CASUSLAR DOSYASI : Eski CIA ajanlarından gerçek bir casus olabilmenin sırları


Eski CIA ajanlarından gerçek bir casus olabilmenin sırları

Gizli ajan olmak, çoğu insan için heyecan verici bir meslektir. Eskiden CIA ajanı olarak çalışan Lindsay Moran ve Matthew Bradley gerçek bir casus olmak için sahip olmanız gerekenleri anlattı.

Unilad’e konuşan ve ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nda casusluk yapmak için nelere sahip olmanız gerektiğini anlatan iki eski CIA görevlisinden biri olan Lindsay Moran 1998 ve 2003 yılları arasında Makedonya’da çalıştı ve işini gizleyebilmek için tüm yakınlarına karşı kendisini kapattı.

Bir diğer operasyon görevlisi Matthew Bradley ise 1997 ve 2011 yılları arasında terörizm, narkotik, insan kaçaklığı gibi alanlarda görev aldı.

Matthew Bradley’e göre casus olarak başarılı olup olmayacağınızı düşünmeden önce, ilk olarak başvuru aşamasından geçmeniz gerekiyor. Başvuru aşamasında son 10 yıldır nerede yaşadığınızı detaylandırmanız gerek.

Başvuru aşamasında yalan makinesi testine girmek zorunda olan adaylar, kişisel mülakata geçtiklerinde kurum tarafından detaylı olarak araştırılır. Baskı altında başarılı olabileceğini gösteremeyenler ise, işe alınmıyor.

Lindsay Moran ise işe alındıktan sonra Virginia’ya, çiftlik olarak bilinen gizli bir CIA tesisine yollandı. Orada askeri beceriler edinen Moran, yabancı bir casusu nasıl tespit edebileceğini, değerlendireceğini ve nasıl işe alacağını öğrendi.

Bazı mesleklerde işin gerektirdiği beceriler çalışırken edinilse de, Moran’a göre CIA ajanı olarak bunu yapabilmek için belirli bir kişilik türüne sahip olmanız gerekiyor. Moran, adaylarda uyum sağlama yeteneği, sokak zekası ve sosyal beceriler olması gerektiğini belirterek bu yeteneklerin doğuştan geldiğine veya erken yaşlarda gelişmiş olacağına inandığını söylüyor.

Diğer yandan Matthew Bradley, CIA’de çalışmak için gereken becerilerin sonradan da geliştirilebileceğini belirterek, başarılı olabilmek için mutlaka dışa dönük bir kişiliğe sahip olunması gerektiğini, bir ajanın en çok insani becerilere ihtiyaç duyduğunu söylüyerek “Bu iş tamamen ilişkiler üzerine kurulu. Kendi kontaklarınıza sahip olmalı ve onlarla ilişki içinde bulunmalısınız. Diğer ülkelerin istihbarat teşkilatlarından insanlarla ilişki geliştirmelisiniz” dedi.

Moran’ın vurguladığı gibi Bradley de uyum sağlama yeteneğinin altını çizerek, esnek biri olmak gerektiğini belirtti. Uyum, esneklik gibi özelliklerin yanı sıra sabırlı olmak ve takım çalışmasına yatkın olmak da diğer gereklilikler arasında.

Bunun yanı sıra “Yaptığınız her şeyin belgelenmesi gerekiyor. Bu yüzden iyi bir yazar olmak önemli” diyen Bradley’e göre not tutabilen biri olmanız gerekiyor.

Mizahın hayat kurtarıcı olabileceğini söyleyen Moran’a göre ise CIA’de çalışmak için egonuzu dışarıda bırakabilmeniz; ama espri anlayışınızı kaybetmemiş olmanız gerek.

Dünyanın en zor işlerinden biri olan CIA ajanı olabilmek için görevinize bağlılık ve adanmışlığın zorunluluk olduğunu belirten Moran ve Bradley için CIA’de çalışmanın en zor kısımlarından biri işi gizli tutmak.

Bradley, gizlilik ihtiyacının sosyal ortamlarda ve aile içinde işleri zorlaştırdığını söylerken, Moran da sevdiklerine yalan söylemekte zorlandığını belirtti.

Tüm zorluklarına rağmen CIA’de çalışmanın harika bir iş olduğunu söyleyen Moran ve Bradley, görev sırasında edindikleri becerileri günlük hayatlarında da kullandıklarını söyledi. Bradley geçmişteki işi sayesinde insanları daha iyi tanıdığını ve onları neyin motive ettiğini daha iyi anladığını söylerken, Moran ergenlik çağındaki iki oğlunu ajan gibi yetiştirdiğini söyledi.

CIA’in kendisi ise, çalışanlarından “hizmete bağlılık, dürüstlük, sorumluluk alabilmek, zorluklara dayanabilmek” gibi bazı özelliklere sahip olmasını bekliyor.

TARİH /// Elif Burcu ÖZKAN : Eski Romalı Yazarların Gözüyle Gladyatör Dövüşleri


Elif Burcu ÖZKAN : Eski Romalı Yazarların Gözüyle Gladyatör Dövüşleri

22 Haziran 2018

Roma’da puslu bir gün… Bulutların kasvetli grisi haber veriyor birazdan başlayıp geceye dek, hatta belki günlerce sürecek kanlı dövüşleri. Bir yanda korkunç gösterileri izlemek için kana susamış gözlerini arena’ya diken halk, diğer yanda içlerindeki kibri yansıtan vakur duruşlarıyla işbirlikçileri… En değerli basamakta gözlerinde gösteri sayesinde artacak gücünün hayali parlayan imparator ve ortada ise çaresizliğin ağırlığı ve bastırdığı nefretinin ateşi altında ezilen, birazdan belki son kez tutacağı silaha sarılacak olan gladyatörle

Roma’nın en kanlı armağanı başlıyor şimdi halkına, kanlı bir kumdan arena’da,
Dövüşler düzenlenecek öğlen olup tam rehavet çökünce insana,
Bir gladyatör kalkanıyla ilerleyecek rakibine doğru, diğer elinde kısa bir kılıçla,
Diğeri ağını atacak rakibinin boynuna, kendi mezarını geciktirmek adına,
Vahşi hayvanlara atılacak suç işleyen, korkunç dişlerin arasına.
Kimi kullandığı silahla adlandırılmış, kimi dövüşüyle namlı,
Dizilmiş bekliyor arkada, karşı karşıya gelecekler ikişerli sırayla,
Öleceğini biliyor ya, bir mezara sahip olsun istiyor yalnızca, kendi adına,
Bir gün daha yaşamak umuduyla silecek akan kanlarını, doğrulacak vuruldukça,
Halk onları izlerken ölüm kokan cümleler eşliğinde, acımasızca.

Kimdi bu gladyatörler ve Roma’da nasıl bir yeri vardı bu dövüşlerin? Oyunlar halk için gerçekten savaşa hazırlayıcı bir unsur muydu, yoksa insanların ruhlarındaki vahşiliğin ve ezilmişliğin dışavurumu için bir araç mıydı? Peki, aydınlar, yazarlar ve düşünürler bu dövüşler hakkında ne düşünüyorlardı? Yazımızda işte bu konuları inceleyeceğiz. Önce gladyatör dövüşlerinin tarihçesine ve Roma’da geleneksel hâle gelene kadar uzanan yüzlerce yıllık yolculuğuna değinip, daha sonra Eski Romalı yazarların kaleminden yola çıkarak özellikle aydın insanların bu gösteriler hakkındaki düşüncelerini inceleyeceğiz. İster Roma’da doğmuş, ister hayatının belli bir döneminde orada yaşamış olsun, Latin Edebiyatının kalbinin attığı kenti bir şekilde soluduğu için “Romalı” adı altında yazımıza dâhil ettiğimiz yazarların konu hakkındaki görüşlerini kendi yazdıkları satırlardan öğreneceğiz. Roma yazınına adını altın harflerle yazdırmış ünlü yazarların bu gösteriler hakkında ne düşündüklerini orijinal dilinden, yani Latinceden yapacağımız çevirilerle göreceğiz.

Gladyatör dövüşlerinin kökenine baktığımızda konuyla ilgili iki farklı görüşe rastlarız. Kimi uzmanlara göre dövüşleri ilk düzenleyenler günümüz İtalyasının güneyindeki Campania Bölgesi’ne yerleşenlerdir. İlk kez Damaskos(Şam)’lu Nikolaos tarafından öne sürülen (Athena. Deiphno. 4.153f—154a) diğer görüşe göre ise dövüşler ilk kez MÖ 9. yy. sonuna doğru Anadolu’dan Orta İtalya’ya göç ederek Etruria adını verdikleri bölgeye yerleşen Etrüskler tarafından düzenlenmiştir. Birtakım tarihsel bilgiler ve mezar kabartmaları da dövüşlerin ilk kez Etrüskler tarafından gerçekleştirildiği fikrini doğrulamaktadır. Bu nedenle Antik yazarların ve modern uzmanların çoğu, Roma’nın birçok gelenekte ve sanatta örnek aldığı Etrüsklerin bu konuda ilk olduğu konusunda birleşirler.

Dövüşlerin gerçekleştirilme nedenlerine baktığımızda ise yüzyıllar içinde değişen süreçlerle karşılaşırız. Kilise babası ve filozof Tertullianus(MS yk. 155-240), Etrüsklerde ve Romalılarda tarihi MÖ 8. yy.’a dayanan, tanrılarını ve kaybettikleri savaşçıların ruhlarını teskin etmek ve onlar için duydukları acıyı dindirmek amacıyla insan kurban etme geleneğinin bulunduğunu belirtmiştir (Tert. Spect. VI, 1). MÖ 4. yy.’da yaşamış gramerci Maurus Servius Honoratus’a göre bu gelenek zamanla yumuşayarak yerini esir alınan kişilerin birbiriyle dövüştürülmesine dayanan gladyatör gösterilerine bırakmıştır (Serv. Aen. III, 67). Bu iki geleneğin birleşiminden hareketle varılan kanıya göre de, Etrüskler gladyatör dövüşlerini ilk başlarda ölü kültüne yönelik olarak dinî bir ritüel şeklinde gerçekleştirmişler ve dövüşleri adeta vatanî bir görev olarak görmüşlerdir.

Eski Romalıların geleneksel oyunları başlarda ludi (oyunlar) adı verilen kamuya açık sahne gösterilerinden ve Circus Maximus’ta düzenlenen araba yarışlarından oluşmaktaydı. Ancak MÖ 3. yüzyılın ikinci yarısında bunlara gladyatör dövüşleri de eklenmiştir. MÖ 264’te Roma’da aristokrat Iunius Brutus Pera ölünce, iki oğlu Marcus ve Decimus bir hayvan pazarı olan Forum Boarium’da babalarının anısına cenaze oyunları düzenler ve bu oyunlarda üç çift gladyatör dövüştürür. Latincede munus, ludus gladiatorius veya spectaculus adlarıyla anılan gladiator dövüşünün Roma’ya ilk gelişi de bu cenaze oyunlarıyla gerçekleşir. Böylece bu gelenek önce Etruria’dan Roma’nın bulunduğu Latium’a, buradan İtalya’nın diğer bölgelerine geçmiştir. Daha sonra Roma’nın Doğuda yapmış olduğu fetihlerle başlayan Romanizasyon süreciyle birlikte Anadolu, İspanya, Yunanistan ve hatta Afrika’ya kadar tüm Akdeniz dünyasına yayılmıştır.

Geleneğin Roma’ya geçtiği ilk yıllarda yalnızca cenaze törenlerinde ve düzensiz aralıklarla gerçekleştirilen gösteriler MÖ 3. yy.’da daha da sıklaşmış, ölen kişinin görkemini ve zenginliğini yansıtmak, anısını canlı kılmak ve onu halkın gözünde kahramanlaştırmak için giderek daha da rağbet gören bir şov halini almıştır. Öyle ki kendi anısını canlı tutmak isteyen zengin kişilerin bile vasiyetname hazırlayıp para bırakarak öldükten hemen sonra kendi adlarına cenaze töreni yapılmasını ve gladyatör dövüşleri düzenlenmesini talep ettikleri bilinmektedir. Gladyatör dövüşleri zengin insanların ve politikacıların rağbet etmeye başladığı bir şov halini alınca da, Roma senatosu tarafından MÖ 105 yılında alınan bir kararla, dövüşler resmen halkın bir eğlence aracı olarak kabul edilmiş ve onların yasal olarak düzenlenmesine karar verilmiştir. Bunun üzerine gösterilerin düzenleniş şekli, ücretler, organizatörlerin yetki ve sorumlulukları gibi gösterilere ait hemen her detayın yer aldığı yasalar (leges gladiatoriae) yürürlüğe konmuştur. Düzenli ve yasal hale gelen gösterilerle halkın Yunan kökenli gösterilerden uzaklaşmasının ve dolaylı yoldan askerliğe hazırlanmasının amaçlandığı düşünülmektedir. Ancak gösterilerin yasallaşması aynı zamanda yöneticilerin de işlerine gelmiş, gösteriler onların halkın sempatisini kazanarak kendi kudretlerini yansıtmaları için birbirleriyle rekabet ettikleri bir araç haline gelmiştir.Böylece tam 7 yüzyıl süren ve MS 6. yy.’da son bulan bu kanlı gösteriye duyulan rağbet, onu İtalya topraklarının dışına da taşımış, Anadolu, Suriye ve Mısır’a kadar yayılmasını sağlamıştır.

Özünde savaşta yitirdikleri vatandaşları teskin etme ve anma, halkı askerliğe ve olası savaşlara hazırlama amacı taşıyan bu gösterilerde önceleri savaşta esir düşenler(captivi), kürek mahkûmları ve köleler (servi) yer almıştır. Gösterileri düzenleyen organizatör editor muneris’ten amphitheatrum yöneticisi vilicus’a, bekçi custos’tan kapıdaki görevli ostiarius’a, seyircilere yer gösteren dissignatorlardan isimleri anons eden tellal praeco’ya ve gösterilerin gerçekleştiği kumlu alan arenayı temizleyip gladyatörlerle ilgilenen (h)arenarius’a varana kadar neredeyse herkes köleydi. Yani yalnızca dövüşenlerin değil aynı zamanda amphitheatrum’un korunmasından dövüş alanının temizliğine varana kadar gösterilerle ilgili tüm görevliler kölelerden oluşmaktaydı. Ancak daha sonra “arena’da ölüm” cezasına çarptırılan, noxii veya ad gladium/ ad ludos damnati adı verilen kişiler en acımasız gösterilerde dövüştürülmeye ve gitgide daha çok rağbet görmeye başladı. Dolayısıyla Roma’da gladyatör gösterileri giderek suç işleyenlere verilen cezaların en ağırının uygulandığı bir tür ceza aracına dönüşmüştü. Arena’da ölüme mahkûm olanların aldıkları bu cezanın uygulanışı da işledikleri suçun niteliğine göre değişirdi. Ya ölünceye kadar dövüşürlerdi ya da eğer Roma vatandaşı iseler kılıçtan geçirilme cezasına (damnatio ad gladium) çarptırılırlardı. Ancak eğer köle iseler ve yakınları hayatta değilse vahşi hayvanlara yem olarak atılma cezası (damnatio ad bestias) alırlardı. Karşılıklı dövüşler yetmiyormuş gibi bir de suçluların vahşi hayvanlara yem olarak atıldığı bu korkunç venatio’nun da gösteriler arasında yerini alması çok sürmemiş, hatta bu gösteriyi daha fazla düzenleyebilmek amacıyla mevcut amphithatrum’lara yenileri eklenmiştir. Fakat sonunda“arena’da ölüm” cezası giderek en ağır ceza verme aracı olmaktan, yani esas amacından sapmış, dövüşleri meslek haline getirenlerin eline geçmiştir. Bu durumda dövüşler zamanla yöneticilerin kudretlerini göstermek için kullandığı, dövüşlerde görev alanların ise maddi kazanç ve ün sağladığı bir gösteriye dönüşmesiyle birlikte bu işi gönüllü olarak yapan kişiler de sahnede görülmeye başlamıştır. Esirlerin haricinde para ve ün kazanmak isteyen birçok gönüllü vatandaş (auctorati), kendini kanıtlamak isteyen azat edilmiş köleler (liberti), hatta soylular ve atlı sınıfına mensup kişiler (equites) bile kazanç kapısı olarak gördüğü dövüşlerde yer almıştır.

Gladyatörlerin türleri ise 17 taneydi ve her biri giysilerine, kullandığı silaha ve dövüş stiline göre farklı şekilde adlandırılmıştı. Adını ilk oyunlarda gladius (kısa kılıç) ile dövüşülmesinden alan ve daha sonra tüm dövüşçüler için genel bir ad olarak kullanılacak olan gladiator terimi yerini gladyatörlerin kullandığı silaha, ait olduğu kente veya onun bir özelliğine göreadlandırılan isimlere bırakmıştır.[1] Örneğin, rēte(ağ) atarak dövüşen gladyatöre retiarius, Orta İtalya’daki Samnium Bölgesi’nden gelen Samnit dövüşçüye Samnis, Thrakia’lıya Thrax, Gallia’ya özgü bir araba olan esseda üzerinde dövüşene essedarius, sagitta (ok) atarak dövüşene sagittarius ismi verilmiştir. Başında bir lanista(grup lideri ve çalıştırıcısı)’nın bulunduğu, köle pazarlarından satın alınan güçlü savaş esirlerinden veya gönüllülerden oluşan gladyatör gruplarına familia gladiatoriae adı veriliyor, bir editör muneris(organizatör) gladyatör dövüşleri sergilemek istediği zaman bu gruplardan biriyle anlaşıyordu. Her bir grupta farklı kavimlerden gelen ve geldiği ülkeyi veya kavmi simgeleyen giysiler içinde, yerel silahlarıyla ve kendilerine özgü stilde dövüşen köleler yer alıyor, bu yabancı uyruklu köleler gösterilerde izleyicilerin ilgisini canlı tutabilmek, Roma’nın büyüklüğünü ve savaşta yenerek egemen olduğu ülkeleri göstermek adına özellikle tercih ediliyordu.

Gladyatör dövüşleri Roma İmparatorluk Dönemi’nde özellikle de gösterişi seven yöneticiler ve toplum için çok cazipti ve insanlar savaş tanrısı Mars’a adadıkları amphiteatrum’a bu dövüşleri izlemek adına akın akın geliyorlardı. Ancak gerek Antik Yunan gerekse Romalı yazarların ve düşünürlerin, yani eğitimli ve aydın kişilerin çoğu, gösterileri zevkle izleyen halkla ve göğsü kabaran yöneticilerle aynı kanıda değildi. Onlara göre vahşetin kol gezdiği, akan kanların ve ölümlerin son bulmadığı bu insanlık dışı oyunları düzenlemek ve hatta izlemek, insan kıyımında rol almaktan başka şey değildi. Şimdi kronolojik sırayla yazarların gladyatör dövüşleri hakkındaki görüşlerine değinelim ve düşüncelerini kendi kaleme aldıkları cümlelerden öğrenelim. Aralarında yüz, hatta belki iki yüz yıl bulunan yazarların dövüşler hakkında söylediklerinde ne gibi değişiklikler olduğuna bakalım.

MÖ 106-43 yılları arasında yaşamış ve Roma edebiyatının en önemli yazarlarından olan devlet adamı, hatip ve düşünür Marcus Tullius Cicero, birçok eserinde gladyatör oyunlarına değinmiştir. Bazı ünlü gladyatörlerin hayatlarına dair anlatımlarının yanı sıra yer yer gladyatörleri övdüğü yer yer dövüş düzenlenmesini eleştirdiği eserler mevcuttur. Ancak genel olarak yazılarında gladyatör dövüşlerinin lehinde ve hatta onları öven bir hava hâkimdir. Belki de Roma Cumhuriyet Dönemi’nin başlarında Romalıların cesaretini ve onurunu yansıtmak ve desteklemek adına bu dövüşlerin geçekleştirildiğini düşündüğü için, ya da ilk düzenlenen dövüşlerin çok ağır olmaması nedeniyle onları ve gladyatörleri övdüğü cümleler kaleme almıştır. Mevcut devlet büyüklerinin tepkisini çekmemek adına kimi eserlerinde olumlu yorumlar yapma gereği duyduğu da düşünülebilir. Çünkü, MÖ 62-43 yılları arasında kaleme aldığı mektuplarından birinde bu dövüşlerden hoşlanmayan arkadaşına onları neredeyse överek tasvir eden cümleler yazıp onu bir gün gösteriyi izlemeye davet etmesi (Cic. Ep. VII, 1); ayrıca MÖ 44 yılında kaleme aldığı DeOfficiis (Ödevler/ Görevler [Üzerine]) adlı eserinde arkadaşı Pompeius’un 2. konsüllüğü sırasında düzenlediği oyunların o zamana kadarki en görkemli oyunlar olduğunu belirtmesi (Cic. Off. II, 57) böyle bir izlenim vermektedir. Şunu net bir şekilde söyleyebiliriz ki yazımızda ele alacağımız düşünürler ve yazarlar arasında gladyatör gösterilerine ılımlı bakan tek yazar Cicero’dur. MÖ 49 yılında, Gaius Julius Caesar’ın önderliğindeki lejyon, generallerin ordularıyla geçmesinin yasak olduğu Kuzey İtalya’daki Rubicon Nehri’ni geçip yasağı çiğneyince Roma’da iç savaş başlamış ve beş yıl sürmüştür. Bu süre zarfında rekabet halinde olan politikacılar birbirlerine gözdağı vermek ve halkın sempatisini kazanmak amacıyla gladyatör gösterilerinden bir hayli yararlanmışlardır. Cicero da MÖ 45’te yazdığı TusculanaeDisputationes (Tusculum Tartışmaları) eserinde gladyatör dövüşlerine ilişkin şöyle bir yorumda bulunmuş, bilhassa gladyatörlerin güçlerini ve iradelerini överek onların lehinde cümleler kaleme almıştır:

“Mahvolmuş insanlardan ya da yabancılardan oluşan gladyatörler, ne kadar çok darbeye katlanıyorlar! İyi eğitilmiş olan bu insanlar her nasılsa utanılacak şekilde kaçmaktansa darbe yemeyi tercih ediyorlar!Hiçbir şeyi ya efendilerini ya halkıtatmin etmekten daha önemli bulmadıkları ne kadar açık! Üstelik yaralarla bitap düştüklerindeefendilerinin ne istediğini sorsun diye birini bile gönderiyorlar: eğer onları memnun edecekse seve seve kendilerini yere atıyorlar.Sıradan bir gladyatör (bile olsa) hiç yas tutan, yüzünün ifadesi değişen oldu mu?Kim yarışı sürdürmekten,kendini yerlere atmaktan utandı? Kim yenildiğinde kılıç darbesi alması emredilince boynunu geriçekti? Bu kadar çalışma, tefekkür ve deneyim işe yarıyor…Bazılarının gladyatör dövüşlerini zalim ve insanlık dışı olarak görmemesi gerekir…” (Cic. Tusc. Disp. II, 41).

Şimdi de Cicero’nun ölümünden 40 yıl sonra dünyaya gelen MÖ4 ile MS 65 yılları arasında yaşamış İspanya-Cordobalı yazar, söylev ustası, siyaset adamı ve düşünür Lucius Annaeus Seneca’nın konuyla ilgili düşüncelerine uzanalım. Aynı adlı babasından ayrı tutulmak için minor (daha genç) sıfatıyla anılan Genç Seneca, küçük yaşta teyzesi tarafından Roma’ya getirilir ve kendisinin bir gün üstün örneklerini kaleme alacağı retorik ve felsefe eğitimini burada alır. Sanatından siyasetine, dilinden tarihine kadar içine nüfuz eden kentin etkileri birçok eserine yansır. Seneca, kayınpederi Pompeius Paulinus’a ithafen MS 49 ya da 62 yılında yazıldığı tahmin edilen De Brevitate Vitae (Yaşamın Kısalığı) diyaloğunda yaşamın kısalığını, hızla akıp giden hayatta nelere önem ve öncelik vermemiz gerektiğini kaleme almıştır. Bu diyalogda önemsiz bilgiler olarak gördüğü olayları sıralarken gladyatör dövüşlerinin acımasızlığını dile getirir. O, Cicero’dan farklı düşünmekte ve bu dövüşleri acımasız bulmakta ve kıyım olarak yorumlamaktadır. Aradan geçen yıllar dövüşlerin vahşetini daha da arttırmış olmalı ki, onları şöyle eleştirmektedir:

“Devletin önde geleni ve (söylendiğine göre) eski yöneticilerin arasında iyiliğiyle göze çarpan (Pompeius), insanları katleden yeni bir tür gösteriyle akıllarda yer edineceğini düşündü. Ölümüne dövüşüyorlar? Yetmez. Katlediliyorlar? O da yetersiz kalır: koca bir insan yığınının ayakları altında çiğnensinler! Sonradan güçlü biri bunları öğrenmesin ve bu insanlık dışı (gösteride) gözü kalmasın diye bunlar unutulmuş olsa ne iyi olurdu! Ah şu iyitalih zihinlerimizi ne kadar da körleştiriyor! (Pompeius) Onca zavallı insanı başka bir gökyüzü altında dünyaya gelmiş vahşi hayvanların önüne atınca, birbirinden bu kadar farklı varlıkları birbirine düşürünce, Roma halkının gözleri önünde oluk olukkan akıtınca ve sonrasında daha fazla kan akıtmaya zorlanınca (nedense) kendisinin doğadan bile büyük olduğuna inandı. Ama daha sonra aynı adam İskenderiyelilerin ihanetine uğradı, son köleden kendisini bıçaklamasını istediğinde, işte ancak o zaman gösterişli lakabın[2]ne kadar anlamsız olduğunu anladı.” (Sen. Brev. Vit. XIII, 6-8).

Seneca, Sicilya’da yöneticilik yapan arkadaşı Lucilius’a ithafen yaşamının son yıllarında kaleme aldığı felsefi mektuplarda da bu amansız gladyatör gösterilerini şöyle tasvir eder:

“Bir gün bir öğle saatinde gösterilere denk geldim; hem eğlenceli hem de insanların kan görmekten yorulan gözlerini biraz olsun dinlendirecek bir şey izleyeceğimi umuyordum, ama nerede! Dövüşten önceki gösteri hiç değilse merhametliydi[3]. Şimdikinde ise yaptıkları hareketlerle ortada tamamen katile dönmüş kişiler var. Üzerlerini örten hiçbir şey yok, bedenlerinin her yeri açık olduğu için de hiçbir vuruş boşa gitmiyor. Pek çok kişi bu dövüşü birbirinedenk kişilerin düzenli tertiplenen ve yedekte bekleyen (taleple gelen) dövüşe tercih ediyor. Neden tercih etmesin? Kılıcı geri püskürtecek ne bir miğferleri ne de kalkanları var. Zaten tedarikli olsalar neye yarar? Ya da yetenekli olsalar? Tüm bunlar anca ölümü geciktirir. İnsanlar sabahın köründe aslanların ve ayıların önüne, öğlen olunca da onları izleyenlerin önüne atılıyor. (Az önce) Katil olmuş kişilerin birazdan katil olacak kişilerin önüne atılmasını emrediyorlar ve kazanan kişiyi bir sonraki kıyıma saklıyorlar. Dövüşlerin sonu ise ölüm… Kılıçla ve ateşle hallediyorlar işi. Arena boşken işte bunlar oluyor. “Ama birisi haydutluk yaptı, adam öldürdü” dersen, “Nasıl peki? Hadi o adam birini öldürdüğü için cezayı hak etti[4]; peki sen zavallı adam, sen ne yaptın da bunu izliyorsun? “Öldür, yarala, yak onu! Neden bu kadar korkak da kılıca doğru koşmuyor? Neden ölürken o kadar da cesur değil? Neden o kadar da isteyerek ölmüyor? Tam yaraların üzerine vursunlar, karşılıklı vuruşları indirsinler çıplak ve korumasız göğüslerine!” Derken oyuna ara veriliuyor: “Bu esnada (bile) boş kalmasınlar diye insanlar katledilmeye devam ediyor”. (Sen., Epis. I, 7: 3-6).

MS 56 ila 120 yılları arasında Roma’da yaşamış tarihçi ve senatör Tacitus, yazdığı ilk eser olan ve edebi eleştiri niteliği taşıyan Dialogus De Oratoribus(Hatipler Hakkında Diyalog)’ta Roma’da kendi yaşadığı İmparatorluk Çağı’nda neden Cumhuriyet Çağı’ndaki gibi iyi hatiplerin yetişmediğini sorgular. Bu eserde bir paragrafın ortasında ise gladyatör dövüşleriyle ilgili olumsuz görüşlerini ve zihin için nasıl sakıncalı bulduğunu kısaca şöyle anlatır:

“…Aslında bu kentin aktörlere hayranlık, gladyatörlere ve atlara düşkünlük gibi daimi ve kendine has zaafları, (çocuk) daha ana rahmindeyken onun içine işliyormuş gibi geliyor bana. Zihin bunlarla meşgul ve doluyken onda değerli sanatlara ayıracak ne kadar az yer kalıyor! ...” (Tac. Dial. 29)

Roma’nın ünlü yergi yazarı Aquinum’lu Decimus Iunius Iuvenalis (M. S. 55-140) Britannia’da iki yıl orduda görev aldıktan sonra orta yaş döneminden itibaren yaşamını Roma’da mahkemelerde savunmalar yaparak sürdürmüştür. Mahkemelerde dilediği yere ulaşamayıp orada yabancı veya değersiz kişilerin bulunduğunu görünce kendisini edebi çalışmalara vermiştir. Edebi yaşamını imparator Traianus (98-117) ve Hadrianus (117-138) dönemlerinde sürdüren Iuvenalis, ileri yaş dönemini sürdürürken kaleme aldığı yergilerinden birinde tanık olduğu gladyatör dövüşlerinin değersizliğini şu dizelerle dile getirmiştir:

“Şimdi gladyatör dövüşleri düzenliyorlar ve halk parmağını ters çevirerek[5] (öldürülmesini) istediğinde elbirliğiyle öldürüyorlar; Oradan dönerken de kamu tuvaletleri için bir araya geliyorlar.

Mademki bunlar, Fortuna(kader tanrıçası)’nın canı her eğlenmek istediğinde,
Meseleleri en aşağılık yerlerden en tepelere çıkaran insanlar,
Neden her şeyi yapmasınlar?” (Iuv. Sat., III, 36-40).

Halkın en büyük eğlence kaynaklarından olan gladyatör dövüşleri böylece giderek imparatorlar için de hayatlarının ve kendi reklamlarının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Öyle ki, MS 70-130 yılları arasında yaşamış Cezayir asıllı Romalı tarih ve biyografi yazarı Gaius Suetonius Tranquillus, Roma İmparatorluğu’nun ilk 12 liderinin hayatlarını kaleme aldığı De Vita Caesarum(12 Caesar’ın Hayatı [Üzerine]) adlı eserinde hemen hemen her imparatorun gladyatör dövüşlerini nasıl ve hangi yaklaşımlarla düzenlediğini anlatır. Komutan Gaius Julius Caesar’dan başlayarak Roma’nın ilk imparatoru Augustus’tan Domitianus’a kadar sırayla imparatorluk liderlerini kaleme aldığı kitabında, imparatorların dönemindeki gladyatör dövüşlerini, hemen her birinin dövüşlere olan düşkünlüğünü, onları büyük bir zevkle düzenlediklerini yansıtan ifadeler içinde ve bazı olaylarla destekleyerek kaleme almıştır. MS 37-41 yılları arasında olmak üzere yalnızca 4 yıl Roma İmparatorluğu’nu yöneten İmparator Caligula, birçok Roma imparatoru gibi akıl sağlığı bozuk olan, acıma ve adalet duyguları gelişmemiş ve pek çok masum insanı öldürmekten, en yakınlarını herkese rezil etmekten ve türlü cinsel eğlencelerden geri durmayan biriydi. Suetonius’un Caligula’yı anlatan kitabında (Suet. De Vit. :Caligula, XXX; 2) onun atlı sınıfını, sahne gösterilerine ve gladyatör dövüşlerine düşkün oldukları için -her nasılsa- eleştirdiği ifade edilmiş olsa da daha sonrasında (XXXII, LIV) kendi düzenlediği ve hatta içine dâhil olarak sonlandırdığı gladyatör dövüşleri anlatılmaktadır. Kendisinden sonra başa geçen ve MS 54 yılına kadar 13 yıl tahtta kalan İmparator Claudius’un da tıpkı diğer imparatorlar gibi gladyatör dövüşlerine çok düşkün olduğunu, hatta onları ölürken izlemekten bile zevk aldığını ve bu sayede acımasız ruhunu rahatlattığını şu cümlelerle ifade etmiştir:

“(Claudius’un) gaddar ve kana susamış bir doğaya sahip olduğu büyük olaylarda olduğu kadar küçük şeylerde deortaya çıktı. … Nerede kendisinin veya başkasının yönetiminde bir gladyatör dövüşü düzenlense, özellikle ağ atanretiarius’ların ve hatta kazarayere düşenlerin bile, hemen boğazının kesilmesini emrediyordu, çünkü onların yüzlerini son nefeslerini verirken görmek istiyordu.” (Suet. De Vit.: Claudius, XXXIV).

Bu bilgilerden ve yazarların yorumlarından sonra, şimdi sıra kendimizde. Günümüzden 2000 yıl öncesine giderek, ortada gladyatörlerin dövüştüğü koca bir amphithatrum’da olduğuınuzu hayal edin! Bir yanda kan gövdeyi götürsün isteyen ceza sisteminin destekçileri, diğer yanda Romalı erdemlerini yüceltme hayalini öne sürerek köleleri ölümün can çekişen bir başka yüzüne gönderen kesim. Bir başka yerde imparatorların sırtını sıvazlayan, zengin kesimin etrafa saçtığı gösteriş emellerini ve rant kokusunu savuran işbirlikçiler. Diğer yanda öfke dolu cümlelerle kendinden geçmiş vahşi dürütleri yüzünüze kusan halk. Diğer yanda ise tanık olduğu bu vahşi gösterileri cesurca eleştirmeye hazır, onları sadece gözleyen ve yazıya döken, okurlarını ruhun aşağı katmanlarına ait bu gösteriden uzaklaştırarak üst benliğe çağıran ve bu acımasız gösterilerin iç yüzünü gelecek yüzyıllara aktaracak olan yazarlar. Peki siz, Antik Çağ’da yaşayan bir Romalı olsaydınız, hangi tarafta yer alırdınız?

***

ARKHE (Arkeoloji, Gezi, Kültür ve Sanat Dergisi), 1. Sayı (Ocak-Şubat-Mart 2017):

Eğlence ve Yaşam Arasında Bir Dünya: Gladyatörler, (Ocak) 2017, (s. 31-41).

Seçilmiş Kaynakça:

Antik Kaynaklar:

Athen. Deiphno. Athenaios, Deipnosophistai.
(Kullanılan metin: Athenaeus the Deipnosophists, Volume II, Trans. by: Charles Burton Gulick, Loeb Classical Library, 1928).

Cic. Ep. Marcus Tullius Cicero, Epistulae Ad Familiares.
(Kullanılan metin: M. Tullius Cicero, Cicero: Selected Letters, Trans. by: Frank Frost Abbott, Ginnand Co., Boston, 1909).

Cic. Off. Marcus Tullius Cicero, De Officiis.

(Kullanılan metin: M. Tullius Cicero, De Officiis, (with an English Trans. by: Walter Miller, Harvard University Press, Cambridge, Mass., England, 1913).

Cic. Tusc. Disp. Marcus Tullius Cicero, Tusculanae Disputationes.
(Kullanılan Metin: M. Tullius Cicero, Ed. by: M. Pohlenz, Teubner, Leipzig, 1918).

Iuv. Sat. Iuvenalis, Saturae.
(Kullanılan Metin: W. V. Clausen (ed.), Iuvenalis. A. Persi Flacci et D. Iuni Iuvenalis Saturae, (brevique ad notatione critica instruxit), Oxford 1959).

Sen. Brev. Vit. Lucius Annaeus Seneca, De BrevitateVitae.
(Kullanılan Metin: Seneca, Moral Essays: Volume 2. Ed. and Trans by: John W. Basore, William Heinemann, London and New York, 1932).

Sen. Ep. Lucius Annaeus Seneca, Ad Lucilium Epistulae Morales.
(Kullanılan Metin: Seneca, Epistles 1-65, Volume IV, Trans. By: R. M Gummere, Loeb Classical Library, Harvard University Press, Londra,1961).

Serv. Aen. Maurus Servius Honoratus, In Vergilii Carmina Comentarii.
(Servii Grammatici qui feruntur in Vergilii carmina commentarii; recensuerunt Georgius Thilo et Hermannus Hagen, Georgius Thilo, Leipzig. B. G. Teubner, 1881).

Suet. De Vit. Suetonius, De Vitis Duodecim Caesarum.
(Kullanılan Metin: C. Suetonii Tranquilli opera. Vol. 1. De Vita Caesarum Libri VIII. Teubner, Leipzig 1907).

Tacit. Dial. Tacitus, Dialogus De Oratoribus.
(Kullanılan Metin: Cornelius Tacitus, Opera Minora, Ed. By: Henry Furneaux, Clarendon Press, Oxford, 1900).

Tert. Spect. Tertullianus, De Spectaculis.
(Kullanılan Metin: Tertullian-MinuciusFelix. Tertullian. Ed. by: T.R. Glover. William Heinemann Ltd.; Harvard University Press, London; Cambridge, Massachusetts, 1931).

Modern Kaynaklar:

Grant 1967 Michael Grant, Gladiators, Penguin Books Ltd., Harmondsworth, Middlesex, England, 1967.

Jacobelli Luciana Jacobelli, Gladiators at Pompeii, “L’ERMA” di BRETSCHNEIDER, Roma, 2003.

Malay & Sılay 1991 Hasan Malay, H. Sılay, Antik Devirde Gladyatörler, Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 1991.

Uzunaslan 2005 Abdurrahman Uzunaslan, “Antik Roma’da Gladyatör Oyunları”, şurada: Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 12, Isparta, 2005, (ss.15-58).

Welch 2007 Katherine E. Welch, The Roman Amphitheatre: From Its Origins to the Colosseum, Cambridge University Press, 2007.

DİPNOTLAR

* Öğr. Gör., Bursa-Uludağ Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü; İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Doktor Adayı. (eburcuozkan@uludag.edu.tr)

[1] Kül kavanozları üzerindeki tasvirlerden hareketle ilk gladyatör grubunun bustuarius adı verilen dövüşçülerden oluştuğuna dair görüş de mevcuttur. (Serv. Aen. X, 519; ayrıca bkz: Uzunaslan 2005, 18.)

[2] MÖ 106-49 yılları arasında yaşamış Romalı askerî ve politik lider Gnaeus Pompeius, Romalı büyük general ve devlet adamı Gnaeus Pompeius Strabo’nun oğludur. 16 yaşına gelip toga virilis giymeye hak kazanınca babanın soyadını alma geleneğine uymayı nüfuzunun kendisine sağladığı iltimas sayesinde reddederek “büyük, yüce” anlamlarına gelen “magnus” lakabını/ soyadını almayı seçmiştir. Gerekçe olarak da kibirle suçlanırsa soyadına uygun yaşadığını söyleyebilme hakkını göstermiştir.

[3] Esas dövüşlerin öncesinde ve aralarında halkı esas gösterilere hazırlamak veya dinlendirmek adına paegniarius adı verilen kişilerin rakibe fazla zarar vermeden, hafif silahlarla ve ölümcül olmayan vuruşlarla gerçekleştirdikleri prolusio adlı ufak çaplı dövüşler kastedilmektedir.

[4] Suçlu olduğu için arena’da dövüşme cezası alan mahkûm kastedilmektedir.

[5] Gladyatör dövüşlerinde müsabakanın sonunda yenilen ama hayatta kalan gladyatör canının bağışlanmasını istediğinde sırtüstü uzanarak sol elini yukarı kaldırır, karar halkın isteğine ve editor(organizatör)’un ya da imparatorun arzusuna bırakılırdı. Eğer seyircilerin çoğu başparmağını yukarı çevirerek “Missum!” (Bağışla!) diye tezahürat ederse, editor cellada aynı işareti yaparak hayatının bağışlanmasını sağlardı. Ancak başparmağını aşağı indirerek boğazını gösterenler ve “Iugula!” (Öldür/ Boğazını kes!) diye bağıranlar çoğunluktaysa imparatorun işaretiyle editor da son emri verir ve celladın hamlesiyle gladyatörün yaşamına son verilirdi. İki gladyatörün de birbirine üstünlük sağlayamadığı durumlarda ise kimi zaman bu iki dövüşçü affedilebilir ama çoğu zaman yeni bir dövüşe yönlendirilirdi.

TARİH /// Eski Zamanlar Dövizi : Osmanlı İmparatorluğu’nda En Önemli Para Türlerinden Biri Olan Filori


Eski Zamanlar Dövizi : Osmanlı İmparatorluğu’nda En Önemli Para Türlerinden Biri Olan Filori

Osmanlı Devleti zamanının uzun süre boyunca en önemli ekonomik simgelerinden biriymiş filori.

filori, osmanlı imparatorluğu’nda avrupa menşeli altın paraların adı ve bir vergi türüdür

filori kelimesi italyanca filorinden gelmekte olup; bu para ilk defa floransa’da basılmıştır. 1182’den 1252’ye kadar gümüş para olan filorin; 1252 yılında altından darbedilerek kısa sürede avrupa’ya ve asyaya yayıldı. bir yüzünde floransa’nın sembolü olan zambak motifi, diğer yüzünde vaftizci yahya’nın resmi bulunan 3,5 gr. ağırlığındaki bu altın para, italyan devletlerinin türkmen beylikleriyle olan ticarî münasebetleri dolayısıyla batı anadolu’da geniş ölçüde kullanıldı. hatta menteşe ve aydınoğulları beyliği ile yapılan ticari anlaşma metinlerinde filorinin adı geçemektedir.

Zambak motifi.

Vaftizci Yahya.

filorin, fatih sultan mehmed dönemine kadar filori adıyla osmanlılar’da en çok kullanılan altın para durumundaydı

daha sonra filori, osmanlılar tarafından altın para karşılığı olarak hem kendi bastıkları hem de avrupa menşeli olanlar için kullanılmaya başlandı. fatih’in bastırmış olduğu ilk altın sikke venedik dukası veya filori ile aynı ayardaydı. osmanlılar venedik dukası için de filori adını kullanmışlardı. bazan floransa altınını “filoriyyen-i efrentiyyen” veya “efrenti filori” adıyla anmaktaydılar. böylece filori dinar, hasene gibi sadece altın para karşılığı bir anlam kazanmıştı. bu şekliyle herhangi bir ayırım yapılmaksızın kullanılışına osmanlı kroniklerinde çok sık rastlanır. filorinin gümüş olarak karşılığı ise akçenin değerindeki düşme sonucu giderek arttı. 16. yüzyıl sonlarında ve 17. yüzyılda filori adı altındaki yerli ve yabancı menşeli altınların değeri oldukça yükselmiştir.

osmanlılar’da filori, altın karşılığı tahsil edilen bir vergi adı olarak da geçemektedir

bugüne ulaşan en eski osmanlı eflak kanunnamesine göre eflaklı her hane veya aile, yıllık bir filori miktarı resm-i filori vermekle mükellef tutulmuştu. aynı zamanda buna ek olarak her hane bir koç, bir de dişi koyun verirdi. kanunnameye göre yirmi hane “katun” veya “katuna” denilen bir vergi birimi oluşturur ve her katuna yılda bir defa bir çadır (çerge), peynir, üç urgan, altı yular, bir tulum tereyağı ve bir koyun vermekle yükümlü bulunurdu. 1468 tarihli bosna tahrir defteri’ne göre bir katun elli haneden müteşekkildi ve her katun bir çadır veya karşılık olarak 100 akçe, iki koç yahut 60 akçe öderdi.

resm-i filori osmanlı hakimiyetinden önce uygulamada bulunan mahalli bir vergiydi

stephan duşan kanununa göre her hane yöneticiye bir “hiperpiron” (careva perpera) öderdi. osmanlılar da eskiden beri özel kanuna tabi olan eflaklar için bu vergi sistemini sürdürdüler. fakat resm-i filoriyi şeriatça uygun görülen cizye ve örf bir vergi olan raiyet rüsümuna denk olarak değerlendirdiler. daha sonra bunlar her iki tür vergiden de muaf tutuldular.

aynı şekilde osmanlılar’ın macaristan’da hane başına 1 filori karşılığı topladıkları vergi, halkın daha önce macar krallarına ödediği verginin bir devamıydı. bu vergi de cizye muadili veya karşılığı olarak düşünülmüştü. resm-i filori genellikle akçe şeklinde ödenirdi. dolayısıyla altının değerine oranla ödenen akçe miktarı da artardı. mesela 1468’de bu miktar 45 akçe iken kanuni sultan süleyman zamanında 50 akçe, 1566’da 70 akçe ve 1568’de 80 akçeye yükselmiş, altın karşılığı ise değişmemişti.

eflaklar’a uygulanan verginin hafifliğini dikkate alan osmanlı yöneticileri bunları zorunlu askeri hizmetle yükümlü tutmuşlar. her beş hane bir voynuk (slovence voynik “asker”) verirdi. osmanlılar bazan “eflak adeti” adı altında başka gruplara da filori vergisi uygularlardı. rudnik bölgesindeki madenciler haraç ve ispençe yerine hane başına 1 filori vergi öderlerdi. 1530’da semendire sancağı çingenelerinden resm-i filori adıyla hane başına 80 akçe vergi alınıyordu.

filori vergisi genelde “filorici” adı verilen bir görevli tarafından toplanır ve doğrudan merkezi hazineye aktarılırdı. bazı hallerde sancak beyine tahsis edildiği de olurdu. 17. yüzyılda filori vergisine tabi olanlara “filorici taifesi” veya “filoriciyan” denirdi. bu dönemin kanunlarında filorici, öşürden ve rüsum-i örfiye‘den muaf bulunan ve yıllık belli bir vergi ödeyen kimseye denmekteydi. akçe cinsinden verilen resm-i filori “hıdrellez” (rüz-ı hızr) ve “kasım günü” (rüz-ı kasım) olmak üzere yılda iki taksitte ödenirdi.

İSTİHBARAT DOSYASI : İngiliz eski istihbarat subayı James Gustaf Edward Le Mesurier’in İstanbul’da dolandırıcılık yaptığı iddia edildi


İngiliz eski istihbarat subayı James Gustaf Edward Le Mesurier‘in İstanbul‘da dolandırıcılık yaptığı iddia edildi

İngiliz eski istihbarat subayı ve Yardım kuruluşu Mayday Rescue‘nin kurucu yöneticisi James Gustaf Edward Le Mesurier‘in ölümünden önce, sponsorların parasını kötüye kullandığını itiraf ettiği ve istifa etmeyi önerdiği öne sürüldü. Ölümü halâ bir sır olan Mesurier, 2016’da İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth tarafından "Büyük Britanya İmparatorluk Nişanı" ile ödüllendirilmiştir.

Volkskrant gazetesi ulaştığı bir mektuba dayandırdığı haberinde, İngiliz eski istihbarat subayı ve yardım kuruluşu Mayday Rescue‘nin yöneticisi James Le Mesurier‘in sponsorların parasını zimmetine geçirdiğini itiraf ettiğini ve istifa etmeyi önerdiğini belirtti.

"GÖNDERİLEN YARDIMI ZİMMETİNE GEÇİRDİĞİNİ ÖLÜMÜNDEN 3 GÜN ÖNCE İTİRAF ETTİ"

Gazeteye göre, Le Mesurier ölümünden üç gün önce, sponsor olan ülkelere yazdığı bir mektupta yaptığı sahtekarlığı itiraf etti. Mali dolandırıcılık, geçen yılın kasım ayında Hollandalı bir mali hesap uzmanının Mayday Rescue’nun İstanbul ofisini ziyareti sırasında, 50 bin dolarlık zararı gizlemek için düzenlenen sahte makbuzları bulmakla ortaya çıktı. Le Mesurier, Mayday Rescue’nin yönetiminin Beyaz Miğferler için gönderilen parayı zimmetine geçirdiğini itiraf etti.

Le Mesurier’in ölümünden sonra, Hollanda, Almanya ve İngiltere‘nin de dahil olduğu donör ülkeler, kuruluşun belgelerini inceledi ancak zimmete para geçirme konusunda herhangi bir kanıta rastlamadı.

"YANLIŞ ANLAŞILMA"

Gazeteye göre, bazı büyük işlemleri denetlemek etmek artık mümkün değil. Kamuoyuna açıklanmayan soruşturmanın sonucuna göre, Le Mesurier’in itiraf ettiği dolandırıcılık bir ‘yanlış anlaşılma‘ sonucuydu.

Muhasebe şirketi SMK, Kasım ayında bir dizi başka sorunlar buldu. Mayday Rescue tamamen kar amacı gütmeyen bir organizasyon değildi, Türkiye ve Dubai’de ticari ofisleri vardı. Bazı durumlarda, kuruluşun yöneticilerinin maaşı, primler hariç ayda 26 bin euroya kadar ulaşabiliyordu.

Halâ Suriye‘de faaliyet gösteren Beyaz Miğferler, şu anda başka kuruluşlar aracılığıyla finansman aldıklarını açıkladı.

Batı’da popülerlik ve destek kazanan Beyaz Miğferler, amacını savaş bölgelerindeki sivilleri kurtarmak olarak açıklamıştı, ancak Suriye makamları tarafından aşırılık yanlısı gruplarla bağlantı kurmak ve propaganda faaliyetleri yürütmekle suçlanıyor.

NOSTALJİ DÜNYASI : Arşivden Çıkarılarak Renklendirilen Yüksek Çözünürlüklü Eski İstanbul Fotoğrafları


Arşivden Çıkarılarak Renklendirilen Yüksek Çözünürlüklü Eski İstanbul Fotoğrafları

19. yüzyıl; görüntü teknolojilerinin henüz pek gelişmediği bir dönem olduğu için, o zaman dilimine ait kaliteli materyal bulmak oldukça zor oluyor. Amerikan Kongre Kütüphanesi, arşivinde bulunan fotoğrafları dijital ortamda renklendirerek bu ihtiyacı gideren çalışmalardan birine imza atmış.

1890’lı yıllarda istanbul’un çeşitli noktalarından çekilmiş fotoğrafların renklendirilmiş halleri ufkunuzu açabilir.

amerikan kongre kütüphanesi arşivinde bulunan yaklaşık 6500 fotoğraf (istanbul dahil dünyanın birçok şehrini kapsayan) zürich ve detroit şehirlerinde bulunan merkezlerde orijinale yakın bir şekilde renklendirilerek kütüphanenin dijital arşivinde erişime açılmıştır. o döneme ait renksiz fotoğraf bulmak bile zor iken böyle bir çalışma yapılmış olması tebrik edilesi bir durumdur.

130 yıl önceki istanbul sanki dün fotoğraflanmış gibi

tepeden boğazın görünümü

haliç’in panoraması

anadolu hisarı eşliğinde boğaz

istanbul’u gözetleyen bir fener

galata köprüsü ve pera

bir sokakta hayat akarken

sokak satıcıları

eyüp sultan mezarlığında iki kişi

çemberlitaş

dönemin harbiye nazırlığı beyazıt meydanı

sokak arasında bir atlı

bayezit camii

galata köprüsünde yürüyen kalabalık

denizden istanbul silüeti

sokakta sakal tıraşı yapılırken

kariye camii

sokaktan bir kesit

tophaneden bir görünüm

alman çeşmesi

denizden dolmabahçe sarayı

rüstem paşa camii içi

beykoz valide sultan çeşmesi

topkapı sarayı giriş kapısı

ayasofya camii ve meydan

sultan ahmet camii ve dikili taş

eminönü meydanı

son olarak harika bir istanbul görünümü

kaynak

tasdevrisevenlerdernegi

MOSSAD DOSYASI : Mossad eski ajanı, Nisman’ın ölümüne sebep olan olayları açıkladı


Alberto Nisman

Mossad eski ajanı, Nisman’ın ölümüne sebep olan olayları açıkladı

Bir İsrail televizyonu belgeselinin iddiasına göre, Arjantinli Savcı Alberto Nisman, Buenos Aires’te 85 kişinin öldürüldüğü 1994 AMIA terör saldırısının sorumlusunun İran olduğunu İsrail gizli servisi Mossad’ın sağladığı bilgiler sayesinde kanıtlayabilmiş.

İsrail Kanal 12’de yayınlanan ‘Uvda (Gerçek)’ belgeselinde eski bir Mossad ajanı olan Uzi Shaya ile uzun bir söyleşi yer aldı. Uzi Shaya, Nisman ile birçok görüşme yaptığını ve iddiaya göre Arjantin Devlet Başkanı Kirchner’i suçlayarak Nisman’a ilettiği belgelerin “ölümüne sebep olmuş olabileceğini” düşündüğünü dile getirdi.

Arjantin savcısı Alberto Nisman, AMIA Yahudi merkezini patlatan intihar bombacısını Hizbullah teröristi İbrahim Berro olarak belirlemiş ve 2006’daki suçlamasında, saldırının düzenlenmesine 1993 yılında İran’ın başkanlığında yapılan ‘Özel Operasyonlar Komitesi’ toplantısında karar verildiğini söylemişti. Bir sonraki yıl Nisman’ın iddiaları sonucunda, hâlâ Arjantin tarihindeki en kötü terör saldırısı olan bombalama için bazı İranlılar adına uluslararası tutuklama emirleri çıkartılmıştı.

‘Uvda’nın iddiasına göre saldırıyı organize edenleri ve suçluları Mossad ortaya çıkarmış ve bu bilgiyi Nisman’a iletmişti.

Nisman Ocak 2015’te, Arjantin Meclis panelinde dönemin Devlet Başkanı Kirchner’in İran’ın saldırıdaki rolünü örtbas etmeye çalışması hakkında ifade vermesinden bir gün önce, Buenos Aires’teki evinde ölü bulunmuştu. Başta, yakın mesafeden başına ateş edilen tek bir kurşun ile ölen Nisman’ın intihar ettiği iddia edilmiş, fakat daha sonra bunun bir cinayet olduğu kabul edilmişti.

AMIA saldırısını ele alışında ve İran ile ilişkilerinde yasadışı herhangi bir durum olduğunu hep inkâr etmiş olan Kirchner, bugün Arjantin’de başkan yardımcısı olarak görev yapıyor.

KİTAP TAVSİYESİ : Eski Zağra Müftüsü’nün gözünden 93 Harbi


Eski Zağra Müftüsü’nün gözünden 93 Harbi

25 Mart 2015

Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi yazdığı anı kitabında bu savaşta düşmanla korkusuzca savaşan Çerkesler’e kitabında yer verir. Eski Zağra’nın kurtarılmasında yer aldıklarını anlatır. Tarihçe-i Vak’a-i Zağra, İstanbul, S:61-76-106-131-132—141-146-147-151)Yine kitabında Eski Zağra’da yaşayan Yahudilerin Müslümanlarla beraber askerlerimize ekmek, yemek, su ve sigara verdiklerini yazar. (Tarihçe-i Vak’a-i Zağra, İstanbul, S:65)

Hüseyin Raci Bey, Edirne’de cephe gerisi olarak tutulan askerlerin bir bölümünün Kafkasya’nın Sohum limanına (Abhazya) çıkarılmasının bir fayda sağlamadığını, bu harekâttan bir netice alınmadığını, aksine müdafaa gücünü yitiren Edirne’nin savaşmadan Rus Ordusu’na teslim olduğunu anlatır. Edirne’yi ele geçiren Rus kuvvetleri, Çatalca’daki zayıf direnişi ezip, Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar gelirler ve İstanbul kapılarına dayanırlar.

Yazara göre bozgunun başlıca sebebi komutanların beceriksizlikleri, ortak hareket edememelerinin yanı sıra askerlerimizin yönetiminin, savaşın Yıldız Sarayı’ndan yürütülmesidir.

Yazar. “1875 yılında Hersek İsyanı’yla başlayan süreç iyi yönetilememiş, Uahlar (Romanya) Rusların yanında savaşa girmişlerdir. Daha önce yenilip, Osmanlı Devleti’yle ateşkes imzalayan Sırbistan Krallığı ve Karadağ Prensliği tekrar savaşa girmişlerdir. Bu durum Osmanlı Ordusu’nun farklı cephelere bölünmesine yol açmış ve Rusların ilerlemesi kolaylaştırmıştır.

Rus Orduları Plevne’de yenilince Rus Çarı ve veliaht prensi bizzat cepheye gelerek komutayı ele aldılar, ama Osmanlı Devleti yöneticileri böyle bir şey yapmadılar” diyerek o dönem Osmanlı Padişah ve yöneticilerini suçlar. Tarihçe-i (Vak’a-i Zağra, İstanbul)

MAFYA ÖRGÜTLERİ DOSYASI : ‘Köstebek’ olduğundan şüphelenilen eski istihbarat polisini çete öldürmüş


‘Köstebek’ olduğundan şüphelenilen eski istihbarat polisini çete öldürmüş

16/04/2020

ALİ YILMAZ

Sedat Şahin’in liderliğini yaptığı suç örgütüne ilişkin iddianamede eski bir polisin ‘köstebek’ diye örgüt elemanları tarafından öldürüldüğü belirtildi.

374 sayfalık iddianame, İstanbul 15’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. Yargılama başladı. Tutuklu Sedat Şahin’in ‘bir numaralı sanık’ olarak yargılandığı davada, örgütün işlediği iddia edilen suçların arasında iki cinayet de yer aldı.

Polislikten atıldı

İddianamede adı geçen iki kişiden polis Şeref Akbaş, 16 Haziran 1997’de İstanbul’da İstihbarat Şube’de çalışmaya başladı. Ancak mesleğe başladıktan 15 ay sonra atıldı. Akbaş, meslekten atıldıktan bir yıl sonra İstanbul’da bir yağma suçuna karıştığı için tutuklandı.

Akbaş, 2004’te tahliye olmasının ardından Şahinler suç örgütüyle temasa geçti. Örgütün içinde yer almaya başlayan Akbaş’a dair ilk şüphe, Şahinlerle kavgalı Sarallar grubunun bir saldırısında, Akbaş’ın hedef alınmaması sonrası oluştu.

Akbaş, ‘köstebek’ olarak görüldü

Saldırıdan birkaç gün sonra, 23 Ekim 2005’te, Şahinler grubu üyesi Cüneyt Koçak, Sarallar grubu tarafından vurularak öldürüldü. Bu saldırı sonrası Şahinler, grupta bir köstebek olduğu, Koçak’ın yerini Sarallara Akbaş’ın bildirdiği yönünde bir değerlendirme yaptı.

Cesetler boya fabrikasına gömüldü

İddianameye göre Sedat Şahin’in talimatıyla Şeref Akbaş ve beraberindeki Mehmet Altuntaş, İstanbul’un Beyoğlu ilçesindeki Kasımpaşa semtinde bulunan bir eve çağrıldı. İkili, evde başlarına kurşun sıkılarak öldürüldü. Soruşturma kapsamında ifade veren gizli tanık ‘Fatih’, Akbaş ve Altuntaş’ın cesetlerinin, Kartal’daki boş bir boya fabrikasına gömüldüğünü anlattı.

Altı kişiye ‘cinayet’ suçlaması

Akbaş ve Altuntaş’ın ölümüne ilişkin, Eyüp Sökücü, Halis Kocaman, Zühtü Kocaman, Menderes Ak, Kemal Demirkaya ve Sedat Şahin, 17 Kasım 2017’de tutuklandı.

Çete dosyasında Soylu ayrıntısı

Sedat Şahin’in liderliğini yaptığı suç örgütüne ilişkin iddianameye göre sanıklardan birinin “Ya, onların Süleyman Soylu’su olsun, bizim Allah’ımız var” ifadesi teknik takibe takıldı.

İstanbul 17’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşması geçen günlerde yapılan 83 sanıklı davanın dosyasına, şüphelilerin telefon görüşmeleri de girdi.

Sanıklardan Harun Aydın ile Ali Özeroğlu arasında geçen telefon görüşmesinin tarihi 7 Kasım 2017. Görüşmede, Aydın, Özeroğlu’na herhangi bir gelişme olup olmadığını soruyor. “Yok baba hayırlı bir haber yok” diyen Özeroğlu’na Aydın “Kaçıncı gün oldu gerçi daha” diyor. Özeroğlu ise “Baba işte cuma gününden bu yana hesapla… Cumartesi bir, pazar iki, pazartesi üç, salı dört… Yedi gün işte, bir haftalık gözaltı süresi aldılar” diyor. Aydın ise devamında “Bir hafta zaten emniyetin direkt hakkı ya. O olağanüstünden dolayı onun bir ay da uzatabiliyor isterlerse” diyor.

‘Sarallar, Soylu’ya büyük para indirmiş’

Görüşmenin devamında Ali Özeroğlu “Bu Süleyman Soylu diyorlar baba işte… Süleyman Soylu k… çocuğu daha bir buçuk ay öncesinden böyle bir duyumumuz vardı. Sarallar, Süleyman Soylu’ya büyük para indirmişler. Süleyman Soylu üzerinden bürokratlara, bürokrasiye, emniyete bir baskı yaptığını söylüyorlar; söyleniyordu yani… Bir buçuk ay öncesinden bir buçuk ay öncesinden baba” diyor.

Özeroğlu’nun bu sözlerine karşılık Aydın, “Ya ama o Süleyman Soylu hani o oranın çocuğu hani o tarafın evladı diyelim ama şeyi oralarda onun hiç yaşantısı yok ki ya oraları bilmez yani onun orada” diyor.

Konuşmanın devamında Ali Özeroğlu ise “Bize … Samsun’a Samsun’a Bafra’ya daha yakında işte demek ki çekiniyor mu ne yapıyorsa baskı mı yapıyorlar işte para mı indirdiler ne indirdilerse amca” diyor. Bu ifade üzerine Aydın, bakan Soylu için “Haa paraya canı az diye duymuştum” diye konuşuyor.

‘Onların Süleyman Soylu’su varsa…’

Özeroğlu, bu yöndeki duyumlarının bir buçuk ay öncesine dayandığını söylerken Harun Aydın, “Ya onların Süleyman Soylu’su olsun, bizim Allah’ımız var” diyor.

‘Benim kim olduğumu biliyor musun?’

374 sayfalık iddianamede, suç örgütü üyelerinin işlediği iddia edilen eylemler tek tek ayrıntılı bir biçimde anlatılıyor. İddianame, suç örgütü lideri Sedat Şahin’in kardeşi Mehmet Şahin’in, işinsanı Ercan Temur’a yönelik tehdit dolu sözleri de yer aldı.

Başka bir kişiden alacağı olan Temur, alacağına karşılık kendisine verilen otomobil nedeniyle Şahin ile karşı karşıya geldi. Dosyaya giren telefon tapesine göre Şahin, Temur’a “Sen benim kim olduğumu anlayamadın herhalde” dedikten sonra “Ben Sedat Şahin’in abisiyim, bizi bütün İstanbul tanır. Ben istediğim şeyi alırım” diyor. Temur’un “Sakin olun önce. Eğer benden bir alacağınız varsa alabilirsiniz” sözleri sonrası Şahin “Gör bak simdi nasıl seni arabayla birlikte çocuklara aldıracağım görürsün” diyor. Bu sözler üzerine Temur telefonunu kapatıyor.

TSK DOSYASI : ESKİ ASKERLER BİR BAŞKAYDI /// İŞTE YAŞANMIŞ BİR ANEKDOT – YIL : 1963


ESKİ ASKERLER BİR BAŞKAYDI /// İŞTE YAŞANMIŞ BİR ANEKDOT

Yıl 1963..

Gülhane Tıp Akademisinde yatan emekli Orgeneral Kazım Orbay’ın mide kanseri olduğu anlaşılır, doktorlar ömrüne beş, altı aylık bir zaman keserler … Cumhurbaşkanlığı kontenjan senatörleri ve Milli Birlikçiler toplanıp durumu görüşürler…

«Acaba dışarıya, yurt dışına göndersek mi?»

Bir umuttur, belki kurtulur …

Ama nasıl gönderilecektir?

Kazım Paşa, Genelkurmay eski Başkanıdır, Kazım Paşa Danışma Meclisi Başkanıdır. Kazım Paşa Kontenjan Senatörüdür,lakin hepsi de bilirler ki, Kazım Paşanın parası yoktur …

Şöyle bir formül bulurlar…

Parlamento üyelerinin, tedavilerinin, gerektiği hallerde yurtdışında yapılacağı ve masraflarının devlet tarafından karşılanacağı

kabul edilmiş ve ictüzüğe girmiştir,fakat kanun henüz çıkmamıştır, uygulanması mümkün değildir.

O halde bu masrafı Milli Birlikçiler ile kontenjan senatörleri, aralarında bir fon kurarak karşılayacaklar, fakat Kazım Paşaya devletin ödediğini söyleyeceklerdir.

Bunu da kimseye duyurmayacaklardır, ama iki kişi hariç..

Cumhurbaşkanı Gürsel ve Başbakanın İnönü … İkisi de Kazım Orbay’ın en yakın dostları ve silah arkadaşıdır.

Görev, emekli Albay Sadi Kocaş’a verilir … Koçaş, önce İsmet Paşaya gider, durumu anlatır …İsmet Paşa itiraz eder:

«Kazım Paşanın toplama para ile yurtdışına gönderilmesini uygun bulmuyorum, kendisi duyarsa kahrolur.»

İsmet Paşa, Müsteşarı Haldun Derin’i çağırır, durumu kısaca anlatır, nasıl bir formül bulunacağını sorar. Müsteşar «Örtülü

ödenekten gönderebiliriz paşam!» der.

İsmet Paşa, rnüsteşarın yüzüne bakar:

«Ben onu sormuyorum,para hazır, döviz işini ve transfer imkanın soruyorum»

<<O basit paşam, hemen yaptırabiliriz!»

«O halde, Sayın Koçaş, parayı size getirince hemen gereğini yapın!»

Müsteşar,odadan çıktıktan sonra, İsmet Paşa, Koçaş’a döner:

«Bak Koçaş, senin, benim ve Allaah’ın arasında kalacak bir anlaşma yapacağız… Ben Orbay’ı toplama para ile tedaviye

göndermem. Eminim ki, Kazım Paşanın tedavisi ‘için her fedakarlığı göze aiırsınız. Ama hiçbirinizin bu gücü yok; benim ise

var … Bu parayı ben vereceğim. Size bir çek vereyim, parayı alıp, müsteşara teslim edin, döviz işlerini yapsınlar … Ama, bana.

söz ver, paranın kaynağını kimse bilmeyecek…»

«Söz paşam!»

«Ne kadar para gerekiyor?»

«Doktoruyla birlikte gidecekleri için 56 bin lira lazım»

«Ben 60 bin liralık bir çek vereceğim, eksik kalırsa, yine veririm. Hiçbir şeyden kaçınmayacaksınız, hiç olmazsa son aylarını

huzur içinde geçirmesini sağlayacaksınız.»

İsmet Paşa Orbay’la birlikte, Sadi Koçaş’ın da gitmesini ister:Koçaş,kendi masrafını kendisinin yapacağını söyleyince, İsmet Paşa ona da itiraz eder:

«Hayır Koçaş: sen de, doktor da beraber gideceksiniz, masraflarınızı tamamen ben ödeyeceğim!»

Sadi Koçaş, «Atatürk’ten 12 Mart’a» adlı anılarının üçüncü cildinde bu olayın sonunu şöyle anlatır:

«Her şey hazırlandı, ama Orbay böyle bir seyahati kabul etmedi, bütün ısrarlarımıza rağmen.Ben 78 yaşındayım, bu yaşta

bir insan için, devlet bu kadar masrafa sokulmaz. Hiç ısrar etmeyin!’ dedi.»

…(Hasan Pulur’un Olaylar ve İnsanlar’’ kitabından alınmıştır.)

KISSADAN HİSSE..

ONLAR ESKİ ASKERLERDİ..KURŞUN GEÇİRMEZ MERSEDESLER İÇİN, DOLMABAHÇEDE SIR GÖRÜŞMELER YAPMAZLARDI. SİLAH ARKADAŞLARI, BİRER BİRER ZİNDANLARDA ÖLÜME TERK EDİLİRKEN, SESSİZ,SEDASIZ İZLEYİP, ’’KASAPTAKİ ETE SOĞAN DOĞRAMAM’’ DA DEMEZLERDİ..

BİYOGRAFİ DOSYASI : Milli Savunma eski Bakanımız ve Genelkurmay Başkanımız Mareşal Fevzi ÇAKMAK kimdir ? (1876-1950)


Milli Savunma eski Bakanımız ve Genelkurmay Başkanımız Mareşal Fevzi ÇAKMAK kimdir ? (1876-1950)

Tanınmış Türk askeri ve devlet adamı.

ÖZEL BÜRO GRUBU ekibi olarak eski Milli Savunma Bakanımız ve GK Başkanımız Mareşal Fevzi Çakmak’ı vefatının 70. Yılında özlem ile anıyoruz.

Müellif: AYFER ÖZÇELİK

KAYNAK : https://islamansiklopedisi.org.tr/cakmak-fevzi

12 Ocak 1876’da İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mustafa olup Fevzi Paşa, Müşir Fevzi ve Mareşal Çakmak olarak bilinir. Babası Çakmakoğulları’ndan Tophane kâtibi Miralay Ali Sırrı Bey, annesi Varnalı Müftü Hacı Bekir Efendi’nin kızı Hasene Hanım’dır. Rumelikavağı Mahalle Mektebi’nde öğrenime başladı, Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’nde ve Kuleli Askerî İdâdîsi’nde okuduktan sonra Harbiye Mektebi’ne girdi (1893). Bu arada dedesi Hacı Bekir Efendi’den Arapça, Farsça ve fıkıh öğrendi. Tasavvufla ilgilenmesini sağlayan dedesi tarafından kendisine Fevzi mahlası verildi. Harbiye’de de üstün zekâ ve kabiliyetiyle hocalarının dikkatini çekti. Bu şekilde erkânıharp sınıfına alındı ve 1898’de kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Stajını merkezde tamamladıktan sonra 1899’da merkezi Kosova vilâyetine bağlı Metroviçe’de bulunan XVIII. Nizâmiye Fırkası erkânıharp reisliğine tayin edildi.

Balkanlar’ın en karışık olduğu bir dönemde on dört yıl Rumeli’de kaldı, gösterdiği başarılar dolayısıyla arkadaşlarından önce yükseldi. 1901’de kolağası, 1902’de binbaşı, 1907’de daha otuz yedi yaşındayken miralay oldu. 1909’da Osmanlı ordusunda rütbeleri yeniden düzenleyen kanun gereğince rütbesi tekrar binbaşılığa indirildiyse de 1910’da tekrar yarbaylığa yükseldi. 1908 inkılâbından sonra iktidara gelen İttihatçılar tarafından Metroviçe şubesinin gizli yönetim kuruluna seçildi. Ancak o politikadan hoşlanmadığı ve mesleğine son derece bağlı olduğu için partiden daima uzak durdu. Balkan Savaşı çıkınca Yakova’daki XXI. tümenin kumandan vekilliğine, daha sonra Vardar Ordusu kumandanlığı Harekât Şubesi müdürlüğüne getirildi (29 Eylül 1912). Balkan Savaşı’nın sona ermesinden sonra Ankara Redif Tümeni kumandanlığına (2 Ağustos 1913), arkasından II. Tümen kumandanlığına (6 Kasım 1913) getirildi. 24 Kasım 1913’te tekrar miralay rütbesine terfi ederek Ankara’da bulunan Beşinci Kolordu kumandanlığına tayin edildi (22 Aralık 1913). 2 Mart 1915’te mirlivâ rütbesine terfi etti ve kolordusu ile birlikte I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale muharebelerine katıldı. Kerevizdere ve Kanlıdere mevzilerini başarıyla savundu. Anafartalar grup kumandanı Mustafa Kemal’in hastalanarak çekilmesi üzerine kolordu kumandanlığı ile birlikte Anafartalar grup kumandan vekilliğine getirildi (Aralık 1915). Düşman bu cepheden çekilinceye kadar buradaki vazifesi devam etti. Başarılı hizmetlerinden dolayı çeşitli liyakat, imtiyaz, harp madalyaları ve nişanlarla ödüllendirildi.

Çanakkale cephesinin kapanmasından sonra doğu cephesinde İkinci Kafkas Kolordusu kumandanlığına (7 Eylül 1916), arkasından Diyarbekir’deki İkinci Ordu kumandanlığına tayin edildi (5 Temmuz 1917). Bu sırada Kafkas cephesinden gelen Rus saldırısını durdurarak Ruslar’ın İskenderun ve Basra körfezlerine inme planlarını başarısızlığa uğrattı. Arkasından, Kanal cephesinden saldıran İngilizler’i durdurmak üzere Mustafa Kemal’den boşalan Halep’teki Yedinci Ordu kumandanlığına getirildi (Ekim 1917). Filistin ve Şeria’da İngilizler’e karşı giriştiği savaşlardaki başarılarından dolayı ferik rütbesine yükseltildi (1918). Fakat çok geçmeden hastalanarak İstanbul’a döndü ve yerine ikinci defa Mustafa Kemal getirildi (7 Ağustos 1918).

Beykoz’daki evinde tedavi gördüğü sırada Mondros Mütarekesi imzalandı (30 Ekim 1918). Mütarekeyi imzalayan İzzet Paşa’nın istifa etmesi üzerine (8 Kasım 1918) sadârete Tevfik Paşa getirildi (11 Kasım 1918). 13 Kasım 1918’de de düşman filoları İstanbul’a geldi. Tevfik Paşa kabinesinde Harbiye nâzırı olan Cevad (Çobanlı) Paşa’nın ısrarı üzerine Fevzi Paşa Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye reisliğine tayin edildi (24 Aralık 1918). Bu makamda bulunduğu sırada mütareke şartlarını yerine getirir görünerek pek çok silâh ve cephanenin düşman eline geçmesini önledi. Çeşitli yollarla askerî malzemelerin Anadolu’da kalmasını veya oraya götürülmesini sağladı. Bu gibi işler için bizzat kurulmasına öncülük ettiği gizli Karakol Cemiyeti’nin (MM grubu) faaliyetlerini kolaylaştırdı. Fevzi Paşa’dan şüphelenen İngilizler Osmanlı hükümetine baskı yaparak onu Birinci Ordu müfettişliğine tayin ettirdilerse de bu görevi kabul etmedi. Bu olaydan birkaç hafta sonra Mustafa Kemal, Cevad Paşa ve Fevzi Paşa vatanın kurtarılması konusunda bir görüşme yaptılar. Fevzi Paşa, Doğu Anadolu’dan batıya doğru yapılacak bir harekât ile düşmanın durdurulabileceğini ileri sürdü. Bu konuda fikir birliğine varan üç kumandan bu yönde çalışmaya başladılar. Fevzi Paşa’nın gayretleri sayesinde Mustafa Kemal’in Dokuzuncu Ordu Müfettişliği göreviyle ve geniş yetkilerle Anadolu’ya gönderilmesine karar verildi. Bu konudaki çalışmalar tamamlanmadan Yunanlılar’ın Averof zırhlısının İzmir’e geldiği ve birtakım askerlerini karaya çıkardığı haberi alındı (12 Nisan 1919). Fevzi Paşa’nın karaya ayak basacak Yunan askerine ateş edilmesi emrini vermesi işgalci devletlerin büyük tepkisine yol açtı. İngilizler hükümete baskı yaparak Fevzi Paşa’yı azlettirdiler (14 Mayıs 1919). Fevzi Paşa yerine tayin edilen Cevad Paşa’ya görevini teslim ederken Mustafa Kemal de hazır bulundu. Görevde kaldığı beş ay zarfında yapılan gizli işleri ve tasarıları anlattı. Mustafa Kemal’in tayin işiyle ilgili işlemlerin tamamlanmasını halefine bildirdi. Üç kumandan Millî Mücadele’nin başarıya ulaşması için bir harekât planı tesbit ettiler. Bu planın uygulanması ile vatanın kurtarılması için beraberce çalışacaklarına ve bu uğurda hiçbir şeyden çekinmeyeceklerine dair birbirlerine söz verdiler.

Fevzi Paşa Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye reisliğinden azledildikten sonra Trakya’ya gönderilen bir nasihat heyetinde görev aldı. Daha sonra Birinci Ordu müfettişliğine getirildi. Sivas’ta Mustafa Kemal’in başkanlığında kurulan Hey’et-i Temsîliyye ile İstanbul’daki Osmanlı hükümeti arasındaki ilişkilerin kopma noktasına geldiği bir sırada bir nasihat heyetiyle birlikte Sivas’a gönderildi (13 Kasım 1919). Fevzi Paşa’nın bulunduğu bu heyetin görevi, seçimlerin serbest bir ortamda yapılıp yapılmadığını ve halk ile memurların durumlarını yerinde incelemekti. Fakat heyet Samsun’a ayak basar basmaz Sivas’a birtakım dedikodular gelmeye başladı. Heyetin geçtiği yerlerden verilen haberlere göre Fevzi Paşa’nın Millî Mücadele’yi bastırmak ve Mustafa Kemal’i tutuklamak üzere geldiği ve yaverinin Mustafa Kemal aleyhinde konuştuğu ileri sürülüyordu. Bu yüzden 24 Kasım’da Sivas’a gelmesi beklenen Fevzi Paşa aleyhine Hey’et-i Temsîliyye’de şiddetli bir cereyan başladı. Fakat Kâzım Karabekir ortaya atılarak Fevzi Paşa hakkındaki iddiaları kabul edemeyeceğini, kendisiyle görüşerek asıl geliş maksadının ne olduğunu öğreneceğini ve onu ikna edeceğini bildirdi. Fevzi Paşa’yı şehrin dışında bir çiftlik evinde karşılayan Kâzım Karabekir, onun Mustafa Kemal’in bağımsız davranışlarından dolayı birtakım endişeler taşımakla birlikte bir art niyeti olmadığını anladı. Kâzım Karabekir paşanın bu konudaki endişelerinin yersiz olduğunu belirterek böyle bir durumda hep birlikte bunu önleyebilecekleri konusunda onu ikna etti (Kâzım Karabekir, s. 391). Fevzi Paşa da kendisine hak verdi ve 26 Kasım 1919 günü Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla birlikte yapılan görüşme samimi bir hava içinde geçti.

Fevzi Paşa Sivas’tan döndükten sonra Askerî Şûra üyeliğine tayin edildi (Aralık 1919). Ali Rızâ Paşa kabinesinde Harbiye nâzırı olan Mersinli Cemal Paşa, Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Reisi Cevad Paşa ile birlikte işgalcilerin isteklerine boyun eğmedikleri için azledilerek Fevzi Paşa Harbiye nâzırlığına getirildi (3 Şubat 1920). Ali Rızâ Paşa’nın istifası (3 Mart 1920) üzerine kurulan Sâlih Paşa kabinesinde de (8 Mart – 2 Nisan 1920) aynı görevini sürdürdü. Fevzi Paşa da selefi Cemal Paşa gibi Paris Barış Konferansı’nın Türkiye hakkında aldığı kararları kabul etmedi ve bunlara şiddetle karşı çıktı. Bu arada İstanbul’dan Ankara’ya silâh, cephane ve insan kaçırma konusundaki faaliyetlere hız verdi. Pek çok subay ve politikacının bu sayede Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele’ye katılmaları sağlanmış oldu. İngilizler paşanın hareketlerinden kuşkulanarak hükümet nezdinde azledilmesi konusunda yoğun bir baskı uygulamalarına rağmen o, Anadolu’daki harekâtın kuvvetlenmesi için bütün gücüyle çalıştı ve her gelişmeyi Mustafa Kemal’e bildirdi. Nihayet İngilizler İstanbul’u resmen işgale başlayınca Fevzi Paşa da makamından düşman askerleri tarafından sürüklenerek çıkarıldı (16 Mart 1920).

Artık İstanbul’da yapılacak bir şey olmadığını anlayan Fevzi Paşa Beykoz’daki evinden gizlice Ankara’ya doğru yola çıktı. İngilizler evini basarak yağmaladılar ve ailesini de sokağa attılar. Fevzi Paşa’nın geçeceği yollarda isyanlar çıkartarak onu yakalamak istediler. Paşa bütün engellemelere rağmen on dokuz gün süren ve büyük kısmı at sırtında geçen meşakkatli bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaşabildi. Bu sırada Büyük Millet Meclisi toplantı halinde bulunuyordu. Oturum başkanı Mustafa Kemal Paşa bir heyet seçilerek Fevzi Paşa’nın karşılanmasını teklif etti. Meclis ise hep birlikte karşılanmasını kararlaştırdı. Oturuma ara verilerek istasyona gidildi, coşkun tezahürat arasında paşa karşılandı ve meclise gelindi. Fevzi Paşa üyelerin ısrarlı istekleri üzerine hemen kürsüye çıkarak İstanbul’daki son durum hakkında bilgi verdi. Hükümetin bir şey yapamadığını, İngilizler’in hükümeti kendi istekleri doğrultusunda sıkıştırdıklarını, padişahın bu durumdan son derece üzüntü duyduğunu ve Büyük Millet Meclisi’ne güven ve başarı dileklerini bildirdiğini anlattı. Fevzi Paşa’nın Ankara’ya gelişi ve mecliste yaptığı konuşma metni bir tamim halinde bütün memlekete ve ordu birliklerine duyuruldu.

Fevzi Paşa Kozan milletvekili olarak katıldığı Büyük Millet Meclisi tarafından kurulan İcra Vekilleri Heyeti’ne Müdâfaa-i Milliyye vekili seçildi. İcra Vekilleri Heyeti de onu başkan seçti. Böylece Ankara’da kurulan meclis hükümetinin ilk başkanı sıfatını kazanmış oldu. Bu görevde bulunduğu sırada bilhassa düzenli ordu kurulması konusunda büyük hizmetleri oldu. II. İnönü Savaşı’nın kazanılmasından sonra birinci ferikliğe terfi eden (3 Nisan 1921) Fevzi Paşa, İsmet Bey’in (İnönü) yerine önce vekâleten, sonra asaleten Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye reisliğine getirilince vekillikten ayrıldı (5 Ağustos 1921). Sakarya Savaşı’nın kazanılmasında büyük rol oynadı. Cephenin en ön saflarında bizzat çarpışmalara katılan paşa, zaman zaman Ankara’ya gelerek savaşın gidişi yüzünden heyecana kapılan meclisi yatıştırıcı konuşmalar yaptı. Mecliste başkumandanlık kanununun süresinin uzatılması lehinde kesin tavır koyarak kanunun uzatılmasını sağladı. Yunan ordusunu kesin yenilgiye uğratan Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin savaş planları da Fevzi Paşa tarafından hazırlandı. 30 Ağustos Zaferi’nin kazanılmasında büyük rolü olan Fevzi Paşa’ya Mustafa Kemal’in teklifiyle Büyük Millet Meclisi tarafından mareşallik rütbesi verildi (31 Ağustos 1922).

Kozan ve İstanbul olmak üzere iki defa Millet Meclisi üyeliği yapan Fevzi Paşa, 30 Ekim 1924’te kumanda mevkiinde bulunmuş milletvekillerinin politika veya askerlikten birini seçmeleri istenince çok sevdiği askerlik mesleğini tercih etti. İstanbul milletvekilliğinden ayrılarak Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye reisliği görevini 1944’te emekliye sevkedilinceye kadar sürdürdü. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinde büyük rol oynadı. II. Dünya Savaşı’na girilmesine şiddetle karşı çıkan Fevzi Çakmak orduyu savaşa hazırlamaktan da geri kalmadı. 12 Ocak 1944’te yaş haddinden emekliye ayrılmasını bir türlü hazmedemeyen Fevzi Çakmak kırgın olarak bir süre köşesine çekildi ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne girmesi ve milletvekili olması hususunda bizzat Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından yapılan teklifleri kabul etmedi. Cumhuriyet Halk Partisi’ne duyduğu kırgınlık dolayısıyla bu partiye karşı kurulan Demokrat Parti’yi destekledi. Bu partinin listesinden bağımsız aday olarak İstanbul milletvekili seçildi (21 Temmuz 1946). Bir süre sonra parti yöneticileriyle anlaşmazlığa düşerek Demokrat Parti’den ayrıldı (12 Temmuz 1947). Millet Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı (20 Temmuz 1948) ve bu partinin şeref başkanı seçildi. Teşvikiye Sağlık Yurdu’nda vefat ettiği zaman (10 Nisan 1950) hükümet millî yas ilân etmediği için halk Cumhuriyet Halk Partisi aleyhine büyük tepki gösterdi. Beyazıt Camii’nde kılınan namazdan sonra çoğunluğu üniversite gençliği olmak üzere kalabalık bir cemaat, naaşını tekbir getirerek toprağa verildiği Eyüp Sultan’a kadar eller üzerinde taşıdı. Halkın Fevzi Çakmak’ın cenazesine duyduğu bu büyük ilgi, Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı gösterilen ilk açık direniş hareketi ve İsmet İnönü’nün önemli bir siyasî yenilgisi olarak yorumlandı.

Fevzi Çakmak başarılı askerlik hayatı boyunca çalışkan, alçak gönüllü, sağlam iradeli ve karakterli, dinine bağlı bir kumandan olarak sevildi ve sayıldı. En büyük zevki kitap okumak olan paşa geniş bir kültüre sahipti. Özellikle tarih, edebiyat ve sosyolojiye çok önem verirdi. Fransızca, İngilizce, Arapça ve Farsça yanında bazı Balkan dillerini de bilir, günlük politikadan hoşlanmazdı. Askerin de politik çekişmelerin dışında ve politikadan uzak tutulmasını savunurdu. Balkan Savaşı’nın kaybedilmesinin en büyük sebebini ordunun siyasete bulaşmış olmasında gören Fevzi Paşa orduyu daima politikadan uzak tutmuştur. Nitekim Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra ordunun kışlasına dönmesinde Fevzi Paşa’nın rolü büyük olmuş, 1924’te askerlik mesleğini politikaya tercih etmesiyle bunu bizzat kendi nefsinde uygulamıştır. Emekliye ayrıldıktan sonra çeşitli baskılarla politikaya atılmış ise de o hep asker kalmıştır.

Fevzi Paşa Harp Akademisi’nde verdiği konferanslarını Garbî Rumeli’nin Sûret-i Ziyâı ve Balkan Harbinde Garb Cephesi Harekâtı (İstanbul 1927) adıyla bir kitap halinde de yayımlamıştır. Tamamen kendi inceleme ve tesbitleriyle belgelere dayanan bu eserde Fevzi Paşa Balkan felâketlerinin siyasî, sosyal ve askerî bakımlardan tahlilini yapmaktadır. Ayrıca doğu cephesinde bulunduğu yıllardaki tesbit ve incelemelerini de Büyük Harb’de Şark Cephesi Harekâtı (Ankara 1936) adıyla kitap halinde yayımlamıştır. Sade bir üslûpla, askerî başarılarını övünme vesilesi yapmadan anlattığı bu eseri harp edebiyatımızın başarılı örneklerinden biri sayılır. Fevzi Paşa’nın bir hayli hacimli hâtıratı ise ailesinde olup tamamı henüz yayımlanmamıştır.

BİBLİYOGRAFYA

Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi, nr. 9/701, Klasör 2437, Dosya 37 (106), Fihrist 19-19, 19-17.

Harb Tarihi Vesikaları Dergisi, XXV/75 (Eylül 1976), vesika nr. 1616-1618.

TBMM Zabıt Ceridesi (I. Devre), I, Ankara 1940, s. 90-95; IX (1942), s. 230, 325; XXIII (1960), s. 266.

TBMM Gizli Celse Zabıtları, I. Devre, II (1985), s. 425; III (1985), s. 341-342.

Falih Rıfkı Atay, Ondokuz Mayıs, Ankara 1944, s. 17-19, 26.

Süleyman Külçe, Mareşal Fevzi Çakmak, İstanbul 1953.

Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul 1953, s. 250, 370-371.

Cemal Kutay, Fevzi Çakmak Atatürk’ü Tevkif Edecekti, İstanbul 1956.

Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, İstanbul 1960, s. 389-396, 650-654.

Sinan Omur, Büyük Mareşal: Fevzi Çakmak, İstanbul 1962.

Peyami Safa, Mübeccel Serdarımız Fevzi Paşa, İstanbul, ts. (Orhâniye Matbaası), s. 1-22.

Ayfer Özçelik, “Fevzi (Çakmak) Paşa’nın Anadolu’ya Geçişi”, TK, sy. 326 (1990), s. 364-370.

Adnan Çakmak, “Mareşal Fevzi Çakmak’ın Hatıraları”, Hürriyet Gazetesi, 10 Nisan – 19 Mayıs İstanbul 1975.

“Çakmak”, EI2(İng.), II, 6.

NOSTALJİ DOSYASI : 65 YAŞ ALTI GENÇLERE ESKİ TÜRKİYEYİ ANLATIYORUZ /// BUYRUN !!!


Erdoğan 65 Yaş Üstüne seslenmiş; “Lütfen gençlere eski Türkiye’yi anlatın” diyor…

Arnavut Selim de anlatıyor, buyrun okuyalım..

"Toplaşın anlatıyorum.

Yaşım 65… SGK emeklisiyim ve 14 yaşımdan beri de çalışıyorum. Siyasal Bilgiler mezunu ikiz kızlarım var.

* Kredi kartımız yoktu. O yüzden bakkala falan borç yazdırırdık. Bakkallar süpermarket olmadığı için haciz falan gelmezdi.

* Sendika vardı. Tamam korkutmasa da adamı öyle kapının önüne beş parasız koymaya patron potkası sıkmazdı!…

* Devlet memuruna it muamelesi yapmaya g*t isterdi. 657 sıkı kanundu.

* Öğretmen saygı görürdü. Ana baba gelip höt zöt edemezdi. Onlar da öğrencilere tecavüz etmezlerdi.

* Öğretmenlerden gizli sigara içmek cesaretti ama, okul önünde uyuşturucu satmak akla hayale bile gelmezdi!…

* Komşunun çocuklarını istediğin gibi öper koklar oynardın.. Kimse "ulan çocuğu taciz mi edecek" diye seni kollamazdı.

* İnanan, inanmayan herkes çocuklara melek gözüyle bakardı. Mahallenin imamından dayak yemek işin şanındandı ama taciz edilmek akla bile gelmezdi.

* Babana gidip Cemil Hoca sırtımda sopa kırdı dedin mi "vay piç kurusu delirttin mi hacı abiyi" diye bi arabada ondan yerdin ama "sana başka bir şey yaptı mı" diye sormazdı.

* Baban emekli olmaya yaklaştı mı ananla beraber iki göz oda aramaya başlardın, çünkü ikramiyen ona yeterdi.

* Ne kadarın varsa ev bark alırken "Allah kerim" deyip eşten dosttan yardım isterdin. Kimse %70 enflasyon var ben sana dolar veriyim dolar alırım demezdi.

* Sana kuyruğuna, tüp kuyruğuna girerdin ama o kuyruklarda tanışıp evlenenlerin haberini alırdın.

* Semtlere göre okul farkı yine vardı ama kimsenin anası babası "benim çocuğum onunla, bununla aynı sınıfta olamaz" diyemezdi.. Ayıptı, günahtı, gerçekten Allah’tan da kuldan da utanırdı insanlar.

* GIRGIR’ da HEY ‘de bir milyon satardı ve bu mizah dergileri ne kadar siyasetçi varsa, yerin dibine sokup çıkarırdı ama hiçbir siyasetçi onlara ilişmezdi.. Çünkü bilirlerdi ki bu sefer Fırt ve Çarşaf da fena giydirecek.. Oğuz Aral’a laf edecek siyasetçi zaten silinirdi!…

* Ulan Atatürk’e ayyaş demek ne demek! Evi işgal edilir, kolpası İstanbul’u dağıtırdı be!…

* Bir siyasetçi "ananı da al git, afedersin Ermeni, kadın mıdır kız mıdır, Alevi" laflarını ağzına alamazdı.

* Siyasetçilerin hepsinin diploması vardı..Ama mesela Ecevit benim üniversite diplomam var demezdi..

* Hırsızlık olmaz mıydı tabi ki olurdu ama o adam çıkardı sahadan.. İster Başbakan’ın yeğeni, isterse İSKİ müdürü olsun.!!!

* Ulan aynı ceket aynı pantolonla yıllarca okula gittim de gelecekten korkmadım..

Hep gülecek sevinecek bir şeyler oldu ama 16 senedir bu çocuklar için korkuyorum"…

* öyle özel okullar, servisler yoktu. okula gitmek için kilometrelerce yol yürür, kantin sıralarında kuyruk olur, iş-teknik derslerinde el becerilerini geliştirir, eve iş getirirdin.

* Öğretmenler sinema önlerinde nöbet tutardı öğrenciler sinemaya gitmesin, sinema saatlerinde evlerinde ders çalışın diye!

* sokaklar böyle boş ve ruhsuz değildi, herkes sokaklardaydı aksine kimse eve girmezdi, büyük çay, kek, börek sohbete dalar, çocuklar sokaklarda tipi tip, gazoz kapağı, misket, yakar top, çelik çomak, uzun eşşek, saklambaç oynar, gençler mahalle maçları yapardı.

* O zaman da televizyon vardı ama her evde bulunmazdı, siyah beyazdı herşey ama yaşamımız renkliydi. Böreğimizi, çekirdeğimizi alır Tv olan komşumuza sinemaya gider gibi giderdik hele hele Sanfransisko sokakları, ve Dallas’ı iple çeker, şeker kız kendi, heidi ve tarzan izlerdik 🙂

* Ya komşuluk? Bayramlar da başkaydı, öyle seyahatler, tatil vs yoktu. Ayırım, ötekileştirme, öteleme yoktu. Gayrı müslim komşularımızla bayramlarımızı ve bayramlarını beraber kutlardık.

* Sabah evden çıkar akşama kadar sokakda oyun oynar, komşu evinden su içer, yemek yer yine oyuna koşardık. Şimdi iki çocuğum var bırakın sokakta oynatmayı kapımın önündeki bahçemizde bile tek başına bırakıp da oynatamıyorum…

* Aynen anlatıldığı gibi gelecek korkumuz yoktu. kin, nefret nedir bilmezdim. öteki, beriki bilmezdik evet eski TÜRKİYE çooooook güzeldi

* acılarımızı paylaşırdık, ya bana birşey olursa diye bu kadar dertlenmezdik, birimizde cenaze olsa yassını bütün sokak tutardık.

* Elektriği kaçak kullanmak zorunda kalırdık, en yakın elektrik direğine ulaşmak için 500mt damdan dama kablo çekerdik ama kimse “benim damımdan geçemezsin” demezdi

* sevmek öyle kolay değildi, aşk emek isterdi, yürek isterdi, öyle üç günlük aşklar yoktu, yıllarca içinden sever ama söyleyemeye korkardın, sevdin mi adam gibi severdin.

* komsu kizlari komsu erkek cocuklarina emanetti. Cocuklar oynarken gece 22.00 23.00 lere kadar anne baba bahcelerde komsularla oturur bizler oynardik ama hic kimse kimseye kötü gözle bakmazdı.

* Sıkımı bir baska mahalledeki bir kimsenin çocuğu senin mahallende çapkinlik yapacak

* komsu ayse abla hadi yavrum bana 2 ekmek aliver dese, sorgulamadan, düşünmeden gidiyordun.

* Cenazelerde ayrılık yoktu, Hele Şehit cenazelerin de hiç yoktu, şehitler hepimizin şehidi idi, Tüm Türkiye yasa bürünür dü

* siyasiler tv ye ciktigi zaman hepimiz oturur izlerdik. meclis oturumunu yillar onceden kesintisiz verilirdi, hele hele bütçe aciklamalarini izlerdik .simdi butce aciklamasi bile yok kasada ne kadar var toprağın kaci satildi ortuluden kim ne kadar kullandı ???

* bayramlarimiz daha da guzeldi. Ah o gunlere gidebilsek keşke,,,

* insanlar insandı, adamlar adam, komşular komşu, hüzünler ve sevinçler ortaktı, yaşamda bir tat vardı…. 😞

* emeklilerin maaşı kendine yeterdi, torun ziyaret etmekten, sevmekten korkmazlardı, torunlarla dışarı çıkınca “acaba birşey isteyecekmi” diye tedirgin olunmazdı…

* kısacası yaşamaktan da zevk alırdık, mücadele etmektende …

eğer ki Anılarımız Canlandıysa, O günleri yeniden yaşadıysak, eski komşu, arkadaş, dostluklar ve hatta aşklar aklımıza geldiyse ve Gözlerimiz dolduysa lüfen yoruma neler hissettiğinizi ve yüzünüze yansıyan ifadeyi paylaşır mısınız?🙏🏻

ve çocuklarınız ve torunlarınıza okutur musunuz?

FSB DOSYASI : Eski Rus istihbaratçı SSCB’nin çöküşünü CIA’deki arkadaşlarından öğrenmiş


Eski Rus istihbaratçı SSCB’nin çöküşünü CIA’deki arkadaşlarından öğrenmiş

Eski Sovyet ve Rus dış istihbarat mensubu Yuriy Şevçenko, SSCB’nin yaklaşan çöküşünü Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nda (CIA) görevli arkadaşlarından öğrendiğini anlattı.

Genç istihbaratçılar ile ilgili kitabını Moskova’da tanıtan eski Sovyet ve Rus dış istihbarat mensubu Yuriy Şevçenko, etkinlikten sonra gazetecilere geçmişteki çalışmaları ile ilgili bazı bilgileri paylaştı. Şevçenko, SSCB’nin yaklaşan çöküşü ile ilgili bilgileri CIA’de görev yapan arkadaşlarından aldığını belirtti.

Eski istihbaratçı, “Ülkemizin başına geleceklerini oradan, içeriden öğreniyordum. En iyi arkadaşlarım CIA çalışanlarıydı ve onlar, ülkemizin nasıl dağıldığını, onların neler yaptığını anlatıyordu, her şey biliniyordu” diye konuştu.

Adı şimdiye kadar gizli tutuldu, nerede görev yaptığı halen açıklanmıyor

Şu ana kadar tam olarak nerede görev yaptığı resmen açıklanmayan 1939 doğumlu Yuriy Şevçenko’nun daha önce gizli tutulan adı, geçen ocakta kamuya duyuruldu. Halk, Şevçenko ile birlikte Rusya’nın çıkarlarının korunmasına ve güvenliğinin sağlanmasına büyük katkıda bulunan daha 6 istihbaratçının adını da öğrendi. Adları açıklananların arasından 4 kişinin artık hayatta olmadığı anlaşıldı.

Rusya Dış İstihbarat Servisi (SVR) basın dairesinden yapılan açıklamaya göre Şevçenko, 1969’dan itibaren istihbarat toplama görevi ile yurt dışına gönderiliyordu. Görev süresi boyunca dış kaynaklardan bilgi topluyor ve çok gizli konularda dahi değerli olabilecek bilgilere ulaşıyordu.

2001’de Şevçenko’nun yurtdışında yürüttüğü görevine son verilmesi ve Rusya’daki merkezde çalışmalarına devam etmesi kararlaştırıldı. Çok sayıda devlet nişanı ile ödüllendirilen Şevçenko, 2017’de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in talimatıyla en yüksek dereceli ‘Rusya Federasyonu Kahramanı’ ödülüne sahip oldu.

SİYASİ SUİKASTLER DOSYASI : Pakistan eski Cumhurbaşkanı General Muhammed Ziya’ül Hak’ın ŞÜPHELİ ÖLÜMÜ


Pakistan eski Cumhurbaşkanı General Muhammed Ziya’ül Hak’ın ŞÜPHELİ ÖLÜMÜ

Eski Genelkurmay başkanı tarihi kazaya ilişkin konuştu! Cumhurbaşkanının ölümünde CIA detayı

Pakistan eski Cumhurbaşkanı General Muhammed Ziya’ül Hak’ın, 32 yıl önce 5 üst düzey askeri yetkili ve ABD Büyükelçisi ile hayatını kaybettiği uçak kazasıyla ilgili yeni iddialar ortaya atıldı. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mirza Aslam Beg kazaya ilişkin uygun bir soruşturma yürütülmesi için baskı yaptığı ve o dönemin hükümetinin dikkate almadığını söyledi. Beg, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) kazayla ilişkisi olduğuna inanmak için güçlü nedenleri olduğunu savundu.

Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mirza Aslam Beg ve eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Tümgeneral Mahmud Ali Durrani, Pakistanlı eski bakan ve Ziya’ül Hak’ın oğlu olan Muhammed İcaz’ül Hak’ın kendilerine yönelttiği, uçak kazasıyla ilişkileri olduğuna dair iddiaları reddetti ve bu kazanın ardındaki nedenler konusunda farklı sonuçlar ortaya koydu.

Mirza Aslam Beg, Anadolu Ajansına (AA) yaptığı açıklamada, Genelkurmay Başkanlığı görevi boyunca, kazaya ilişkin uygun bir soruşturma yürütülmesi için birçok kez baskı yaptığını ancak o dönemki hükümetin, taleplerini dikkate almadığını belirtti. Beg, "Bu bir kaza değil sabotajdı. Tüm bulgular bunu gösteriyor" dedi.

İcaz’ül Hak’ın, babasına yönelik komployla ilgili kendisine yönelttiği iddialara yanıt vermeye lüzum görmeyen Beg, ülkede sivil hükümete "yumuşak geçişte" payı olduğunu anımsattı.

Ziya’ül Hak’ın ölümünden üç ay sonra yapılan Kasım 1988 genel seçimlerine atıfta bulunan Beg, "Seçimleri düzenleyen ve askeri yönetim yerine ülkenin yönetimini demokratik bir hükümete teslim eden kişi bendim. Eğer herhangi bir komploya karışmış olsaydım, bunun bana nasıl bir faydası olacaktı. (Ordu içinden) Baskıya rağmen sıkıyönetim getirmedim. Genelkurmay Başkanı olarak görev süremin uzatılmasını bile kabul etmedim. O zaman neden bana hiçbir şekilde fayda sağlamayan bir komploya karışayım ki?" ifadelerine yer verdi.

1988-1991 yıllarında Genelkurmay Başkanlığı yapan Beg, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) kazayla ilişkisi olduğuna inanmak için güçlü nedenleri olduğunu savundu. Beg, kazada ölen ABD Büyükelçisi Arnold Lewis Raphel’in de CIA’in arkasına saklanmayı adet edindiği günah keçisi olduğunu iddia etti.

Mirza Aslam Beg ayrıca görev süresi boyunca askeri istihbarat tarafından yürütülen iç soruşturmanın CIA’in kazadaki rolü hakkında şüphe uyandırdığını kaydetti ancak iç soruşturmanın ayrıntılarına ilişkin bilgi paylaşmadı.

Durrani, sabotaj teorisini reddediyor

İcaz’ül Hak, AA’ya verdiği röportajda, mango kasalarının patlayıcı taşıdığına dair kanıtlar bulunduğuna işaret ederken, pilotları etkisiz hale getirmek için kabine sinir gazı pompalandığını iddia etmiş ve "Kumpası kuranlar, hiçbir şeyi şansa bırakmak istemedi. Sinir gazı kullandı ve aynı zamanda dışarıdan patlayıcılar ateşledi" demişti. Ziya’ül Hak’ı tank tatbikatını izlemeye Tümen Komutanı Durrani’nin zorladığını iddia eden Hak, babasının bunu yapmak istemediğini ve ikamet ettiği askeri lojmanın kayıtlarına göre, Durrani’nin, babasını Bahawalpur’a uçmaya ikna etmek için 16 kez aradığını söylemişti.

Bahawalpur çöllerinde Amerikan tanklarının tatbikatını izlemek için Ziya’ül Hak’a ev sahipliği yapan Multan merkezli zırhlı tümeninin o dönemki komutanı Mahmud Ali Durrani, AA’ya yaptığı açıklamada, sabotaj teorisine inanmadığını söyleyerek uçak kazasının sadece bir "teknik hata"dan kaynaklandığı konusunda ısrar etti ve bütün komplo teorilerini "çocukça" olarak nitelendirdi. Tüm bu teorilerin tezgahlandığını savunan Durrani, "Gerçek şu ki bu talihsiz kazaya yol açan tamamen teknik bir hata oldu. Bu, C-130 tipi uçakta ilk kez görülen teknik bir hata değildi. Kazadan aylar önce Karaçi ve Çitral havaalanlarında C-130’da iki kez teknik hata görüldüğünü hatırlıyorum. Her iki olayda da Ziya’ül Hak’a eşlik ediyordum" diye konuştu.

İcaz’ül Hak’ın iddialarını "temelsiz" olarak nitelendiren Durrani, aynı zamanda ordu komutanı olan Cumhurbaşkanı’nı, tankların tatbikatını teftiş etmeye zorlamanın mümkün olmadığını söyledi. 1961-1998 yıllarında orduda, Mayıs 2008’den Ocak 2009’a kadar da ülkenin Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapan Durrani, "Ziya’ül Hak, bir çocuk değildi, o Cumhurbaşkanı ve ordu komutanıydı. Onu, istemediği yere gitmeye nasıl zorlayabilir veya ikna edebilirdim? Bu, tamamen Ziya’ül Hak’ın tankların saha tatbikatını görme kararıydı. Buna, kolordu komutanlarının toplantısında karar verilmişti. Bunların pek çoğu kayıt altında" diye konuştu.

Ziya’ül Hak’ı 16 kez aradığını reddeden Durrani, "Bu bir yalan. Bahawalpur’u ziyaret etmeden birkaç gün önce onu yalnızca iki kez aramıştım" dedi.

İcaz’ül Hak’ı siyasi çıkarlarına göre davranmakla itham eden Durrani, "Eğer (İcaz’ül Hak) ciddi olsaydı, kendi seçeneğinin soruşturulması için baskı yapardı" yorumunu yaptı.

Ancak Durrani, İcaz’ul Hak’ın, Yargıç Şafi-ur-Rehman Komisyonu’nun konuya ilişkin hazırladığı raporun kamuoyu ile paylaşılması yönündeki talebine destek verdi ve "Sadece Yargıç Şafi-ur-Rehman Komisyonu’nun raporunun değil, diğer pek çok raporun hiçbir zaman kamuya açıklanmamış olması talihsiz bir durum. Bu da sonunda komplo teorilerini doğuruyor. Bu raporlar halka açık olsaydı komplo teorileri olmazdı" değerlendirmesini yaptı.

Tatbikatı izlemeye gidiyorlardı

17 Ağustos 1988’de, C-130 tipi askeri uçak, Pakistan’ın başkenti İslamabad’ın yaklaşık 530 kilometre güneyinde Bahawalpur yakınlarında düştüğünde General Ziya’ül Hak, beş generali ve ABD Büyükelçisi Arnold Lewis Raphel hayatını kaybetmişti. Uçaktakiler, ABD’nin Pakistan’ı satın almaya zorladığı M-1/A savaş tanklarının tatbikatını izlemek üzere çöldeki askeri bölgeye gidiyordu.

Eski Bakan Hak, AA’ya verdiği demeçte, şüphelerin İsrail ve Hint istihbaratçılarının yanı sıra, eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Aslam Beg ve dönemin Multan merkezli zırhlı tümeninin komutanı Tümgeneral Mahmud Ali Durrani’ye yöneldiğini ifade etmişti.

Ordu içinde gerçeği ortaya çıkarmaya çalışan askerilerin dahi tehdit edildiği ve sürüldüklerini söyleyen Hak, Hava Tuğgeneral Zahir Zaidi’nin tüm itirazlara rağmen uçak enkazından topladığı bazı parçaları ve mango kalıntılarını bir laboratuvara götürerek gizlice analiz ettirdiğini belirtmişti. Hak, "Kimyasal testlerde antimon, fosfor ve patlayıcılarda kullanılan diğer kimyasalların izine rastlandı. Bunlar sabotaj teorisini ispatlıyor. Fakat müteakip hükümetler soruşturmayı ilerletme ve suçluları ortaya çıkarma cesaretini gösteremedi" ifadesini kullanmıştı.

ABD tarafından desteklenen Ziya’ül Hak, Sovyet-Afgan Savaşı’nda önemli bir rol oynamış ve 1980’lerde Afgan mücahitlerini koordine etmişti.

Pakistan hükümetlerinin babasının ölümünü soruşturma konusunda irade göstermediğine dikkati çeken Hak, Amerikalıların başından beri olayı kaza olarak değerlendirme eğilimde olduğunu belirtmişti.

Icaz’ül Hak, eski Pakistan Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref ve eski Başbakan Navaz Şerif döneminde bakan olarak görev yapmıştı.

BİYOGRAFİ DOSYASI : KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURUCUSU ESKİ MİLLİ EĞİTİM BAKANIMIZ HASAN ALİ YÜCEL’İ TANIYALIM !!!!


KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURUCUSU ESKİ MİLLİ EĞİTİM BAKANIMIZ HASAN ALİ YÜCEL’İ VEFATININ 59. YILINDA ÖZLEM İLE ANIYORUZ.

KAYNAK : WIKIPEDIA

Hasan Âli Yücel (17 Aralık 1897, İstanbul – 26 Şubat 1961, İstanbul), öğretmen, eski Milli Eğitim Bakanı, Köy Enstitüleri’nin kurucusu.

Hasan Âli Yücel 17 Aralık 1897’de İstanbul’da doğdu. Baba tarafından Posta Nazırı Göreleli Hasan Ali Efendi’nin, anne tarafından ise Japon sularında batan Ertuğrul Fırkateyni süvarisi deniz albay Ali Bey’in torunudur. Babası Ali Rıza Bey, annesi Neyyire Hanım’ dır[1]. Eğitim yaşamını sırasıyla Mekteb-i Osmani, Vefa İdadisi, Cağaloğlu Darülmuallimin-i Âli’ye (Yüksek Öğretmen Okulu) okullarında sürdürdü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi ve 19 Aralık 1922’de öğretmenliğe başladı. 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (Türk Dil Kurumu) kurulmasıyla Hasan Âli Yücel etimoloji kolu başkanlığına getirildi. 1935 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nden, İzmir Milletvekili olarak Meclise girdi, art arda dört dönem milletvekilliği yaptı[2].[3] Giresun’un Görele ilçesinde adına " Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi " kurulmuştur. İstanbul Üniversitesi’nin eğitim fakültesi de Hasan Ali Yücel adıyla kurulmuştur. "Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi".[4]

Bakanlık dönemi

28 Aralık 1938’de Hasan Âli Yücel, 2. Celal Bayar hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildi. Üniversite reformu (Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nin kurulması, Yüksek Mühendis Okulu’nun İTÜ’ye dönüştürülmesi ve Ankara Tıp Fakültesi’nin kurulması), Köy Enstitüleri’nin kurulması[5], Dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi[6][7] ve ilk resmi ve telifli Türkçe ansiklopedi olan İnönü Ansiklopedisi’nin ön çalışmaları onun bakanlığı döneminde gerçekleşmiştir. Devlet Konservatuvarının kurulması (20 Mayıs 1940), Türkiye’nin UNESCO’ya girişi onun çabaları sonucunda olmuştur. Dört yıllık çabaları sonucunda 25 Haziran 1946’da Üniversiteler Yasası çıkartılır. "Bu yasayla, yüksek öğretim kurumlarının Bakanlıkla olan "sıkı bağı" önemli ölçüde gevşetilmiş, mevcut kuruluşlar yapısal bir bütünlüğe kavuşturulmuş, böylece üniversiteye organik bir karakter kazandırılmıştır. Bu yasanın getirdiği bir başka sonuç da, "dışarıdan gerilim" yerine "içeriden denetim"in getirilmiş olmasıdır. Ankara Üniversitesi de bu yasanın sonucu olarak kurulmuştur."[8]

Oğlu şair Can Yücel, babası için "Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim" adlı şiirini yazmıştır.

Son yılları

5 Ağustos 1946’da 7 yıl 5 ay sürdürdüğü Milli Eğitim Bakanlığı görevinden istifa etti. İstifasından sonra gazetecilik görevine döndü. 26 Şubat 1961 tarihinde konuk olarak kaldığı Prof. Dr. Tevfik Sağlam’ın evinde öldü. 2 Mart 1961 tarihinde Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Hasan Âli Yücel, şair Can Yücel’in babasıdır.

MOSSAD DOSYASI /// Eski Mossad şefinden şok iddia : Humeyni’ye suikast teklifi !!!


Eski Mossad şefinden şok iddia : Humeyni’ye suikast teklifi !!!

Mossad’ın eski Tahran istasyon şefi Eliezer Tsafrir,, İran Şahı Pehlevi’den gelen Humeyni’ye sürgünde bulunduğu Paris’te suikast düzenlenmesi talebinin Tel Aviv tarafından reddedildiğini açıkladı.

Sputnik’te yer alan habere göre, İsrail’in eski ünlü casuslarından Eliezer Tsafrir, geçmişte Mossad istasyon şefi olduğu İran’daki İslam devrimi yıldönümü törenlerini bugün ekrandan takip etmesi öncesi açıklamalarda bulundu.

1948 yılında kurulan İsrail’i nüfusunun çoğunluğu Müslüman ülkeler içinden Türkiye’den sonra İran’ın tanıdığını hatırlatan Eliezer Tsafrir, “İsrail için İran dünyada ikinci en önemli müttefikti. Şah Rıza Pehlevi’nin son yılında İran’da 1300 İsrailli çalışıyordu” dedi.

1978 YILINDA YAŞANAN OLAYLAR

1978’de İran’daki karışıklığa rağmen, The New York Times gazetesinin Şah rejiminin devrilmesinin 15 yıl alacağı tahmininde bulunduğunu, Mossad ve Şah’ın gizli servislerinin de benzer görüşlerde olduğunu aktaran Tsafrir, ancak Kasım 1978’de muazzam protestoların patlak verdiğini, mitinglerden birinin protestocuların İsrail havayolu El Al’ın ofisini basıp ateşe vermesiyle sonuçlandığını, ofistekilerin linç edilme korkusuyla damdan atladığını anlattı.

Eski Mossad casusu, “Gelip kurtarmaları ve kızgın kalabalığı dağıtmaları 5 saat aldı. O zaman anladık ki, kendi göbeğimizi kendimiz kesmemiz lazım” dedi. Tsafrir’in Tel Aviv’i arayıp üstlerine olanları anlatması üzerine İsrail tüm vatandaşlarını İran’dan çıkarmak için üç uçak gönderdi ve Mossad istasyon şefini her şeyin yolunda gitmesini sağlamakla görevlendirdi.

“ŞAH’IN KİŞİSEL TALEBİ: HUMEYNİ’YE SUİKAST”

Bu noktada İsrail’in İran’la ilişkilerin dönüşü olmayan noktaya vardığını anladığını, Şah’ın da ülkenin saptığı rotayı fark ettiğini belirten Tsafrir, şunları söyledi:

* Aralık ayında üst düzey bir yetkili bana yanaştı ve Şah’ın kişisel talebini iletti. Şah, Mossad’ın Ayetullah Humeyni’ye Paris’te suikast düzenlemeye istekli olup olmadığını öğrenmek istiyordu.

* Hemen Tel Aviv’i arayıp talepten haberdar ettim, ama gönülsüz bir ‘hayır’ yanıtı aldım. Bana ‘İsrail’in dünyanın polisi olmadığı’ söylendi.

“ORTADAN KALDIRSAYDIK DÜNYA BİZE KARŞI OLURDU”

Bugünden baktığında, Tel Aviv’den o kararın gelmesinden pişmanlık duymadığını ifade eden Tsafrir, açıklamasının devamında şu ifadeleri kullandı:

“O zaman Humeyni’yi ortadan kaldırsaydık, tüm dünya bize karşı olurdu ve uluslararası toplum bizim onları büyük bir felaketten kurtardığımız anlayışına hiçbir zaman varmazdı. Felaketin büyüklüğünü şimdi anlıyorlar.”

“NÜFUSUN YÜZDE 80’İ REJİMDEN BEZMİŞ”

İran’daki teolojik yönetiminin bir gün gelip sona ereceğini söyleyen eski İsrail casusu, “Nüfusun yüzde 80’ini rejimin onlara dayattığı kısıtlamalardan bezmiş gençler oluşturuyor. Kot giyip ruj sürmek, harem-selamlıktan kurtulmak ve hepsinden önemlisi haklarını geri kazanmak istiyorlar” dedi.

TEKNİK TAKİP DOSYASI /// Eski Philips çalışanından itiraf ! “Türkiye’yi dinliyorduk”


Eski Philips çalışanından itiraf !!!! "Türkiye’yi dinliyorduk"

Hollanda merkezli Philips şirketinin eski bir kriptografı Cees Jansen Türkiye ile ilgili şoke eden bir itirafta bulundu. Philips ürettiği cihazlarla Türkiye’yi dinlemişti. Jansen’in itirafına göre Philips bunu BVD, AIVD ve Amerikan istihbarat servisi CIA için yaptı.

Bu haftanın başlarında istihbarat servisleri CIA ve Alman BND’nin birçok ülke hükümetinin iletişimini ele geçirdiği açıklandı.

Aslında bu dinleme çalışması yeni bir durum değildi. CIA ve BND, 1970’den itibaren İsviçre şirketi Crypto AG’nin gizli sahibiydiler. Şirket,120’den fazla ülkeye gizli iletişimi şifrelemek için kullanılan sistemler satmıştı. Bu ülkeler arasında Türkiye de vardı.

Ancak bu şifreleme bazı ülkeler için kasıtlı olarak zayıflatıldı. Böylece şirket CIA ve BND (Alman istihbaratı) için şifrelenmiş mesajların basit bir şekilde deşifre edilerek çözülmesini olanak sağladı.

Jansen’e göre Türkiye de CIA tarafından izlenmek istenen ülkeler arasındaydı. Ancak Alman istihbarat servisi BND, Türkiye’yi dinlemeye yanaşmadı. Buna gerekçe olarak da NATO üyesi olmasını ve resmi olarak Almanya’nın müttefiki olmasını gösterdi.

Bunun üzerine de CIA, BND ile gizli ortak olduğu Crypto AG yerine Türkiye’yi dinlemek için Hollanda’nın köklü şirketi Philips’ten yardım istedi.

PHİLİPS VE HOLLANDA İSTİHBARAT SERVİSİ TÜRKİYE’Yİ DİNLEMEYE BAŞLADI

Philips, Aroflex’in şifrelemesini zayıflatmak için AIVD’nin öncüsü olan BVD ve Amerikan istihbarat servisi CIA tarafından görevlendirildi. Aroflex, NATO müttefikleri arasında gizli iletişim için tasarlanmış bir kodlama cihazıydı. Türkiye, bu cihazı, ordunun iç iletişimi için kullandı. Kriptograf Jansen, Philips bu çağrıya cevap verdi.

Firmada kriptograf olan Jansen, o dönem kendisinden istenene farklı baktığını belirterek, "Patronun benden istediğini yaptım, yapılması gerekeni yaptım. Müttefik Türkiye’yi aldatma operasyonunu sorgulamadım" dedi.

Philips ise ortaya çıkan dinleme skandalına ilişkin yorum yapamayacağını belirterek, "Çok uzun zaman önce şirket arşivini inceledik. Ancak arşivcilerimiz bu konuda herhangi bir bilgi bulamadılar." ifadesini kullandı.

MİT DOSYASI /// Eski MİT Müsteşarı Atasagun : ‘Gülen ABD’nin yeşil kuşak projesidir’


Eski MİT Müsteşarı Atasagun : ‘Gülen ABD’nin yeşil kuşak projesidir’

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’nün siyasi ayağı ile ilgili konuşmasını dinlerken, hafızam beni ‘Ergenekon Belgelerinde Fetullah Gülen ve Cemaat’ kitabını yazdığım 2009 yılına götürdü.

Kılıçdaroğlu konuşmasında şunu söyledi: “Bir MİT müsteşarının, Sayın Şenkal Atasagun’un bir gazeteciye 1 Ekim 1999’da yaptığı açıklamayı -FETÖ’yle ilgili olarak diyor ki- aynen okuyorum: ‘Milli Eğitim’le gençliği, İçişleri’yle devlet içinde kadrolaşmayı, Adalet’le kendilerine yönelik bir durum olursa bunu önlemeyi, Sanayi’de de parayı kontrol etmeyi hedefliyorlar.’ Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı’nın yaptığı açıklama. Bütün bunların sonunda devletin pek çok kademesinde yer almışlardır. Değerli arkadaşlarım, bu 1999’da yapılan açıklamadır.”

BALBAY’IN GÜNLÜKLERİNDEN

Dinleyenler fark etmemiş olabilir; konuşmada atıf yapılan ama adı söylenmeyen gazeteci, eski CHP milletvekili Mustafa Balbay’dır. Ergenekon operasyonları sırasında bilgisayarından çıkan ve ‘Balbay’ın günlükleri’ diye bilinen notlarda birçok görüşmeye ilişkin anılar yer alıyordu. Bunlardan birisi de Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında bahsettiği 1 Ekim 1999 tarihinde yapılan görüşmeye ilişkin notlardır. Ben bu notlardan FETÖ örgütü ile ilgili olanları 2009 yılında yazdığım kitabıma almıştım. O yüzden Kılıçdaroğlu’nu dinlerken günlükten yapılan alıntının kısaltılmış olması dikkatimi çekti. Oysa Balbay’ın günlüğüne yazdığı notun tamamı, FETÖ’nün iktidar hedefini, yöntemini çok net anlatıyordu. En iyisi ben tamamını aktarayım.

Balbay görüşmeyi bilgisayarına “1 Ekim 1999 Cuma akşamı MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile akşam yemeği” olarak kayıt etmiş. Saat 19.20’de MİT Müsteşarı’nın konutuna giden Balbay, saat 21.00’e kadar Atasagun’la eşinin de bulunduğu ortamda sohbet etmiş. Ardından MİT Müsteşar Yardımcısı Miktad Alpay ve Toplum ve Halkla İlişkiler Müdürü ile yemek yemiş. Balbay, Atasagun ve diğer MİT yöneticileri ile görüşmeyi konulara göre kayıt etmiş. Balbay’ın “Fetullah Gülen-irtica” başlığı ile günlüğüne kaydettiği 1 Ekim 1999 tarihli görüşmesinde Atasagun, FETÖ ile ilgili şunları söylemiş:

“Bizim tespitimiz şu: Gülen grubu bürokrasiyi kullanarak iktidara gelmek istiyor, Milli Görüşçüler sandıktan gelmek istiyor. Böyle bir yöntem farklılıkları var. Gülenciler başta 2000 yılını, 2005 yılını hedef seçmişlerdi. Şimdi 2025 diyorlar. Milli Görüşçüler biraz sabırsız. Bir an önce iktidara ulaşmak istiyorlar. Bu nedenle de hata yapıyorlar. Ama en örgütlü grup bunlar, Fetullahçılar ise daha uzun vadeye yaymış durumdalar ve bu yüzden de daha tehlikeliler. Maddi güçleri fazla. Yılda 60 trilyonluk bir parayı yönetiyorlar. Yurtdışındaki okul açma faaliyetleri çok iyi organize ediliyor. Bizim gözlemlerimize göre bu Gülen grubunun başarabileceği bir şey değil. Mutlaka başka bir destek söz konusu… Bazı yerlerde bizim de yardımcı olduğumuzu söylüyorlar… Örneğin Kuzey Irak’ta, Erbil’de ama aslı yok.

‘EN TEHLİKELİ GÜLEN’

İrticacı yayın organlarının çoğu abone usulü dağıtılıyor, bayi satışları çok az. İBDA-C gibi silahlı mücadeleyi hedef seçen gruplar da var. Ama bunlar o kadar tehlikeli değil. Biz Gülen olayını aynen size aktardığımız gibi Başbakan’a da söylüyoruz. Bizi dikkatle dinliyor. Ötesi bizim işimiz değil. Bütün mesele bu mütedeyyin insanlarla bunları ayırmak. Eğer mütedeyyin insanlar ürkütülürse bu çok tehlikeli olur. Bunu bildikleri için onlar da buna oynuyorlar. 28 Şubat’tan sonra belli bir mücadele başlatıldı. Devletin içinde oldukça örgütlüler. 28 Şubat’tan sonra sanırım devlet içindeki yüzde 20-30’luk bölümü temizlenebilmiştir. Çünkü çok zor. Taa MSP’den beri bunlar hükümet ortağı olduklarında üç bakanlık üzerinde çok ısrarlı oluyorlar. Milli Eğitim, İçişleri, Adalet… Bir de fırsat bulabilirlerse Sanayi Bakanlığı… Milli Eğitim’le gençliği, İçişleri’yle devlet içinde kadrolaşmayı, Adalet’le kendilerine yönelik bir durum olursa bunu önlemeyi, Sanayi’de de parayı kontrol etmeyi hedefliyorlar. Bütün bunların sonunda devletin pek çok kademesinde yer etmişler. Bu kişiler diyelim ki görevden alındı, yargıya gidiyorlar, kazanıyorlar… Şimdi belki size ters gelecek bu söylediğim ama şöyle yumruğu vurmadan bu temizlenmez.”

Şenkal Atasagun’un Mustafa Balbay’a 1999 yılında anlattıklarından “Bizim tespitimiz şu: Gülen grubu bürokrasiyi kullanarak iktidara gelmek istiyor, Milli Görüşçüler sandıktan gelmek istiyor. Böyle bir yöntem farklılıkları var. Gülenciler başta 2000 yılını, 2005 yılını hedef seçmişlerdi. Şimdi 2025 diyorlar” cümlesi üzerinde durmak gerekiyor. FETÖ açısından devleti ele geçirmek, Genelkurmay Başkanlığı’nı ele geçirmekle eşdeğerdi. Nitekim dershane krizi, 17-25 Aralık, 15 Temmuz olmasaydı, darbe girişiminde başı çeken tümgeneraller 2025 yılında orgeneral rütbesine yükselecek, FETÖ mensupları devleti tamamen ele geçirmiş olacaklardı.

KILIÇDAROĞLU’NUN ATLADIĞI BÖLÜM

MUSTAFA Balbay, günlüklerine MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile 2003 yılında yaptığı bir başka görüşmeyi de kaydetmiş. Ancak bu kayıt, FETÖ’nün siyasi ayağı ile ilgili konuşma yapan Kılıçdaroğlu’nun gözünden kaçmış olmalı. Oysa bu görüşme, konuşmasında değindiği konu kadar hatta bana göre ondan da önemli. Çünkü 30 Mayıs 2003 tarihindeki görüşmede MİT Müsteşarı Atasagun, Balbay’a FETÖ’nün ABD bağlantısını anlatmış. Balbay’ın 30 Mayıs 2003 tarihinde MİT Müsteşarı Atasagun ile yaptığı görüşmeye Cumhuriyet gazetesinden İlhan Selçuk ve İbrahim Yıldız da katılmış. Sohbet sırasında söz Gülen konusundan açıldığında Atasagun, “Gülen ABD’de… Emekli maaşıyla çiftlikte yaşıyor. ABD, tüm İslam kökenlilere kök söktürürken ona neden bir şey olmuyor?” şeklindeki soruya karşılık şöyle diyor: “Onu (Fetullah Gülen) biliyorsunuz, ABD’nin yeşil kuşak projesinin bir ayağıydı. Olay hâlâ odur. Bin Ladin’i de ABD yarattı, Afganistan’da Ruslara karşı besledi, sonucu gördünüz. Bu, terör örgütünü beslerseniz sonunda ne olacağının göstergesi.”

SUÇ DOSYASI /// ABD’li eski drone operatöründen itiraflar : Çocuk öldürüp, köpek diye rapor ettik


ABD’li eski drone operatöründen itiraflar : Çocuk öldürüp, köpek diye rapor ettik

Amerikan ordusunun ‘Nazilerden beter’ olduğunu belirten Brandon Bryant, Afgan bir çocuğu Hellfire füzesiyle ‘kazara’ öldürdüğünü ancak üstlerinin vurulanın sadece ‘bir köpek’ olduğunu söyleyerek meseleyi kapattığını anlattı.

Amerikan ordusunun Nazilerden “daha beter” olduğu itirafında bulunan ABD’li eski drone operatörü Brandon Bryant, Afganistan’da bir çocuğu kazara öldürdüğünde bağlı olduğu üsteki yöneticilerin kendisine “bunun sadece bir köpek olduğunu” söylediğini anlattı.

Nevada eyaletinin Las Vegas kentindeki üste yıllarını geçiren Bryant, çatışma bölgelerinden 11 bin kilometre uzakta ücra bir bölgede siyah konteynır içinden drone’lara yön verirken, kimi zaman New Mexico ve Irak’taki kontrol merkezlerinde de görev yaptı.

Daily Mail’in haberine göre, “düşman mevki” denerek yapılan ve bir çocuğun ölümüyle sonuçlanan saldırı sonrası bu işi devam ettiremeyeceğine karar veren 34 yaşındaki Bryant, ABD’nin drone programı aleyhine konuşmak için ordudan ayrıldı.

Bryant, ABD Hava Kuvvetleri’ne 19 yaşında girdi, ilk ölümcül saldırısını 2007’de düzenledi. Yer aldığı filo, 2006’dan 2011’e kadar içlerinde kadınlar ve çocukların da olduğu bin 626 hedefi vurdu.

The Sun gazetesinin haberine göre Bryant bu süre zarfında 13 kişiyi öldürdü, Afganistan’da 3 erkeğe yönelik Predator saldırısında da ekranın başındaydı.

Gazeteye verdiği röportajda Bryant, “Bacaklarından kanın fışkırmasını gördüm. Sonra da yatışmasını izledim. Ekrandaki bu görüntü hala kafamın içinde duruyor. Ne zaman düşünsem hala acı çekiyorum” dedi.

Bryant ayrıca, “Tetiğe bastığımda bunun yanlış olduğunu biliyordum. Füze hedefi vurduğunda bir katile dönüştüğümü ruhumda hissediyordum” diye ekledi.

ABD’li eski başçavuşun hatırladığı en travmatik deneyimlerinden biriyse, Afganistan’da bir çocuğu “kazara” vurmasıydı.

Bir binanın içinde olduğuna inanılan “düşman” şahsı öldürmekle görevlendirilmiş ancak son dakikada küçük bir çocuk hedef alanına girmişti.

Yaşananları sorguladığındaysa üstleri kendisine, “öldürdüğü varlığın sadece bir hayvan olduğunu” söyledi.

Saldırıya dair drone’un video kaydını inceleyen bir görüntü analiz uzmanı, Bryant’ı bu varlığın “bir köpek” olduğu konusunda ikna etmeye çalıştı. Yanında oturan bir diğer kişi bunun “muhtemelen” bir çocuk olduğunu söyledi. Ardından meseleyi üstlerine taşıyan Bryant’ın aldığı cevapsa, “Bu lanet olası bir köpek, vazgeç bu işten!” şeklinde oldu.