittiği şehri ele geçirmiş ve onların esir düşmesine sebep olmuştur. Atatürk ise şu an Şeria nehrinden doğuya (Ürdün bölgesi) geçerek ordusunu Haleb’e doğru çekmiştir.

E – Cephe Hakkında Çıkan Karalama Kampanyaları

Faysal’ın ordusunun baskın yaptığı yerlerden geçirmeseydi şu an belki de o ordu da Şam’a doğru çekilirken esir duruma düşecekti.

Bunu incelemeyen ve öğrenmek istemeyen birileri üzerinden manipülasyonlar ile insanları kandırmaya çalışmaktadır.

Şu an Türkiye’de Mecidiye savaşını bu kadar hezimet diye aktaranlar, zamanında Kadir Mısıroğlu ile Keşke Yunanlılar galip gelse diyen Yahudi artıkları olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim.

İngilizlerin sözlerini tutmadığını şu altta bulunan Faysal’a söz verilen toprakların hangilerinin nasıl verdiklerini tarihi analiz ederek anlayabilirsiniz. Hiçbirisi verilmediği gibi istediği büyük Arap İmparatorluğu yerine ailesinin arasında paylaşılmış şekilde üç parça çöl topraklarını vermiştir.

Aynı zamanda Filistin’de yapılan Müslüman açık Hapishanesinin kurulmasına sebep olmasını gördüğünüzde hangi tarafın Müslümanların yada hiç olmazsa Arapların da gerçek dostu olduğunu görebilir.

Gelelim o haberleri yapanlara (Sinirlerinizi Bozabilir):

1) http://www.haber7.com/tarih-ve-fikir/haber/1207000-filistin-suriye-cephesinde-neden-kaybettik

El – Lecun muharebesi diyerek ne kadar olaya yabancı kaldıkları ve başkaları tarafından servis edildiği görülebilir. Mecidiye lan bu savaş. Abdulmecid’e de Abdel-Megiddo yada Abdel-Lecun der bunu yazan Allah bilir.

2) LİNK : http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/vehbi-kara/el-megiddo-nablus-bozgunu-14867.html

Olayları bilip bilmeden konuşmak bu olsa gerek. 8. Ordu nerede 7. Ordu nerede bilmeden doğru yada yanlış bir haber mi diye teyit etmeden servis etmiş yazıları.

Bakmanızı tavsiye etmem fakat Müslümanlar eğer bu yazılar ile birlikte tüm kaynaklara baktığında hangisinin daha gerçekçi olduğunu anlayacaksınız rahat bir şekilde.

Bu da Türk anlatımı ile Nablus savaşı:

LİNK : http://blog.milliyet.com.tr/anlatilamayan-savas–nablus-meydan-muharebesi-/Blog/?BlogNo=557737

F – Misak i Millî Sınırları

Yabancı kaynaklar Musul olaylarını ayrıştırıcı makale yaptıklarında farkında olmadan bir gerçeği de bize göstermişlerdir.

Hep merak ederdim Misak-ı Milli sınırları nereden başlıyor nereye kadar gidiyor diye. Çok büyük bölge etnik olarak Müslümanlar çoğunluğu (Avrupa’da olan adıyla Türk) sağlıyordu balkanlarda.

Haber detaylarında da gördüğünüz üzere sınırlar sadece Batı Trakya ile değil Doğu Rumeli’de dahil tüm orta Balkanları kapsıyor.

LİNK : https://www.washingtonpost.com/news/worldviews/wp/2016/10/21/the-history-of-mosul-in-five-maps/?utm_term=.335b3b637a12

Ctrl + F yapın ve şunu yazın.

The Turkey that never was

Harita cuk diye karşınıza çıkacaktır. Resim aynı zamanda altta bulunmaktadır.

Gördüğünüz gibi aslında Misak-ı milli hedeflerimiz o zaman daha Mübadele yapılmadığı için Selanik şehrinden Gümrü (Ahıska Türkleri) bölgesine kadar her yeri dahil etmiştir.

Aynı zamanda şu an bile İdlib bölgesinde yaşayan Türkmenlerin sınırların o dönem nereye kadar inmesi gerektiğini açık bir şekilde göstermektedir.

G – Sonuç

Vatan kolay kazanılmadı. Gerçekleri görmek ve kabul etmek büyük meziyettir. İftira atmak ise hiç kimseye yaramamaktadır.

Bonus olarak size 1 Kasım 1918 sınırlarını gösteren fotoğraf aşağıdadır. Orada İngiliz orduları ile Faysal kuvvetlerinin nasıl birlikte Şam’a kadar ilerledikleri, Mekke şerifinin nasıl hala Osmanlı için direndiğini rahatlıkla görebilirsiniz.

Birinci Dünya savaşını inceleyen birisi Osmanlı’nın Sırbistan’dan sonra en çok oranda sivili kaybettiği görülecektir. Sırbistan %24 Osmanlı %14 oranında. Sürekli saldırı taktiği, teknoloji ve iç karışıklıkların etkisi büyüktür bunda.

Hadi neyse Sırbistan için Pirus (Pyrrhus) Zaferi oldu ve koca Yugoslavya devletini kurdu. Osmanlı için ise büyük bir yıkım oldu. Atatürk olmasaydı ve Türkiye kurulmasaydı şimdi Osmanlı hayalleri olanlar bunu dile getiremeyecek kadar tarihe gömülmüş olurdu.

Tarihi haritalar ve yabancı kitapları okumayan kişiler aslında Serv Anlaşmasını sunan batılıların tercihleri arasında en Osmanlıyı var eden anlaşma olduğunu bilmiyorlardır.

Yabancı Arşivlerin birisinden çekilmiş bir fotoğraf vardı zamanında. O fotoğraflarda İç Anadolu dahil her yeri başkasına veren fotoğraflar vardı.

Amerikan veya İngiliz Muhipleri cemiyetleri paylaşımlarda ne kadar tepki gördülerse Serv anlaşmasına razı gelmeleri sağlanmış.

Tabi sonradan Kurtuluş savaşı verildi de o zaman kaybedilen toprakların bir kısmı geri alındı. Tabi alınamayan nicelerinin yanında o dönem olan şartlarda çok üstün bir başarı olarak kabul edilebilir.

Osmanlı devam etseydi Cumhurbaşkanı yerinde Padişah’ın olacağını da çok iyi biliyordur Erdoğan. Çok özlem duyduysa kimliğini umursamaz yerini bırakabilir istediği gibi Osmanlı Hanedanına. Akp içerisinde Osmanlılara bırakıyorum deyince de laf eden birisi çıkmaz tahminimce.

GÜNDEM ANALİZİ /// MÜYESSER YILDIZ : ”İçimizdeki Bizanslıların” Hazırlığından Haberiniz Var mı ???


MÜYESSER YILDIZ : ‘‘İçimizdeki Bizanslıların’’ Hazırlığından Haberiniz Var mı ???

E-POSTA : konuk_yazar

20 Temmuz 2020

Müyesser Yıldız, Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu G4 Blok, 18 Temmuz 2020

Irak’tan Libya’ya, Ege’den Azerbaycan-Ermenistan hattına etrafımız ateş çemberi; ama biz neredeyse bir buçuk aydır sadece Ayasofya’yı konuşuyoruz.

Mecburen bir Ayasofya yazısı daha yazmam gerekti. Neden mecburen?

AKP Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararını eleştirenleri, “içimizdeki Bizanslılar” diye nitelendirdiği için. Bu sözün ucunun Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’e kadar uzanabileceği yorumları yapılırken Kurtulmuş, Orhan Pamuk vs. gibi isimlerden söz etti.

Kurtulmuş’tan önce, iktidarın gazetesi Yeni Şafak’ın yazarlarından Tamer Korkmaz da “içimizdeki Bizanslılar” demeden bazı isimleri hedef aldı. Korkmaz’ın saydığı isimler arasında Fener Rum Patriği Bartholomeos da vardı.

Bartholomeos’un 15 Temmuz’da “ne haltlar karıştırdığını”, “FETÖ’ye yardım edip etmediğini” soran Korkmaz ayrıca Patrik’in Fetullah’ı çok sevdiğini vurgulayıp, “darbenin ardından Türkiye’ye ışınlanması planlanan Fetullah Hainini ‘ilk tebrik ziyaretinde!’ kuvvetle muhtemeldi ki, kendisini ‘ne kadar çok sevdiğini’ söyleyecekti” iddiasında bulundu.

Bilindiği gibi Bartholomeos Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararından önce bir açıklama yaptı. Bunun hayata geçirilmesinin milyonlarca Hıristiyan’ın İslam’a sırt çevirmesine yol açacağı uyarısında bulunan Patrik, “Aklıselimin üstün gelmesini umuyorum. Türk halkı, bu anıtın evrenselliğini vurgulama sorumluluğuna sahiptir.”dedi.

Yine Lambriniadis

Karardan sonra Bartholomeos herhangi bir açıklama yaptı mı bilmiyorum, ama sadece Rum-Yunan cenahı değil ABD açısından da en az Bartholomeos kadar önemli bir başka isim konuştu. Bu isim İstanbul doğumlu ve bir Türk vatandaşı olan Elpidophoros Lambriniadis…

Geçen yıl Fener Rum Patrikhanesi tarafından ABD’deki Rum Ortodoks Kilisesi Baş Piskoposluğuna atandı.

Kendisine Bartholomeos’un veliahdı diyebiliriz. Türkiye’den ABD’ye giderken “Ruhban Okulu’nun açılması başta olmak üzere Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlarda Beyaz Saray nezdinde lobi faaliyetlerinde bulunacağını” anlattı. ABD’ye indiğinde havaalanında Trump tarafından görevlendirilen ABD Sağlık Bakanı’nca karşılandı. Aynı bakan Lambriniadis yemin törenine de katıldı.

Lambriniadis ABD’ye gittikten çok kısa bir süre sonra da Beyaz Saray’da Trump tarafından ağırlandı.

Bu isme daha önce birkaç kez dikkat çektim. Neden?

Çünkü geçen yıl, göreve başlayalı henüz bir ay olmuşken Kıbrıs Barış Harekat’ımızın yıldönümünde, “Kıbrıs İşgalinin 45. Yıldönümü” başlıklı bir açıklama yayınladı. Kıbrıs Amerikan Örgütleri Federasyonu’nun düzenlediği “Kıbrıs’ın İşgali” törenine katıldı.

Milli Mücadele’mizin başlangıcı olan 19 Mayıs’a, Yunanistan gibi “Pontus Soykırımı”dedi.

29 Mayıs İstanbul’un Fethi’nin yıldönümünde de “Konstantinopol’ün düşüşü”nü andı. Dahası, Twitter hesabından Fener Rum Patriği Bartholomeos’un fotoğrafıyla birlikte şu mesajı paylaştı:

En önemli olan şey; Hıristiyan Roma İmparatorluğu’nun mirasının Ekümenik Patrik’in kutsal şahsında ve bu güne dek varlığını sürdüren Büyük Kilise’nin süregelen yardımcılarında vücut bulmuş olmasıdır.”

Bir Türk vatandaşı olan Lambiriniadis’in bu faaliyetlerinin hiçbiri Ankara’nın kılını kıpırdatmadı. Takip edebildiğim kadarıyla yalnızca İYİ Parti Denizli Milletvekili Yasin Öztürk “Ne oluyor?” diye soru önergeleri verdi.

Türkiye Karşıtı Fitili Ateşledi

Nihayetinde bu isim Ayasofya ile ilgili karardan hemen sonra da Başpiskoposluk Meclisi adına tüm Ortodokslar’a oldukça geniş kapsamlı bir çağrıda bulundu. Çağrıda öncelikle şu dikkat çekici ifadeler kullanıldı:

Son doksan yıldır müze ve kültürel anıt olarak kurumsallaştırılan, Mesih’in Büyük Kilisesi, Kutsal Bilgelik’in muhterem katedrali Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürüldüğü ıstıraplı günler… Bu korkunç ve gereksiz eylem tüm Ortodoks Hıristiyanları aslında dünyadaki tüm Hıristiyanlar ile tüm inançlı ve iyi niyetli insanları ağır yaraladı… Yas tutuyoruz… Yüzyıllar boyunca Konstantinopolis’e denizden veya karadan yaklaşan herkes Ayasofya’nın, Şehirlerin Kraliçesi’ni çevreleyen devasa duvarları üzerinde yükselen ihtişamını seyretti… O, Ortodoksluğun tam olarak kalbiydi, hala da öyle… Uzaktaki Ortodoks halklarını birbirine bağlayan Ekümenik konseylerin Ortodoks inancının bir sembolü olarak kaldı.”

Ardından, “Bu nedenle olanlara yanıt olarak Pentecost Günü’nde Havariler’e yöneltilen soruyu soruyoruz: ‘Kardeşler, o zaman ne yapmalıyız?’” deyip ilk olarak şunları söyledi:

Tanrı’ya, Ekümenik Patrik’imizin ve İstanbul’un Kutsal Ekümenlik Patrikliği’nin şahsında yaşayan Büyük Mesih Kilisesi’ni koruması için yalvarmalıyız. Tanrı’nın ortaya çıkıp inanç topluluğumuza ve aslında Türkiye’deki tüm dini azınlıklara karşı tezahür edebilecek her kötü niyeti dağıtması için dua etmeliyiz.”

Son bölümde ise şöyle konuştu:

Ve biz ayağa kalkmalıyız, sevgili Hıristiyanlar. Ayasofya’nın sessiz taşları için ayağa kalkmalı ve konuşmalıyız. Bu özgür Amerika ülkesinde Hıristiyan komşularımıza ve dostlarımıza gitmeli ve onların dualarını ve yardımlarını istemeliyiz. Yükselmeli ve seçilmiş liderlerimizle konuşup, yalnızca insan çeşitliliğine değil; ulusların, dinlerin, ırkların ve etnisitelerin birlikte barış ve uyum içinde yaşamasına izin veren statükoya da saygı duyan çağdaş anlayışa yapılmış bu meydan okumayı, vicdanlı ve doğrucu bir biçimde hareket ederek, mümkün olan her biçimde protesto etmelerini talep etmeliyiz.

Ayağa kalkmalıyız ve Tanrı’nın halkı olarak seslerimizi Washington eyaletinden Washington DC’ye kadar duyurmalı ve kalbimizi kaybetmemeliyiz, inancımızı kaybetmemeliyiz veya cesaretimizi kaybetmemeliyiz; çünkü mücadelemiz uzun olsa da, esas umudumuzdan yoksun değil. Bugün yaşayan ve Ayasofya’nın kilise ve cami olduğu dönemleri hatırlayan kimsenin olmadığını hatırlayın. Herkes onu ikisinden ilki [kilise] olarak, Parthenon ve Mısır Piramitleri ile eşit seviyede sayılan ve onurlandırılan bir uluslararası anıt olarak biliyor. Hıristiyanlar ile Müslümanlar için ve Tanrı’ya inancın dünyayı nasıl dönüştürebileceğine tutulmak isteyen tüm insanlar için bir karşılaşma yeri olmak şeklindeki mevcut durumunu sürdürmesine izin verilmelidir.

Bu nedenle, Ortodoks Hıristiyanlar olarak, haklı bir nedeni olan vicdanlı insanlar olarak ayağa kalkalım. Varlığımızı ve seslerimizi duyuralım. [Bu uğurda] Harcanan her nefesiniz, bizim mesajımızı taşıyarak dünyayı süpürecek olan ‘gürleyen güçlü bir rüzgâr gibi, Cennet’ten gelen bir sese’ eklenecektir – nefret içeren değil; sevgi, edep, anlayış ve karşılıklı saygı içeren.

Umudumuzdan asla vazgeçmeyeceğiz, inancımızdan asla vazgeçmeyeceğiz ve sevgimizden asla vazgeçmeyeceğiz.

Bilgelik, ayağa kalk!”

Bu çağrının anlamı mı?

Fatih Kaymakamlığı’na bağlı olan Fener Rum Patrikhanesi’nin Sen Sinot (meclis) üyesi ve de Türk vatandaşı olan bu kişi, ABD’de ve dünyada ülkemize karşı başlatılacak belki de son zamanların en büyük lobi faaliyetinin fitilini ateşleyip başını çekiyor!

Ne alakası varsa, sanki Ayasofya ülkemizin tapu senedi olan Lozan Antlaşması’yla müzeye çevrilmiş gibi Lozan’a göndermede bulunanlar var.

Siz Ayasofya’yı Lozan’a bağlamayı bırakın da önce Lozan’da Fener Rum Patrikhanesi’nin İstanbul’da kalmasına, “Sadece Rumların dini işleri ile ilgilenmek ve siyasetle uğraşmamak” şartıyla izin verildiğini hatırlayın. Sonra her ikisi de Türk vatandaşı olan Bartholomeos ve Lambiriniadis’ten, “ Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz?” diye hesap sorun.

Ama gayet iyi biliyoruz ki birilerinin gücü ancak bu ülkenin gerçek evlatları olan Barış’a, Murat’a, Hülya’ya, bana ve nice sahipsize yetiyor.

Sincan’dan Silivri’deki Barış Pehlivan’a, Hülya Kılınç’a, Murat Ağırel’e ve açık cezaevindeki tüm dostlara kucak dolusu sevgiler…

GÜNDEM ANALİZİ /// Osman Başıbüyük : Bu Kuşatmayı Yarmalıyız


Osman Başıbüyük : Bu Kuşatmayı Yarmalıyız

E-POSTA : osmanbasibuyuk

İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamlamıştır. 1986 yılında Işıklar Askeri Lisesi, 1990 yılında Hava Harp Okulundan mezun olmuştur. Uçuş eğitimini 2’inci Ana Jet Üs K.lığında tamamladıktan sonra kol uçucusu, lider ve öğretmen olarak Türk Hava Kuvvetlerinin çeşitli filolarında F-104 ve F-16 uçaklarında pilot olarak görev yapmıştır.

02 Eylül 2020

Sünni temelli Nakşibendî tarikatının iki kolu birbiriyle anlaşamazken, kabileler halinde yaşayan Arapları birleştirip onların liderliğine oynamak boş bir hayaldir. Türkiye’nin boş hayaller peşinde koşacak lüksü yoktur. Bu kafaları değiştirip laik Türkiye’ye dönmek zorundayız.

Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 02 Mart 2020 (Güncelleme-02 Eylül 2020)

Kaynak: The World Bank

Zor bir yazı olacak. Bilgisayarın başına geçmekte tereddüt ettim. Sonra düşündüm. Kurmay subay susmaz. Biz görevimizi yapalım. Yetkilileri uyaralım. Dinlemezlerse sorumluluk onların olsun.

Soğuk Savaş’ın Yarattığı Kuşatma Etkisi

Orta Çağ’da kuşatma savaşları vardı. Şehri koruyan kalın kale duvarlarını yıkacak silah olmadığından fethin yolu şehri kuşatmadan geçiyordu. Yapılması gereken şey, kaleyi kuşatan orduyu, içeridekiler pes edene kadar besleyebilmek ve sabırla beklemekti. 3-5 ay sonra kale içerisindeki yiyecek ve su tükendiğinde, şehrin teslim olması kaçınılmazdı.

Türkiye, 2’nci Dünya Savaşı’ndan, 1990’ların başına kadar devam eden bir kuşatma altında yaşadı. Soğuk Savaş’ın başlaması, kutuplaşmayla birlikte bizi Batı kutbuna, NATO’ya mahkûm etmişti. Kuzeyimizde Sovyetler Birliği vardı. Karadeniz’deki diğer iki komşumuz, Romanya ve Bulgaristan da Doğu Blokunun üyeleri olarak kuzeybatıdaki kuşatmayı tamamlıyordu. Güneydeki iki komşumuz, Irak ve Suriye de Sovyetler Birliği’ne yakınlıkları nedeniyle hasmımızdı. Doğuda İran, Batı’da Yunanistan ile düşmandık. Türkiye’nin her tarafı kuşatılmıştı. Bir ülke ticaretinin en az yarısını komşularıyla yapar. Biz yapamıyorduk. Bu kuşatılmışlığın da etkisiyle 1990’lı yıllara kadar hep ekonomik krizlerle boğuştuk.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Türkiye’nin etrafını saran sanal düşman kuşağı birdenbire ortadan kalkmıştı. Sınır kapılarımız komşularımıza açılınca, ticaretimiz patladı. Kuşatmayı yaran Türkiye, büyük bir gelişme ivmesi yakaladı. 3 tarafı denizlerle çevrili Anadolu coğrafyasında kurulan bütün devletler büyümüş, imparatorluk olmuştu. Genç ve dinamik bir nüfusa sahip Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye’yi de böyle bir gelecek bekliyordu. Dünyayı yöneten güçler açısından bakarsanız, buna müsaade edilemezdi.

Soğuk Savaş Haritası Kaynak Pinterest

1990’lı yıllarda ülke, kimlik siyasetine zorlandı. Önce etnik temelde Kürt meselesi kaşındı. Bu yeterli olmayınca arkasından mezhep temelinde yeni bir fay hattı yaratmak maksadıyla Siyasal İslam iktidara getirildi. Bu kimlik siyaseti bizi halen de devam eden iç mücadelelere mahkûm etti. Ama ülke o kadar güçlüydü ki bir türlü yıkılmadı. Darbe ve iç savaş denemeleri bile başarısız olmuştu. Emperyal güçlerin başka bir yöntem denemesi gerekiyordu. Anladığımız kadarıyla şu an Orta Çağ’ın kuşatma taktiğinin günümüz sürümünü deniyorlar.

Batı mı Avrasya mı?

Daha önce yazmıştık tekrar hatırlatalım. 2011 yılında esmeye başlayan “Arap Baharı” rüzgârlarıyla birlikte Tunus, Libya, Mısır ve Suriye karıştı. Bir süre sonra bu rüzgârı estirmekte kullanılan Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin)’in liderleri soluğu İstanbul’da aldı. Gizli bir güç, bu saatli bombayı kucağımıza bırakmıştı. Çok geçmeden AKP Hükümeti, Müslüman Kardeşler’in hamiliğine soyundu. Biz PKK’yı nasıl görüyorsak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Ürdün gibi birçok Arap ülkesi de Müslüman Kardeşler’i öyle görüyordu. Bu örgüt, bahse konu ülkelerin rejimlerine karşı büyük bir tehdit oluşturmaktaydı. Biz bu örgütü himayemize alınca söz konusu ülkelerle ilişkilerimiz bozuldu, neredeyse düşmanlık noktasına sürüklendik[1].

AKP Hükümeti, Haziran 2016’da CIA’nın tezgâhladığı, iç savaş çıkartmayı amaçlayan FETÖ darbe girişiminden sonra Batı’yı, Avrasya ile dengeleme stratejisine soyundu. Rusya, İran ve Çin ile iyi ilişkiler geliştirme çabasına girişti. Ancak bu çaba uzun süreli olmadı. Yanlış ekonomi politikaları neticesinde ülke, yine paraya sıkışmıştı. Üretimden uzaklaşan Türk ekonomisi, yeni bir döviz krizi ile karşı karşıyaydı. İşin kötüsü, ülkeden sermaye kaçışı da başlamıştı. Borç artarken yatırımlar düşüyor, bunun bir sonucu olarak işsizlik artıyordu. Tüketimin daralması aynı zamanda bütçe açığı demekti. Enflasyon ve bütçe açığı, zam olarak halkın sırtına binmişti. Yerel seçimlerde 10 büyük şehirden 6’sının kaybedilme sebeplerinden birisi de buydu. AKP Hükümetinin acil para bulması gerekiyordu. Dünyanın belki de tek para kaynağı ise Batılı küresel sermayeydi.

Kaynak: Yurt Gazetesi

Ama Batı ile aramız pek iyi değildi. ABD ve NATO’nun bütün itirazlarına rağmen Rusya’dan S-400 hava savunma füzelerini almıştık. Washington’un, PKK/YPG’yi silahlandırmasına sert tepki göstermiş, bütün tehditlerine rağmen resti çekip Barış Pınarı operasyonu ile Fırat’ın doğusuna girmiştik. Bu yaptıklarımız doğruydu. Batı’nın baskılarını Avrasyacılık ile dengeliyorduk. Fakat denge politikası para etmiyordu. Parasız bir şey de yapmak pek mümkün değildi. İktidarda kalmanın en önemli şartı, ekonomiyi rahatlatacak miktarda para bulmaktı. Batıya yanaşmaktan başka çare yok gibiydi.

Bu noktada AKP Hükümeti’nin karşısında iki önemli sorun duruyordu: 1) AKP Hükümeti, ABD’nin darbe tezgâhladığını, FETÖ’nün elebaşını hâlâ ülkesinde beslediğini, Türkiye’yi bölmek isteyen PKK/YPG’yi silahlandırdığını söyleyerek seçmenlerini partiye bağlı tutmuş, MHP’yi yanına çekmişti. ABD’nin Türkiye’ye yönelik izlediği politikalarda hiç değişiklik olmamışken şimdi birdenbire U dönüşü nasıl yapılabilirdi? Partiye oy veren büyük kitlelere bunu anlatmak pek kolay değildi. 2) Ankara, Batı’ya kafa tutmuştu. Batı ile Doğu arasında bir denge politikası izlemek yerine Batı’yı Rusya ve Çin ile müttefik olmakla tehdit eden bir politika izlemişti. Şimdi kapılarını çalarak Batı’dan nasıl borç isteyecekti?

AKP Hükümeti, bu çelişkileri yaşarken, gölge CIA Stratfor’un kurucusu George Friedman imdada yetişti. Friedman, MUSİAD’ın düzenlediği Vizyoner 2019 toplantısında mealen; “siz çok büyüksünüz, kabuğunuzu kırmak için sınırlarınızın ötesine geçmeniz lazım, Amerika Suriye’yi terk edince Türkiye bölgede önemli bir güç haline geldi, yavaş yavaş Suriye’ye doğru hareket etmelisiniz, biz size yardım ederiz” dedi[2].

George Friedman ve Recep Tayyip Erdoğan MUSİAD zirvesinde. Kaynak: Yeniçağ Gazetesi

Friedman şunu çok iyi biliyordu: AKP’li kadroların Osmanlı’yı yeniden canlandırma hayali vardı. Amaçları Türkiye’yi yeniden İslam’ın lider ülkesi yapmaktı. Bu hedef için Müslüman Kardeşler örgütünü kullanma niyetleri barizdi. Türkiye’yi biraz teşvik etmek, biraz heveslendirmek, biraz da iteklemek yeniden BOP eşbaşkanlığına soyunması için yeterli olabilirdi. Friedman da bunu yaptı.

Kuşatma Stratejisinin Kilit Taşı Cihatçılar

ABD, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra dünya hegemonyası için Afganistan ve Irak’a operasyon yapmış fakat bunda başarılı olamamıştı. Obama döneminde “Stay Behind” denilen arkada durup maşa kullanma stratejisine geri döndü. Avrupa’nın savaşacak askeri yoktu. ABD’li askerler de her seferinde Washington’a ayak diretiyordu. Ayrıca konvansiyonel operasyonlar, bütçeye büyük yük getirmekteydi. Robot askerler devreye girene kadar kendileri adına savaşacak bir taşeron bulmaları gerekiyordu.

Bu iş için cihatçı savaşçılar biçilmiş kaftandı. Kendilerini Afganistan, Bosna ve Çeçen savaşlarında ispatlamışlardı. Bu adamlar gözlerini kırpmadan ölümüne savaşıyordu. Hatta aralarında canlı bomba olup kendilerini patlatınca cennete gideceklerine inananlar bile vardı. İşin ilginç yanı, bu adamlar sadece kendi ülkelerinde değil cihat uğruna nereye götürsen orada savaşıyordu. Aldılar bu adamları önce Libya’ya götürdüler. Kaddafi öldürülüp Libya parçalanınca gemilere doldurup Suriye’ye getirdiler.

Cihatçılar. Kaynak: Al Masda News

Şimdi İdlib bölgesinde bu cihatçı Amerikan-İsrail özel kuvvetleri sıkışmış durumda. Rusya, Çeçen Savaşı’nda olduğu gibi gelecekte tekrar başına bela olmasın diye bu adamların kökünü Suriye’de kazımak istiyor. Eğer bu cihatçıların kökü kurursa, yakın zamanda yetiştirip başka Müslüman ülkeleri istikrarsızlaştıracak tohum kalmaz. İşte İdlib krizi bu noktada patlak verdi.

Rusya bu cihatçı savaşçılarla birlikte 3,5 milyon nüfusu üstümüze sürüyor. Cihatçı savaşçılar arasındaki Amerikan-İsrail ajanları da bu operasyonda büyük pay sahibi. Katkı verenler arasında İranlı milisleri de unutmamak lazım. Türkiye ne bu cihatçı savaşçıları ne de Suriyeli nüfusu kabul edecek durumda değil.

İdlip Tuzağı

Durum böyle olunca AKP Hükümeti hem göçü önlemek hem de cihatçı savaşçıların kontrolünü ele alarak Müslüman ülkelerin liderliğine soyunmak adına İdlib’e daldı. Rusların tepkisi sert oldu. Hava kuvvetlerinin yaptığı taarruzla 33 Mehmet’imizi şehit ettiler, 32’sini yaraladılar. Bu olay üzerine Türk kamuoyunda infial oluştu. Hava savunması olmayan birlikler, Rus uçaklarının cirit attığı ama Türk uçaklarının giremediği bir bölgeye kurbanlık gibi gönderilmişti. Bütün oklar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üzerine çevrildi. Yenilgi algısı, Erdoğan’ın puan kaybına hız katabilirdi. Acilen bu algıyı kırmak için taarruz etmek gerekiyordu. Rusya da 33 askeri birden şehit ettiği için kendisini suçlu hissediyordu. Bu ortamda muhtemelen zımni bir anlaşma oldu. Rusya, Türk SİHA/İHA’larının İdlib’e girmesine göz yumdu. Amaç, Türk kamuoyunun tepkisinin azalmasına yardımcı olarak Ankara’yı daha kolay masaya oturtmaktı.

Önce şu hususun altını çizerek devam edelim. Suriye’de biz Esad rejimi ile karşı karşıya değiliz. Karşı karşıya olduğumuz güç, Rusya ve İran’dır. Her iki ülkenin de Suriye’deki varlığı, Türkiye’nin çıkarlarına aykırıdır. Bu konuda hiç tereddüt yok ama âli menfaatlerimiz için dengeleri gözetmek durumundayız.

Savaş öyle bir şey ki insanı içine çekiyor. Kahramanlık ve intikam duygularıyla yanıp tutuşuyorsunuz. Ben bile eski bir F-16 pilotu olarak, Rus S-400’lerini susturup, uçaklarımızın önünü nasıl açarım, sonra Hmeymim ve Lazkiye’deki Rus birliklerini nasıl yok ederim diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Öfkeyle kalkan zararla oturur. Gemileri yakamayız.

Kaynak: DW

TSK, birkaç gündür SİHA ve uzaktan atılan güdümlü mühimmatlarla İdlib bölgesini ve Suriye içlerini vuruyor. En son iki adet Su-24 uçağını düşürdük. Suriye’ye ciddi zayiatlar verdirdik. Bu arada Rus hava kuvvetleri ve hava savunma sistemleri suskun kaldı. Sadece Suriye ordusu bizim füzeleri ve SİHA’ları vurmaya çalıştı. Ama bizim topraklarımıza yönelik karşı mukabelede bulunmadılar.

Rusya, dünyanın en gelişmiş silah sistemlerine sahip bir ülke. İstese bizim uçakların kalkış yaptığı İncirlik, Diyarbakır gibi üsleri veya sınırdaki harekât merkezimizi vurabilir. Ne yazık ki bizim Rusların balistik ve seyir füzelerini durduracak ne yüksek irtifa ne de alçak irtifa hava savunma sistemlerimiz var. Rusya gözünü karartsa, TSK’yı çok kısa sürede felç edebilir. Nükleer silahları hesaba katmıyorum bile. Fakat bunu yapmıyor. Çünkü yaparsa, Türkiye’yi tamamen Batı’nın kucağına iter. NATO’yla birlikte bütün dünyayı karşısına alır. Türkiye’den geçen enerji boru hatlarını kaybeder. Hatta boğazlardan geçişi engellenerek, Akdeniz’den silinir.

AKP Hükümeti bunu bildiği için biraz pervasız davranıyor. Ama Rusya’nın da bir limiti var. Daha fazla Türkiye’nin Suriye’ye taarruzlarına izin vermesi, Putin’i hem içeride hem de dışarıda zora sokar. Rusya zaman zaman İsrail’in Suriye’deki İran milislerine taarruz etmesine göz yumuyor. Taarruzlar, Suriye askerlerine yapılmadığı için Esad rejimi Putin’in bu ikili oynamasına pek ses çıkarmıyor. Ama Türkiye’nin taarruzları devam eder ve Rusya bunu durdurmazsa, Esad rejimi ile Rusya arasında ciddi bir kriz çıkması kaçınılmazdır. Diğer yandan Rusya’nın Türkiye’ye karşı koyamıyor görüntüsü vermesi, Putin’e iç politikada ciddi puan kaybettirecektir. Bu değerlendirmelerle, Rus Savunma Bakanlığı, Şam yönetiminin İdlib’deki hava sahasını kapatması ardından, bu bölgede uçan Türk uçaklarının güvenliğini sağlayamayacağını açıkladı. Yani Türkiye’nin İdlip’deki ilerlemesine devam ettirmesi halinde çatışma çıkacağını kibarca söylemeye çalışıyorlar.

Kaynak: DW

Dikkat Türkiye’nin Kuşatılması Tamamlanabilir

Eğer Rusya, bir uçağımızı düşürür veya yine onlarca askerimizi şehit ederse ne olur? İşte o zaman Türkiye’nin kuşatılması tamamlanmış olur. Şöyle ki; Suriye’de Rusya ve İran ile karşı karşıyayız. Çatışma aleni hale gelince Rusya, İran ve Suriye sınırlarımız kapanır ve ticaret biter. Mültecileri Avrupa’ya göndermeyi koz olarak kullandığımız için bir süre sonra Yunanistan ve Bulgaristan da sınır kapılarını kapatır. Avrupa göçü durdurmak için Türkiye’ye yaptırım uygulamaya başlar. Zaten Irak’la aramız iyi değil. Müslüman Kardeşleri himaye ettiğimiz için diğer Arap ülkeleriyle de papazız. Sonuç itibariyle Türkiye’nin kuşatılmışlığı tamamlanmış olur. Geriye sadece beklemek kalır. Bu katı kuşatılmışlık kısa sürede ekonomiyi çökertir. Batılı para babalarından büyük tavizler vererek borç almak zorunda kalırız. Kürt açılımı tekrar dayatılır. Uygun ortam hazırlandıktan sonra halk hareketi tetiklenerek Türkiye aynı Suriye gibi Kürt kantonlarına mahkûm edilmeye çalışılır.

Biliyorum çok kötü bir senaryo çizdim ama bir kurmayın görevi, en kötü senaryoya göre plan yapmaktır. Bu kuşatmayı yarmalıyız. Rusya bizim dostumuz değil ama menfaat ilişkilerini korumak durumundayız. Klişe laf; devletler arasında kalıcı dostluklar veya düşmanlıkları yoktur, menfaatler vardır. 5 Mart’ta Moskova’ya gidecek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuyu iyi düşünmesi gerekir.

Ama bu kuşatma tuzağının en kilit noktası hiç şüphesiz cihatçı savaşçılardır. Gözü dönmüş, beyni yıkanmış bu katil sürüsü, Müslüman ülkelerden başka hiçbir ülkeye zarar verememektedir. Selefi düşünce ve ürünü olan bu cihatçı savaşçıların varlığı, eninde sonunda Türkiye’ye silah olarak geri dönecektir. Eğer AKP Hükümeti’nin bu adamları kullanma gibi bir fikri varsa bir an önce bu hatadan dönmelidir. Adnan Tanrıverdi‘nin İslam Birliği Kongresi’nde ortaya attığı şeriat anayasası umarım bir meczubun kaleminden çıkmış bir hatadır. Yoksa Türkiye’nin cihatçı savaşçılar sayesinde yaratılan bu kuşatmayı yarması mümkün olmaz.

Sünni temelli Nakşibendî tarikatının iki kolu birbiriyle anlaşamazken, kabileler halinde yaşayan Arapları birleştirip onların liderliğine oynamak boş bir hayaldir. Türkiye’nin boş hayaller peşinde koşacak lüksü yoktur. Bu kafaları değiştirip laik Türkiye’ye dönmek zorundayız.

[1] https://veryansintv.com/reisin-rabia-isareti-israile-calisiyor/

[2] https://veryansintv.com/mehmetciki-dusunuyorsaniz-friedmanin-idlib-tuzagina-dusmeyin/

GÜNDEM ANALİZİ /// MÜRTEZA ÖZTÜRK : Tarikatlar, Anayasa ve Din İstismarı


Tarikatlar, Anayasa ve Din İstismarı

Türkiye, sanki ilk defa oluyormuş gibi 2 gündür sapık şeyhin tacizini konuşuyor. Uşşaki tarikatı şeyhi tarafından Sakarya’daki dergahta taciz edilen 12 yaşındaki kızın şikayeti ile gündeme gelen bu rezil hadise ile ilgili herkes kınama mesajları yayınlıyor ve ahkam keserek şeyhin ahlaksızlığından bahsediyor.

Yani bu olay ortaya çıkmasaydı sorun yoktu. Sahtekar şeyh rezilliklerine devam edecekti, dergah dedikleri istismar yuvası kapanmayacaktı.

Ülkede böyle bir olay ilk defa yaşanıyormuş gibi ağzı açık şekilde hayret nidaları ile “şaşırmış” gibi görünmek en büyük kepazeliktir. İkiyüzlülüktür.

Bakın beyler, bu olay ne ilktir ne de son olacaktır. Bugüne kadar yüzlerce taciz vakası yaşandı. Günümüzdeki tarikat ve cemaatlerin izlediği yol, Allah’a değil, kendi yarattıkları dinin kurallarına göre yaşamaktır. Onun da üç temel yasası vardır. Para, cinsellik ve makam. Bu üç hedef için uydurulmuş hadisleri, sözde evliyaların kitaplarını kaynak gösteren deliller sunarlar. Ve bu amaçları için her yolun mubah olduğuna inanırlar. Müritlerini de böyle yetiştirir, köle yaparlar.

Fatih Nurullah takma adlı Uşşaki şeyhi de böyle yaşadı ve ne zaman ki, bir olay ortaya çıktı kıyamet koptu. Bu tarikatların nasıl yozlaştığını bilenler bile büyük bir sahtekarlıkla olayı eleştiren konuşmalar yapmaya başladı.

Peki, dün neredeydiniz?

Daha birkaç hafta önce bu sahtekar şeyh “Devleti ele geçireceğiz” dediği zaman neden sesiniz çıkmadı? “Elimi öpen cennete gider” dediğinde neden tepki göstermediniz?

Yalnız Fatih Nurullah mı bu zihniyette olan?

“Ben Halidi kolundanım diyen cennete gider” diyen Cübbeli, Kadınları bir köle olarak gören, araba kullanmalarının haram olduğunu söyleyen Mahmut Ustaosmanoğlu ve diğerleri farklı mı sanki?

“Badeleme” dedikleri rezilliği din adına savunanları ve uygulayanları bilmiyor musunuz?

Ali Kalkancı’lar, Adnan Oktarlar, FETÖ’nün katalogla sattığı kadınlar, Menzil’in depremi durdurduğunu iddia eden şeyhi, Nurcuların ayet diye tanıttıkları Said’in saçmalıkları, Süleymancıların yurtlar imparatorluğu, Cübbeli’nin yanmaz kefeni ile peygamber terliği ve yüzlerce örnekleri olan din istismarları…

Bunları eleştirmiyorsunuz, çünkü onlar sizin mahalleden!

Bu yaraya ne zaman neşter vurulacak?

Türk gençliğinin cehalet ve ihanet yuvalarında heba edilmesi, onların devlete, millete karşı düşman olarak yetiştirilmesi, tarikatların insafına terk edilmesi kabul edilemez.

“Aklı bir kenara koymadan cennete gidemezsiniz”, “İyi ki, okumamışım” gibi akıldan ve ilimden kopartılarak heba edilen bir gençlikten söz ediyoruz.

Tarikatların veya yurtların müfredatı tamamen anayasaya aykırıdır. Hurafelerden ve hadis dedikleri düzmece rivayetlerden oluşan beyin yıkama, köleleştirme üzerine kurulu bir eğitim sistemi var.

Bu şekilde gençliği istismar etmek anayasal suçtur. Bunu yapanlar da izin verenler de suç işliyor.

Bakın, Anayasa’nın 58. Maddesi bu konuda ne diyor.

58. Madde

A. Gençliğin Korunması

Devlet, İstiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır.

Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.

Görüldüğü gibi, devletin görevi gençleri cehaletten korumak ve müspet ilim ışığında eğitmektir.

Şimdi soralım, Atatürk’ün resmine bile tahammül edilmeyen, müspet ilimin yasak olduğu bu cehalet yuvalarına neden gençlerin gitmesine izin veriyorsunuz?

Gençlik ve Spor Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı bu sorumluluklarını yerine getirmek için ne yapıyor?

Hiçbir denetime tabi olmayan, kapalı kapılar ardında uyuşturulan gençlerin gittiği cehalet yuvaları için ne gibi tedbirler alıyorsunuz?

Dahası, Türk gençliğini neden tarikatların insafına terk ediyorsunuz?

“Din ve vicdan hürriyeti var diyerek “ Anayasa’nın 24. Maddesini öne sürenler ve bu madde ile istismarlarına yasal kılıf arayanlara, yine aynı maddenin son paragrafında şunlar yazıyor:

Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.

24. Maddenin son paragrafındaki “istismar” için yüzlerce örmek verilebilir. Bunu için öyle geniş bir araştırmaya da gerek yok. Yıllardır basında çıkan binlerce yazı ve videoyu görmek yeterli. Üstelik bu yayınları yapanlar, açıktan açığa din istismarı yaptıkları halde bir yetkili de çıkıp haklarında tek kelime konuşmuyor. Soruşturma açılmıyor.

Para, cinsellik ve makam için tarikatların yaptığı din istismarını görmezden gelmek de anayasa suçudur.

Türkiye 4 bir yandan ateş çemberine alınmış bir halde iken, milli birliğimizi, vatan bütünlüğümüzü korumak için yapılan mücadelede başarılı olmanın bir yolu da iç düşmanlardan kurtulmaktır.

Devlet, İstiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği Türk gençliği, üç beş sahtekarın şehvetine, para ve makam hırsına kurban edilmemeli.

Kaynak: Tarikatlar, Anayasa ve Din İstismarı – Mürteza ÖZTÜRK

GÜNDEM ANALİZİ /// MÜYESSER YILDIZ : ”Kin Kapısını” bilir misiniz ????


MÜYESSER YILDIZ : ‘‘Kin Kapısını’’ bilir misiniz ????

Müyesser Yıldız, Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu G4 Blok, 16 Ağustos 2020

24 Temmuz’daki 97. yıldönümünde adını bile anmadıkları Lozan Antlaşması’nı Yunanistan’la gerilim artınca hatırladılar.

Cumhur İttifakı’nın ortağı MHP’nin lideri Devlet Bahçeli geçen Çarşamba yaptığı yazılı açıklamada, “Yunanistan Lozan Antlaşması’nı çiğnemektedir. Yunanistan’ın Ege’de alçakça işgal ettiği adalardan, adacıklardan ve kayalıklardan derhal çekilmesi, adaları silah ve askerden arındırması, Akdeniz’deki tahriklerine son vermesi, çok tehlikeli kapışma ve kutuplaşmaların önlenmesi açısından mecburiyettir.” dedi.

Aynı gün Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy, Batı Trakya’daki Türk azınlığa ait ilkokulların sistematik bir şekilde kapatılmasına ilişkin bir soruyu cevaplandırırken Yunanistan’ı Lozan Antlaşması hükümleriyle bağdaşmayan bu politikaya son vermeye, okulları yeniden açmaya davet etti. Aksoy, Atina yönetiminin bu politikası sonucu son 25 yılda Türk azınlık ilkokulu sayısının 231’den 115’e indiğini de kaydetti.

Sadece okulların kapanması mı?.. Seçtikleri müftüleri tanımadı, hatta hapse attı… Vakıf mallarına el koydu… Mülk edinmelerini engelledi… Hepsi bir yana, kendilerine “Türk” demelerini yasakladı…

“Dışişleri Sözcüsü Aksoy’un milat aldığı son 25 yılın 18 yılında Türkiye’de kim iktidardaydı ve en temel insan haklarından mahrum bırakılan soydaşlarımızın bu çilelerini sona erdirmek için ne yapıldı?” diye sorsam…

Onların sorunları artarak devam ederken;

“AB reformları” ve “Yunanistan’la iyi ilişkiler” adı altında Vakıflar Yasası’nın değiştirilip ülkemizdeki azınlıklara mülk iadesi yapıldığını, tüm kiliselerin vergilerimizle onarıldığını hatırlatsam…

Fener Rum Patriği’nin “ekümenik” unvanını Lozan’a aykırı olarak kullanmasına ses çıkarılmadığını, Rum nüfusu olmayan yerlere metropolitler atanmasına seyirci kalındığını vurgulasam…

“Bizans veya Yunan ağzıyla konuşmak” ile suçlanma ihtimali olduğundan uzatmayıp Batı Trakya ile ilgili son gelişmelere geçeyim.

İlhak mı dedin?

Yine Çarşamba günü iktidarın amiral gazetesinden bir yazar, kelimesi kelimesine şunları yazdı:

Öyle görülüyor ki, müzakereye yanaşmaması halinde kaybeden Yunanistan olacak. Olası bir askeri krizde Midilli, Sakız ve Rodos hattındaki adalar ile Batı Trakya’nın Türkiye tarafından ilhak süreci pek de sürpriz sayılmamalıdır.”

İşte bunu okuyunca, “Eyvah!.. Soydaşlarımız ateş hattına mı sokuluyor?” diyecektim.

Dememe kalmadı, hemen ertesi gün iktidarın bir diğer gazetesi, Atina yönetiminin Batı Trakya’daki Türk azınlığı hedef aldığını ve tahrik peşinde olduğunu belirtip, İskeçe dağlık bölgesi Gökçepınar köyünde Yunan komando birliğinin ilk kez tam teçhizatlı eğitim yaptığını duyurdu.

Haberde, Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Başkanı Av. Necmettin Hüseyin’in şu sözlerine de yer verilmişti:

“Yunanistan, Türkiye ile yaşadığı en ufak gerginlikte Batı Trakya Türklerini bir ödeme merkezi olarak görüyor, faturasını bize kesiyor… Bize, ‘Türk değilsiniz’ diyen Yunanlılar, Ayasofya’nın açıldığı günden bu yana, ‘Türkler buradan defolsun’ diyorlar.”

Bu haberden bir gün sonra da Erdoğan Cuma Namazı sonrasında şöyle konuştu:

“Batı Trakya’da soydaşlarımızın kabristanlarını silahla taradılar, ateş altına aldılar. Bunlar hiç olumlu sinyaller değildir. Biz soydaşlarımızın dirisini de ölüsünü de yalnız bırakmayız. Gereği neyse, vakti saati geldiğinde de gereğini yaparız. Bunu da çok açık ve net söylemiş olayım.”

İstanbul’un ortasında 199 yıldır kapalı bir kapı

Evet, Erdoğan’ın söylediği gibi Batı Trakya ile ilgili sinyaller maalesef hiç olumlu değil.

“Keşke gazete manşetlerinden veya köşelerinden, önünü arkasını düşünmeden kolayca ‘sefere’ çıkanları da bir uyaran olsa” demekle yetinip, Yunanistan’la ilgili bir başka tarihi olayı hatırlatayım.

Bilindiği gibi, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi konusunda Erdoğan sık sık “gençlik hayalimizdi” dedi ve bunu gerçekleştirdiklerini ifade etti.

Erdoğan değil, ama bir başka AKP’linin de bir gençlik hayali vardı; o hayal “Kin Kapısı”nın açılmasıydı.

“Kin Kapısı” ne mi? Bilmeyenler için özetleyeyim.

Yunanistan Osmanlı’dan bağımsızlığını 1821 yılında başlatılan Mora İsyanı ile kazandı. Devlet aleyhine ayaklanan Rumlar, binlerce Türk’ü katletti. Ayaklanmanın elebaşları kilise ve papazlardı. Padişahın emriyle İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi basıldığında, isyanın burada tezgâhlandığını gösteren belgeler ele geçirildi. Bunun üzerine Patrik Gregorius 2. Mahmud’un emriyle yargılandı ve vatana ihanetten Patrikhane’nin ana girişi olan orta kapının önünde idam edildi.

İşte o günden bugüne tam 199 yıldır o kapı kapalı. Görünürdeki gerekçe, Patrik Gregorius’un hemen kapının önüne gömüldüğü, mezarının üzerinden geçilmemesi için kapalı tutulduğu…

Gerçekte ise “Türk büyüklerinden birisi orada asılana veya İstanbul yeniden Rumların eline geçene kadar” kapının açılmamasına yemin edildiği herkesin bildiği bir sır. “Kin Kapısı” denmesinin sebebi de bu…

Kin Kapısı”nın AKP ile ilgisi mi?

Yıl 1994. Refah Partisi, Fener Rum Patrikhanesi’nin bulunduğu Fatih’te Mehmet Ali Şahin’i Belediye Başkan Adayı gösterdi. Seçim çalışmaları sırasında Şahin, “Benim bölgemde Kin Kapısı olmaz, dostluk kapısı olur. Başkan olduğumda Orta Kapı’dan gireceğim.” vaadinde bulundu.

Şahin kazandı; ama seçimler iptal edildi. Yenilenen seçimlerde başkanlık koltuğuna Sadettin Tantan oturdu.

Evet, Şahin Başkan olamayınca Orta Kapı’dan giremedi, yani “Kin Kapısı”nı açamadı, ancak bilindiği gibi sonrasında AKP’de yer aldı. Adalet Bakanlığı, Başbakan Yardımcılığı, TBMM Başkanlığı yaptı. Halen de Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi.

Ez cümle; gidişat itibariyle Şahin’in 26 yıl önceki bu vaadini de hatırlayıp hayata geçirmek, dosta düşmana çok anlamlı bir mesaj olmaz mı?

Sincan’dan Silivri’deki Barış Pehlivan’a, Hülya Kılınç’a, Murat Ağırel’e ve açık cezaevindeki tüm dostlara kucak dolusu sevgiler…

GÜNDEM ANALİZİ /// Osman Başıbüyük : Önemli Olan İktidarın Değil Devletin Bekasıdır


Osman Başıbüyük : Önemli Olan İktidarın Değil Devletin Bekasıdır

E-POSTA : osmanbasibuyuk

İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamlamıştır. 1986 yılında Işıklar Askeri Lisesi, 1990 yılında Hava Harp Okulundan mezun olmuştur. Uçuş eğitimini 2’inci Ana Jet Üs K.lığında tamamladıktan sonra kol uçucusu, lider ve öğretmen olarak Türk Hava Kuvvetlerinin çeşitli filolarında F-104 ve F-16 uçaklarında pilot olarak görev yapmıştır.

17 Ağustos 2020

Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 06 Mart 2020 (Güncelleme – 17 Ağustos 2020)

Medya Büyük Bir Değişim Yaşıyor

Geçmişte ana akım medya çok rahatlıkla kamuoyunu yönlendirebiliyordu. Tek kanallı TRT’den başka seyredecek televizyon yoktu. O da ağırlıklı olarak devletin kontrolündeydi. Radyolar, daha çok eğlence ve müzik içerikli olduğu için siyasi hayatta çok etkili değildi. Siyaseti verdikleri haberlerle en çok etkileyen hiç kuşkusuz günlük gazetelerdi.

2000’li yılların başına kadar yazılı basın olarak gazeteler, toplumun nabzını tutmaya devam etti. Bu tarihlere kadar gazetecilikten para kazanmak mümkündü. İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte durum hızla değişmeye başladı. Her geçen gün daha fazla sayıda insan, gazeteye para vermek yerine, internet üzerinden haberleri takip etmeyi tercih ediyordu.

Bu süreçte ana akım medya, ciddi ekonomik kayıplara uğradı ve hayatta kalmak için kaynak arayışına girdi. Bu mecburiyet, para kaynağını elinde tutan siyasi iktidara, önemli bir fırsat yaratmıştı. Siyasi iktidar, reklam verme veya başka yollarla medyaya kaynak aktarmaya başladı. Hâl böyle olunca Nasrettin Hoca’nın, “parayı veren düdüğü çalar” deyimi, medya üzerinde başka bir şekilde işlemeye başladı. Artık medya, hayatta kalmak için yandaş olmak zorundaydı. Yavaş yavaş televizyon ve gazeteler iktidarın kontrolüne geçerken, kadroları da hızla değişti. Bağımsız gazetecilerin yerini tetikçiler almaya başlamıştı. Medyada tek seslilik her geçen gün artıyor, doğru habere ulaşmak imkânsızlaşıyordu.

Vatandaşın bir kısmı, bir süre sonra her gün gazetelerde ve TV’lerde aynı hikâyeyi anlatan bilgi vermek ve gerçekleri söylemek yerine, halkı iktidar politikalarının mutlak doğruluğuna inandırmaya çalışan bu tetikçileri takip etmekten vaz geçti. Bu olgu, otomatikman internet gazeteciliğini tetikledi. İnternette herkes özgürce istediğini söyleyip, istediğini yazabiliyordu. Bir süre sonra her biri farklı görüşleri temsil eden yüzlerce internet haber sitesi türedi. Bu sitelerin yaptığı haber ve yorumlar, sosyal medya üzerinden yapılan paylaşımlarla hızla yayılıyordu. Artık insanlar, bir birey olarak, tercih ettikleri paylaşımlarla, sosyal medya üzerinden kendi muhalif gazetelerini oluşturmayı başarmıştı. Halkı, tek yönlü yayınlarla kontrol altında tutmak pek mümkün olmuyordu.

Bu dönemde daha çok iktidar tarafından, “troll” hesaplar kullanılmaya başlandı. Bu troller, yandaşların paylaşımlarını çoğaltarak sosyal medya üzerinde iktidar yanlısı bir algı oluşturmayı amaçlıyordu. Aynı TV ve gazetelerde olduğu gibi vatandaşın bir kısmı, yapılmak istenileni kolaylıkla anlıyor ve troll hesaplara takılmıyordu. Troller, sadece ve sadece kendi tabanlarına hitap etmekle sınırlı kalarak, halk arasındaki kutuplaşmayı tırmandırmaktan başka işe yaramadı.

Bu kutuplaştırmanın da yarattığı etkiyle halk, doğru bilgiler verdiğini düşündüğü internet sitelerine yönlendi. Muhaliflerin bu siteleri çok okuması, internet haberciliğini daha da ön plana çıkardı. Yıldızı parlayan sitelerden birisi de Odatv’ idi. Odatv’nin büyümesinde belki de en büyük etken, Ergenekon ve Balyoz gibi kumpaslara direnmesi ve bunun bir sonucu olarak da kendisinin de FETÖ’nün kumpasına maruz kalmasıydı. Bu sayede sosyal medya üzerinden yayılan büyük bir muhalif mecra haline geldi.

Kaynak: odatv4.com

Aslında Türkiye özelinde, dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştığımız medyadaki bu dönüşüm süreci, dünyadaki bütün ülkelerde yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. İnternetin yaygınlaşması ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi sayesinde yaşadığımız Bilişim Çağı ve Küreselleşme bu süreci bütün dünyaya dayatıyor.

Olaya sadece iktidarlar açısından bakmayın. Devletler, internet gazeteleri ve YouTube üzerinden yapılan haberlerin sosyal medya üzerinden yayılmasını kontrolsüz bir mecra olarak görmeye ve bu kontrolsüz alanın ulus devleti tehdit ettiğini düşünmeye başladı. Bu algı, bütün dünyada otoriter yönetimlere kayışı hızlandırdı. İşte gerekçe ne olursa olsun Odatv’nin susturulmaya çalışılması sanki bu eğilimin bir parçası gibi.

Peki, bu yöndeki çabaların devlete ve millete bir faydası olur mu? Asıl mesele bu. İsterseniz bu önemli soruyu demokrasi penceresinden biraz açalım. Çünkü konuyu kavrayamazsak sonumuz hayır olmaz, tiranlaşan bir devlet ayakta kalamaz.

Demokrasinin Tanımı

Demokrasinin tek ve kabul edilmiş bir tanımı yoktur. Ancak herkesin üzerinde uzlaştığı ortak nokta kuvvetler ayrılığı olmadan demokrasinin olmayacağıdır. Kuvvetler ayrılığı kuramı, ilk kez 17’nci yüzyılda İngiliz düşünür John Locke tarafından ileri sürülmüştür. Locke, Orta Çağ’ın baskıcı felsefesi “mutlak monarşi yönetimi tartışılmaz bir yönetimdir ve gücünü Tanrı’dan alır” kuralını eleştirmiştir. Locke’a göre; bir devlette yasama, yürütme ve yargı erkleri Tanrı tarafından bir kişiye verilemez, bu erkler halktan gelen erklerdir ve devlet bu erkleri doğru kullanmadığı zaman halk direnme ve başkaldırma hakkına sahiptir.[1]

Fransız düşünür Montesquieu, Locke’un bu düşüncesini daha da geliştirmiştir. Montesquieu’ya göre, siyasal iktidarı ele geçirenler içgüdüsel olarak bu güçlerini sürdürmek isterler. Bu nedenle önlerinde engel bulunmazsa, her siyasal iktidar, kendi devamı için özgürlükleri çiğneyip, yetkilerini aşabilir. Bütün tarihsel deneyimler bunun kanıtlarıyla doludur. Montesquieu, gücün sınırlandırılması için kuvvetler ayrılığının şart olduğunu ve bu üç erkin birbirini denetleyerek genel dengeyi sağlaması gerektiğini söyler.

Kuvvetler ayrığı prensibini ne en çok atıf yapan ABD anayasasıdır. ABD anayasasının hazırlanmasına 85 makale kaleme alarak katkıda bulunan Kurucu Babalar da olarak adlandırılan Alexander Hamilton, James Madison ve John Jay, 47’nci Makalede; “… Yasama, yürütme ve yargı, yani tüm kuvvetler aynı elde toplanırsa, buna zorbalık/zulüm (tyranny-tiranlık) demek mümkündür. Bu yüzden anayasa devletin yetkilerini işlevlerine göre bölümlere ayırmaktadır. Ancak bu kuvvetlerin yatay ayrımı yeterli değildir. Her kuvvetin diğerlerine katkıda bulunmak, onları kontrol ve dengelemek, bir kuvvetin diğerlerine hükmetmesini önlemek için anayasal bir görevi vardır…” denmektedirler.

Kuvvetler ayrılığı prensibinin yasama, yürütme ve yargı erklerine, günümüzde medyayı da eklemek gerekmektedir. Medya, basın yayın organları ile kamuoyu üzerinde yarattığı büyük etki sayesinde aslında biraz önce saydığımız üç erkin de üzerinde bir denetim mekanizması görevi görmektedir.

Diğer yandan bu dört erkin güvenliğini sağlayan asker, polis ve istihbarattan oluşan güvenlik güçlerinin anayasaya bağlılığı da demokrasiyi yaşatan önemli bir unsurdur.

Darbe Yapanın Sonu Hayırlı Olmaz Tiranlık Memleketi Bitirir

Demokrasiden niçin bahsettiğimizi anlamlı hale getirmek için bir de darbenin tanımına bakmamız lazım. Darbe, kısaca yukarıda bahsettiğimiz demokrasinin 4 unsuruna zorla el koymak, hepsini tekelde toplamaktır. Darbe, 12 Eylül’de olduğu gibi anayasal yolların dışına çıkıp silah kullanarak ya da Hitler örneğinde olduğu gibi anayasal süreç içerisinde seçimle iktidara geldikten sonra devletin bütün erkleri tek elde toplanılarak yapılabilir.

Sonuç itibariyle, anayasal yolla da iktidara gelse, gücü eline geçiren otorite, bir daha iktidardan gitmemek için yasama, yürütme, yargı, medya, asker, polis ve istihbaratı tamamen kontrolü altına alıyorsa buna darbe denir. Bir süre sonra halk özgürlüğünü kaybetmeye başlar ve bir tiranlık doğar. Tiranlık yönetimi, hangi ülkede, hangi kültürde olursa olsun bir süre sonra mutlaka memleketin sonunu hazırlayacaktır. Canlı örneklerini bizzat komşularımız yaşamıştır.

1970’li yılların başında Irak’ta Saddam Hüseyin, Suriye’de Hafız Esad, Mısır’da Hüsnü Mübarek ve Libya’da Muammer Kaddafi, anayasal yolların dışında yapılan askeri darbelerle iktidara gelmiştir. Hiç kuşkusuz hepsinin de amacı, halklarına özgürlük getirmek ve ülkelerine refah sağlamaktı. Ama bunu sadece kendilerinin yapabileceği yanılgısına düştüler. İktidarı bıraktıklarında, tüm kazanımların kaybedileceği yanılgısına kapıldılar ve iktidardan gitmemek için yavaş yavaş demokrasinin 4 ana unsurunu yani yasama, yürütme, yargı ve medyayı tekellerinde topladılar.

Yargıyı, vatandaşı devlete karşı koruyan bir kurum olmaktan çıkartıp, içine yerleştirdikleri müritlerle, topluma karşı kullanılan bir silah haline getirdiler. Güvenlik kuvvetleri, asker, polis ve istihbaratı kendi şahsi ordularına dönüştürdüler. Bu sayede dört lider de 30 yıldan fazla tek başlarına iktidarda kalmayı başardı. Fakat bu süreçte devlet mekanizması çürümeye başladı. Yolsuzluklar aldı başını yürüdü.

Hayata tutunabilmek için insanların bir gruba ait olması gerekiyordu. Aşiretler, tarikatlar ve cemaatler memleketi sardı. Millet, kabile topluluklarından oluşan bölünmüş bir yapıya dönüştü ve parçalandı. Her parça, devletten daha fazla pay almak istiyordu. Diktatörleşen liderler ise, iktidarda kalma uğruna, her kabileyi, cemaati veya tarikatı memnun etmek durumundaydı. Bu unsurlara her defasında daha fazla imtiyaz veriliyor ama bir türlü halkın memnuniyetsizliği azalmıyordu. Çünkü devletin kaymağını, sarayla birlikte şeyhler, dervişler ve aşiret liderleri yiyor, halka kuru etmekten başka bir şey kalmıyordu.

Çok uzun süreli iktidarlar, çevresinde kendisinden beslenen oligarşik bir yapı oluşturmuştu. Bürokrasiden iş adamlarına, akademisyenlerden medyaya, yargıdan istihbarata kadar devletin tüm kurumları bu oligarşik yapının elindeydi. İktidarın el değiştirmesi, bu oligarşik yapının da sahip olduğu imtiyazları kaybetmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla bu oligarşik yapı, devlet için faydalı olabilecek ama aynı zamanda kendisini tehdit edebilecek her türlü değişime ayak diredi ve sistem kilitlendi. Böylece bahse konu ülkeler, patlamaya hazır birer bomba haline geldi. Sonuçta; “Arap Baharı” ile fitili ateşleyip bombaları patlattılar.

Arap ülkeleri, bu süreçte kendilerini tüketirken, 30 tane partinin seçimlere girdiği, koalisyonlara mahkûm ama demokrasi ile yönetilen İsrail, bugün Ortadoğu’nun geleceğini tayin eder duruma geldi. Bütün gücü tekellerinde toplayan Müslüman liderler kaybetmiş, gücü paylaşan İsrail galip gelmişti. İşte tartışmasız gerçek buydu.

Sonuç

Medyadaki değişimden başlayıp, Odatv’den bahsettikten sonra konuyu nereye bağlayacaksın diye merak ediyorsunuzdur. Aslında varmak istediğim nokta çok basit.

Türkiye, son 20 yılını önce askeri vesayeti yok etme adına, sonra da kendi yarattığı FETÖ tehdidiyle mücadele ederken devlet mekanizmasını yıpratmakla geçirdi. Beka tehdidi oluşturan FETÖ’den kurtulmak için, yargı, yasama, yürütme ve medyada kısacası devletin her alanında olağan üstü tedbirler almak zorunda kaldık. Bu tedbirleri almak zorunda olan AKP, her fırsatı aynı zamanda iktidarlarını güçlendirmek için kullandı. Bu süreçte devlet mekanizması tamamen partileşti, kuvvetler ayrılığı prensibi iyice zayıfladı.

Mesela anayasa değiştirilerek dünyada örneği pek görülmeyen Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildi. Meclisin yetkisi azalırken, Cumhurbaşkanının yetkisi tavan yaptı. Böylece neredeyse yasama ve yürütme tekelde toplanmış oldu. Yargı, FETÖ’den temizlenirken yerlerine başka cemaat veya tarikatlar mı getirildi bilmiyoruz. Ama Cumhurbaşkanının bazı konuşmalarından sonra harekete geçmelerine bakılırsa sanki bağımsız değillermiş gibi bir hava var. Asker, polis ve istihbarat birimlerine kimler alınıyor ve kimler terfi ettiriliyor düşünmek lazım! Ana akım medyanın hali ortada. Şimdi sıra geriye kalan internet medyasına gelmiş gibi gözüküyor.

Unutmayın bir devlet, kuvvetler ayrılığı prensibinden uzaklaştıkça, önce kendi insanının özgürlüğünü sınırlar, takiben bunun bir sonucu olarak kendi özgürlüğünü ve bağımsızlığını kaybeder. Kuvvetler ayrılığı olmayan devletler özgür değil sömürge olurlar. Çünkü yasama yürütme ve yargı erkinin tekelde toplanması bir anlamda diktatörlüktür. Diktatörlük adının tersine en zayıf devlet rejimidir.

Odatv’yi susturmaya çalışmak çözüm değil ancak yukarıda anlatmaya çalıştığımız kötü sona yaklaşılmak için atılan yeni bir adım olabilir. Türkiye’nin acil olarak bir anayasa değişikliğine ihtiyacı vardır. Bu değişiklikle birlikte liderlerin iktidarı 4+4 olacak şekilde en fazla 8 seneyle sınırlanmalıdır. Yoksa devletin bekası ile iktidarın bekası birbirine karıştırılarak Ortadoğu’da bütün Arap ülkelerin düştüğü tuzağa düşmekten bizi kimse kurtaramaz. Bu manada AKP iktidarının süresi çoktan dolmuştur.

Önemli olan iktidarın değil devletin bekasıdır.

[1] A. Timuçin, Düşünce Tarihi, Bulut Yayınları 2000, s. 194.

GÜNDEM ANALİZİ /// RİFAT SERDAROĞLU : Gerçek barbar kim ??? AKP üst yönetimi Türkleri- Türk Milletini hiç sevmez !!!


RİFAT SERDAROĞLU : Gerçek barbar kim ??? AKP üst yönetimi Türkleri-Türk Milletini hiç sevmez !!!

Gerçek barbar kim?

AKP üst yönetimi Türkleri-Türk Milletini hiç sevmez! “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü bu sebepten her yerden sildiler, “görüntü kirliliği yapıyor” (!) gerekçesiyle kaldırttılar. Milli andımızı bu nedenden dolayı yasakladılar. Bakmayın şimdi “Milliyetçik” söylemlerine! Referandum geçsin, yine “Biz Türk değiliz, AKP gelinceye kadar hepimiz zorla Türk’tük” demeye başlarlar! “Milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diyen bunlar değil […]

AKP üst yönetimi Türkleri-Türk Milletini hiç sevmez!
“Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü bu sebepten her yerden sildiler, “görüntü kirliliği yapıyor” (!) gerekçesiyle kaldırttılar.
Milli andımızı bu nedenden dolayı yasakladılar.
Bakmayın şimdi “Milliyetçik” söylemlerine! Referandum geçsin, yine “Biz Türk değiliz, AKP gelinceye kadar hepimiz zorla Türk’tük” demeye başlarlar! “Milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diyen bunlar değil mi? Sadece milliyetçiliği değil, milliyetçi geçinen Bahçeli’yi de kendilerine benzettiler!

AKP üst yöneticilerin tamamında “Arap Milliyetçiliği” hakimdir!
İkide bir saçmalamaları bu duygularını gizlemek içindir.
“Biz İslam Milletiyiz” derler, “Biz İbrahim Milletiyiz” derler,
“Biz milletiz” derler ama bir türlü “Türk Milleti” diyemezler.
Aynen Atatürk diyemedikleri gibi!

Kendilerini dünyanın patronu zanneden bazı devletler, uluslararası alanda da bizlere “Barbar Türkler” derler!
Peki, Araplar için “Barbar” derler mi? Demezler, çünkü onlara göre Arabın petrodolarları her türlü ayıbı örter…

Bu çağda Arap âlemi, bin yıl önce sahip olduğu hoşgörüye sahip değil. Bugün Arap âlemindeki çok sayıdaki aşiret-terör örgütleri-gruplar birbirlerinin kafalarını “Allahuekber” diyerek kesmekteler.
Kadınlar hala köle olarak kullanılmakta, kadının kendi başına araba kullanmasına izin verilmesi dahi, büyük bir gelişme olarak gösterilmektedir!

Mısır-Kahire’de 1930 yılında yayımlanan ve çok okunan bazı kitaplar, bugün dine aykırı oldukları gerekçesiyle toplattırılıp yakılıyor, yasaklanıyor!
9. yüzyılda, Bağdat’ta Abbasi Halifesinin huzurunda “Kur’an” üzerine yapılan ilmi tartışmaları, bugün hiçbir Arap ülkesinde ve Arap üniversitelerinde göremezsiniz!
Arap âlemi süratle karanlığa, barbarlığın çılgınlığına sürüklenmektedir. Hem de utanmadan Allah ve İslam’ı kullanarak…

Batıda barbarlık yok mudur? Olmaz mı, hem de katmerlisi vardır!
Batıda barbarlık açgözlülük, hoşgörüsüzlük ve içlerindeki kötülükten beslenir.
Örnek verelim, hem de çok yakın tarihten;
ABD, Irak’ı bir sürü yalan gerekçeler yaratarak işgal etti!
İlk işi Irak’ın, içinde 5 bin yıllık doğal tohumları bulunan
“Tohum Bankasını”, binlerce yıllık orijinal kitapları ve tarihi eserleri ülkesine götürmek oldu.
ABD Irak’ta, çiçek tarlasında yuvarlanan deve gibi Irak’ı mahvetti.
Ağzından, demokrasi-insan hakları-özgürlük gibi sözleri düşürmeden, 1,5 milyon insanın ölümüne, on binlerce Müslüman kadının tecavüze uğramasına, çocukların organları için satılmalarına sebep oldular.
Trilyonlarca dolar harcadılar ve Irak’ın doğal kaynaklarının geleceğine de el koydular. Eşbaşkanları da bunlara yardımcı oldu!
Irak, bu travmayı daha uzun yıllar atlatamayacak ve kışkırtılan mezhep kavgalarından dolayı daha çok ölümler yaşayacak!

Aynı ABD, PKK’nın Suriye kolu olan PYD’ye ağır silah vermeye devam ediyor. Türk Askerlerine karşı kullansınlar diye!

Şimdi biz Türkler “Barbar” oluyoruz ama, Araplar ve ABD gibiler medeni oluyor öyle mi?
Bunu gidin de her fırsatta Arap Kral ve Şeyhlerinin yanına koşan ve ABD’nin Eşbaşkanlığını yapmaktan çekinmeyen yeni “Rabiacı ve Bahçeli Milliyetçilerine” anlatın!
İkisi bir fidanın zehirsaçan dalı gibiler, onların feraseti bunu anlamaya yeter…

03 Mart 2017

GÜNDEM ANALİZİ /// YALÇIN BAYER : Şapka Devrimi ve Rize


YALÇIN BAYER : Şapka Devrimi ve Rize

‘‘RİZE çay memleketi ya, AKP’liler sanıyorlar ki, meydana Atatürk büstünün yerine bir çay bardağı heykeli yaparlarsa Rize uçuşa geçecek. Oysa Rizeli çay üreticileri, onca emeklerinin nasıl heder edildiğini, çaylarına ödenmeyen değerden ve zamanında ödenmeyen alacaklarından dolayı çok iyi bilmektedirler. Bu konuda AKP iktidarının Rizeli çay üreticisi için ne yaptığını bilen varsa çıkıp dile getirsin getirebilirse.”
Bu siyasetçinin bir cümlesi daha var:
“Osmanlıların torunu olarak hangi Osmanlı oyununa başvururlarsa başvursunlar, oyunları kendileri için tuzağa dönüşecektir.”
Biz de buradan ‘Şapka’ Devrimi’ne gelelim… Duayen politikacı Ali Topuz’un ‘Değişimi Yaşamak’ (1932-1972) ve ‘Düzeni Değiştirmek’ (1972-1980) adlı anı kitapları var. Kitapların bir bölümünün hazırlanmasında rahmetli meslektaşımız Hikmet Bila’nın katkısı var. Ali Topuz, çocukluğundan başlayarak yaşamını, partisi CHP’yi ve Türkiye’yi büyük bir açıksözlülükle anlatıyor. Tanıdık tanımadık ilginç portreler sunuyor.
Atatürk Cumhuriyeti’nin bir jandarma çavuşunun oğluna, milletvekili ve bakanlık kapılarını nasıl açtığını somut olarak gösteren değerli bir çalışma… Topuz’un siyasi yaşamı ise derslerle doludur.
Rize’de şimdilerde bir tartışma var; Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk büstünün kaldırılması isteniyor. Bizim anlatacağımız konu, Rizelilerin Şapka Devrimi’ne karşı çıkması… Rize ‘gerici’ olabilir mi? Cumhuriyet döneminde hiç öyle ‘vakası’ yok.
Ancak biz Topuz’un dedesinden yola çıkarak din eğitimi ve yakın siyasi tarihle ilgili değerlendirmelerine bakacağız. Orada Potamyalı (Güneysu) dedesi Şapka Devrimi’ne nasıl karşı çıkıyor.
Dedesi Mustafa Kandemir, Şapka İnkılabı’na karşı çıktığı için 10 yıl kürek mahkûmu olmuş. Babası medrese tahsilli bir asker… Said-i Nursi’nin Emirdağ’da gözetimini sağlamış. Kuran okumasını biliyor. Üstat’ın kaldığı eve gidip derslerine katılmış; Risale-i Nurları okumuş. Ali Topuz da, din eğitimi almış; dini nikâh yaptırmış. Sağcı, muhafazakâr bir siyaset adamının hayatından değil bu kareler. CHP’nin, Türk siyasetinin duayeni Ali Topuz’dan… İTÜ’yü bitirip mühendis ve mimar olmuş…
Topuz, Afyon Emirdağ’da Saidi Nursi’yi ziyaret ediyor; sonuçta ‘Nurcu’ olmuyor
ama Said’i Nursi’yi düşman olarak da görmüyor.
Şapka Devrimi’ne karşı Rizelilerin tepkisi ne?

BİR İNKILAP YAPILMIŞ…

“Atatürk şapka isyanından bir yıl önce Rize’ye geliyor. O sırada müftülerden bir kısmı birleşerek Atatürk’e dilekçe vermişler, medreseleri tekrar aç diye. Atatürk de ‘Biz medreseler yerine okullar açacağız’ demiş. O tarihte medreselerde hocalık yapanlar askerlikten muaftı ve para alıyorlardı. Yaptığım incelemelerde gördüğüm kadarıyla orantısız ceza uygulamışlar. İdam cezalarının olmaması gerektiğini düşünüyorum. Şapka isyanında Rize’de 18 kişi asıldı. Evet, bir inkılap yapılmış, otorite sağlanması lazım ama bunun için idam cezasını kullanmak fevkalade yanlış olmuştur. Suç işlemişse ceza vermenin çeşitli yolları vardır, hürriyetleri tahdit edersin, ama canını almak olur mu? Hangi hakla alıyorsun canını? İstiklal Mahkemeleri’ndeki, Yassıada’daki idam cezaları insanlık adına savunulacak şeyler değildi. Keşke bunlar olmasaydı.”

ŞAPKA DA GİYECEĞİZ..

Topuz, Şapka Devrimi’ni anlatmaya devam ediyor:
“Atatürk Şapka Kanunu’nu çıkarıyor. Ancak büyük tepki verilen bölgelerden biri de Karadeniz oluyor. 15 Aralık 1925 günü halk, “Biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter!” diyerek Ulu Cami önünde toplanıyor. Uyarının dinlenmemesi üzerine jandarma bunlara ateş açıyor, 17 kişi ölüyor. Rizelilerin isyanı karşısında yeni Cumhuriyet hükümeti, donanmanın en büyük harp gemisi olan Hamidiye kruvazörünü Rize sahillerine gönderiyor. Ulu Cami’nin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyor. Sadece bir gün içinde 143 kişinin yargılama işlemi bitiriliyor. 14 kişi 15’er yıl, 22 kişi 10’ar yıl, 19 kişi de 5’er yıl kalebent denilen ağır hapis cezalarına çarptırılıyor.”
Topuz, Yusuf Karslıoğlu’nun ‘Doğu Karadeniz Tarihi’ isimli kitabında Potamya’daki (Güneysu) direnişine de yer vermiş. Karslıoğlu, şöyle diyor:

DİK BAŞLI POTAMYALILAR

“Burada açıkça görülüyor ki, dik başlı Potamyalılar tahriklere kapılıp aşırı tepki gösterdikleri bir konuda bile gerçekleri gördükleri zaman, hiçbir karmaşık duyguya kapılmadan gerçeğin yanında yer alabiliyorlar. Bu davranış güçlü bir kavrama kabiliyeti ve dürüstlük sağlamıştır.”
Ali Topuz da Potamyalıları şöyle değerlendiriyor:
Başta bizim köylüler, İslahiye köylüleri olmak üzere dik başlı Potamyalılar, gerçekleri görüp vakit geçirmeden tertibi bozuyorlar ve isyanın daha da büyümeden bastırılmasına yardımcı oluyorlar.
Potamya’yı ve Potamya halkını şapka isyanını başlatanlar değil, isyanın bastırılmasına yardımcı olanlar temsil etmektedir. Potamya şapka isyanının başladığı yer değil, isyanın bastırıldığı yer olarak anılmalıdır. Doğru olanı da budur.”
Devamı yarın

* * * * *

“… Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.
Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.
Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.
Her gününüz bayram olsun!”
Can YÜCEL

Polislerden mesaj var

POLİSLERDEN ‘benmerkezci ve hırslı yöneticilere’ bayram mesajı var:
Öncelikle bayramınızı kutluyoruz ve bu arada iyileştirilemeyen çalışma şartlarımızı ve bir türlü çözemediğiniz ek gösterge sorunumuzu bir yana bıraktık; kapattığınız, engellediğiniz, hakkımız olan izinlerimizin açılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Mesaj panosu

-BAYRAĞIMIZ gönderden indirilirken ve yırtılırken, dinci ve ırkçılar tarafından yakılırken, seccade yapılırken… Atadığın Cumhuriyet savcısı, bayrak geçtiğinde ayağa kalkmadığında neredeydiniz? Nerede olduğunun adresini halk 1 Kasım’da verecek, unutmayın?
Şevket ÇORBACIOĞLU
-BUGÜN gelinen noktada; 150 bin oy alarak; “Bizim baraj sorunumuz yoktur” deyip boşa kürek çekmek değildir. TSİP olarak diyoruz ki, seçimlerde CHP desteklenmeli; AKP ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarı temelli olarak iktidardan gönderilmelidir.
Turgut KOÇAK
-NE olacak bu Adalar’ın hali… CHP belediyesi niye bu kadar beceriksiz.
Hayati ÖNEL

Kurban ihalesini Hicazi firması kazandı

CHP’li Umut Oran’ın Kurban Bayramı. canlı hayvan ithalatı ve besicilerin durumuyla ilgili açıklamasında Türkiye’nin Angus ve Limuzin’den sonra Uruguay’dan Hereford tosunu da ithal edildiğini, AKP uyguladığı yanlış politikalar yüzünden kurbanlık canlı hayvan fiyatları 13 yılda 7’ye katlandığını belirterek
“2015’te ilk 7 ay canlı hayvan ithalatı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 34 artarak 102,8 milyon dolara ulaştı. Türk toplumu olarak dünyanın en pahalı etiğini yiyoruz” dedi.
Oran, hazırladığı ‘kurbanlık’ dosyasında ilginç veriler ortaya koyuyor.
“Et ve Süt Kurumu’nun (ESK) yerli hayvan yetiştiricilerini teşvik edip, halkın ucuz ve sağlıklı et tüketimini sağlayacağına ithalat organizatörü konumuna geldiğini” belirtiyor, bakanlığın canlı hayvan ithalatında sınırsız et ithali iznini ESK’ya verdiğini belirtirken şu vurğgulamayı yapıyor:
“Normal bir ithalatçı canlı hayvan ithalatı üzerinden %135, karkas et ithalatı üzerinden %225 gümrük vergisi veriyor. Fakat ESK sadece %0 ila %30 arasında vergiye tabi. Dolayısıyla ESK ithalat yapıyor ama ucuza alıp pahalıya satıyor, vatandaş yine ucuz et yiyemiyor. Çünkü ucuza ithal eden ESK bunu normal piyasa fiyatından hiç indirim yapılmadan perakende olarak satıyor. Getirdiği et de sadece büyük firmaların işine yarıyor.
Son olarak ESK 16 bin baş kurbanlık ithalatı için 1 Ağustos’ta ihale yaptı ve Ürdün merkezli Hicazi firması ihaleyi kazanınca 12 bin baş hayvan ithal edilmiş durumda.”
Ne yazık ki, et tüketimi ileri ülkeler seviyesine gelmiyor, çünkü bütün girdiler pahalı; kapalı mekanda hayvancılık yapıyoruz, meralarımız giderek elden çıkıyor; doğu ve güneydoğu yaylaları PKK Yüzünden kullanılamıyor.

GÜNDEM ANALİZİ /// MÜYESSER YILDIZ : Erdoğan’ın Bir Gençlik Hayali De Buydu


Erdoğan’ın Bir Gençlik Hayali De Buydu

E-POSTA : konuk_yazar

01 Ağustos 2020

Müyesser Yıldız, Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, G4 Blok

Bir önceki yazımda Lozan’ın yıldönümünde ve Ayasofya’da kılınan Cuma namazında yaşananları değerlendirirken, AKP eski milletvekili Mehmet Metiner’in Yemyeşil Şeriat Bembeyaz Demokrasi isimli kitabından, geçmişte Erdoğan’ın Atatürk ve Lozan hakkında neler düşündüğünü anlattım. Ama bir yandan da Metiner’i yine hedefe oturturlar diye endişelendim.

Neyse ki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Cuma hutbesinde isim vermeden Atatürk’ü “lanetlemesi”, üstüne hilafet çağrıları yapılması ve de Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın harf devrimine yönelik eleştirileri üzerine Metiner’in yaptığı paylaşımı okuyunca rahatladım. Metiner, yaşananlara şöyle tepki göstermiş:

“Bir yandan Atatürk’e saldırılar… Bir yandan alfabe tartışmaları… Bir yandan hilafet çağrıları… Uyanık olalım. Bunların hiç birisi tesadüf değil. Yeni bir fitnenin ve iç kışkırtmanın ayak sesleridir bunlar. 28 Şubat öncesini hatırlayın. Bu oyuna asla gelmemeliyiz.Meraklıları için işte açık açık söylüyorum: Ben ne hilafetçiyim ne de saltanatçı. Ben milletin değerlerine bağlı hür ve eşit vatandaşları olan demokratik bir cumhuriyetten yanayım. Her türlü fanatizme karşıyım. Biz hep birlikte Türkiye’yiz. Farklılığımız zenginliğimizdir.”

Günlerdir Türkiye’yi karıştıran bu olayların müsebbipleri belli. Ali Erbaş, Erdoğan’dan habersiz hutbede o sözleri sarf edebilir mi? Diğeri Erdoğan’ın oğlu. Hilafeti isteyenler de iktidarı destekleyen bir grup. O yüzden Metiner’in 28 Şubat benzetmesini anlayamadığımı belirtip bu gelişmelerle doğrudan ilgili Erdoğan’ın yeni “bombası” olan, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmalarına geleyim.

Sözleşmeyi imzalayan AKP iktidarı, Meclis’te tam kadro oy veren AKP. Dokuz sene sonra “aile yapısını bozduğunu, eşcinsel evliliklere izin verdiğini” iddia edip sözleşmeden vazgeçmeye niyetlenen de yine AKP. Oysa bizzat AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, “Türkiye’de bir grup bütün kötülüklerin anası olarak İstanbul Sözleşmesi’ni görüyor. Nafaka, eşcinsel evlilik diyor da yazmıyor bunlar bu sözleşmede. Hiç okumadan bununla alakalı bir sürü iddia ortaya koyuyor.”açıklamasını yapmadı mı?

Peki kim bu grup veya gruplar?

Geçenlerde gazeteci-yazar Murat Yetkin birisini yazdı. “Türkiye Düşünce Platformu” imiş; Mayıs’ta Erdoğan’a sözleşmenin feshi için bir rapor sunmuş. Platformda yer alanlar kadın konusundaki görüşleri malum kişiler. O yüzden raporun detaylarına girecek değilim.

Kaldı ki daha üç gün önce Erdoğan’a yakın isimlerden AKP İstanbul Milletvekili Hamdi Çamlı özetle şunları söyledi:

“Kadın erkek eşit değildir, eşitlik koca bir tantanadır. Allah nasıl şirk kabul etmezse, insan da kabul etmez. Kadın ve erkeği eşitliğe zorlayanlar en büyük kötülüğü yapanlardır. Onların fıtratına, yani yaradılışlarına müdahale etmemek gerekir.”

Herkes görüyor, anlıyor; mesele İstanbul Sözleşmesi değil. Bu adımla miras hukuku değişikliğinden çocuk evliliklerine, belki de çok eşliliğe giden bir yolun kapısı aralanacak.

Hatta hatta daha ötesi!..

Daha ötesi ne mi? Yeniden Mehmet Metiner’in kitabına başvurup geçmişte Erdoğan’ın demokrasi, laiklik ve de kadın hakkında ne düşündüğünü hatırlatayım. Metiner şunları anlatıyor:

“İlk gençlik yıllarında demokrasiyi tıpkı bu satırların yazarı gibi ‘küfür rejimi’ olarak kabul eden Erdoğan, bu rejimi yüzde elli birin yüzde kırk dokuz ve üzerindeki tahakkümü olarak görüyor, yerden yere vurmayı sürdürüyordu. Laikliği ise ‘din düşmanlüğü’ ve ‘dinsizlik’ biçiminde eleştiren bir siyasi argümanı dillendiriyordu. Erdoğan’ın demokrasiyi ve laikliği içselleştirmesi hayli zaman aldı, ama sonunda o çizgiye gelip oturdu işte. Bugün geldiği noktada samimi olduğuna inanıyorum.”

Kadın İffetinin Ölçüsü

Olanlar ortada. O yüzden “acaba” demekle yetinerek, “kadın” başlığına geçip yeniden Metiner’e kulak verelim:

“Bizim anlayışımıza göre kadın, ayakları altına cennetin serildiği kutsal bir varlıktı. Ya bir anaydı, ya bir eş veya bir bacıydı, mecbur olmadıkça çalışmamalıydı. O, eşine ve çocuklarına bakmakla yükümlüydü. Kadını iş yerinde başka erkekler arasında çalışan bir varlık olarak düşünemezdik bile. Böyle bir çalışma düzenini İslam dışı bulurduk. Dışarıda başı açık dolaşan kadın, iffeti ve namusu tartışmalı bir kadındı. Bu hafif tabiriyle günahkar bir kadındı, ‘fitne unsuru’ydu.”

Kadının Siyasetteki Sınırı

Kısa bir süre önce Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in, “AKP iktidarına kadar kadının adı yoktu.” sözü epey tartışıldı ya, peki AKP iktidarına kadar Erdoğan’a göre kadının siyasetteki adı ne olmalıydı?

İşte Metiner’in yazdıkları:

“1980’li yıllar… Tayyip Erdoğan, RP İstanbul İl Başkanı. Genç, inançlı ve hırslı bir politikacı. Politika onun için bir araç elbet. ‘İslami devlet’e giden yolda parti çalışması sadece sevap kazandıran bir uğraş. Referansı bütünüyle İslam olan Erdoğan, günah olduğu için kadın eli sıkmıyor… Kadınların siyasal çalışmalarda erkeklerle bir arada bulunmalarını günah sayıyor.”

Dahası var; “Kadınların seçme hakkı olabilir, ama seçilme hakkı asla.” deyip ayak direyenlerin safında yer alıyormuş!..

Erdoğan, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararı için, “Gençlik hayalimizdi.” demedi mi?

Buyurun, size bir gençlik hayali daha!

Tarikatlar ve cemaatleirn de kadın hakkındaki görüşleri belli. Onlar istiyor diye İstanbul Sözleşmesi’nin feshi düşünüldüğüne göre ister misiniz bu “hayal” de hayata geçirilsin!..

Sincan’dan Silivri’deki Barış Pehlivan’a, Hülya Kılınç’a, Murat Ağırel’e ve açık cezaevindeki tüm dostlara kucak dolusu sevgiler…

GÜNDEM ANALİZİ : ”Haçlı Seferi Başlattık” Demedikleri Kaldı


‘‘Haçlı Seferi Başlattık’’ Demedikleri Kaldı

Müyesser Yıldız, Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu G4 Blok, 17 Temmuz 2020

AB 2004’teki Annan Planı referandumunda “EVET” diyen KKTC’ye vergi ambargolarının kaldırılacağı sözünü tutmazken, “HAYIR” diyen Rum kesimini AB üyeliğine aldı.

18 Temmuz 2020

Müyesser Yıldız, Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu G4 Blok, 17 Temmuz 2020

Önceki yazıda Yunanistan ve patronlarının Türkiye’yi Ege’de İzmir Körfezi’ne hapsetme adımlarından söz ettim.

Bugün de ülkemizi özellikle Kıbrıs üzerinden Antalya Körfezi’ne hapsetmeye yönelik son gelişmeleri dikkatinize sunmak istiyorum. “Antalya Körfezi’ne hapsetme” ifadesi bizatihi Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’a ait. Kalın geçen hafta Anadolu Ajansı’na şu açıklamaları yaptı:

Doğu Akdeniz’e en uzun sahili olan Türkiye’yi yok sayarak sizin Doğu Akdeniz’de bir enerji haritası oluşturmanız, bir siyasi istikrar inşa etmeniz mümkün değil… Gereksiz, pahalı ve eninde sonunda başarısızlıkla sonuçlanacak projelere yönelmek yerine Türkiye ile bu konuların konuşulması, Türkiye’nin içinde olduğu planlarla birlikte hareket edilmesi herkesin menfaatine olacaktır. Bizim yaklaşımımız baştan beri hep bu oldu ama bizi Antalya Körfezi’ne hapsetmeye çalışan girişimlere de tabii ki bizim bigane kalmamız, tepkisiz kalmamız mümkün değil.”

Yunanistan’ın ve Rum kesiminin patronlarından Avrupa Birliği, Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borell, 25 Haziran’da Türk-Yunan sınırında mesajlar verdikten sonra Rum kesimine gitti. Savunma Bakanı Savvas Angelidis’le helikoptere binip Kıbrıs’ın batısında sondaj yapan Yavuz gemimizin olduğu bölgede incelemelerde bulundu. Rum tezlerini dinledikten sonra da, “Sizin sorununuz AB’nin de sorunu. Türkiye’den sondajlarını durdurmasını isteyeceğim. Türkiye ile deniz münhasır alan sorunlarınızı çözmek için yardımcı olacağım.”dedi.

Medyamız bu olayı, “Rum provokasyonuna alet oldu” şeklinde verdi, iyi mi?

Bu arada Rum lider Anastasiadis, AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile video konferans görüşmesi yaptı; “başka bir Libya ya da Suriye olmak istemediklerini” belirten Rum lider, Türkiye’ye sert yaptırımlar uygulanmasını talep etti.

AB Kıbrıs’ta Garantör mü Oluyor?

Borell, Rum kesimi ziyaretinden on gün kadar sonra, 06 Temmuz’da Türkiye’ye geldi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu – Borell görüşmesine geçmeden önce şunları hatırlatmam gerekir:

Kıbrıs’ta üç garantör ülke var: Türkiye, Yunanistan ve İngiltere. “Çözüm” görüşmeleri de Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılıyor.

AB 2004’teki Annan Planı referandumunda “EVET” diyen KKTC’ye vergi ambargolarının kaldırılacağı sözünü tutmazken, “HAYIR” diyen Rum kesimini AB üyeliğine aldı. Dahası, o günden beri Türkiye’nin Rum kesimini “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanımasını, deniz ve havalimanlarını onlara açmasını, ayrıca Rumların NATO üyeliğine onay vermesini istiyor.

Bu haliyle de AB fiilen Rum kesiminin garantörü rolünü oynuyor. Öyle ki 2-3 yıl önce müzakere masasına oturmak istedi. Ankara önce karşı çıktı, sonra “Yan odada durabilirsiniz.” noktasına geldi.

Çavuşoğlu – Borell görüşmesine gelelim. İktidar medyasının yazdığına göre Çavuşoğlu, AB temsilcisine ağzının payını vermiş. Acaba öyle mi?

Çavuşoğlu, Rum kesiminin AB’den destek görerek şımardığını belirttikten sonra AB’yi “çözümün tarafı” olmaya çağırdı ve “AB’nin arabuluculuğuna biz de destek veririz. Kıbrıs konuları ve diğer konularda yeter ki AB dürüst bir arabulucu olsun. Üyelik dayanışması yerine tarafsız ve objektif davransın, biz AB ile çalışmaya varız.” dedi.

Bu sözler “ağzının payını vermek” değil, anca “ağzına bal vermek” olur!..

Bilinçaltı Haçlı Kusuyor

Borell Türkiye dönüşünde Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen “Akdeniz’deki İstikrar ve Güvenlik: Türkiye’nin Olumsuz Rolü” başlıklı oturuma katıldı. AB’nin Türkiye’ye karşı yeterince sert davranmadığı eleştirileri yapıldı. Bunun üzerine Borell son Ankara ziyaretinde üye ülkelerin toprak bütünlüğü ve egemenlikleri konusunda endişeler ile Türkiye’nin faaliyetleri hakkındaki mesajlarını kesin ifadelerle verdiğini söyledi.

“Üye ülkelerin toprak bütünlüğü” ifadesinden kastı, Rumların tüm Kıbrıs’ın sahibi olduğu…

“Egemenlik”ten kastı ise Yunanistan’ın Ege’de at koşturması…

Ne kadar “dürüst ve tarafsız” davrandığı, davranacağı en baştan belli değil mi?

Asıl önemlisi şu sözleri:

Bu çatı altında neredeyse savaşçı bir hava oluştu. Bir an Türkiye’ye karşı Avrupa donanmalarını harekete geçirip Türk işgaline karşı koymak için kutsal ittifak çağrısı yapan Papa 5’nci Pius’u görür gibi oldum. Haçlı seferleri tarihin başka bir dönemine ait. Bizim aradığımız çatışma değil. Yapmaya çalıştığımız her türlü çatışmadan kaçınmaya çalışmak.”

Borell 1571 İnebahtı Deniz Muharebesi’ndeki Haçlı donanması komutanına atıfla, “Avusturyalı Johann’ı arıyorsanız bana bakmayın.”da dedi.

AB yetkilisinin bilinçaltındaki örnekleri görüyor musunuz?! Irak’ı “Haçlı Savaşı” diye işgal ettiler… Libya’yı yine “Haçlı Seferi” ile kan gölüne çevirdiler. Şimdi de Kıbrıs-Ege için “Haçlı Seferleri” hazırlanıyor!..

ABD de “Sefer”e Çıktı

Avrupa Parlamentosu’ndaki konuşmalardan önce ABD’de Kıbrıs konusunda önemli bir gelişme yaşandı.

Dışişleri Bakanı Pompeo, Uluslararası Askeri Eğitim ve Talim Programı (IMET) kapsamında Rumlara askeri eğitim programı başlatıp fon sağlayacaklarını duyurdu.

Pompeo, “Bu, Doğu Akdeniz’de istikrarı sağlamak için bölgedeki kilit önemdeki ortaklarımızla ilişkilerimizin geliştirilmesi çabalarımızın bir parçasıdır” açıklamasını yaptı.

ABD Kongresi geçen yıl da Rum kesimine 1987’den beri uyguladığı silah ambargosunu bitirme kararı almış, konuyla ilgili yasada Rum Yönetimi, İsrail ve Yunanistan’ın önemine vurgu yapılmış, ayrıca “Akdeniz’de, Ege’de ve Ortadoğu’da tek taraflı, uluslararası hukuku ihlal eden ve iyi komşuluk ilişkilerini zedeleyen davranışlara karşıyız.” denilmişti.

Kastedilen tabii ki Türkiye idi.

ABD’nin Rum kesimiyle ilgili son adımına Ankara’dan kim, ne tepki verdi?

Tabii yine Dışişleri Sözcüsü Hami Aksoy, “İki taraf arasında dengeyi gözetmeyen adımların adada güven ortamının tesis edilmesine, Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarın sağlanmasına yardımcı olmayacağını” söyledi.

AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in tepkisi de, “ABD’nin attığı bu son adım çözüme değil, çözümsüzlüğe destek verecektir. Doğu Akdeniz’i istikrarsızlaştırmaya dönük adımlarda kimse fayda görmeyecek. ABD’nin bu kararı istikrar arayışlarını bozan bir adımdır. Ada’daki her iki tarafa eşit davranmayan her adım, hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Türkiye ve KKTC kendi çıkarlarını sonuna kadar koruyacaktır.”oldu.

NATO’dan Manidar Zamanlama

ABD’nin Rumları askeri eğitim programına almasıyla eşzamanlı NATO cephesinde de dikkat çekici bir adım atıldı.

MSB, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde 12 yıldır projesi yürütülen “Çok Uluslu Deniz Güvenliği Mükemmeliyet Merkezi Komutanlığı” kurulduğunu ve NATO’ya akredite askeri kuruluş statüsü kazandığını müjdeledi!..

Bu gelişmeyi Cumhuriyet’e değerlendiren Deniz Kuvvetleri Komutanlığı eski Kurmay Başkanı Emekli Koramiral Atilla Kezek, söz konusu merkezin deniz güvenliği konusunda NATO’ya danışmanlık yaparak yön vereceğini ve Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerde caydırıcı olacağını belirtti.

Kezek bu gelişmenin “Türkiye için uluslararası sahada önemli bir kazanım” olduğunu belirtip, “Son yıllarda Doğu Akdeniz’de, Yunan-Rum ikilisinin tek taraflı oldubittilerine ses çıkarmayıp, çoğunlukla bu ikilinin yanında yer alan NATO’nun, Türkiye’de kurulan ve deniz güvenliği gibi çok önemli konuda çalışan Mükemmeliyet Merkezi’ne uluslararası askeri kuruluş statüsü vermesi, Deniz Kuvvetleri’nin sessiz sedasız imza attığı bir başarıdır” değerlendirmesini yapmış.

Kusura bakmasın, değerli dostum Atilla Kezek’in bu iyimser yaklaşımına katılamıyorum. Aksine NATO’nun bizim faaliyetlerimizi kontrol altında tutmak ve Doğu Akdeniz’deki her adımdan haberdar olmak için bu zaman ayarlı “jesti” yaptığını düşünüyorum.

Bilmem ABD, AB ve NATO’nun Ege’den sonra Kıbrıs’ta da “Haçlı Kuşatması”na giriştiğini görebiliyor muyuz?

Sözde “müttefiklerimiz” tarafını bu kadar netleştirdiğine göre “Kıbrıs’ta çözüm” masasından kalkmanın zamanı hala mı gelmedi?

Sincan’dan Silivri’deki Barış Pehlivan’a, Hülya Kılınç’a, Murat Ağırel’e ve açık cezaevindeki tüm dostlara kucak dolusu sevgiler…

GÜNDEM ANALİZİ /// Mehmet Bedri Gültekin : Ayasofya kararı ve dış güçler masalı


Mehmet Bedri Gültekin : Ayasofya kararı ve dış güçler masalı

23 Temmuz 2020

Yarın Cuma namazı ile birlikte Ayasofya, büyük bir propaganda eşliğinde ibadete “açılıyor”. 1950’lere ait emlak kayıtlarında “cami” olarak geçen, 1980’lerden bu yana yani neredeyse 40 yıldır resmi görevli imamın namaz kıldırdığı Ayasofya’yı, “yeniden ibadete açıyoruz” propagandasındaki garabeti bir yana bırakalım.

Ayasofya tartışmaları ile birlikte Ak Parti’nin bu kararını destekleyenlerin en çok dillendirdikleri görüş; “Atatürk, 1934 koşullarında müzeye çevirme kararını, dış politikanın bir gereği olarak almıştı. Yaşasaydı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gene cami yapacaktı. Erdoğan ise bugün dışardan gelen baskıları göğüsleyerek Ayasofya’yı cami yapıyor. Böylece bağımsız bir devlet olmanın gereği yapılıyor.”

Yani Atatürk, dış baskılara boyun eğdi, şimdi ise başımızda dış baskılara boyun eğmeyen bir liderimiz var! Burada önemli olan, sayın Erdoğan’la ilgili olarak yapılan değerlendirmeden çok Atatürk’e yapılan saldırıdır.

Dış baskılar veya kimi ülkelerin bazı önemli konularda desteklerini almak için müze kararının alındığını söyleyenler arasında, o sıralarda gündemde olan “Boğazlar meselesi”nde “Ortodoks Rusya’nın desteğini” almaktan söz edenler bile çıkabiliyor.

Bazı arkadaşlarımız ise müze kararını, yaklaşan savaş tehdidine karşılık olarak Atatürk’ün Ortodoks Balkan ülkelerinin desteğini almak istemesine bağlıyorlar.

Bütün bu görüşler, tarihi gerçeklerle taban tabana zıttır. Ve böylesine iddialar öne sürmek aynı zamanda, büyük devlet adamı ve “İstiklali tam” ilkesine hayatı boyunca titizlikle sadık kalmış olan Atatürk’e de yapılabilecek en büyük haksızlıktır.

Sosyalist Sovyetler Birliği

Önce şu “Ortodoks Rusya’nın desteğini almak” konusu üzerinde duralım: Lozan barış görüşmeleri sırasında Boğazlar konusu gündeme geldiği zaman iki politika karşı karşıya geldi. Sovyetler Birliği, Boğazlar üzerinde Türkiye’nin kayıtsız şartsız egemenliğini savunuyor ve Boğazların, diğer ülkelerin savaş gemilerine tamamen kapatılmasını savunuyordu.

İngiltere ise Boğazların idaresinin Türkiye’ye verilmesine karşıydı. Tabi böyle olunca savaş gemileri içinde bir kısıtlama olmayacaktı. Türkiye o günün koşullarında bir orta yolu seçti. İki önerinin ortası olan geçici bir çözümle görüşmeler sonuçlandırıldı.

Sovyetler, Batı karşısındaki bu kararlı tavırlarının bedelini, Lozan görüşmelerini yürütmekle görevli büyükelçileri, Vatslav Vorovskiy’nin bir suikastle öldürülmesi ile ödediler. Lozan görüşmelerine katılan Batılı ülkeler bu cinayeti sessizlikle geçiştirdiler.

Öte yandan din ve dini kurumlar konusunda aşırı diyebileceğimiz karşı tavırlar içinde olan bir ülkenin, Ortodokslar için önemi olan Ayasofya konusunda “hassas” olduğunu düşünmek ise bir başka cehalet konusu.

Yani Boğazlar konusunda Sovyetlerin desteğini almak için Ayasofya müze yapıldı diyenler, Stalin’in ülkesinin Boğazlar konusunda en başından itibaren, kararlı bir şekilde kontrolün Türkiye’ye bırakılmasını savunduğunu ve bu uğurda bir büyükelçilerini feda ettiği gerçeğinden bihaber konuşuyorlar.

Balkan Paktı meselesi

Balkan Paktı, 9 Şubat 1934 tarihinde Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalandı. Ayasofya’nın müzeye çevrilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararı ise 24 Kasım 1934 tarihinde yani Pakt’a ilişkin imzanın atılmasından tam 10 ay sonra.

Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış ödülüne aday olarak gösterdiği mektubun tarihi ise biraz daha eski. 12 Ocak 1934.

Peki bu durumda, “Atatürk, Ortodoks Balkan ülkelerini razı etmek için Ayasofya’yı müze yaptı” iddiası nereye oturuyor?

Gerçeğe sadakat duygusunu kaybetmek olabilecek en kötü şeydir. Ayasofya’nın müzeye çevrilme kararının o günün politik gelişmeleri ile hiçbir ilgisi yoktur. Şüphesiz müze kararının uluslararası alanda politik anlamda olumlu sonuçları mutlaka olmuştur ama Atatürk söz konusu kararı bu nedenle almadı.

Üstelik Pakt’ın oluşturulmasına ilişkin görüşmeler 1933 yılında yapılmışken… Başka bir ifadeyle ilgili Balkan ülkeleri. iki yıla yakın bir çalışmayla birlikte ortak bir pakt içinde yer almaya ikna edilmişler. Her şey bitmiş, aradan yaklaşık bir yıl zaman geçmiş ve Atatürk’ün tamamen bambaşka bir gerekçeyle aldığı müze kararını, getiriyoruz ve dışardan gelen baskı – veya istek ne derseniz deyin- sonucu karar alındı diyoruz!

Tarih bilinci

Müze kararının arkasındaki neden, birinci olarak Atatürk’ün tarihe bakışı ile ilgilidir. Anadolu’nun eşsiz tarihi mirası bizim en büyük zenginliğimizdir. Genç Türkiye Cumhuriyeti bu büyük zenginliğin mirasçısı olduğunun bilincindeydi.

Yeni kurulan tekstil sanayisinin Sümer adıyla, maden sektöründeki yatırım ve fabrikaların ise Eti adı ile anılması o tarihe bakışın sonucudur.

Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ile birlikte tarihin şafağındaki ve öncesindeki mirasın üzerine eğilme, Türk Tarih Kurumu’nun oluşturulması aynı anlayışın sonucudur.

İkincisi Atatürk, Anadolu’nun bu büyük tarihi mirasının aynı zamanda bütün insanlığın ortak mirası olduğunun da bilincindeydi. Türkiye, uygarlığın beşiğidir ve dünyanın neresinde olursa olsun yaşayan bütün halkların geçmişlerinin bir yerinde Anadolu mutlaka vardır.

Dolaysıya bu büyük mirası bütün insanlığın bilgisine ve yararlanmasına sunmak aynı zamanda milletlerin kardeşliğine ve barışa yapılabilecek en büyük hizmettir. Müze kararının arkasında yatan nedenler bunlardır.

Sayın Erdoğan Danıştay’ın verdiği karar üzerine yaptığı konuşmada 1934 yılında verilen kararın “tarihe ihanet” olduğunu söyledi.

Gerçekte 1934 yılında verilen karar değil de 2020 yılında alınan yeni karar, bu toprakların 15 bin yıllık tarihine ihanet olmuştur.

İlerde Tarih, bunu böyle kaydedecektir.

GÜNDEM ANALİZİ /// CÜNEYT ŞAŞMAZ : PARÇALI EĞİTİM, PARÇALI SINAV, PARÇALI HUKUK ?!


CÜNEYT ŞAŞMAZ : PARÇALI EĞİTİM, PARÇALI SINAV, PARÇALI HUKUK ?!

Mahiye Morgül, 1950 Rize doğumlu, Türk eğitmen, araştırmacı-yazar.
Bir anda Türkiye’nin gündemine bomba gibi düşen "çoklu baro" tartışmaları üzerine kendi düşüncelerini yorumladığı yazısı’nı göndermiş.

Bu değerli eğitmen, araştırmacı yazar okurumuzun iletisini bu sütunlarda aynen yayınlıyorum:

"27-28 Haziran 2020 Üniversiteye giriş sınavı kazasız belasız yapıldı diyecektim ki, olmadı, 12 öğrencinin sınav bitmeden yarım saat önce dışarı çıkartıldığını öğrendik.
Yürekler pır pır, acaba yanlış soru var mıydı, acaba çalınmış soru var mıydı?!
Alıştırıldık, bekliyoruz.
Biz mi bekliyoruz, küresel eğitim piyasasının devleri mi bekliyor?!
Ne oldu, bu sefer sınava şike sokamadılar mı?!
Küresel efendilerin beklentisine göre, velilerin, merkezi sınavlara güveninin sarsılması gerekiyor.
YÖK kaldırılsın ve serbest sınav piyasasına geçiş için "talep bu yöndedir" diye gündem yapılabilsin diye, güvensizlik ortamının yaratılması gerekiyor.
Küresel piyasaya göre eğitim modeline geçiş, öyle pat diye olmuyor?!
Dünya Bankası’na, istediği kadar taahhüt (GATS) versin birileri?!
Sat sat, kapat kapat, demekle olmuyor, ulusal direnç noktalarına takılıyorlar.
Eğitim piyasasına geçişin gereği olarak merkezi sisteme bağlı çalışan ne varsa bir bir lağvedilmesi gerekiyor.
SPAN (geçiş şirketi) danışmanları, Ankara’da YÖK Dünya Bankası Dairesi’nde işin başındayken, 1996’da MEB Matbaası kapatıldı, soru kitapçıkları özel matbaada basılmaya geçildi, iptaller yaşandı, soru kitapçıkları birilerine sızdırıldı, vb.
Sınav skandalları, GATS görevlisi Tansu Çiller’le başladı.
"Piyasacı sisteme geçiş" için istenen güvensizlik ortamı ustaca hazırlandı.
Sınavlara güven kalmadı.
1996’dan beri güvensizlik devam ediyor.
Eğer bu yıl sınav güvenli yapıldıysa, yani yol açıcıların önü bu yıl tıkandıysa, korkarım darbe bile yaparlar yolu açmak için.
Hüseyin Çelik’i bulup ona sormalı.
O biliyor.
28 kriter hazırlamıştı 2006’da, merkezi lağvediyoruz diyememişti de "Desantralizasyona geçtik" demişti.
Eğitimi küresel piyasanın ihtiyaçlarına göre düzenliyoruz diyen Ziya Selçuk da aynı kadrodan Talim Terbiye’nin başındaydı.
EĞİTİMDE EMPERYALİST PROJENİN TEMEL FELSEFESİ BUDUR!
Müfredatların içini boşalt, böl parçala, parçalarını bir daha parçala, diplomaları itibarsızlaştır, bilgiye erişimi sanallaştır, sınav ve sertifika piyasasına geç…
Yaratılan güvensizlik ortamından beklenen şudur; fakülteler kendi sınavlarını kendisi yapsın diyecekler.
Fakülte hocaları oturup giriş sınavı hazırlamaz, onu serbest piyasada kurulan soru bankaları ve sınav şirketleri yapar, bundan piyasa kazanır.
Bir fakülte hangi sınav şirketine "denklik" vermişse, adaylar orada sınava hazırlanır, orada sınava girer.
TOEFL gibi.
Eğer, İstanbul’da bir mühendislik fakültesini istiyorsanız, onun sınav şirketi başkadır, Ankara’da mühendislik fakültesi istiyorsanız, onun sınav şirketi başkadır.
Biri olmadı, diğerinin sınavına gireyim derseniz, ayrıca para ödeyeceksiniz.
Sınırsız sınav hakkı verecek, 6 ay sonra isteyen "şimdi hazırım" derse, yine sınav olabilecek, yine sınav parası verecek.
Ama gördüğünüz gibi devlet güvencesinde değildir.
Piyasa kuralıdır, bilgiye erişim gittikçe pahalılaşacak.
Soru bankasından en yüksek fiyatla soru satın almanın yolları her zaman vardır; hatırlayalım, ABD’de ünlü bir aktör oğlunu Harward’a sokarken böyle bir skandal yaşandı.
Küresel kaos rüzgarı estiriliyor, farkındasınız.
Her gün gündem değişiyor, kafalar allak bullak, çünkü mavi balinaya yutulmamız için bulanık ortam gerekiyor.
İştahlarını kabartan şey, şu 15 milyon eğitim çağındaki çocuğun velisine harcatacakları para!
İçinde doğru dürüst bilgi olmayan derslerle sistem zaten SOS veriyor, hiç anlatmayayım.
Ekmeğin içi boşaldı, yemeye devam ettik.
Kitapların içi boşaldı okutmaya devam ettik.
Reddetmeyi bilmiyoruz, sonuçlarını ne olarak göreceğimizi düşünmüyoruz; artık başımıza ne gelirse bize müstehaktır.
İşte devam eden bir mahkememiz.
Hangi veli biliyor, çocuklarını mavi balinalar yutmasın diye odatv’de mavi balinalı bir ders kitabını eleştirdiğim için editörüm Barış Terkoğlu ile birlikte bana, ticari zarara sebebiyet vermekten dava açıldığını?!
MEB tarafından onay verilmemiş böyle bir kitabı okula sokan müdüre ve öğretmene soruşturma açılmıyor ama kitabı eleştiren bana açılıyor.
Yani mavi balina mesaj veriyor; çocukları mavi balinaya karşı duranı da yutarız, diyor.
Piyasaya devredilen eğitim işte budur; çocukları dev şirketler yutmak istediğinde direnen olmasın diye etrafa korku vermeleri gerek.
Göreceğiz, hakimlere güveniyoruz.
BAROLAR TÜRLÜ TÜRLÜ OLUNCA?!
Parçalamaya "çoklu eğitim" ile başladılar.
Parçalı eğitim diyemediler "çoklu zeka" dediler.
Parçalı Baro diyemiyorlar, Çoklu Baro diyorlar.
Avukatlar, protesto ettiler.
Haklıdırlar, daha önce yapılmalıydı.
Metin Feyzioğlu’na "5544/2006 sayılı Mesleki Yeterlilik Kurumu yasası hukuk dışı yollarla meclisten geçmiştir, bu kanun sizi de yiyecek" dediğim zaman bana verdiği cevap, baronun resmi sitesindedir.
"Yasa dışı bir durum yok" diye cevap verdiler.
Şimdi barolara ben ne diyeyim?!
Şeriat hukuku kursları veren baro da açılacak.
Kaç imza yetiyorsa çok daha fazlasını bulurlar.
Bakkal dükkanı açar gibi hukuk fakültelerini bunun için açtılar.
O kurstan sertifika alanlarla şeriat mahkemesinde hakim-avukat olunacaktır.
El Ezher’den denklik anlaşmasını Abdullah Gül yaparken de susmuştunuz.
Şu anda İslam Enstitüleri’nde Şeriat Hukuku dersleri var ve hocaları oralardan geliyor, farkında değilsiniz.
Baroda onlar bu dersi verir.
Geri kalan şudur; talep varsa şeriat mahkemesi de kurulur.
İşte piyasaya göre parçalı/çoklu hukuk.
Güle güle medeni hukuk…
Parçalı eğitim geldiğinde direnmeyenler, sıra parçalı hukuka geldiğinde direnemezler.
Parçalı eğitim, parçalı sınav, parçalı hukuk…
Bu sertifika piyasasından kim kazanacak?!
Kaybeden Türk halkı oluyorsa, kazanan kim?!
Evet.
Fakültelere giriş eğer sınav şirketlerine devredilirse, bundan kim kazanır?!"

Not:

Sayın Morgül, bu yazısında bizlere "özenle bulandırılan su’daki duruluk nedir ne değildir!?" anlatmaya çalışıyor.

Bir şey değişir, her şey değişir…
Kurnazlık bir zeka çeşidi değildir.
Neticede, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk kitapları yazılarak, açık artırmada satılarak inşa edilmedi.
Ülkemizde toplumsal muhalefetin ve siyasi tartışmanın yoğunlaştığı bir dönem yaşanıyor.
Kaldı ki, sorun da, sorun’la çözülmez.
Bugün’ün sorunlarını çözmek için çağ’ın ruhu’na uygun düşen stratejik akıl şart.
Kanmak istemeyeni hiçbir mantık kandıramaz ise kabahat sadece kandıran’da olmasa gerek.
Kimi zaman ne’yin söylendiği önemlidir, kimi zaman kim’in söylediği, kimi zaman da kimin neyi söylediği vb.
Neticede her masal’ın da "gökten düşen üç elma" ile bağlanan bir final’i vardır.

Kaynak: PARÇALI EĞİTİM, PARÇALI SINAV, PARÇALI HUKUK?! – Cüneyt Şaşmaz

GÜNDEM ANALİZİ /// Ceyhun BALCI /// MUSTAFA NECATİ : ARKASINDAN AĞLANAN ADAM


Ceyhun BALCI /// MUSTAFA NECATİ : ARKASINDAN AĞLANAN ADAM

Peşine düşülen, uğraşılan konulara bakınca içinizin ferahlaması bile beklenebilir. 1500 yıllı Ayasofya camileştiriliyor. Daha doğrusu anıtsal tanık Ayasofya üzerinden bilek güreşi yapılıyor.

Son sorun Mustafa Necati’nin adını evinden silmek! Yerine güncel iktidarın meşrebinden birinin adını yazdırmak.

Aslında her iki durum da Türkiye’nin kapısındaki çok ciddi ve önemli sorunları gündemden düşürme amaçlı.

Tarihten birer birer silinmek istenen değerlerimizi ne kadar tanıdığımız da kuşkulu!

Mustafa Necati, Tarancı’nın deyişiyle dante gibi ortasındayken ömrünün geçti gitti bu dünyadan!

Adamakıllı tanındığında ne denli erken bir ölüm olduğu daha iyi anlaşılır!

Mustafa Necati 1894 doğumlu!

Yaşamı işgale dek İzmir’de geçmiş. Milli Mücadele’yle birlikte Anadolu’nun yolunu tutanlardan.

Milli Mücadele’de silah tutan eli Cumhuriyet kurulunca kaleme sarılmış!

Mustafa Kemal’in en güvendiği kişilerden. Buna karşılık adını duyurmak derdi içinde olmamış.

Cumhuriyet’le birlikte önce Mübadele ve İskân Bakanı olmuş. O karmaşık sorunu çözüme kavuşturduktan sonra Adalet Bakanlığı!

Son durağı Milli Eğitim Bakanlığı olmuş! Yeni harflere geçiş döneminin bakanı olma onuruna erişmiş. Millet Mektepleri’nin mimarı olmuş!

Yaşamının sonu ve dolayısı ile acıklı öyküsünün de başlangıcıdır bu kutlu uygulama!

1929 yılının ilk gününde açılacak olan Millet Mektepleri törenlerini göremez. Durma ve duraksama bilmeyen bedeni günümüzde ölüme yol açması şaşılacak bir gerekçe olan apandisite yenilir. Bu nedenle de Mustafa Necati bir soyadından bile yoksun kalır.

Buna karşılık 3 devrim yasası olarak bilinen Hilafetin kaldırılması-Şeriye ve Evkaf vekaletinin varlığına son verilmesi-öğretimde birliğin sağlanması yasalarını bırakır ardında!

Unutmadan eklemeli!

Cumhuriyet kurulmadan önce İzmir’de yapılan İktisat Kongresi’nin de düzenleyicileri arasındadır.

Soğuk bir Ankara gününde Cebeci Asri Mezarlığı’nda sonsuz uykusuna yatarken Çankaya’da Atatürk Cumhuriyet’in Çoban Yıldızı için gözyaşlarını tutamamıştır.

İşte böylesi bir insanın anısı incitildi adı evinden silinerek!

Mustafa Necati’nin adı Ankara’daki anıevindensilinirken, Türkiye’nin başındakilerin meşreplerine uygun ama adını anmaya dilimin varmadığı birinin adı yazıldı. Bin odalı saray yaptırmaya muktedir olanlar kendi değer verdiklerine bir anıevi yaptıramaz mıydı? Kuşkusuz olasıydı. Ama, asıl amaç Cumhuriyet’i kuranlara ve devrimleri yapanlara vurmak olduğu için bu yolun seçilmiş olması şaşırtıcı olmadı!

Her şeye karşın bunu yapanların hakkını vermek gerek!

Cumhuriyet’i kurmakla kalmayan ve köklü devrim yasalarının altında imzası bulunan Mustafa Necati adını evinden silenleriçin doğru hedeftir!

Azim ve Karar, 25.06.2020

GÜNDEM ANALİZİ /// Mahiye Morgül : RİZELİ KUVVACI TORUNLARINI BEKLEYEN GÖREV


Mahiye Morgül : RİZELİ KUVVACI TORUNLARINI BEKLEYEN GÖREV

Rizeli Yazar Mahiye Morgül

Tarihçi Yazar İbrahim Balcı tarafından hazırlanan listeyi temel alarak 274 kuvvacı dedemizin mahalle ve köy tasnifini yaptık. Mahallesini tespit edemediğimiz 23 kahramanımız kaldı.

Gerçekte ise çok daha fazla milisin (800 milis) Haldoz (Portakallık) sahilindeki taka limanından takalara binip cepheye gitmiş olduğu kaynaklara girmiş bir bilgidir. Hatta mahallenin yaşlıları tarafından bir grup milisin bir gece İpsiz Recep Emice’nin komşularında misafir kaldıkları anlatılır.

Bu listeyi düzenlerken, başta İbrahim Balcı ağabeyimizden destek aldım, büyük emek ona aittir. Gece gündüz telefonunu bize açık tuttu, kendisine özel olarak teşekkür ediyorum.

Kahramanlarımızı Mahalle ve Köylerine göre listeleme fikri ve daha sonra bu listeleri afiş olarak her mahalle muhtarlığına hediye etme fikri bana (M.Morgül) aittir. Ekleme ve düzeltme yapmak üzere listeler bir süre askıda kalacaktır.

Mahalle ve köy tespitinde emeği geçen değerli Kenan Yanbeyoğlu (80) ağabeyime, değerli Faik Bakoğlu, İslam Yıldırım, Yakup Özkan dostlarıma ve canlı kaynak olarak kendi kuvvacı dedeleri hakkında bilgi veren değerli komşu ve arkadaşlarıma, İbrahim Çolak (74), Nezafet Çekmiş (95), Vasfiye Topçu (93), Cemil Aloğlu (85), Adnan Tiryaki (65), Reşat Demirci (72), Hafize Turna Günaydın (65), Yusuf Agun Günaydın (70), Orhan Naci Ak, Ahmet Tuzcu ve Melih Topçu’ya teşekkür ediyorum.

Canlı kaynaklardan aldığım bilgileri listeye eklemeye devam edeceğim. Ancak kuvvacı töresine saygımızdan bazı öğrendiklerimizi biz de yazmayacağız. Örneğin İngilizlerin meşhur intikamcı özellikleri nedeniyle isimleri sır gibi saklanan bazı kahraman denizcilerimizi biz de vermeyeceğiz. Bu nedenle Malta’dan 18 tutsağı denizaltıyla kaçıran Karadenizli kaptanın adı bu listede yoktur. Bir kaynak kişi mesela, büyük dedesinin Napoli’den İstanbul’a yürüyerek geldiğini anlatmıştır, “Haliçte otelde ölü bulundu” der ve anlarsın Malta’dan kutlu yolcularını alıp Napoli limanına demirleyen gemidendir. Noktayı koyarsın.

İntikamcı İngilizlere karşı bu isimler bir milli sır olarak bugüne kadar saklanmıştır. O kahraman denizci dedelerimiz, doğmamış torunlarını İngiliz hışmından korumak için sırlarıyla birlikte hakka yürüdüler.

Bir örnek daha vereyim. Malta sürgünü dedem Aka Gündüz, 1932 de Milliyet gazetesine Malta’dan kaçırılışı anlatırken en sonunda gazetecinin esirleri “kaçıran” denizcilerin kim olduklarını sormasına karşılık; “Benim de öbür tarafa götüreceğim bir sırrım olsun” demiştir.

Sırlarıyla gidenlere selâm olsun! Burayı okurken “Kaçıran” denizcilere dualarımızı gönderiyoruz.

Biliyoruz ki İngilizler işgalde, Malta ve Karasu yenilgilerine sansür uyguladılar, yıllar sonra dahi yetiştirdikleri muhipleri eliyle düzmece davalar açtırarak intikam peşinde koştular. Kuyruk acılarını hiç unutmazlar. Örneğin, yetiştirdikleri İngiliz Muhipleri eliyle 2009’da açılmış düzmece bir davada “150 yıllık Ergenekoncuların davasıdır” dediler, denizci subaylarımıza kumpas kurdular, başlarına “Balyoz” indirdiler. Bu bir intikam mahkemesiydi. Tıpkı İzmir 1926 kumpası gibi. O davada 1908 devrimini, yani 2.Meşrutiyeti yapan İttihatçı kadroları yargıladılar. Atatürk’e sözde suikast girişimiydi dava konusu. Bu bir dedikodudan ibaret iken, yargıç, İttihat ve Terakkinin 2.Meşrutiyet 1908 devrimini nasıl yaptıklarını, işgal altında İstanbul’da İngiliz karakollarını nasıl bastıklarını sorguladı. Böyle bir intikam davası İngiliz parmağı olmadan yapılamazdı.

100 yıl önce, geldikleri gibi gidenler bugün tefeci borsalarıyla yine borç vererek geliyorlar; mahallemizde Kuvayi Milliye anısına sit alanı olarak ilan edilmesini beklediğimiz sahilimizde kendilerine turistik hastane yapmayı planlıyorlar. Oysa Hz.Muhammed peygamberimiz bile Veda Hutbesi adıyla çevrilen vasiyetinde “Dışarıdan borç almayın, alırsanız borç kölesi olursunuz” demiştir.

Bizler, Rizeli kuvvacıların torunları, Rize valilik makamına dilekçeler vererek; dedelerimizin İngiliz işgalcilerine karşı silahlarını kuşanıp takalara bindikleri bu sahilimizde İngiliz tefecilerini yeniden görmek istemiyoruz.

Sahilimizde yapılması tasarlanan şehir hastanesi girişimlerinin durdurulmasını ve bu sahilin sit alanı ilan edilmesini talep etmeliyiz.

Biz, İngilizlerin ne kadar kindar olduğunu babalarımızdan dedelerimizden dinleyerek büyüdük. İşgal altında İngiliz karakollarından silah kaçıran ve yine İngiliz işgali altındaki Kocali Karasu’da Türklere yaşatılan mezalimi (soykırımı) “evliya” gibi koşup durduran kahraman dedelerimizin ruhunu incitecek bir girişimi kabul etmiyoruz.

Maske değiştirerek gelmeye hazırlanan İngiliz işgaline hayır diyoruz!

Onların kuvvacı dedelerimize besledikleri kin o kadar eskidir ki, buraya gelirlerse başımıza yeni ne çoraplar öreceklerini düşünmek gerekiyor.

Biz Rizeliler, yukarıda saygıyla andığımız ulu dedelerin torunları olarak, açıkladığımız tarihsel nedenlerle ve ayrıca hastaları gayrı sıhhi nemli ortama maruz bırakacağı için sahilde şehir hastanesi yapımına evet demiyoruz.

Eli kalem tutan her Rizeli, “Endişe duyduğumuz sakıncaları nedeniyle sahilde şehir hastanesi projesinin durdurulması için gereğini arz ederim” diyen bir dilekçeyi tez elden valilik makamına göndermelidir.

Kırklartepeli kaynak kişimiz Yasin Yazıcı diyor ki:“Karasu gazilerinden dedem Kakuli Huseyin’in savaşta kullandığı tüfeği halen Kırklartepe (Salarha- Kandava) köyünde evimizin duvarında dedemin hatırası olarak duruyor. Bizim köye eskiden yabancılar gelirdi, Ayane dağına çıkmak için yol sorardı, yolu göstermemiz için bize para verirdi.”

RİZELİLERE TARİHSEL NOTLAR

Şehrimizin tarihsel bir özelliği daha vardır.

M.Ö. 540 yılında ASKAROZ (Bahriye Körfezi) limanında büyük donanma kurarak Atina seferi yapan Serhaz /Çerkez/Kserkses (1.Darius’un oğlu) ile annesi AY ANA Artemis burada sefere hazırlandılar. Töreye göre Kırklar Kaleleri kadın orduların yeridir. Rize’de iki tane Kırklar Tepe vardır; Ayane yakınlarındaki Kırklar Tepe, bir de İspir Yolunda Kırklar Tepe. İspir yolundakinde söylenceye göre 40 mezar vardır.

Kadın ordusu kurarak oğluyla beraber sefere katılan anne Artemis adına Ayane Dağında bir kaya mezar ve üzerinde tepe şeklinde höyük olduğunu kuvvetle tahmin ediyorum. Rize’ye sivri bir tepeden bakan AYANE dağı orasıdır, diğer Ayane dağı hilal şeklinde olduğu için ona da AY ANA denilmektedir. Bir kaya mezar da SİRAHOZ’dadır, ki buradan zaman zaman altın heykeller çıktığı, yüz yıl kadar önce ise kayadan altın tabut düştüğü anlatılır. Asıl kaya mezar höyüğün aşağı kısmındadır, oraya erişim olanaksızdır. Bu kaya mezar Serhaz’ın değil babası olan Akmenid imparatoru 1.Darius’un olmalıdır, çünkü Serhaz’ın anıt mezarı İran Persepolis’te olup 200 yıl sonra İskender tarafından Atina seferinin intikamını almak için yakılmıştır.

Rize Sirahoz tepesi ve Hamzabey köy arsaları bugün İslampaşalı Yanbeyoğullarından satın alınmış arazi olarak görünmektedir. Yanbey ile Ayan Beyi sesdeştir. Bu arazilerin eskiden bahriye askeri yetiştirme ve donanma kurma görevi olan Ayan beyliğine ait olduğu kuvvetle muhtemeldir. Yakın zamana kadar bu bölgenin aynı işlevselliğine devam ettiğini düşünebiliriz; Kaptanı Derya Ateş Mehmet Paşa, Venedik korsanlarını ve Haçlı donanmasını perişan eden İslam Paşa buradan yetişmiştir. Ve son olarak 100 yıl önce son haçlı seferinde düşmanı denize döken Rizeli kuvvacı milislerimiz

Pers kraliçesi Artemis’in eşi 1.DARİUS, eşinden sıfat alarak AYANA BEYİ adıyla Sirahoz ve çevresine isim vermiş olmalıdır. Sirahoz’daki kaya mezarda yatan baba Darius (Toros/Boğa) Oğuzoğlu’dur, ki halen daha kaya mezarın denize bakan yamacının adı OKSOĞUN BAYIRI’dır. Oğlu Serhaz’ın sıfatı KOÇARİ idi ve Şiraz’da bugün Kaçar Türkleri aynen Rize’deki gibi Oy Nani Koçari türküsü ile tulum çalarak oynamaktadırlar.

Kısaca, Rize kaç binyıllık denizci yetiştirme yeridir, bu genlerimize işlemiş özelliğimizi İstiklal Harbine gönüllü koşan denizcilerimizden de anlıyoruz. Osmanlıda 1570 Kıbrıs seferinde Venedik haçlı ittifakını yenen İslam Bahriye Ordusunun paşasının sıfatı İslampaşa mahallemizde ve camimizde (2.Selim dönemi) durmaktadır. Keza 1863’de Kaptanı Derya Ateş Mehmet Paşa da bu mahalleden çıkmıştır. Diyebiliriz ki burası, tarih boyunca Venedik tacirlerine kuyruk acısı yaşatan denizci kahramanların yeridir.

Bu tepeler, Sirahoz ve Ayane Tepeleri ve bu sahil, bir an önce sit alanı ilan edilmeli, çevresine ziyaretçiler için büyükçe tarih levhaları asılmalıdır. Burada altın hazinesinden çok daha değerli olan bir mühür vardır, Mihri Mah (Mitra’nın Ay Yıldızlı Mührü) ve toprağı süren çiftçi resmi. Bu semboller yüz yıl önce görülen altın tabutun sembolleridir. İskender Gordion’da (MÖ.322) bu semboldeki çift süren öküz/boğa/(Taurus) heykelinin düğümünü kılıcıyla kesmişti! İkisi de buğdayın üretimini kutsayan binlerce yıllık kültür ve inanç sembolümüzdür.

Cumhuriyetimizin ilk kâğıt paralarında da aynı mühür vardı. Bu mühürler, onca yüzyıl süreklilik göstererek bugüne kadar geldi. Öküz, buğday, ay ve yıldız bizim birkaç bin yıllık tapu mührümüzdür. Rize’de köy evlerinin ana kapısında boğa/öküz (okhus) boynuzu çakılıdır.

Rize’deki bu kaya mezarlar, Sirahoz ve Ayane höyüklerindeki kaya mezarlar, Türk ve Pers ortak tarihimiz demek olan Akmenid imparatorluğunu yöneten Oğuzoğulları hanedanına aittir, bizim atalarımızdan bize en görkemli mirastır. Bunlar vatanımızın tapu mühürleridir. Onun için bu kaya mezarlar her şeyden daha değerlidir.

PARAMIZDA OĞUZLU SEMBOLLERİ

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında 1 Lira ve 5 lira: Çift süren boğa ve kurt!

100 yıl sonra bugün, 2005’de KURUŞ’tan BUĞDAY kaldırıldı.

Osmanlı parasında / Gümüş 25 Kuruş-1935 / 25 Kuruş 1955 /25 kuruş 1967

Sultan Reşat’ın parasında tıpkı Başoğuzlu parasındaki gibi dairesel yıldızlar görüyoruz. Arpa ve buğdaylı Kuruş binlerce yıl sonra 2005’de sona erdi, 2005’den itibaren BUĞDAYSIZ PARA dönemine girdik:

Antik Tarihte HİLAL ve BUĞDAYLI SASANİ ve AKMENİD paramız vardı. SASANİ İmp.Türkmeneli kraliçesi LEYLA ZEYNEP Sultan’ın (MS.270) parasında buğday ve hilal var:

SAMSUN-GOD (Oğuz) YÖRESİ PARASINDA DİŞİ KURT ASENA/Athena, MÖ.540 Ana Kraliçe Artemis’in sembolüdür.

BÜYÜK OĞUZ BEYİ Akmenid İmp. KURUŞ’UN TORUNU Serhaz’ın parasında çift öküz ve kurt başı bulunur. Bu semboller Gagavuz Yeri bayrağında da aynen vardır, çünkü onlar aynı dönemde merkezi Rize olan MİLET donanmasının denizcileri olarak orayı Roma zulmünden kurtarmaya gitmişlerdi.

MÖ.1.yy’da yine Büyük Kuruş’un soyundan Başoğuzlu VI.Mitridate’nin torunu Dorbey’in Parasında Ay Yıldız, 11 gezegen ve yazılarda OĞUZ adını okuyoruz:

BAZİLEUS ARİEROĞUZ EYZEBEYİSİ, FİLOPATOROS

Sondan başa okuyuşla: Oğuz Yeri Başoğuzlu Hanedanından Oğuz Beyi.

MÖ.5.yy’da Samsun/Amizos GOD YÖRESİ sikkesinde Oğuzoğulları Kralı Serhaz’ın başında Kurt/Beru şapkası ve annesi AyAna Artemis’in elinde şaman defi ve sırtında hayat ağacı hurmadalı görülmektedir. Onlar, Büyük Kuruş’un kızı ile torunudur.

Borç almayı “Faiz haramdır” diyerek yasaklayan ve bunu altın silindir üzerine yazarak borç köleliğini bitiren Büyük Oğuz Beyi AKMENİD İmparatorluğun Kurucusu Büyük KURUŞ’un adı bugün madeni paramızda 2.500 yıldan beri yaşamaktadır. Bu soy dünyaya bir de Peygamber hediye etmiştir; Hz.Muhammed Mustafa, o da aynı yoldan gitmiş, “Faiz haramdır, yabancıdan borç almayın, borç kölesi olmayın” diye vasiyet etmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk de aynı yoldan gitmiş, dışarıdan borç almadan bağımsız olunacağını göstermiş, milli ekonomisini kurmuş, aynı OĞUZLU sembollerini T.C. parasına koymuştur.

Atatürk’ün Askeri Lisede öğrenciyken yazdığı Oğuzoğulları adlı şiir bugün bize Atatürk’ün yukarıda anlattığımız tarihi, Akmenid imparatorlarına Oğuz (Ochus) Beyi denildiğini, çok daha fazlasıyla, çift süren öküz (Boğa/Toros) sembollerine kadar bildiğini gösteriyor.

OĞUZOĞULLARI

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır,

Tuna ezelden Türk diyarıdır.

Bilinen tarihler söylememiş bunu.

Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,

Dinleyin sesini doğan tarihin;

Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak,

Yalan tarihi görüp, doğru tarihe giden.

Asya’nın ortasında OĞUZOĞULLARI,

Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları.

Doğudan çıkan biz, batıdan yine biz,

Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.

Hep insanlar kendilerini bilseler,

Bilinir o zaman, ki hep biliriz.

Türk sadece bir ulusun adı değil,

Türk, bütün adamların birliğidir.

Ey birbirine diş bileyen yığınlar,

Ey yığın yığın insan gafletleri!

Yırtılsın gözlerindeki gafletten perde

Dünya o zaman görecek

Hakikat nerde, hakikat nerde?

(Kaynak: Hacı Angı “Çocuk Gözüyle Atatürk” Ankara 25.Basım)

Azim ve Karar, 25.6.2020