DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// ERCAN CANER : ABD-Kıbrıs İlişkileri


ERCAN CANER : ABD-Kıbrıs İlişkileri

14 Eylül 2020

Çember Daralıyor

ABD ve Kıbrıs Cumhuriyeti; Kıbrıs Kara, Açık Deniz ve Liman Güvenliği Merkezi (CYCLOPS[1] Cyprus Center for Land, Open-Seas & Port Security) olarak adlandırdıkları bir ortak eğitim merkezi kurdu.

Ercan Caner, Sun Savunma Net, 14 Eylül 2020

ABD-Yunanistan Stratejik Diyalog Enerji Çalışma Grubu

Birleşik Devletler ve Yunanistan yönetimleri, 29 Haziran 2020 tarihinde, iki ülke arasında oluşturulan Stratejik Diyalog Enerji Çalışma Grubu ikinci üst düzey toplantısını gerçekleştirdiler. ABD Delegasyonu Başkanı olan ABD Enerji Kaynakları Dışişleri Bakan Yardımcısı Francis R. Fannon, ABD Enerji Bakanlığı Enerji Bakan Yardımcısı Mark Menezes, Yunanistan Ekonomik Diplomasi Dışişleri Bakan Yardımcısı Konstantinos Fragkogiannis ve Enerji Bakan Yardımcısı Gerassimos Thomas; aşağıda belirtilen alanlarda Yunanistan ve Birleşik Devletler’in birlikte çalışma taahhüdünü yeniden teyit ettiler.

  • Güneydoğu Avrupa’da enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesine destek sağlamak.
  • Enerji kaynaklarını geliştirmek maksadıyla Doğu Akdeniz’de bölgesel ortaklarla birlikte hareket etmek.
  • Bölgesel enerji güvenliğine katkı sağlamak.

Birleşik Devletler ve Yunanistan yönetimleri arasında, 29 Haziran 2020 tarihinde yapılan Stratejik Diyalog Enerji Çalışma Grubu Enerji Çalışma Grubu toplantısı, Aralık 2018 ve Ekim 2019 tarihlerinde yapılan Stratejik Diyalog toplantılarının devamı niteliğindedir.

Birleşik Devletler ve Yunanistan delegasyonları, Doğu Akdeniz bölgesindeki tüm devletlerin faaliyetlerini; enerji kaynakları ve rotalarının çeşitlendirilmesine yardımcı olacak şekilde, 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinde yer alan uluslararası yasalar dâhil bütün uluslararası yasalara uygun şekilde sürdürmesi ve bölgesel istikrar ve güvenliğin sağlayacağı faydalar için iyi komşuluk ilişkilerine katkı sağlaması gerektiğinin altını çizmiştir.

EastMed Boru Hattı

Birleşik devletler ve Yunanistan delegasyonları, Doğu Akdeniz (EastMed) Boru Hattı gibi yeni altyapı projelerini içeren bölgesel ve Avrupa enerji güvenliğine geliştiren ve ticari açıdan uygulanabilir olan Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları ihraç seçeneklerini çeşitlendirmeye sağlayacakları desteği yeniden teyit etmişlerdir.

Çalışma grubu ayrıca; Yunanistan enerji sektörü, yapılabilecek potansiyel ABD özel sektör yatırımları, petrol pazarındaki fırsatlar ve yenilenebilir enerji sektöründeki artan işbirliği imkânlarını da görüşmüştür. Bunun, ABD Uluslararası Kalkınma Finansmanı Kurumu tarafından oluşturulan yeni ABD yatırım fırsatları altında yapılacağı vurgulanmıştır.

Her iki taraf da ExxonMobil şirketinin; Girit Adası Batı ve Güneybatısında yer alan iki açık deniz keşif lisans alanında, TOTAL ve Hellenic Petroleum şirketiyle işbirliği yapmasını memnuniyetle karşılamıştır ve bu sektörde işbirliğini sağlamlaştırmayı hedeflemektedir. İki taraf ayrıca, kısa bir süre önce onaylanan ‘‘Çevre Mevzuatının Modernizasyonu’’ başlıklı Yunan Yasası kapsamında yenilenebilir enerji sektörüne yapılabilecek potansiyel ABD yatırımlarını da görüşmüştür.

Kıbrıs Cumhuriyeti Silah Ambargosu

Bu arada; Birleşik Devletler Kıbrıs Cumhuriyetine uyguladığı 30 yıllık silah ambargosunu kısmen de olsa kaldırmıştır. Bundan sonra öldürücü olmayan silahlar bu ülkeye satılabilecektir. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nicos Anastasiades’i telefonla arayarak bu gelişme hakkında bilgilendirmiştir. 01 Ekim 2020 tarihinden itibaren ABD, bir yıl süre ile savunma maksatlı sistemleri ve hizmetlerini Kıbrıs Cumhuriyetine satabilecek ve transfer edebilecektir.

Washington Kıbrıs’a uyguladığı silah ambargosunu; 1974 yılındaki Türkiye’nin askeri müdahalesi sonrasında ikiye bölünen adada yeniden birleşme görüşmelerini desteklemek ve bir silah yarışını caydırmak maksadıyla 1987 yılında uygulamaya başlamıştır. Adada halen 35.000-40,000 kadar Türk askeri bulunmaktadır ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sadece Ankara tarafından tanınmaktadır.

CYCLOPS- Kıbrıs Kara, Açık Deniz ve Liman Güvenliği Merkezi

Son iki yıldır Birleşik Devletler ve Kıbrıs Cumhuriyeti son derece verimli bir güvenlik işbirliği geliştirmiştir. İki ülke, Akdeniz ülkelerinden ekipleri çeşitli güvenlik konuları hakkında eğitmektedir. Örneğin Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Güvenlik ve Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Bürosu (ISN-International Security and Nonproliferation), Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarında Lübnan ve Mısır hükümet yetkililerinin katıldığı bir dizi eğitim faaliyeti icra etmiştir.

Kıbrıs Cumhuriyetine ait Ionnides savaş gemisinden çekilen fotoğrafta; Sivil-Asker İşbirliği (CIMIC) Tatbikatına katılan İngiliz Kraliyet Donanmasına ait Lynx modeli helikopter görülmektedir. 30 Mayıs 2019 tarihinde icra edilen tatbikata Kıbrıs Cumhuriyetinin yanı sıra Yunanistan, İngiltere, İsrail, Almanya ve Birleşik Devletler unsurları da katılmıştır. Foto: Iakovos Hatzistavrou/Getty Images.

Birleşik Devletler ve Kıbrıs Cumhuriyeti; bu işbirliğini geliştirmek ve kendi ülkelerinde eğitim yapmaları mümkün olmayan ülkeleri desteklemek maksadıyla Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarında bir bölgesel sınır güvenliği eğitim merkezi kurma konusunda anlaşmıştır.

CYCLOPS eğitim merkezinde; gümrük, ihracat kontrol, liman ve deniz güvenliği dâhil emniyet ve güvenlik alanlarında talep eden ülkelere teknik destek sağlanması da planlanmaktadır.

Eğitim tesislerinde uygulamalı eğitime imkân veren; kara sınırı geçiş, yolcu görüntüleme ve taşınabilir bir siber güvenlik laboratuvarı dâhil farklı eğitim platformları bulunacaktır.

CYCLOPS, bölgedeki kötü niyetli aktörler ve şiddet yanlısı organizasyonların oluşturduğu yayılma risklerini caydırmayı da hedeflemektedir. İki ülke tarafından yapılan açıklamada CYCLOPS’un gerçek bir ortaklık eseri olduğunun altı çizilmiştir. Birleşik Devletler eğitmen, donanım ve diğer kapasite geliştirme desteği sağlarken Kıbrıs Cumhuriyeti tarafı da arazi ve eğitmen sağlayacak ve seyahatleri kolaylaştıracaktır. Eğitim tesisinin inşasına bu yıl içinde başlanması öngörülmektedir.

Oruç Reis

Bu arada; çeşitli basın organlarında, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçmişte ifade ettiği; ‘‘Kıta sahanlığımızda haydutluğa asla boyun eğmeyeceğiz, yaptırım ve tehdit dili karşısında geri adım atmayacağız” sözlerine rağmen, Türk sismik araştırma gemisi Oruç Reis’in 13 Eylül 2020 tarihinde Antalya Limanına demirlediğine yönelik haberler yer almıştır.

Yunan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis, Selanik kentinde yaptığı açıklamada; Oruç Reis’in problemli sulardan geri dönmesinin olumlu bir gelişme olduğunu ve Türk tarafı ile provokasyonların olmadığı bir ortamda görüşmek istediklerini ifade etmiştir.

Türkiye Savunma Bakanı Hulusi Akar ise yaptığı açıklamada; Oruç Reis sismik araştırma gemisinin Antalya’ya dönmesinin ‘‘geri adım’’ anlamına gelmediğini ve planlı geliş-gidişler kapsamında olduğunu ifade etmiştir. Anadolu Ajansına yaptığı açıklamada Bakan Akar, Yunan halkının Macron liderliğindeki girişimlere kapılmaması ve Macron’un kendini kurtarma operasyonlarına meze olmaması gerektiğinin de altını çizmiştir.

[1] CYCLOPS: Tek Gözlü anlamına gelen bu kelime antik Yunan mitolojisinde görünen bir deve verilen isimdir. Yunanlılar uzaklarda kanun ve düzen olmadan yaşayan bir cycplos ırkı olduğuna inanmaktadır.

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Prof. Dr. Kemal İnat : Zehirli ilişkiler!


Prof. Dr. Kemal İnat : Zehirli ilişkiler!

16.09.2020

E-POSTA : info

Almanya ile Rusya arasındaki Navalny krizi her geçen gün büyüyor.

Almanya’daki bazı çevreler, Rus muhalifin zehirlenmesi olayının sorumluluğunu Putin yönetimine yükleyip Berlin’in buna tepki olarak gerekli adımları atmasını isterken, Rusya meseleyi kendisine karşı bir karalama kampanyasının ürünü olarak görüyor.

Navalny’nin zehirlenmesinin Almanya-Rusya ilişkilerini de zehirlediği kesin.

Bugüne kadar Rusya ile ilişkiler konusunda oldukça temkinli olan, Moskova ile doğrudan karşı karşıya gelmek istemeyen Berlin’in zehirlenen Rus muhalifi ülkesine getirirken bu ilişkileri de riske attığı açık. Almanya bu kararı, söz konusu riski bilerek alacak kadar tecrübeli bir başbakana sahip.

Bu durumda sorulması gereken soru, Navalny’yi tedavi için ülkesine getiren Almanya, bu eylemiyle birlikte Rusya ile ilişkilerinde yeni bir aşamaya mı geçti?

Bu sorunun cevabını vermek için Rusya ile “zehirli ilişkilere” sahip bir başka ülkeye bakmak aydınlatıcı olur.

İngiltere’nin Litvinenko ve Skripal olayları sırasında Rusya ile aşırı gerilen ilişkileri hâlen sorunlu bir şekilde devam ediyor.

Eski Rus ajanı Alexander Litvinenko’nun 2006 yılında İngiltere’de polonyum ile zehirlenip öldürülmesinin ardından İngiliz hükûmeti Rusya’yı suçlamış ve iki ülke arasında ciddi bir gerginlik yaşanmıştı. Bazı Rus diplomatlarının sınır dışı edilmesi ve Rus gizli servisi ile iş birliğinin sonlandırılması İngiltere’nin Moskova’ya karşı yaptırımlarından bazılarıydı. Ancak Rusya ile ekonomik ilişkileri çok fazla riske etmek istemeyen Londra daha fazla yaptırımdan kaçınmıştı.

2018 yılında Sergei Skripal ve kızı Julia’nın İngiltere’de bir tür sinir gazı olan noviçok ile zehirlenmesi olayı İngiltere ile Rusya ilişkilerinde daha büyük bir krize yol açmıştı. Litvinenko gibi, eski bir Rus ajanı olup sonrasında İngiliz istihbarat servisi MI6 için çalışan Skripal’in kızıyla birlikte zehirlenmesinden Rus yönetimini sorumlu tutan İngiliz hükûmeti hem kendisi Moskova’ya karşı yaptırım uygulamış hem de AB ve NATO müttefiklerini bu konuda harekete geçmeye çağırmıştı.

İngiltere 23 Rus diplomatı sınır dışı ederken Rusya da aynı sayıda İngiliz diplomatı sınır dışı ederek tepki vermişti. Ancak aralarında ABD’nin de olduğu birçok Batılı ülke İngiltere ile dayanışma hâlinde hareket edip Rus diplomatları sınır dışı ederek Moskova’ya karşı tavırlarını sertleştirdiler.

Buna rağmen yaşanan Navalny hadisesi Rusya ile Batılı ülkeler arasındaki ilişkilerin “zehirli” bir şekilde süreceğini gösterdi.

Litvinenko ve Skripal olaylarından farklı olarak bu defa zehirlenen kişi bir Avrupa ülkesi topraklarında değil, Rusya’da zehirlendi. Ayrıca Litvinenko ve Skripal taraf değiştirip İngiliz gizli servisi için çalışmışlardı. Navalny ise aktif bir şekilde Rusya’da siyaset yapan muhalif bir politikacı.

İngiltere için, İngiliz gizli servisine çalışan birilerinin kendi topraklarında zehirlenmesine tepki vermemek kaçınılmazdı. Ama Rusya ile yakın ekonomik ilişkilere sahip Almanya’nın Navalny meselesinde devreye girmesi bir zorunluluk değil tercihtir.

Eğer Navalny’nin Almanya’ya getirilmesi kararı acemice alınmış bir karar değilse Berlin’in Moskova’ya karşı politikasını sertleştireceğinin habercisidir. Bu olayın, yüzde 95’i tamamlanmış Kuzey Akım 2 doğalgaz boru hattına muhtemel etkileri daha şimdiden Almanya’da yoğun bir şekilde tartışılıyor.

Bu gelişmeyi gerekçe göstererek söz konusu boru hattını iptal edip bu konudaki Amerikan yaptırımlarından kurtulmayı düşünenlerin sayısı her geçen gün artıyor.

Öte yandan Almanya’nın, Putin’in en ciddi rakibi olarak gösterilen Navalny’yi destekliyor görüntüsü Moskova’da ciddi bir rahatsızlığa neden oluyor.

Almanya-Rusya ilişkilerini zorlu bir kriz bekliyor. Bu krizin nasıl seyredeceği bütün Avrupa-Rusya ilişkilerini ve hatta Almanya’nın ABD ile ilişkilerini etkileyebilir.

Bu krizden etkilenmesi muhtemel ülkelerden biri olan Türkiye’nin de Rusya’nın Almanya ve diğer Avrupa ülkeleriyle “zehirli ilişkilerini” yakından takip etmesi gerekiyor.

DIŞ POLİTİKA DOSYASI : Dış Politika Profesörü Baskın ORAN Yazdı, Mussolini’nin Mare Nostrum’u


Dış Politika Profesörü Baskın ORAN Yazdı, Mussolini’nin Mare Nostrum’u

İtalyan işgalinde bulunan Onikiadalar ve Meis’i 1923 Lozan’da vermekle geçiştirdiler (Md. 15)

17 Eylül 2020

Baskın Oran

Yazılarda hep Türkiye’den konuşuyoruz. Hem iç hem dış politika. Bu hafta çeşit olsun, artık farklı ve bambaşka bir ülkeden, İtalya’dan bahsedelim.

Gerçi yazar Feridun Nadir iki ülkeyi çok benzetiyor: “Espresso yerine Türk kahvesini, makarna yerine kuruyu-pilavı, pizza yerine lahmacunu, Bellini yerine Dede Efendi’yi, Da Vinci yerine Hezarfen Ahmed Çelebi’yi, Al Bano yerine de rahmetli Kayahan’ı koydunuz mu Türkiye oluyor işte.”

Pek öyle değil tabii. “Faşizm” ile “Milli İrade” aynı mı? Roma İmparatorluğu ile Osmanlı’yı geri getirmek istemek aynı mı? “Kara Gömlekliler” ile “Takviye Hazır Kuvvet” aynı mı? Mare Nostrum ile Mavi Vatan aynı şey mi?

Ama Türkiye’yi bırakıp konumuza gelelim biz: İtalya ve İl Duçe’si (lideri) Mussolini. Vikipedia’dan özetleyelim.

***

Risorgimento diye anılan birleşmesini çok geç oluşturabilen (1871 Viyana Kongresi, hatta bazılarına göre 1918 Villa Giusti Ateşkesi) zayıf İtalya, diğer Batılı ülkeleri takliden sömürge kapma hevesiyle girdiği I. Dünya Savaşı’ndan hüsranla çıktı. Fransa ve özellikle İngiltere, vaat ettiklerinin aksine, İzmir’in işgalini Yunanistan’a verdiler.

Bunun üzerine İtalya, Trablusgarp’ı işgal ettiği 1912’de el koymuş olduğu Onikiadalar ve Meis’ten hareketle Antalya’yı, oranın Muğla’ya kadar batısını, Konya’ya kadar da kuzeyini bikaç yüz kişilik kuvvetlerle işgale kalktı, beceremedi, üstelik Müttefikler’den de azar işitti.

Ama savaş sonrasında İtalya’ya hiçbir şey vermemek de olmazdı; zaten İtalyan işgalinde bulunan Onikiadalar ve Meis’i 1923 Lozan’da vermekle geçiştirdiler (Md. 15).

***

Böylesi bir psikolojik ortama giren İtalya, ekonomik olarak da çökmüş biçimde çıktı savaştan. Hatta, sömürge uğruna girdiği bu felaket sırasında harcadığı paranın, Risorgimento’yu gerçekleştirdiğinden beri harcadığından fazla olduğu söylenir.

Savaş sonrasında işsizliğin ve enflasyonun tavan yaptığı bir ortamda Kral III. Vittorio Emmanuele, durumu düzeltmesi için Mussolini’yi 1922’de başbakan yaptı. Önceleri liberallerin desteğini alan Mussolini, tren ve otoban sistemleri kurarak ve çiftçileri destekleyerek ekonominin canlanmasını, işsizliğin azalmasını sağladı. Popülaritesini çok artırdı.

Fakat kısa zamanda tam bir polis devleti kurdu. Kara Gömleklileri kullanarak komünistleri imhaya girişti. Sendikaları yasa dışı ilan etti. Diğer partileri kapattı. Eğitimi kontrolüne aldı. Bütün bakanlıkların görev ve yetkilerini kendinde toplayarak orduyu da yönetmeye başladı.

Üniversite öğretim üyeleri rejimi savunacaklarına dair yemin ettirildiler. Kitap ve gazetelere sansür getirildi, gazete editörleri Mussolini tarafından belirlenmeye başlandı. Yasalar yeni baştan yazıldı.

Seçim sistemini kendine göre tekrar düzenleyen Mussolini başbakanlıkla yetinmeyecek, devleti kendi şahsında kişiselleştirecek, tüm kurumları kendi sarayı etrafına kümelendirecek, Eylül 1943’te de kendini “İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’nin Duçesi” ilan edecektir.

***

Ne var ki, bu tek adam rejimi devletin işlemesini engellemeye ve ekonomi dahil ciddi çöküşe yol açmaya başladı.

Bunun üzerine Mussolini halkın sempatisini tekrar kazanmak için dış politikada çok taşkın bir milliyetçi yayılmaya girişti. Büyük harcamalar sonucu silahlandı ve özellikle de donanmayı güçlendirdi. 1923’te Korfu’yu bombaladı, 1939’da işgal de edeceği Arnavutluk’ta kukla bir rejim kurdu.

İtalya 1923-32 arasında Libya’yı yeniden fethedecek, 1935’te Habeşistan’ı işgal edecek, daha 1923’te Adriyatik’in İtalya’ya yetmeyeceğini söylemiş olan İl Duçe de Mare Nostrum’u ilan edecektir.

Türkiye’nin Antalya ve kuzeyi de bu işgal planlarına dahildi. İtalya iki savaş arasında Türkiye’yi en çok endişelendiren Batılı devlet oldu. Mussolini’nin her açıklaması ve hareketi Ankara tarafından büyük dikkatle izleniyordu. Habeşistan işgali nedeniyle başlayan Milletler Cemiyeti yaptırımlarına Türkiye de katılınca İtalya protesto etti, 1936’da Onikiadalar’ı tahkime başladı, Montrö’yü de imzalamadı (denizci bir devlet olarak Boğazlar’ı çok kullandığı için 38’de katılacaktır).

***

Bu milliyetçi süreçte yayılmacılığın tahrik edici tadını aldıktan sonra artık Mussolini’nin durması zordu. Malta, Korsika ve Tunus’u topraklarına katmak ve “Roma İmparatorluğu’nu yeniden ihya” için Almanya’nın yanında savaşa girdi. Fakat K. Afrika ve Balkanlar’da orduları mağlup oldu.

Mussolini ve İtalya 1943’te bütünüyle yenildi.

Sonrasını biliyoruz.

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// HÜSEYİN MACİT YUSUF : ANLAŞMA OLASILIĞINI AB VE ABD YOK ETTİ


HÜSEYİN MACİT YUSUF : ANLAŞMA OLASILIĞINI AB VE ABD YOK ETTİ

03 Eylül 2020

Rum Yunan ikilisinin, Doğu Akdeniz’de ve Ege’de, Kıbrıs Türkünün ve Anavatan Türkiye’nin haklarına karşı kışkırtıcı girişimleri sürerken, Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ın uluslararası anlaşmaları yok sayan tutumu mevcut gerilimi daha da artırıp iki ülkeyi heran savaşa sürükleyecek bir ortam varken, Avrupa Birliği’nin üyeleri, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın kışkırtmaları ile Türkiye’ye ağır yaptırım uygulama hazırlığı içinde olduğu bir ortamda, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Kıbrıs’ta Rumlarla nasıl ortak devlet kuracağı, federasyonu gerçekleştireceği merak konusudur. Akıncı, 11 Ekim’deki cumhurbaşkanlığı seçimini kazanıp KKTC halkı beni seçti, halkın iradesi federasyon istiyor ben de bunu gerçekleştireceğim diye Türkiye’ye rağmen bir düşünce ve hesap içerisinde ise bundan şimdiden vazgeçmelidir. Kıbrıs’ta yukarıda da vurguladığım gibi Rumlarla federasyon bir yana işbirliği yapacak bir ortam dahi yoktur. Bunun sorumlusu, daha doğrusu ortamı bu duruma getiren Rum-Yunan ikilisinin bölgeyi hegemonyasına alma arzusu ve bu yöndeki maksimalist talepleridir.

Son günlerdeki iki gelişme, KKTC’deki cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında müzakerelerin yeniden başlama olasılığını ve federasyonun tesis edilmesini tamamen ortadan kaldırmıştır.

***

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, önceki gün Rum lider Anastasiadis’i telefonla arayarak 1987’den beri ABD’nin Güney Kıbrıs’a uyguladığı Silah Ambargosu’nu kaldırdıklarını bildirmiştir. Pompeo’nun ‘Dünya Barış Günü’nde’ böyle bir açılım yapması, bölgemizde barış ve huzur ortamını berhava edecek bir kararı duyurması oldukça anlamlıdır. Bana göre, Silah Ambargosu’nun kaldırılması emperyalist Batı’nın, özellikle ABD’nin Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye ve Kıbrıs Türk halkına karşı savaş ilanıdır. ABD, her ne kadar da ‘sadece savunma amaçlı silahların Rum tarafına satış kısıtlamasını 1 Ekim 2020’den 30 Eylül 2021 tarihine kadar kaldırdığı’ gibi bir sınırlamadan bahsetse de bu düşmanca bir tutumdur ve başka türlü izah edilemez.

Başbakan Ersin Tatar, "Amerika Birleşik Devletleri’nin bir yıl süreyle de olsa Güney Kıbrıs’a silah ambargosunu kaldırmasının Rum uzlaşmazlığının artması ve ABD’nin para kazanmasından başka işe yaramayacağını" vurgulayarak ABD’yi protesto etmiştir. Tatar, Bölgedeki Rum-Yunan tahriklerinin arttığı bir dönemde böyle bir karar alınması ABD gibi BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi bir ülkeye yakışmamıştır ifadesini kullanarak "Bu kararın barışa değil, Rum tarafının uzlaşmazlığına katkı sağlayacağı açıktır. ABD’yi kınıyor, derhal bu yanlıştan dönmeye davet ediyorum. Ancak herkes şunu bilsin ki, Türkiye ve onun desteklediği KKTC asla haklarından vazgeçmeyecektir. Yapılması gereken gerginliği artırmak değil gerçekleri görerek barış yoluna gelmektir." diye tepkisini ortaya koymuştur.

Bu olay vahimdir ve Kıbrıs’ta anlaşma ve federasyon umutlarını ortadan kaldıran bir gelişmedir. Diğer bir gelişme ise Avrupa Komisyonu’nun birkaç gün önce gerçekleştirdiği gayrı resmi toplantı sonrasında yapılan açıklamalardır.

***

Avrupa Birliği’nin politika üreten ve icra eden organı Avrupa Komisyonu, Türkiye ile Yunanistan arasında tırmanan Doğu Akdeniz kriziyle ilgili geçtiğimiz Pazartesi günü açıklama yaptı. Türkiye’ye Doğu Akdeniz’de diyalog ve barışçı çözüm çağrısı yapan Avrupa Komisyonu, aksi takdirde yeni yaptırımların yolda olacağı uyarısında bulundu. Avrupa Komisyonu’ndan adı açıklanmayan bir sözcü ise önceki gün yaptığı açıklamada haddini aşarak AB’nin, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetlerinden caydırmak için ‘havuç ve sopa politikası’ uygulayacağını söyledi. AB’nin ortaya konan yeni ahlaksız teklifine göre Anavatan Türkiye’ye havuç olarak ‘yeni bir Gümrük Birliği için ilerleme’ ve ‘mülteci programı için daha fazla para’ önerilmektedir.

Türkiye’nin ve KKTC’nin, Rum-Yunan ikilisi ile bunların destekçisi Fransa’nın dayatması ile Komisyon’un ortaya koyduğu teklifi kabul edip haklarından vazgeçmesi, geri adım atması mümkün değildir. Önümüzdeki süreçte Türkiye ile AB arasında yaşanacak gerilim Kıbrıs’taki olası müzakere masasının kurulmasını da şimdiden imkansız kılmaktadır.

Ortam ‘Kıbrıs’ta federasyonu’ tamamen imkansız kılmaktadır ve bu olumsuz konjonktür uzunca yıllar sürecek gibidir. AB ve ABD, Kıbrıs’ta anlaşma olasılığını tamamen berhava etmiştir. Dolayısı ile KKTC’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde gerçekleşmesi imkansız federasyon peşinde koşan Akıncı yerine ada gerçeklerine göre, iki devlete dayalı çözüme inanan ve Anavatan Türkiye ile milli politikamızı yürütecek bir kardeşimizin bu göreve seçilmesi en doğrusu olacaktır.

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Mehmet ASAL : YUNAN VE TÜRK PENCERESİNDEN KARŞILIKLI İLİŞKİLER


Mehmet ASAL : YUNAN VE TÜRK PENCERESİNDEN KARŞILIKLI İLİŞKİLER

Haziran 2020

Rumlar ile Türkler arasında son 2 asırdır büyük bir husumet olduğu gerçektir.

Günümüzde iki ülke arasındaki ilişkileri incelenirken, göze çarpan önemli noktalardan birini;

“Ortak bir tarihsel geçmişi paylaşmalarına karşın, bu geçmişin bıraktığı izlerin hiç de olumlu yanlarıyla ilişkilere yansımadığı, dolayısıyla, iki ülke ulusçuluğunun sürekli bir çatışma içerisinde bulunduğu gerçeği” oluşturmaktadır.

Gönül ister ki; iki komşu ülke halkları birbirleriyle saygı çerçevesinde ilişkiler geliştirilip pastayı hakkaniyete uygun şekilde paylaşsınlar. Tabii ki sadece halkların bunu istemesi yetmez. Bu halklar kendilerine empoze edilmek istenen Düşmanlık Taleplerine karşı koyarak kendi siyasetçilerini ve Devlet uygulamalarını dostluk çizgisine çekmelidir. Okul kitaplarında yer alan birbirini aşağılayan ifadeleri kendi parlamenterlerine baskı yaparak kaldırmalıdırlar.

Sadece “Rakı” Kadehini “Uzzo” Kadehi ile tokuşturup “Şerefe” , “Eviva” demek le hiçbir şeyi çözemeyiz.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların giderilmesi için gereken çabaların başarı şansını önemli oranda etkileyen faktör bunların taraf ülke halklarınca ne ölçüde kabul gördüğüdür.

Yunanlar; kendilerini, eski Hellen uygarlığının torunları ve varisleri olduğuna inandırmış ve bu yolda devamlı olarak Batılı Devletlerin kandırmalarıyla yoğurulmuşlardır. Bu noktada itiraf etmemiz gerekir ki, gelmiş geçmiş Türk hükümetlerinin ihmalkarlığı ve bazı devlet adamlarının düşünmeden ve bilmeden verdikleri beyanatlar ve uygulamaları, Yunan ulusunda bu duyguları daha da kuvvetlendirmiş ve Türklerin de bunu kabul ettiği veya kolayca kabul ettirilebileceği izlenimini uyandırmıştır.

Aslında uzun yıllar aynı topraklar üzerinde yaşamış, birbiriyle ticari ilişkilere girmiş, gen yapıları, olaylara yaklaşımları, pek çok örf ve adetleri, fıkraları birbirine benzeyen, mutfakları uyumlu ve komşu olarak geçinmeleri her ikisi için de çok yararlı olan bu iki millet ne olmuştur ki bu kadar birbirine kin duyar hale gelmiştir?

Öncelikle unutmamak gerekir ki her iki ülke de Rönesans ve Reformlardan çıkarımlarını alamamışlardır. Her iki ülke de Sanayii Devrimlerinin yakınına bile yaklaşamamıştır. Hele hele Yunanistan. Özellikle Avrupa Birliğine katıldıktan sonra tam bir rehavete kapılmıştır.

Yunanistan Fransız ihtilalinin ortaya çıkardığı düşünce akımlarından (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) etkilenerek 1830 lar da bağımsızlığını elde etmiştir. Yunanistan’da din, Doğu Ortodoks Kilisesi’nin büyük bir komünyonu içinde olan Yunan Ortodoks Kilisesi’nin hakimiyeti altındadır. Diğer nedenler bir kenara bırakılsa bile en azından dindaşı ve mezhepdaşı olan Ortodoks Rusya’dan büyük teşvik ve destek görmesi kaçınılmazdır. İşin acı tarafı, aynı desteği İngiltere ve Fransa’dan da görmüştür.

Şurası muhakkaktır ki Rusya, İngiltere ve Fransa; Osmanlı’nın parçalanması için elinden gelen her şeyi yapmış, Yunanları ve ellerine fırsat geçtiğinde tüm azınlıkları sürekli teşvik ve tahrik etmişlerdir.

1915 Ermeni tehcirinin baş sorumlusu aynı Rusya değil midir?

Osmanlıyı istedikleri gibi paylaşamayacaklarını anlayınca hiç olmazsa bana müzahir olan birilerinin eline geçsin diyerek 15 Mayıs 1919’da Yunanistan’ı Anadolu’ya çıkartan Emperyalist, sömürgeci İngiltere değil midir?

Her Türk genci şunu hiçbir zaman aklından çıkartmamalıdır; İngiltere ‘de, Fransa’da, Rusya’da, ABD’de hiçbir zaman güçlü ve istikrarlı bir Türkiye istemezler. Dolayısıyla Türkiye’ye karşı girişilen uluslararası her olumsuzluğun her entrikanın arkasında bu 4 ülke ve onların da teşvik edip tahrik ettiği ülkeler vardır ve bundan sonra da olacaktır.ABD bu işi 15 Temmuz 2016’ya kadar gizlice ve sinsice yürütmüştür.

Bunlar bir paranoya değil, tarihi gerçeklerdir.

Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında oldukça uzun bir süre birlikte yaşamış olmalarına karşın, her iki ulusun birbirlerine karşı yaklaşımları, süreç içerisinde, bu 3 ülkenin büyük destek ve teşvikiyle, iş birliği ve karşılıklı çıkarların paylaşılması yerine düşmanlığa yönelen bir gelişme çizgisi izlemiştir.

1830’dan itibaren, Osmanlı Devleti’nden kopmasına karşın, Yunanistan’ın, Osmanlı sınırları içerisinde kalan diğer etnik/dinsel topluluklarla ve bu arada, Rumlarla olan bağlantıları devam etmiştir.

Ortodoks Kilisesi’nin İstanbul’da ve Osmanlı Devleti’nin güvencesi altında bulunmasının yanı sıra, Fener Rumlarının bu ülkenin siyasi, ticari ve ekonomik yaşamında da etkin bir konumda bulunması, Yunanistan’ı uzun süre, Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde yaşamayı sürdüren Rumlarla ilişkilerini korumaya yöneltmiştir.

1453 yılında İstanbul’un alınması ile birlikte, giderek büyüyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Müslüman olmayan halkları bir arada tutmak için, bu halklara dinsel konumları ön plana çıkarılarak bazı azınlık haklarının tanınması gerekmiştir.

Osmanlı Devleti’ni oluşturan esas unsurların İslamiyet’i benimsemiş olması, bu niteliklerinden dolayı egemenlikleri altındaki topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında Müslüman olan ve olmayan ayrımının kesin bir şekilde yapılmasını gerektirmiştir.

Osmanlı Devleti’nin tüm azınlıklara dinsel yönlerini ön plana çıkararak, kimi ayrıcalıklar tanımış olması ve Kilise yönetiminin almış olduğu kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanması, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Avrupa’da sınırlarını genişletmeye başlamasına olanak tanırken, aynı zamanda Kiliselerin de etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki etkinliğini, saygınlığını artırmasına yardımcı olmuştur.

Özellikle Ortodoks Fener Kilisesi’nin etkinliği giderek artmış, Kilise, azınlıklar açısından dinsel olduğu kadar belki de daha fazla, siyasal lider durumuna gelmiştir. Ortodoks Fener Kilisesi’nin yetki ve haklarının genişlemesi, bunların Osmanlı Devleti tarafından garanti altına alınmış olması, bir yandan Kilise’nin etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki denetimini güçlendirirken, diğer yandan da ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak üzere azınlıkların Kilise ile iş birliğine yöneltmiştir.

Bu durum Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan, özellikle Fener Rumlarının, Osmanlı ekonomisi ve siyasi yaşamında önemli görevler üstlenmelerine ve ayrıcalıklara sahip olmalarına yol açmıştır.

18. yüzyıl içerisinde Osmanlı Devleti’nin bir gerileme süreci içerisine girmiş olması, 1789 Fransız Devriminin etkileriyle birleşince Avrupa topraklarından hızla geri dönüş yaşanmaya başlamıştır.

Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya açılan kapısı Balkanlar, ulus bilincinin etkilemiş olduğu ilk bölgeler olmuştur. Osmanlı merkezi yönetimi karşısında belirgin bir ekonomik ve yönetimsel serbesti kazanmış bulunan bölge halkları, bir yandan bu özelliklerini kullanarak diğer yandan da Osmanlı Devleti’nin Avrupa’dan atılmasında çıkarları açısından beklentileri bulunan İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlerden destek sağlayarak Osmanlı yönetimine karşı ulusal ayaklanma başlatmışlardır.

Yunanların ulusal uyanışı ise, bir yandan Ortodoks Kilisesi’nin etkisi ile ve eski Yunan kültürünün etkilerinin izlendiği bölgeler üzerinde Bizans İmparatorluğunun yeniden canlandırılması ülküsü üzerine kurulu olarak gelişirken, diğer yandan da Fransız Devrimi’nin ideolojik çatısına dayandırılmaya çalışılmıştır.

"Osmanlıların 1715’te Mora Yarımadasını fethetmeleri ve böylece Yunanların yaşadıkları bölgelerin tümünü Osmanlı bayrağı altında toplamaları çok önemli bir sonuç yaratmıştır. Helenizm’in, yani tüm Yunanların siyasal birliği ilk kez kurulmuştur. Bizans İmparatorluğu’nun son zamanlarında uyanmaya başlayan Yunan bilinci işte bu siyasal birlik altında gelişmiştir.

Siyasal ve ekonomik karmaşadan kurtulan Yunan gemiciler Yakındoğu’nun en önemli tüccarları haline gelmiştir. Bozulan Osmanlı toprak düzeni ve siyasal yapısının yanında Yunan köylüsünün de ezilmesinin yarattığı tepkiden ve 1763’ten başlayarak Balkanlarda başkaldırma tohumları eken Rus ajanlarının yaptığı etkiden çok daha ötede, 1821’de patlak verecek olan Yunan bağımsızlık savaşında, bu ekonomik gelişme ve yarattığı yeni sınıf en belirleyici rolü oynamıştır."

Balkanlarda ulus bilincinin yaygınlaşmaya başlaması ve bunun Yunan ulusunun bağımsızlık mücadelesinde gündeme gelmesi, bölgesel üstünlük arayışı içerisinde olan Fransa ve İngiltere’nin yanı sıra, Avrupa’dan ve Balkanlardan Osmanlı egemenliğini silmeyi amaçlayan Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerde de kendini göstermiştir.

Özellikle Osmanlı-Rus çatışmasının, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynadığı söylenebilir; Osmanlı Devleti’nin yenilmesi ve Edirne Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmasıyla, Yunanistan, bağımsızlığını kazanabilmiştir.

Yunanlar; 1400’lerden başlayıp 1800’lere gelinceye kadar Osmanlı Egemenliği altında yaşayan bir ulus olduklarından geri kalmışlıklarında, Reformları yakalayamamalarında hep Osmanlı’yı ve İslam anlayışını suçlamışlardır ve halende suçlamaktadırlar.

Batı ve Rusya; bir bakıma haklı yönleri de olan bu yaklaşımı sürekli olarak kullanmak suretiyle Yunanistan’ın Türk düşmanlığı duyguları ve hislerini sürekli körüklemiştir.

Netice de Yunanistan’ın varoluşunun ve ayakta kalışının tek dayanağı "TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI" haline gelmiştir.

Bağımsızlığını ilan ettiği günden bu yana başta Türkiye olmak üzere neredeyse tüm komşularıyla sorunları bulunmaktadır. 1981 yılında dönemin Avrupa Topluluğu’na üye olan Yunanistan, bu ülkede yaşayan ve hatırı sayılır bir nüfusa sahip bulunan, Batı Trakya Türkleri başta olmak üzere Çamerya Arnavutları, Ulahlar ve Makedonları azınlık olarak tanımamakta da ısrar etmektedir. Yunanistan, bu azınlık gruplarının hiç birini kabul etmemekte ve Türk azınlık dışındakileri Grek saymaktadır.

Batı Trakya Türk azınlığını ise dini azınlık olarak kabul eden Yunanistan, azınlık haklarına riayet etmediği için uluslararası mahkemelerde defalarca hüküm giymiş bir ülkedir. Yunanistan’ın Arnavutluk’la Epir meselesi, Makedonya ile isim anlaşmazlığı devam etmektedir.

Aslında AB’nin de almaktan pişmanlık duyduğu, birçok sahte ve sözde projelerle birliği sabote etmiş, kaynaklarını sömürmüş ve tüm bunlara rağmen iki defa ekonomik çöküntünün ve yok olmanın eşiğinden Almanya, Fransa ve İngiltere tarafından kurtarılmış, batının şımarık çocuğudur Yunanistan.

Yunan tanımlaması günümüzde bizler tarafından kullanılırken, Batı onları Grekler olarak tanımlamaktadır fakat Yunanca Yunanistan ya da Yunan ya da Yunanca tanımlamaları Hellen sözcüğünden türetilmiştir.

"Yunan" tanımlamasının kökeni, "iyon" isminden gelir. Kısaca bahsetmek gerekirse; "İyon" bir mit kahramanıdır. İyon, Teselya’dan kovulup Peloponnnesos’a yerleşen "Ksuthos"un oğludur.

Lidyalılar MÖ VI. yüzyılda Pers egemenliğine Farsçanın etkisiyle birlikte İyonya’nın Farsçadaki karşılığı olan "Yauna" sözcüğünden bütün Helenler için istisnasız ‘Yunan" tanımlaması kullanılmaya başlanmıştır, ardından Perslerin egemenliği altındaki bütün doğu halkları ve Araplar da bu ismi benimsemişler ve ‘Yunan" tanımlaması doğuda yaygınlık kazanmıştır.

Yunanlılara genellikle "Grek" diyen Batılılar, bu adı "Antik Yunanlıları" anlatmak için kullanırlar. "Grek Uygarlığı", "Grek Mitolojisi", "Greece", "Greko-Romen", "Grekomani (Yunan adetlerini taklit etme tutkusu)" gibi deyimler buna birer örnektir.

Sözlük anlamı bakımından Grek, "Hırsız, hilekar" demektir. Mecazi anlamda "fripon, escroc (hilekar, dolandırıcı)" şeklindedir. Fransızca Larousse’da da aynı anlam yazılıdır. Bu anlam Yunan ruhunu yaraladığı için II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yunan hükümetinin başvurusu üzerine "Grek" kelimesinde düzeltme yapılmıştır. Grek kelimesinin kötü anlamı dolayısıyla Yunanlılar, "Hellen" sıfatını kendilerine daha layık görmektedirler.

Yunanların Mottosu ve yaşam gerekçesi “Megali Idea” Büyük ideal diyebileceğimiz İstanbul ve Anadolu’nun Yunan Egemenliğine geçmesidir. Buna son dönem de Kıbrıs da eklenmiştir.

Şimdi bana “Husumet hükümetler arasında halklar arasında bir sorun yok” deyip son gittiğiniz Rodos, Midilli, Sakız ya da Taşoz gezinizdeki Yunan Lokantalarından ya da oradaki Rumların dostane davranışlarından örnekler vermeye çalışabilirsiniz. Ama kazın ayağı gerçekte öyle değildir.

Türklerin Yunanlar ile ilgili düşmanlığı ve nefreti 3 yıllık 1919-1922 dönemiyle sınırlıyken Yunanların nefret ve düşmanlığı 400 yıllık bir döneme atfedilir. Bu nedenle de bir Yunan’ın bir Türk’e nazaran çok daha fazla haset ve düşmanlık beslemesi daha kolay anlaşılabilir.

Türk tarih kitaplarında Kurtuluş savaşı anlatılırken, Yunan mezaliminden bahsedilir. En fazla “Yunan Askeri Türk kadınlarına Tecavüz etmişlerdir” denir

Yunan Edebiyat ve Tarih Kitaplarında ise;

İlkokul Çocukları İçin Antoloji: Türklerin, Yunanların ebedi düşmanı olduğu işlenir. ‘‘Gözlerim beni bir Türk’ün öptüğünü görmektense, kanımla toprak kızıla boyansın… Ben kitap falan istemem. Ben Türklerle savaşmak istiyorum. Onları sapanımla vurup silahlarını alacağım.’’ Aynı kitapta Türkler için: ‘‘Bu imansızlar adaleti böyle sanıyor… Köpekler.’’

İlkokul 5. Sınıf Yunanca Grameri: ‘‘Türkler, Yunan kadınların memelerini keserek topların ağzına koydular. Türklerin eline geçmektense, Yunan kadınlar topluca intihar ettiler.’’ Gibi ipe sapa gelmez, akla mantığa sığmaz cümleler yer alır.

Bu tarz eğitimle yıllarca büyüyen ve büyütülen Yunan, istese de dost olamaz sizinle. Kendimizi kandırmayalım. Durduk yerde de düşman olmayalım ama!

20 yıla yakın Süre Özel Okullarda İşletme Müdürlüğü yaptım. Tarih Dersindeki savaşlar ve işgal dışındaki konuları yazan, hele hele onların yaptığı gibi Türkleri Köpek diye aşağılayan bir şeyi asla görmedim, asla duymadım. Zaten öyle bir şey yazılması mümkün de olamaz.

Aramızdaki bir grup fanatiği bir kenara koyarsak, bizler ne kadar olgun, kâmil, büyük bir cihan imparatorluğun soyundan geldiğinin bilinciyle onlara yaklaşır isek de Yunanlar tam tersine devamlı öfke ve nefret doludur Türklere karşı.

Oysa, o kıyılarımızın dibinde bulunan, yakın bir süre öncesine kadar Türk toprağı olan ve böğrümüze hançer gibi saplanan adaları ayakta tutan, ekonomisini yaşatan gene de biz Türkleriz. Birçoğumuz bu yazıdaki gerçekleri bile bile aslında Türkiye’ye ait olduğu halde tarihin her döneminde kazık yediğimiz Fransa, İngiltere ve Rusya’nın Türk düşmanlığı nedeniyle elimizden çıkmış, aslında bize ait olan sözde bu Yunan adalarına gider, dünyanın parasını döker ve her an gözümüzü oyabilecek bu devlete para akıtıp yaşatırız.

Bundan üç sene önce (2017) Atina’ya bir görev nedeniyle gittiğimizde daha önce Burgaz Adasında beraber olduğumuz ve sonradan Yunanistan’a göç eden F…. İsimli Bayan Rum arkadaşımızın beraber yaşadığı Rum erkek arkadaşını İstanbul’a davet ettim. Bana;

– İstanbul ne zaman Konstantinapol olur ancak o zaman gelirim dedi. Üstelik te bir akşam yemeğinde ve sözde son derece dost bir ortamda idik.

2000’li yıllara kadar Yunan çocuklarının her sabah okulda derslere başlamadan önce okudukları antlarının içinde, “Yeryüzünde tek Türk kalmayıncaya kadar” diye sözde Türkleri aşağılayan bir deyiş kısmı vardı.

Halen Askere alınan Yunan Gençlerine koşu talimlerinde ve öncesinde Türkler için ağıza alınmayacak sözler ve küfürler içeren marşlar söyletilir. Bunun videoları da ortalıkta dolaşır durur.

2007 yılında Yunanistan Özel Kuvvetlerinde Türkiye aleyhtarı marşların eğitim ve tatbikatlar sırasında okundukları ortaya çıkmıştı.

Yunan Özel kuvvetlerine ait internette yer alan görüntülerde,

“Çelik kılıçla hangi Türkü buldularsa başını uçurdular, Palikarya’lar Ayasofya yolunda öldüler. Ayasofya’dan Hilal’i çıkaracağım, yerine de Haç’ı takacağım. Tanrı sadece o zaman, İstanbul’u aydınlatacak. Yunan milli marşı her yanda yankılanacak”

cümleleri yer alıyor.

Sizler Mustafa Kemal’in 1922 Eylül ayı başında, Büyük Taarruz sırasında esir aldığı Yunan Komutanı General Trikopis’in Mustafa Kemal (Atatürk) kendisine;

Komutan benden bir isteğiniz var mı? Dediğinde

Lütfen karıma ve Kızıma söyleyin, beni merak etmesinler. Hayattayım. Dediğini ve Türk Ordusu ölüm kalım savaşı verirken Trikopis’in eşinin ve kızının İstanbul Büyükada’da bir konakta yaşadıklarını biliyor muydunuz?

Tabii burada, sözde Mustafa Kemal’i ülkeyi kurtarmak üzere gönderen Padişah Vahdettin’in hıyanetinin boyutu kadar, bizim halkımızın, kocası kendi askerlerini yok etmeye çalışırken bile bir düşman Generalin eşine ve kızına, üstelik te kendi ülkesinde bile dokunmayışının asaleti yatar.

Buraya kadar okuduktan sonra; “Aslında halklarımız arasında bizleri ayıran hiçbir şey yok, halklar birbirlerine karşı düşmanlık beslemiyor. Bu düşmanlığı sürdüren hükümetlerimizdir, çünkü bu işlerine geliyor.” Sözlerini hala çok doğru kabul edebiliyor musunuz?

Elbette ki öncelikle bu düşmanlığı sürdüren hükümetlerdir, Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya gibi Yunanistan’ı teşvik ve tahrik edip sonrasında da her iki ülkeye silah satan emperyalistlerdir; çünkü bu düşmanlık daha fazla silah satmalarını ve ceplerini doldurmalarını sağlar! Çünkü bu düşmanlık bizlerin kalkınmasını önler, halkın refahına ayrılacak payın silahlanmaya ve dolayısıyla da bu emperyalistlerin kasasına gitmesine ve onların halkının refahına yarar.

Bugünkü 10,5 milyon nüfuslu, Megali Idea fikirleri ile dolu Yunan için;

"Tüm Avrupa halklarının ulusal mücadeleleriyle sarsılan bir dönemde Hellen topraklarının ancak bir bölümünün kurtarılmasıyla Hellenlerin ulusal istekleri yerine getirilmiş olamaz. Böylece Hellen dış politikasının temel amacı, ülke dışında kalan Hellen topraklarının ele geçirilmesidir. Ne var ki Helenizm’in sınırlarını saptamak ve de bir devletin isteklerini sınırlandırmak güçtür. Sonuçta, Bizans İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak fikri gelişmeye başlamıştır. Bu, Yunanistan’ın uzun yıllar dış politikasına egemen olacak olan ‘Megali İdea’ dedikleri görüştür."

Yunanistan’ın, özellikle İngiltere’nin etkisinde kalarak Anadolu’ya karşı girişmiş olduğu işgal hareketi, bir yandan bu ülkenin "Megali İdea" olarak adlandırılan geleneksel dış politika amacını gerçekleştirebilecek önemli bir fırsat olarak sunulurken, İngiltere ve Yunanistan’ın ortak bir çıkar etrafında birleşmiş olmasında en önemli öğe, İngiltere’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını korurken kendi insan kaynaklarını ve gücünü riske atmamış olması noktasında toplanmıştır. İngiltere, bölgedeki çıkarlarının sağlama alınması ve korunması için Yunanistan’ın Anadolu’ya saldırmasına destek verirken bu ülkenin insan gücünden ve stratejik olanaklarından da yararlanmak istemiştir.

Yunanlar 15 Mayıs 1919 da İzmir’e çıkışları ve aradan geçen 39 ay sürece yaptıkları mezalimi, işgali, tecavüzleri hiç hatırlamayıp, 30 Ağustos- 9 Eylül sürecindeki 10 günlük mağlubiyet ve Anadolu’dan atılmalarını “Küçük Asya Felaketi” olarak adlandırırlar. Onlara göre şimdi buna bir de “Kıbrıs Felaketi” eklenmiştir.

LİNK : https://www.greek-genocide.net/index.php/overview/perpetrators/123-mustafa-kemal-atatuerk-1881-1938 WEB sitesine girerseniz bizlerin ve Atatürk’ün Anadolu’da Rumlara uyguladıkları Soykırımı bulursunuz. Tabii bu ifadeyi gülmeniz için kullandım.

Ancak İngiltere’nin gözden kaçırmış olduğu önemli bir faktör ve Türk ulusal kurtuluş savaşının başarı şansını artıran bir etken, Anadolu’da Yunanistan’a karşı duyulan köklü tepkinin tam olarak algılanamamış olmasıdır.

Dönemin gerçekleri göz önünde bulundurulursa, Anadolu insanı, topraklarının İngilizler tarafından işgal edilmesine ve İngiltere mandaterlerinde yaşamaya bir ölçüde hazırdır; öylesine ki, bu dönem Osmanlı yazarlarından pek çok kişi, Anadolu’nun parçalanmamasını, İngiltere veya ABD’nin mandaterliğinde bırakılmasına ilişkin görüşleri savunabilmiştir. Bu yaklaşım, etkinliğini ulusal kurtuluş savaşının örgütlenmesi sırasında da göstermiş ve ulusal önderler uzun uğraşlar sonunda bu yaklaşımların üstesinden gelerek bağımsız bir Türkiye’nin kurulması için gereken yapılaşmayı oluşturabilmişlerdir.

İngiltere, Fransa, Rusya, ABD vb.gibi ülkeler neden ikili meselelerde Türkiye’yi değil de hep Yunanistan’ı desteklerler? Çünkü;

  • Hepsi Hristiyandır,
  • Rusya Hristiyan olduğu gibi Yunanlar ile aynı mezhepten yani Ortadokstur,
  • Hiçbiri güçlü bir Türk ve Müslüman ülke istemezler,
  • Bazılarının Devlet Yöneticileri veya eşleri Yunan, Rum asıllıdır

o İngiliz Kraliçesi II: Elizabeth 1952’den beri tahttadır ve eşi Philip (Edinburg Dükü) Yunanistan ve Danimarka Prensidir.

o ABD Başkanın Kennedy’nin dul eşi, 1994 yılına kadar yaşamış olan Jacqueline Kennedy , Yunan milyarder Onassis ile evlenmiştir.

o ABD Parlamentosunda hem Senatörler hem de Temsilciler Meclisi üyeleri arasında 15’e yakın Rum asıllı Senatör ve Temsilci üyeler vardır. Örnek; Rum asıllı Bob Menendez, Gus Michael Bilirakis, John Sarbanes, Olympia Snowe gibi,

  • Senato ile Temsilciler Meclisi üyelerinin büyük çoğunluğu “Helenist” tir.

Bu sevgi, eski Yunan’dan süregelen bir hayranlıktır. Megali İdea’nın mimari Rigas Ferreos, 19. Yüzyıl başlarında Lord Bayron’u etkileyerek büyük bir Helensever yapmış ve bu kişiyi kullanarak Helenseverlik ya da Yunan hayranlığı ile Dünya Ortodoks nüfusunun büyük çoğunluğu bulunan Rusya’nın Ortodoks liderliğini ele geçirmesini önlemeye çalışmıştır.

Yunanistan’ın Anadolu’ya saldırması, Türk ve Yunan ulusçuluğunun karşı karşıya geldiği ve düşmanlık duygularının kökleşmesine neden olan önemli bir olay olarak değerlendirilebilir.

Yunanistan’ın işgal hareketine destek veren Anadolu’daki Rum ve Ermeni toplulukları ile Türk halkı arasında yıllardır sürmekte olan dostluk ve dayanışma da bu suretle tam bir düşmanlığa dönüşmüştür.

Bağımsızlık savaşlarının uluslar-halklar arasında yaratmış olduğu karşılıklı düşmanlık burada da kendini göstermiştir. Bu bağlamda, Türkler için Yunanlar birlikte yaşadıkları halklara ve devlete "ihanet" etmiştir. Yunanlar için ise, “bu savaş 400 yıl süren bir esaretten, yabancı egemenliğinden kurtuluş, sömürüye başkaldırı” olmuştur.

13 Eylül 1928 tarihinde İsmet İnönü’nün Malatya’da söylediği gibi;

“Hem Yunanistan hem de Türkiye, ulusal bağımsızlıklarını birbirlerine karşı vermiş oldukları savaşlar sonucunda elde ettiklerinden, diğer tarafı egemenliklerinin olası düşmanı olarak görmüş ve bu durumu, daha henüz ulusal egemenliğin tam olarak yerleşip benimsenmemiş olduğu bir yapılaşma içerisinde devlet eliyle halka benimsetmeye çalışmışlardır.”

Böylesi bir tarih bilinciyle yetişen insanlar, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların nitelikleri ne olursa olsun karşı tarafa sürekli bir kuşku ile baktıklarından sorunların niteliklerini tam olarak değerlendirememekte ve önyargılarla, bağnaz bir ulusçulukla tek taraflı bir çözüm yoluna ulaşmaya çalışmakta, dolayısıyla, ulusçuluk anlayışı yeniden sahneye çıkmaktadır.

Ama yine de Türkler bu sendromu çok daha kolay atlatmışlardır. Bunun nedeni de bir Cihan İmparatorluğu kurmuş ve yıllarca hükmetmiş olan bir ulusun genlerini taşımaları ve tarih boyunca hiçbir zaman esaret altında yaşamamış olmalarıdır.

Yunanistan’ın Anadolu üzerindeki beklentilerinin tartışıldığı 1915 yılında Başbakan Venizelos ve Albay Metaksas arasında geçen görüşmelerde; Metaksas’ın dile getirmiş olduğu görüşlerde 1922’de Yunanların Anadolu’da uğrayacağı hezimeti çok önceden görmüş olduğunu göstermektedir.

Yunan General, Kurmay Başkanı Kostantinos Pallis, Yunanistan’ın Anadolu’ya saldırması ve yenilgiyle karşılaşmasını değerlendirirken şu sonuca dikkatleri çekmektedir; "…1922 Anadolu hezimeti; Yunan milleti için, 1453’te İstanbul’un zaptı ve Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünden daha büyük felaketler getiren bir olay olmuştur. 1453 Türk zaferi, Rumları tarihin başlangıcından beri oturup yerleştikleri Avrupa ve Asya kesimlerinden söküp atmamıştı. Müslüman fatihler, Rumların 19. Yüzyılda Avrupa’da milliyetçilik şuurunun yeniden uyanışından sonra kısmen bu boyunduruktan kurtulup bağımsızlıklarına kavuşana kadar, bu bölgelerde bir ‘tebaa’ olarak yaşamalarına izin vermişlerdi.

Rumlar, asırlardır Anadolu’da ve Doğu Trakya’da yerleştikleri yerlerden sökülüp, bir daha geri gelmemek üzere Ege’nin öteki yanına atılmışlardı.”

Şayet 1919-20 Venizelos siyaseti başarıya ulaşacak olsaydı, Yunanistan; Rum, Türk, Slav, Arnavut, Ermeni ve Levantenlerden oluşan melez bir nüfusla, bir nevi Neo-Bizans İmparatorluğu haline gelecekti. Bereket versin bu siyaset başarısızlıkla sonuçlandı ve Türkiye ve diğer komşu memleketlerdeki Rumların anayurda akışı ve buna mukabil Yunanistan’daki Türk ve Bulgar’ları kendi memleketlerine gidişi sayesinde homojen bir Helen Devleti’nin doğuşu mümkün oldu. Öyle ki, geçmiş tarihinde Yunanistan, hiçbir zaman bu derece homojen ve sadece Rumlardan ibaret olmamıştı."

Mantıksal açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların giderilmesi her iki ülkenin de ulusal çıkarları açısından olumlu bir girişim olarak nitelendirilebilecekken, sorunun duygusal yönünün ağır basması ve her iki ülke arasında derin bir güvensizliğin yaşanmakta oluşu, sorunların adil, kalıcı bir dostluk ve iş birliği sağlayacak şekilde çözümlenmesini güçleştirmektedir.

İki ülke arasındaki güvensizliğin, uzlaşmazlığın sürmesinde tek etken olduğunu söylemek mümkün değildir. Gerçekte, Türkiye ve Yunanistan arasındaki güvensizliğin giderilmiş olduğu bir ortam içerisinde dahi bu uzlaşmazlıklardan söz edilebilir. Bu durum, özellikle, Türkiye ve Yunanistan arasındaki pek çok soruna yataklık eden Ege Denizi’nin konumundan kaynaklanmaktadır.

12 Mil meselesi ya da daha doğru bir ifade ile 6 milin üzeri: Türk-Yunan ilişkilerinde donmuş bir çatışma alanıdır.

Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan karasuları sorununun temelinde; Lozan Barış Antlaşması ile Ege Denizi’nde tesis edilen dengenin zaman içerinde Yunanistan lehine bozulması yatmaktadır. Yunanistan 1936 yılında tek taraflı olarak Lozan sırasında 3 mil olduğu kabul edilen karasularını 6 deniz miline çıkarmıştır. O dönem de Türk-Yunan ilişkilerine hâkim olan olumlu hava nedeniyle Türkiye, bu karara itiraz etmemiştir.

Türkiye de 1964 yılında Kıbrıs sorunu nedeniyle Yunanistan’ın Anadolu kıyılarına yakın adaları silahlandırması sonrasında karasularını 6 deniz miline çıkarmıştır.

Bu aslında çok büyük bir hatadır. Ege’de karasularının 3 milin üzerine asla çıkarılmaması, bu durumda açık deniz alanlarından çok büyük oranda Yunanistan’ın yararlanacağı belli iken, bu kararı alan Yönetimin ve bunu öneren resmi sorumluların çok iyi sorgulanması gerekir.

Ege de Yunanistan’a bırakılan adaların karasuyu yoktur, olamaz konu başlıklı makalemi okumanızı öneririm.(Bu makaleyi DENİZCİLK Başlığı altındaki bölümde bulabilirsiniz)

1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra Yunanistan Ege Denizi’nde açık deniz alanı olarak kabul edilen alanların büyük bir kısmını kendi egemenliğine almak için, karasularını 12 deniz miline çıkarma girişiminde bulunmuştur.

Türkiye 15 Nisan 1976 tarihinde Yunanistan’ın bu girişimini savaş sebebi (casus belli) sayacağını dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından yazılan bir mektup ile Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) bildirmiştir.

Zaman içerisinde soğuyan mesele; 1982 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’nin kıyıdaş ülkelere karasularını 12 deniz miline kadar ilan etme hakkı vermesi ile tekrar gündeme geldi. Yunanistan, 1995 yılında Türkiye’nin taraf olmadığı sözleşmeyi yürürlüğe koydu.

Yunan Parlamentosu, 1 Haziran 1995 tarihinde kendi stratejisine uygun olan bir zamanda, Ege’de karasularını 12 deniz miline çıkarma hakkını saklı tuttuğunu ilan etti.

Yunanistan’ın Ege Denizi’nde karasularını 12 deniz miline çıkarması ile Ege Denizi’nin %40’ını oluşturan Yunan karasuları büyüklüğü %70’e yükselecek, açık deniz alanının büyüklüğü %51’den %19’a düşecektir. Nihayetinde Türkiye’ye Ege Denizi’nin %10’undan daha az bir alan kalacaktır.

Türkiye zorlayıcı diplomasi kapsamında; Yunanistan’ın Ege’nin büyük bir kısmına hâkim olmasının önüne geçmek için, 8 Haziran 1995 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) bulunan tüm parti temsilcilerinin ortaklaşa hazırladığı bildiri ile, Yunanistan’ın Ege’de karasularını 6 milin ötesine çıkarması halinde, bu durumun savaş sebebi sayılacağını, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne askeri bakımdan gerekli olanlar da dahil olmak üzere tüm yetkilerin verileceğini beyan etti.

1997 yılında olası bir Türk-Yunan çatışmasının engellenmesi tansiyonun düşürülmesi maksadıyla, ABD’nin girişimiyle Madrid’de yapılan NATO Zirvesi öncesinde her iki taraf bir mutabakat metni imzaladı. Bu metne göre taraflar, barış, güvenlik ve iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi, birbirlerinin egemenliklerine saygı gösterilmesi, anlaşmazlıkların, ortak rızaya dayanarak, kuvvet kullanımı ve tehdit olmadan, barışçıl yollardan çözülmesi konularında mutabık kaldılar.

AB ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik olarak Türkiye’nin çağrısı üzerine 2002 yılında Yunanistan ile ikili görüşmeler süreci başladı. Bugüne kadar yapılan toplam 60 görüşmede somut bir ilerleme kaydedilemedi.

‘Türkiye hep tepki veren ülke konumunda kaldı’

Karasuları sorunu, Türk-Yunan ilişkilerinde donmuş bir çatışma alanı olarak yerini muhafaza ederken, Yunanistan sürekli talepkâr, tehditkâr ve Ege’yi kendi çıkarları için şekillendirmek isterken Türkiye hiçbir zaman Proaktif olamamış, her seferinde Yunan talepleri ve istekleri karşısında savunma ya da cevap veren ülke pozisyonunda olmuştur.

Yunanistan 1936 yılından itibaren istikrarlı bir şekilde devlet politikası ile karasularını genişletirken, Türkiye devamlı tepki veren ülke konumunda kaldı. Türkiye’nin tepkisini yönlendiren ana etken Kıbrıs meselesi nedeniyle iki ülke ilişkilerinde yaşanan gerginlik oldu.

“Yunanistan, Türkiye’nin maruz bırakıldığı izolasyondan faydalanmaktadır.”

Doğu Akdeniz’de İsrail, Kıbrıs, Mısır ve Yunanistan arasında AB’nin de teşvikiyle oluşan koalisyon Türkiye’yi yalnızlığa itmiştir. Yunanistan, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yaşadığı izolasyondan istifade ederek 12 mil konusunu tekrar gündeme getirmiş, daha sonra Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge sınırlarının belirlenmesinde Türkiye’nin görüşlerini dikkate almayacağını ifade etmiştir.

Yunanistan, dış politikasının tarihi seyrinden de anlaşılacağı üzere, Türkiye’yi hem Ege’de hem de Doğu Akdeniz’de çift cepheli bir gerginliğe zorlayarak inisiyatifi elinde tutmak istemekte, Türkiye’yi hem Ege’de hem de Doğu Akdeniz’de zorlayıcı bir dış politika sürükleyerek dengesini bozmaya çalışmaktadır. Böylece Türkiye’yi dünya nezdinde uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayan mütecaviz ülke konumuna sokmak istemektedir.

Çünkü Yunanistan; karasularını 12 mile kadar çıkarma hakkının kendisine BM’nin verdiğini, Türkiye’nin casus belli kararı ile uluslararası hukuk kurallarını hiçe saydığını söylemekte, bu konuda AB başta olmak üzere uluslararası toplumunun desteğini beklemektedir.

Yunanistan zamanlaması ve hedefleri doğru belirlenmiş politik manevralar ile Türkiye’nin sinir uçlarına dokunmakta, uluslararası kamuoyunun tepkisini ölçmektedir.

Türkiye açısından ise 12 mil sorununun ele alınışı daha çok iç politikaya yöneliktir.

Denizdeki sorunlara ilave olarak; Yunanistan 40 yıldan bu yana özellikle Türkiye’ye tehdit teşkil eden teröristleri himaye etmekte, onları 3 ayrı kampta yetiştirmektedir.

1990’lı yıllarda Türkiye’’nin sert çıkışları sonucunda Abdullah Öcalan”ın Suriye’den çıkarılması sürecinde PKK Terörist başı Abdullah Öcalan’ı sığınacak ülke ararken himayesine almış, sıkışınca da onu Kenya’ya kaçırtmış, orada da Büyükelçiliğinde saklayabilecek kadar pervasızlaşabilmiştir. Yunan Büyükelçisi Kostulas daha sonra Kenya tarafından sınır dışı edilmiştir.

Pangalos; Atina’ya gizlice sokulan terörist örgüt lideri Öcalan’ı kurtarmak için Kenya’ya göndermiş, Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliği’ne ait konutta 12 gün ağırlanmasını sağlamıştır. Terörist başı yakalanınca, Başbakan Simitis çaresiz kalarak sözde kendinden habersiz işler çevirdiği gerekçesiyle görevden almıştır. Daha sonra Kültür Bakanlığı’na atanan Pangalos, insan hakları konusunda Türk politikasını “Hitler’in izlediği politikalar” olarak tanımlayınca, Başbakan Simitis tarafından ikinci kez görevden alınmıştı.

Yunan Binbaşı Kalenderidis ise; Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasının ardından onu güvenli bir yere yerleştirme operasyonu için Yunan Gizli Servisi’nden aldığı talimatları uyguladığını, bu operasyon yüzünden Yunan hükümetiyle ters düştüğünü ve çeşitli suçlamalara da maruz kaldığını açıklamaktadır. Öcalan’ın Kenya’da biten yolculuğunun ardından Yunanistan’da yargılanan Binbaşı Kalenderidis bilahare Yunan ordusundan ayrılmak zorunda kalmıştır. Başarılı bir Yunan diplomatı olan Kostulas, Nairobi’den ayrılırken Kalenderidis’e şöyle demişti: "Ben, Yunan Büyükelçisi görevinden bir hırsız gibi ayrılıyor. Böyle bir kaderi ne ben ne de vatanımız hak etmedi."

3 Temmuz 1997”de Kırıkkale Mühimmat Fabrikası”nda 3 kişinin ölümüyle sonuçlanan yangın ve patlamanın PKK ile bağlantılı ve sabotaj şüphesiyle kovuşturulduğunda, sürülen izin Kalenderidis”e kadar uzandığı görülmüştür.

15 Temmuz Darbe girişimi sonrasında da FETÖ üyelerine yataklık yapan Yunanistan’da DHKP/C üyesi Şadi Naci Özpolat’ın Türkiye’ye iadesine ret kararı çıkarken helikopterle Yunanistan’a kaçan FETÖ teröristlerini himaye etmiştir.

Fanatik Yunan milliyetçisi olarak bilinen Kalenderidis casusluk suçundan Türkiye’de yargılanmış ancak siyasi bir kararla Yunanistan’a iade edilmiştir.

Yunanistan’daki PKK kadrolarıyla sıkı bir irtibat içinde olduğunu da Kalenderidis”in kendisi açıklamıştır.

Abdullah Öcalan Yunanistan ile iş birliği yaparken şu açıklamayı da yapmıştır;

"Gittiğimiz yol, aynı zamanda, onlarca yıldır Türk saldırılarına uğrayan Kıbrıs, Yunanistan gibi komşu ülkeler için bir fırsattır. Çünkü, Kürtlerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla, Türkiye binlerce yıldır Anadolu ve tüm bölgedeki egemenliğinin stratejik temelini kaybetmiş oluyor. PKK’nın devrimi, Türkiye ve Türklerin rolünü sınırlıyor ve yeni stratejik koşullar oluşturuyor."

Yunanistan aynen Suriye ve Libya gibi insanlığa karşı suç işleyen terör örgütlerini ülkesinde barındıran, bunlarla iş birliği yapan terörist bir devlettir.

Yunanistan ile yaşanacak olası bir kriz Türkiye’nin ekseninin Batı’dan Avrasya Bloğuna kaydırılması için öncelikle Rusya için bir fırsat olarak görülmektedir.

Yunanistan ile Türkiye arasında 200 yıldan bu yana yaşanan sorunlar, aşağıda özet bir tablo halinde sunulmuştur.

Bu tablo incelendiğinde kolayca görülecektir ki;

“Yunanistan her durumda sorun çıkartan, sorun yaratan ülke, Türkiye ise pek çoğunda hiç sesini çıkarmamış, çıkaramamış ve pasif kalan ülkedir. Türkiye bu olaylar sonucu Maddi anlamda hiçbir kazanç sağlayamazken Yunanistan sürekli olarak kara, deniz ve hava sahalarını genişletmiş, Türkiye’nin tüm düşmanları ile dostluk kurmayı kendi milli görüş ve ülküsü haline getirmiş ve bunu pervasızca uygulamıştır. Megali İdea Yunanistan’ın ezeli ve ebedi hayalidir.

15 Temmuz akşamı, Türkiye’de ki kargaşadan ve muhtemelen çıkmasını bekledikleri iç savaştan yararlanarak Kıbrıs’ta karşı bir harekât yapıp Kuzey Kıbrıs Topraklarını eline geçirmediği için pişmanlık duyan açıklamalar yapan Rum iktidar partisi DİSİ’nin bir milletvekili aynen şu beyanatta bulundu; “42 yılda elimize geçen bir fırsatı kullanamadık. Yazıklar olsun”. ‘Biz saldırsaydık Kuzey’e, Beşparmak Dağları’ndan Türk askerlerinin tamamını Girne’de denize dökerdik”.

15 Temmuz askeri darbe girişimi haberini alan Güney Kıbrıs’ın askeri anlamda teyakkuz durumuna geçmiş, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi arasında bağ kurduğu belirtilen açıklama yapmıştır.

Aşağıdaki tabloda Türkiye için tasvibi mümkün olmayan tek olay, 6-7 Eylül 1955 olaylarıdır. Olaylar, Londra’da Kıbrıs görüşmeleri devam ettiği günlerde meydana gelmiştir. Grivas önderliğindeki EOKA, adada yaşayan İngiliz ve Türklere karşı terör saldırılarına başlamış, saldırılar kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuştu. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı konuyu görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmiş, Konferans 29 Ağustos’ta başlamış ve Dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’yi temsilen yerini almıştı.

Aslında bu olayda bile başlangıçta yine bir Rum ve EOKA Tehdidi olmasına rağmen Türkiye’de yaşanan olayları tasvip etmek ve onaylamak mümkün değildir.

TARİH OLAY YUNANİSTANIN YAPTIĞI TÜRKİYENİN YAPTIĞI
1830 YUNANİSTAN’IN BAĞIMSIZLIK İLANI Rusya’nın kışkırtma ve tahriki, İngiltere ve Fransa’nın arkasında durması sonucu Yunanistan Bağımsızlığını ilan etmiştir. Osmanlı, Ruslara karşı kaybettiği savaş nedeniyle buna razı olmak zorunda kalmıştır.
15 MAYIS 1919 YUNANLARIN İZMİRE ÇIKIŞI VE ANADOLUNUN İŞGALİNE BAŞLAMASI I.nci Cihan Savaşında taraf olmadığı halde İngiltere ve Fransa’nın ittirmesi ile Anadolu’yu işgale kalkmıştır. Kurtuluş Savaşı

Osmanlı Hükümeti tamamen sessiz kalmış, Mustafa Kemal (Atatürk) Samsun’a çıkarak Millî Mücadeleyi başlatmıştır.

1930 YUNANİSTAN’IN FIR HATTI İLANI FIR hattını 10 mil ilan etti. Hiçbir şey.
1936 YUNANİSTAN’IN KARA SULARINI 6 MİLE ÇIKARMASI Yunanistan Türkiye’ye danışma gereği duymadan tek taraflı bir uygulama ile Karasularını 6 mil ilan etti. Hiçbir şey.
1955 6-7 EYLÜL OLAYLARI İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlere saldırıların düzenlendiği olaydır. Selanik’te ki Atatürk’ün evine bomba atıldığı iddiaları ile başlamış, daha sonra bir Türk Konsolosluk görevlisi patlamayı kendisinin yaptığını itiraf etmiştir Olaylar, Londra’da Kıbrıs görüşmeleri devam ettiği günlerde meydana geldi. Grivas önderliğindeki EOKA, adada yaşayan İngiliz ve Türklere karşı terör saldırılarına başlamış, saldırılar kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuştu. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı konuyu görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmiş, Konferans 29 Ağustos’ta başlamış ve Dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’yi temsilen yerini almıştı.
1974 KIBRIS HAREKATI Makarios’un Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etmek için Darbe yapması Türkiye Garantör Sıfatıyla adaya çıkmıştır.
1976 HORA KRİZİ 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Yunanistan bir araştırma gemisini Ege’ye gönderince, Türkiye de buna karşılık araştırma gemisi Hora’yı Ege’ye göndereceğini açıkladı. Yunanistan’ın “engelleriz” tehditlerine rağmen Hora, 12’si mürettebat 42 kişiyle birlikte 30 Temmuz 1976’da Ege sularına yöneldi. 7 Ağustos’ta Yunanistan Türkiye’ye “kıta sahanlığını ihlal etmek”le suçlayarak nota verirken, Türkiye iki gün sonra bir başka notayla “Yunanistan’ın kıta sahanlığının tanınmadığı”nı açıkladı.
1987 İKİNCİ HORA KRİZİ Yunanistan 28 Mart 1987 günü Ege Denizinde petrol aramalarına başlayacağını ilan etti. Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreu’nun “Yunan kıta sahanlığına girmesi halinde Türk gemisine sözle değil fiille karşılık verileceği” açıkladı. Hora bu kez savaş gemileri eşliğinde tekrar Ege Denizine açıldı.

28 Mart’ta günü sabah saatlerinde Hora’dan “sismik çalışmalar başladı” mesajı gelmesinden kısa süre sonra Yunanistan’ın Ege’deki çalışmaları durdurduğunu açıklaması, iki ülke arasında yaşanan gerginliği muhtemel bir savaşa dönüşmeden bitirdi.

1980 DEN BUGÜNE KADAR SÜREKLİ YUNANİSTANÎN 3 AYRI KAMPTA TÜRKİYE İLE SAVAŞAN DHKP C MİLİTANLARINA EV SAHİPLİĞİ YAPMASI, ASALA TERÖRİSTLERİNİ VE MLKP TERÖRİSTLERİNİ EĞİTMESİ, PKK TERÖRİSTLERİNİ YETİŞTİRİP SURİYE’YE GÖNDERMESİ (1994 ve sonrası)

BURADA TERÖRİSTLER SİLAH, BOMBA VE SUİKAST EĞİTİMİ ALIYOR.

1- Lavrion kampı: Atina’ya 100 km mesafede. ASALA ve MLKP için de zamanında kullanılmış.

2- Kinesa kampı: Atina’ya 1 saat mesafede. Ege denizi sahilinde, tek katlı, bahçeli, 4 oda 1 salon şeklinde hücre evleri var

3- Dileysi kampı: Oropo kasabasına bağlı. Sahile 250 mt uzaklıkta. Kampta 3 katlı bir bina ve 3 oda 1 salon şeklinde hücre evleri bulunuyor.

Ara sıra kınamak dışında HİÇBİR ŞEY
1995 KARASULARI 12 MİL İLAN ÇIKIŞI Yunan Parlamentosu, 1 Haziran 1995 tarihinde kendi stratejisine uygun olan bir zamanda, Ege’de karasularını 12 deniz miline çıkarma hakkını saklı tuttuğunu ilan etti. Yunanistan’ın Ege’nin büyük bir kısmına hâkim olmasının önüne geçmek için, 8 Haziran 1995 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) bulunan tüm parti temsilcilerinin ortaklaşa hazırladığı bildiri ile, Yunanistan’ın Ege’de karasularını 6 milin ötesine çıkarması halinde, bu durumun savaş sebebi sayılacağını, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne askeri bakımdan gerekli olanlar da dahil olmak üzere tüm yetkilerin verileceğini beyan etti.
1996 KARDAK KRİZİ

Ocak 1996’da Figen Akat isimli Türk bandıralı kargo gemisinin Kardak Kayalıklarında karaya oturması sonucu, Yunan yetkilileri geminin kaptanıyla irtibata geçip yardım teklifinde bulundu. Bunun üzerine geminin kaptanı kayalıkların Türk karasularında olduğunu belirterek yardımlarını istemedi. Gemi kaza yerinden kendi motorlarıyla kurtulmayı başardı

Yunanistan çevre adalardan birisinin belediye başkanı yanında Yunan bir papaz ile birlikte Kardak adasının doğusundaki kayalıklara Yunan bayrağı dikip Yunan Marşını okudu. 27 Ocak’ta Türk gazeteciler Yunan bayrağını indirip kayalığa Türk bayrağı diktiler. Bunun üzerine Yunanistan Ordusu kayalıklara asker çıkarıp kayalıkları denizden abluka altına aldı. Türk SAT Timleri Batı Kardak Kayalıklarına ulaştı. Adadaki Yunan bayrağı Türk komandoları tarafından indirildi ve yerine Türk bayrağı dikildi. Daha sonra her iki taraf ta bayraklarını indirdi ve adalar boşaltıldı.
1999 PKK TERÖRİSTBAŞI ABDULLAH ÖCALAN’IN YUNANİSTAN TARAFINDAN HİMAYE EDİLMESİ Yunanistan önce ülkesinde sonra da Kenya Büyükelçiliğinde terörist Başı Abdullah Öcalan’ı saklamaya ve korumaya çalışmıştır. Türk MİT Teşkilatı Kenya’ya giderek Abdullah Öcalan’ı teslim almış ve Türkiye’ye getirmiştir.
2016 15 TEMMUZ DARBE GIRIŞİMİ 16 Temmuz 2016 sabahı, darbe girişimi başarısız olunca, 11308 kuyruk numaralı S-70 Sikorski helikopteriyle Yunanistan’a kaçan Binbaşı pilotlar Ahmet Güzel ve Gençay Böyük, Yüzbaşı pilotlar Abdullah Yetik, Feridun Çoban, Uğur Uçan ve Süleyman Özkaynakçı, Astsubay teknisyenler Bilal Kurugül ve Mesut Fırat adlı darbeciler Yunan makamlarınca korunmaya alınmış ve Türkiye’ye teslim edilmemiştir. Türkiye Düşmanlığının en bariz örneğini oluşturan bu Yunan tercihi karşısında, Türk Hükümeti her zaman olduğu gibi ABD, İngiltere ve Fransa’dan destek ve ilgi görememiştir.

Türkiye her zaman olduğu gibi yine bir şey yapamamıştır.

Türkler, Attilla’yı cengâverlikle, kahramanlıkla özdeşleştirirken; Batılı toplumların çoğu gibi Rumlar ise vahşetle, barbarlıkla bir tutar ve Türklere Attilla derler.

Türkiye ile Yunanistan liderleri ne zaman ve nerede masaya otururlarsa otursunlar, sonrasında Yunanlıların kendi aralarında yaptığı bir espri vardır:

‘‘Attila, yine Attilalığını gösterdi.’’

Yani, Türkleri görüşmelerde hep Barbar görürler, hep şahin görürler.

1987 senesinde MARPOL (Denizlerin Gemilerden Kirlenmesini Önleme Uluslararası sözleşmesi) için ülkemizi temsilen Atina’ya gitmiştim. İlk günkü görüşmelerde konu egemenlik alanları ve dolayısıyla karasularına gelince Yunan Delegasyonu ile aramızda ciddi bir tartışma oldu. Ertesi gün çıkan Yunan Gazetelerinde “Attila yine Atina’da” yazıyordu. Yani biz Barbarlar Atina’daydık.

Yunanistan Türkiye’yi ve Türkleri her zaman en büyük düşman görür.

“Düşmanımın düşmanı benim dostumdur diyerek tüm Türk düşmanlarını kucaklar ve kışkırtırlar”

Bu halklar kendilerine empoze edilmek istenen Düşmanlık Taleplerine karşı koyarak kendi siyasetçilerini ve Devlet uygulamalarını dostluk çizgisine çekmelidir. Okul kitaplarında yer alan birbirini aşağılayan ifadeleri kendi parlamenterlerine baskı yaparak kaldırtmalıdırlar.

Hükümetlerinin 200 yıllık bu düşmanlık politikasından herhangi bir ferdin etkilenmemesi mümkün müdür sizce?

Eğer mümkün diyorsanız LÜTFEN BU YAZIYI BİR KERE DAHA OKUYUN.

Esen kalın

DIŞ POLİTİKA DOSYASI : Post modern totalitarizmin sert rüzgarlarında ve Coronavirus günlerinde diplomasinin dayanılmaz hafifliği İlke ve ilkesizlik üzerine, işine geldiği gibi.


Bahadır Selim Dilek : Post modern totalitarizmin sert rüzgarlarında ve Coronavirus günlerinde diplomasinin dayanılmaz hafifliği İlke ve ilkesizlik üzerine, işine geldiği gibi…

18 Ağustos 2020

Siyasal İslam’ın iktidara geldiği 2002 yılından bugüne Türkiye’nin, yaşamın hemen her alanında zorlandığı değişim, dönüşümbundan bir yüz yıl sonra ak sakallı tarih babanın defterine nasıl yazılacak, nasıl değerlendirilecek, bilinmez ama bugün ülkenin içinde olduğu ahval ve şeraitin tezahür ettiği tablo, rasyonel düşünmeyi ilke edinmişler açısından kelimenin tam anlamıyla bir ‘distopya’ya işaret ediyor.[1]

2000’li yıllardan itibaren küresel ve bölgesel gelişmeleri yönlendiren isimler siyasi açıdan popülizmi[2] adeta doruk noktasına taşıdılar.

ABD’de Trump, Rusya’da Putin, Çin’de Xi Jinping, İngiltere’de Johnson, İtalya’da Berlusconi, Fransa’da Sarkozy, İsrail’de Şaron, Netanyahu ve Türkiye’de Erdoğan, dünya siyasi tarihinin halen içinde yaşamakta olduğumuz bu dönemine damgasını vurdu.

2000’li yıllardan bugüne, bölgesel ve küresel siyasette öne çıkan bu isimlerin tamamı, popülizmi etkin bir biçimde kullandı; çoğulculuğu değil çoğunluk iktidarını önceleyerek, kamusal çıkarı değil, yandaş ve destekçilerinin çıkarını gözettiler, milliyetçi, dinci, mezhepçi retorikleri büyük bir ustalıkla kullandılar. İnternetin ve özellikle sosyal medyanın “yeni kamusal alan” özelliğinden sonuna kadar yararlandılar.

Bu süreçte hızla, küresel sermayenin çıkarları ile uyumlaştılar, neoliberal sistemin içinde güçlü bir şekilde konumlandılar.

Demokrasinin kurumsallaşıp kökleştiği, ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkeler dışında, popülizmin esir aldığı ülkelerde seçimler, yasama süreçleri, yargı bağımsızlığı gibi klasik demokrasi pratikleri, göstermelik hale geldi, özgürlükler büyük ölçüde askıya alındı ve bu ülkelerin toplumları hızla popülist liderlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde değiştirildi, dönüştürüldü.

Hasbel kader sandıktan çıkanların, piyasacıların onayını alanların ya da küresel oyun kurucuların önlerini açmasıyla iktidara taşınanların, ömür boyu “Başkan”, “Cumhurbaşkanı” ya da “Parti lideri” olmaları yadırganmamaya başlandı.

Rusya ve Çin örneklerine kısa süre içinde Türkiye’nin de eklenmesi olasılık dışı görünmüyor.

Bu aşamadan sonra söz konusu bu liderlerin yaklaşımlarını sadece “popülizm” olarak değerlendirmek; gelişmeleri algılamakta, anlamakta ve anlamlandırmakta yetersiz kalmaya başladı.

Seçimlerin göstermelik duruma gelmesi, güçler ayrılığı ilkesinin ortadan kaldırılması, parlamento, sivil toplum örgütleri gibi demokrasinin kritik unsurlarının giderek işlevsizleştirilmesi, devlet mekanizmasının tek bir kişiye bağlı olduğu yeni sisteme, popülizmin bir adım ötesine geçerek bakmak bugün yaşanmakta olan süreci anlamak açısından kritik önemi haiz!

Bu noktada iktidarda kalmak için hemen her koşulu kullanan, iç ve dış politikayı kişisel çıkarlara göre şekillendiren, ulusal ve evrensel ilkeleri yok sayan ya da kendi bakış açısına göre tanımlayan, devlet ve kamu kaynaklarını sorgusuz sualsiz harcayan liderlerin büyük ölçüde nepotizm üzerine inşa etmekte olduğu sistemi artık post modern totalitarizm olarak tanımlamak gerekiyor.

Başka bir deyişle post modern totalitarizmi, popülizm üzerinden yapılandırılan yeni sisteminyeni aşaması şeklinde değerlendirmek de olası.

Bir anlamda, dünyanın içine sürüklenmekte olduğu yeni orta çağın yeni yönetim biçimi.

Türkiye ise ülkeyi 18 yıldır yöneten siyasal İslam zihniyetinin, sıradan bir insanın algı çerçevesinin içine alamayacağı kadar güçlü bir pragmatizmle çarpan etkisi yapması sonucu ortaya çıkan yeni sistem; bir çok özelliği ile diğer ülkelerden ayrılıyor.

Bu önemli konunun teorisini siyaset bilimciler ve siyaset felsefecileri daha sonra güçlü şekilde ortaya koyacaktır kuşkusuz!

Post modern totalitarizmin kendisini hissettirmeye başladığı bu dönem içinde ortaya çıkan Coronavirus Pandemisi’nin küresel sistemi siyasi, ekonomik ve toplumsal açıdan esir alması, dünya tarihinde bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş yeni bir döngünün başlayacağına işaret ediyor.

Bu döngünün, siyasal, ekonomik ve sosyal boyutlarını başka bir yazının konusu yapalım ve bu tablo içinde Türkiye’nin son dönemdeki dış politika uygulamalarını gazetecilik pratiği üzerinden kolaj yaparak mercek altına alalım.

Diplomaside yeni normal: İlkesizlik

Bu noktada, lafı hiç uzatmadan açıkça söylemek gerekir ki;

“Rasyonel olması, ulusal çıkar üzerine temellendirilmesi gereken dış politika, Türkiye’deki siyasal İslam iktidarının kavramları kendine göre tanımlaması, çıkar önceliklerini değiştirmesi ve rasyonalite yerine İslamcı “ideolojik” yaklaşımı benimsemesi nedeniyle, ilkesellikten hızla uzaklaşıp Türkiye’nin periferinde İhvan iktidarlarının yönetimde olduğu bir dizi ülkenin Halifesi olmayı hedefleyen, tek kişinin iki dudağı arasına hapsoldu.”

Cumhuriyetin kuruluş felsefesi doğrultusunda 2000’li yılların başına kadar yürütülen dış politika ilkeseldi ve ülkenin çıkarlarını rasyonel biçimde ele alan Hariciye bürokrasisinin imbiğinden geçerek belirlenmekteydi.

Kılı kırk yaran ve gelişmeleri kuyumcu terazisi hassasiyeti ile tartan hariciye, küresel sistemin en dalgalı, en fırtınalı günlerinde bile Türkiye’nin rotasını sabit tutmayı başarmış,siyasetin ülkenin bekasının önüne geçmesine izin vermemişti.

Bugün ise tablo çok vahim bir vaziyette tezahür ediyor…

Dış politika gibi ülkenin ve toplumun bekası açısından kritik önemi haiz bir konu, siyasal İslam’ın iç politikada en güçlü tahkimat aracı olarak kullanılıyor.

Hamaset, içi boş milliyetçilik, etnikçilik, mezhepçilik….

İçinde, tek adam rejimini güçlendirecek, 18 yıldan buyana popülizmin hayal dünyasında cahil bırakılan kitleleri tahkim edecek bütün unsurları taşıdığı için, dış politikanın ideolojik kullanımında ilk darbeyi yiyen “ilkesellik” ilkesi oldu!

“Rusya’nın Suriye’de, Türkiye’nin Libya’da ne işi var?”

Bugün dış politikanın dümenini tutan Saray için önemli olan, herhangi bir dış politika konusunun güçlü şekilde iç politikaya tahvil edilip edilmemesi, Türkiye’deki rejimi güçlendirecek ve bu rejimi besleyen kitleleri siyasal açıdan tahkim edecek özelliklerinin bulunup bulunmaması, sistemden beslenen kişi, kurum ve yapıların daha fazla nemalanıp nemalanmayacak olmasıdır!

Ancak bunların ötesinde asıl mesele, söz konusu kişinin -siyasal İslam’ı Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da güçlü biçimde iktidara taşıma projesi olan Arap Baharı’nın iflas etmesine karşın- bir türlü vazgeçmeye yanaşmadığı İhvan sistematiği içindeki post modern totalitarizm/hilafet amacı/hayalidir!

İlkesellik yaklaşımına dönecek olursak, bu yaklaşımın görünür olarak ilk iflas ettiği yer Suriye oldu.

Türkiye’deki siyasal İslam yönetimi, Suriye’de İhvan’ı iktidara taşımak için Hariciyenin ülkenin kuruluşundan buyana ayrılmadığı ilkeleri bir anda yerle yeksan etti.

2011’den sonra Hariciyenin yıllardır üzerinde hassasiyetle durduğu komşu ülkelerin iç işlerine karışılmaması, bu ülkelerin toprak bütünlüklerinin korunması, ahde vefa[3] ilkeleri yok sayıldı, ülke içindeki silahlı kalkışma; Suriye’nin BM tarafından tanınan meşru hükümetine karşı, terörist gruplar açıkça ve güçlü şekilde desteklendi.

Cumhuriyetin kuruluş felsefesi içinde yer alan “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi yok sayıldı. İhvan’ı, Şam’da iktidara getirebilmek için her yola başvuruldu. Ancak başarılı olunamadı. Suriye yönetimi direnebildiği yere kadar direndi, direnemediği noktada da Soğuk Savaş döneminden beri yakın ilişki içinde olduğu Moskova yönetimini yardıma çağırdı.

İşte bu noktada hamaset öne çıkmaya başladı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 29 Şubat 2020’de, partisinin milletvekilleriyle yaptığı bir toplantıda, Rusya lideri Putin ile görüşmesine ilişkin bilgi verirken, “Bize diyorlar ki ‘Sizin orada ne işiniz var” Şu anda Suriye tabi ki diyorlar, işgal altındaki topraklarını korumak durumundadır. Bunu da çok açık net söyleyenlere söyledim. Dedim ki, kusura bakmayın; biz oraya Esed’in davetlisi olarak gitmedik. Biz oraya Suriye halkının davetlisi olarak gittik” dedi.

Konuşmasının devamında da şunları söyledi:

“Suriye halkı ‘tamam bu iş bitti” demeden bizim oradan çıkmaya niyetimiz yok. Bunu da dedim özellikle bilmenizi istiyorum. Dün sayın Putin’e de söyledim. ‘Sizin orada ne işiniz var’ Üs kuracaksanız üssü yine kurun. Ama şu anda siz bizim önümüzden çekilin, rejimle baş başa bırakın. Biz gereğini yaparız. E tabi ona da ‘biz çekildik’ diyemiyorlar. Menfaatleri nedir? İnanın bunu çözebilmiş değiliz. İki üç tane üs ise e kurun. Bununla bizim bir derdimiz yok. Ve dün gece Trump diyor ki, burada Putin’in diyor ne beklentisi var ne isteği var? Bunları söyledikten sonra Kamışlı’da bir petrol olayı bunların dedim. Orada petrol var mı dedi, orada petrol var dedim. Ama Deyrizor kadar değil dedim”[4]

Oysa, Rusya-Suriye ilişkilerine az da olsa kıraat etmiş bir kimse, iki ülke arasındaki ilişkilerin bu cümlelerde ifade edilen kadar basit olmadığını anlayabilirdi.

Amma ve lakin, Türkiye’de Suriye politikasına destek için Moskova Şam ilişkilerinin geçmişine ya da niteliğine, gücüne ilişkin somut bilgilerden çok hamasete gereksinim duyulmaktaydı.

Ancak biz yine de yakın tarihe kısaca bir göz atalım.

SSCB ile Suriye arasındaki diplomatik ilişkiler 1944 yılında kuruldu. İki ülke 10 Şubat 1946’da yani Suriye daha bağımsızlığını ilan etmeden önce, 10 maddelik gizli bir anlaşma imzalandı. Moskova, Suriye Arap Ordusunun oluşumunda askeri yardım yaparak, diplomatik ve askeri destek sağlamayı kabul etti. İki ülke arasında güçlü bir siyasi bağ gelişti. 10 Nisan 1950’de SSCB-Suriye ilişkilerinde saldırmazlık paktı imzalandı. 1955 ve 1958 yılları arasında, Suriye askeri ve ekonomik yardım için SSCB’den yaklaşık 300 milyon dolan aldı. 1971 yılında, Devlet Başkanı Hafız Esad ile yapılan bir anlaşma uyarınca, SSCB’nin Tartus’ta askeri donanma üssü açmasına izin verildi.

İki ülke askeri ilişkileri o dönemden sonra çok sayıda ikili anlaşmaya dayalı olarak gelişmeye devam etti.

Yani, mesele Erdoğan’ın açıkladığı kadar basit olmadığı gibi, “Rusya’nın Suriye’de ne işi var” sorusunun yanıtı 75 yıl öncesine kadar dayanan iki ülke askeri ve savunma işbirliği anlaşmalarının ayrıntılarında gizliydi.

Moskova yönetimi bu anlaşmalara dayanarak ve meşru Şam yönetiminin resmi talebi doğrultusunda ve uluslararası terörle mücadele yaklaşımlarının gereği olarak bu ülkede askeri varlık bulunduruyorken, Erdoğan’ın söylediği, “Biz Suriye halkının talebi ile Suriye’deyiz” açıklaması da havada kalıyordu.

Suriye halkının uluslararası alanda meşru temsilcisi Esad yönetimi olduğuna göre Türkiye’yi Suriye’ye çağıran Suriye halkının -ki çoğu devşirme teröristlerden ve Selefi gruplar ve onların ailelerinden oluşmaktaydı- uluslararası düzenlemeler anlamında bir meşruiyeti de bulunmuyordu.

Erdoğan’ın bu sözleri, ana akım olma özelliğini çoktan yitirmiş hükümet yanlısı medya organları tarafından yüzlerce, binlerce kez aynı çerçeve içinde yorumlanıp, tabanın tahkim edilmesi için kullanıldı.

Oysa, ilkesel dış politikanın gereği, daha en başında Suriye üzerinde hilafet hesapları yapmamak, 2011 yılında patlak veren kalkışmalarda ülkedeki ateşe benzin dökmemek, Şam yönetimi ile Adana Mutabakatı sonrası tesis edilen ilişkilerin ruhuna ve lafzına uygun biçimde ilişkileri geliştirmek, ülkenin demokratikleşmesine -iç işlerine karışmama hassasiyeti çerçevesinde- destek vermek olmalıydı.

Ancak siyasal İslam’ın kendine göre meşru saydığı ancak muhataplarına ciddi bir güvensizlik telkin ettiği pragmatizm, ilkesizlik bu kez tam tersi bir görünümde Libya’da tezahür etti.

Yeni cephe: Libya

Suriye’dekine benzer şekilde İhvan iktidarının tesis edileceği ve bu iktidarın da Türkiye’deki post modern totaliterizmi/hilafeti, “büyük ağabey” olarak tanıyacak bir Libya hayali, bu ülkeye yönelik rasyonel yaklaşımların önüne geçti.

Türkiye, NATO’ya verdiği siyasi, askeri destek ile Kaddafi’nin devrilmesine katkıda bulunmuştu.

2011 yılındaki Arap Baharı ile siyasal İslam stratejisinin hedef ülkelerde başarılı olabilmesi için bu ülkeler arasında güçlü bir siyasi şebekenin, teorik ve teolojik açından güçlü bir ortak paydanın, Batılı ülkeler ile barışık bir yapılanmanın bulunması gerekmekteydi.

Batılı başkentlerdeki stratejistler, bunun için İhvan-ı devreye soktu. Arap Baharıyla, söz konusu coğrafyada yer alan ülkelerde başlatılacak halk hareketleriyle iktidarın el değiştirmesi öngörülüyordu.

İhvan’a bağlı olan siyasi partiler/ yapılar Batı’dan ve sosyal medyadan aldıkları güçlü rüzgarla 2010 yılında Tunus, 2011 yılında da Mısır ve Ürdün’de düzenlenen protesto gösterilerinde önemli rol oynadı. 2011’de Tunus’ta iktidarı ele geçirdiler. Sonra sıra Mısır’a geldi. Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından, örgüt Mısır’da yasallaştı.

Bu noktada dikkatler Libya’ya çevrildi.

Tunus ve Mısır’da yönetim karşıtı protestoların ardından Libya’da da muhalif güçler harekete geçtiler Kaddafi rejimine başkaldırdılar. Muhalif Avukat Fethi Terbil’in 15 Şubat 2011’de Bingazi’de tutuklanınca, Libya’da bombanın pimi çekilmiş oldu. Batı’dan ve Arap Baharı’nın etkisi altındaki ülkelerden gelen rüzgarlarla yelkenlerini şişiren göstericiler sokaklara çıkınca güvenlik güçlerinin sert müdahalesi ile karşılaştılar. 17 Şubat’ta “Öfke Günü” gösterileri başladı.

Ayaklanmanın ardından muhalifler, başta Bingazi olmak üzere bazı şehirleri ele geçirdi. Ancak, Kaddafi yönetiminin tepkisi sert oldu. Ülkede kısa süre içinde bir iç savaşı çıktı.

Kaddafi’nin Afrika’dan getirdiği paralı askerlerle birlikte, silahlı kuvvetlerinin hava unsurları dahil bütün gücünü kullanması, çatışmaların kısa sürede şiddetini arttırmasına neden oldu. Ancak kısa süre içinde Muhalefeti destekleyen kabileler, kısa sürede başta Bingazi olmak üzere ülkenin doğusundaki şehirlerde kontrolü ele geçirdi.

Libya’da çatışmalar devam ederken, Batılı ülkeler de dikkatini bu bölgeye çevirdi. Libya’ya NATO müdahalesi gündeme geldi.

Konu 28 Şubat 2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a soruldu.

Erdoğan, “NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez” dedi.[5]

Erdoğan açıklamasının devamında şunları söyledi:

“Şunu bilmeliyiz; biz Tunus’u Tunus halkının görüyoruz. Mısır Mısırlılarındır, Bahreyn Bahreynlilerindir, Yemen Yemenlilerindir, Libya Libyalılarındır, Fas Faslılarındır, Cezayir Cezayirlilerindir. Kendi mukadderatlarını o ülkelerin halkları belirlemelidir. Kimse değil. Kimse kalkıp da o ülkelerdeki petrol kuyularının hesabını yapmasın. Sıkıntı burada. Demokrasi adına, temel hak ve özgürlükler adına bir şeyler konuşacaksak, bazı tavsiyelerde bulunacaksak bunları konuşalım. Bu tarz şeyleri yapalım ama kalkıp da petrolün hesabını yapmayalım. Çünkü bunun faturası, bunun bedeli çok ağır olur.”

Erdoğan’ın bu açıklamasını yapmasının hemen sonrasında BM Güvenlik Konseyi, Libya’ya konusunda 1970 sayılı kararını aldı. Ankara bu karara hiç gecikmeden destek verdi. Ancak, Türkiye’nin resmi görüşü, “Bakanlık Açıklaması” olarak değil, basın mensuplarının Dışişleri Bakanlığı’na yönelttikleri bir soruya yanıt verilmesi formülüyle uluslararası kamuoyuna duyuruldu.

Muammer Kaddafi’nin 2011’de, Orta Doğu’nun dört bir yanında ‘Arap Baharı’ devam ederken devrilmesi ve ardından linç edilmesi Libya’da güç boşluğu yarattı. Bu güç boşluğunun, tarihi boyunca gerçek anlamda demokrasi ile tanışmamış olan Libya’da demokrasinin inşası ile düşünüldü.

42 süren Kaddafi rejiminin sonrasında Libya’da ilk genel seçimler 7 Temmuz 2012’de yapıldı. Seçimlerden önce Libya’da siyasi parti enflasyonu yaşandı. Seçimlere yaklaşık 150 parti katıldı. Mahmut Cibril, geçiş hükümetinde görev aldığı için aday olamadı.

Yaklaşık 2,9 milyon kayıtlı seçmenin 1,8 milyonunun, yani yüzde 65’i oy kullandı. 2.500’ü bağımsız toplam 3.700 aday, Libya’da Kaddafi sonrasında geçici hükümet görevini üstlenen Ulusal Geçiş Konseyi’nden (UGK) yönetimi devralacak yürütme organının üyeliği için yarıştı. Seçimlerde ülkeyi 2013 yılının sonuna kadar yönetecek kurucu meclis niteliğindeki 200 sandalyeli Halk Meclisi üyeleri belirlendi. Üyelerin 120’si bağımsız adaylar arasından, 80’i ise parti listelerinden seçildi.

Liberal eğilimli Ulusal Güçler İttifakı, seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Libya’daki İhvan’ın siyasi kolu olan ve liderliğini Kaddafi iktidarı döneminde uzun yıllar hapiste kalan Muhammed Savan’ın yürüttüğü Adalet ve İnşa Partisi ise seçimlerden ikinci parti olarak çıktı.

Ilımlı İslamcı söylemleri ile seçmenlerden oy isteyen Vatan Partisi’nin kadroları arasında olan devrimin önemli komutanlarından Abdülhekim Belhac da yer alırken, 1980’lerde Kaddafi’ye karşı silahlı mücadele veren Libya’nın Kurtuluşu İçin Ulusal Cephe (NFSL) örgütünün siyasi kanadı olan Ulusal Cephe Partisi, Muhammed Yusuf El Magarif liderliğinde seçimlerde yarıştı.

Halkın sandık başına gitmesinden önce Libya açısından kritik önemi haiz olan anayasa komisyonunun oluşacak parlamento tarafından seçilmesi öngörülmüştü. Ancak, büyük petrol yatakları barındıran Bingazi’nin de bulunduğu doğu bölgesinin daha güçlü temsil edilmesini isteyen kesimlerin yatıştırılması için bu yetki, seçimlerden hemen önce yeni parlamentodan alındı. Komisyonun ayrı bir seçimle doğrudan halk tarafından belirlenmesi kararlaştırıldı.

Libya’daki seçim sonuçları, Arap Baharı’nın etkisi altında bulunan Tunus, Mısır gibi ülkelerde siyasal İslamcı kadroların öne çıkması ve İhvan’ın siyasi yapılanmalarının iktidara taşınmış olmasına karşın, Libya’daki seçimler, bu ülkelerden farklı bir siyasi tabloyu ortaya çıkardı. Hem Tunus hem de Mısır’da tek adam yönetimlerinin yıkılmasının ardından ilk genel seçimlerde İslamcı kökenli partiler birinci olurken, Libya’da özellikle Batı medyasınca liberal olarak tanımladığı bir siyasi parti sandıkta birinci oldu.

Arap Baharı’nın yükselen değeri İhvan’ın Libya’daki siyasi kanadı olan Adalet ve İnşa Partisi, ılımlı mesajlar vermesine karşın, büyük şehirlerin çoğunda birinci parti olamadı. Seçimler, Selefi partiler açısından da başarısızlıkla sonuçlandı.

Bu noktada bir ayraçla, Türkiye’deki siyasal İslam’ın zihninin arka planının röntgenini çekelim.

2002’den 2011 yılına kadar, Türkiye’nin kurucu felsefesinden aldığı siyasi, ekonomik ve toplumsal mirası müsrifçe harcadı ve ülkeyi kendi ideolojik zeminini tahkim edip, iktidarına süreklilik sağlayacak “muhtaç, dindar/kindar kitleler” yarattı.

2011 yılında başlayan Arap Baharı, Suriye’den başlayıp Irak’ta el Haşimi, Filistin’de Henniye, Mısır’da Mursi, Libya’da Sarraj, Tunus’ta Gannuşi, Sudan’da el Beşir’in şekillendireceği yeni İhvan sistematiğinin kurulması için fırsat olarak gördü.

Hatta bu sistematiğin kurulması için Türkiye’nin siyasal, stratejik, ekonomik ve askeri bütün olanakları koşulların elverdiği ölçüde seferber etti.

Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Mezopotamya’yı kapsayan bu proje, Akdeniz’in doğusunu, bütün kıyı şeridi ile art ülkelerini de içine aldı.

Amaç, Post Modern Totatiler/Hilafet sisteminin İhvan sistematiği içinde bir İslam Birliği kurmasıydı.

Aslında, bu yaklaşımı 1996 yılında Iraklı Kürt lider Celal Talabani, “Hayalim, İstanbul’un başkent olduğu, Ortadoğu Birleşik Devletleri” diyerek ilk seslendiren kişi olmuştu.[6] Ancak, o dönem için Talabani’nin bu hayalinin siyasal, stratejik, toplumsal ve ekonomik açıdan somut koşulları bulunmamaktaydı.

Türkiye’yi bugün yöneten kadrolar açısından söz konusu somut koşullar, siyasal İslam’ın iktidara taşınması ile başlayan süreçle ortaya çıktı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da seküler yönetimler ortadan kaldırıldı, Türkiye’nin buna karşı çıkacağı bilinen kurum ve kuruluşları etkisizleştirildi veya siyasal İslam’ın hizmetine sokuldu, İhvan meşrulaştırıldı ve Arap Baharı ile düğmeye basıldı.

Ez cümle, Arap Baharı başarısızlıkla sonuçlandı. Kırılma noktası ise Mısır’da Mursi’nin devrilmesi oldu. Mısır olmadan, Türkiye’deki siyasal İslam yönetiminin kafasındaki İhvan sistematiğinin işlemesi mümkün olmayacaktı. Projelendirilen coğrafyadaki kilit taşı kırılmıştı.

Libya meselesine de bu çerçeveden bakmak gerekiyor.

Türkiye’deki siyasal İslam, Libya’da İhvan’ı yeniden iktidara taşımak ya da İhvan’ın içinde olduğu bir yönetimi ülke geleninde etkin kılmak için bu kez, “Mavi Vatan” yaklaşımını devreye soktu.

Doğu Akdeniz gibi kritik önemi haiz bir coğrafyaya ilişkin atılan adamlar, iç kamuoyunu tahkim etmek için kullanıldı. Libya ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması imzalandı. Daha doğrusu Türkiye, Libya’daki İhvancı Sarraj yönetimine askeri destek sağlamak için deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması imzalanmasını istedi. Sarraj yönetimi de bunu kabul etti. Böylece, Türk askerinin ve Suriye’deki cihatçıların Libya’ya giderek Sarraj’ın saflarında savaşmasının önü açıldı.

Türkiye petrol ticaretinde imtiyaz elde ederken, Sarraj yönetimine insansız hava aracı satarak, İhvan sistematiğinin ekonomik boyutu da göstermiş oldu.

İşine geldiği gibi…

Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Rusya’nın Suriye’de ne işi var” diyerek, Moskova yönetiminin Suriye ile yaptığı ikili anlaşmaları görmezden gelmeyi tercih etmesi; Türkiye’nin Libya’daki varlığını ise Sarraj hükümeti ile yaptığı ikili anlaşmaya bağlayabilmesi ve diğer aktörleri terörist olarak yaftalaması, aslında bu dönemde yürütülen dış politikanın özeti niteliğini taşıyor.

Dışişleri Bakanlığı’nın 16 Haziran tarihli açıklamasında, “Türkiye, BM kararları çerçevesinde uluslararası camia tarafından tanınan hükümete talebi üzerine destek vermektedir. Ülkemiz meşru hükümetin yanındayken, Fransa, BM ve NATO kararları hilafına darbeci ve gayrı meşru bir şahsın yanındadır” denildi.

Bu açıklamanın ardından ne yazık ki, kimse çıkıp da “Suriye’de Rusya, BM tarafından tanınan meşru hükümete destek verirken Türkiye neden çoğu terörist gruplarla ilişkili örgütlenmelere destek verdi. Suriye konusunda bunu yaparken neden Libya’da tam tersini uyguluyorsunuz” diye soramadı.

Aslında, Türkiye’de sözüm ona stratejik oyun kurucuların, Libya’daki İhvan iktidarı üzerinden, Mısır’daki gelişmelere müdahale etmeyi, bu ülkede Sisi sonrasında yeniden İhvancı bir yönetim oluşturmayı planladıkları sır değil. Mısır’da ikinci dalga bir İhvan rüzgarının Ortadoğu’daki dengeleri yeniden bozacağı ihtimali dikkate alındığında, bu coğrafyada çıkarı olan ya da bu coğrafya üzerinden stratejik planlamaların yapıldığı diğer ülkeler gelişmeleri dikkatle izliyor.

Sözü bağlarken, şunun altını çizmek gerekir ki, küresel salgın ile dünya yeni bir döneme girdi. Küresel siyasete yön veren isimlerin niteliği dikkate alındığında dünya yeni bir ortaçağ ile karşı karşıya demek yanlış olmayacak.

Post modern totalitarizmin rüzgarları, küresel salgının yarattığı kasırga ile birleşince ortaya çıkacak, siyasal, sosyal ve ekonomik hasarın boyutunu kestirmek şimdilik güç görünüyor. Ne yazık ki, diplomasi de bu hasarın en fazla kendisini hissettirdiği alan olarak değerlendirilebilir. Türkiye’yi bu son derece sıkıntılı dönemden çıkarmak için ülkenin kurucu felsefesini rehber edinmiş bir liderliğe olan ihtiyacı her geçen gün artıyor.

[1]Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum, otoriter- totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır.

[2]Popülizm, halk yağcılığı veya halk çıkarcılığı, toplumdaki seçkin bir tabaka tarafından halkın çıkarlarının bastırıldığını ve engellediğini varsayan ve devlet organlarının bu seçkin tabakanın etkisinden çıkarılıp halkın yararına ve toplum olarak gelişmesi için kullanılması gerektiğini söyleyen siyasî bir felsefe veya söylem biçimidir. Popülist söylem sokaktaki adamın ekonomik ve sosyal çıkarlarını vurgulayarak, önyargılarını ve duygusal kırılmalarını kullanarak başarıya ulaşmayı amaçlar. Popülizm genelde rejim karşıtı siyaseti içerdiği gibi özellikle sağ eğilimlerde milliyetçilik, jingoizm, ırkçılık veya köktendincilik ile birleşebilir.Kullandıkları söylem sıklıkla ikilik yaratma üzerinedir ve halkın çoğunluğunu temsil ettiklerini söylerler.

[3] Ahlaki açıdan, önemli olan sözünde durmanın karşılığı ahde vefa olmaktadır. Doğruluktan ve dürüstlükten şaşmadan sözünü tutan anlamına gelmektedir. Verilen sözlere, anlaşmalara ve konuşulanlara bağlı kalmak demektir. Hukuki açıdan bakıldığından ahde vefa, anlaşmalara ve sözleşmelere uyma zorunluluğu olması durumudur. Hukukun temel ilkeleri arasında bulunan sözlerine bağlı kalma durumunu vurgulamaktadır. Sözüne bağlı olan kişilerin baskı ile sözünden çevrilmeye çalışılması hukukun temel ilkelerini hiçe saymak demektir. Bu nedenle ahde vefa serbest irade ile ortaya çıkan sözlerden oluşmaktadır. Hem hukuki hem de ahlaki açıdan ahde vefa oldukça önemli olmaktadır.

[4]www.hurriyet.com.tr, Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkladı! Esed’e büyük darbe! 2 bin 100’ün üzerinde askerleri öldürüldü

[5] “NATO’nun Libya’da Ne İşi Var” www.ntv.com.tr, 28 Şubat 2011

[6]www.turkishnews.com ‘İstanbul’un başkent olduğu ‘Ortadoğu Birleşik Devletleri’

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Suinbay Suyundikov /// Lübnan’a Yeni Atama : Rus Diplomasisi Neyi Hedeflemekte ???


Suinbay Suyundikov /// Lübnan’a Yeni Atama : Rus Diplomasisi Neyi Hedeflemekte ???

14 Ağustos 2020

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, imzaladığı olağanüstü kararnameyle Rusya Dışişleri Bakanlığı Orta Doğu ve Kuzey Afrika Dairesi Başkan Yardımcısı Aleksandr Nikolayeviç Rudakov’u Lübnan Cumhuriyeti’nin Büyükelçisi ve Tam Yetkili Temsilcisi olarak atadı.

Başka bir kararname ile Devlet Başkanı, 2010’dan beri Beyrut’taki Rus diplomatik misyonuna başkanlık eden Aleksandr Zasypkin’i görevden aldı.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Lübnan ile ilişkileri geliştirmek üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika alanında uzman olan Aleksandr Rudakov’u Rusya’nın Beyrut’taki Büyükelçisi ve Tam Yetkili Temsilcisi olarak atadı. Aleksandr Rudakov 22 Temmuz 1962 doğumlu. Kasım 2012 yılında İkinci dereceli Büyükelçi rütbesine terfi edildi. Aynı yıl Ramallah’daki Filistin Ulusal Yönetimi Rusya misyonuna Başkan olarak atandı.

Rudakov’un atamasına iki farklı varyanttan bakılabilir. Birincisi atama, Rusya’nın Lübnan konulu dış politika ekibinin diplomasi, ekonomi-ticari ve askeri alanı arasındaki dengeyi sağlamada Kremlin’in elini kolaylaştıracak. Yeni atamaya kadar özel olarak Rus Dışişleri Bakanlığı Orta Doğu ve Kuzey Afrika Dairesi Başkan Yardımcısı olan Aleksandr Nikolayeviç Rudakov, daha çok Filistin-İsrail sorununa daha yakındı.

İkincisi, Doğu Akdeniz’de suların ısınması bu bölgede İsrail’in diğer Arap ülkeleri ve Yunanistan ile anlaşmalara varılarak aktif rol oynamaya başlamasını seyretmekte olan Rus dip misyonunu bölgede daha çok aktif rol oynayarak kendi nüfuz alanını genişletmeye çalışmaktadır. Rusya askeri alanda Ortadoğu’da sadece Suriye ile yetinmeyip Libya ve bunun yanı sıra stratejik ticari limanlara sahip olan Lübnan’da da etkili olmaya çalışacaktır. Aynı zamanda Moskova’nın Orta Doğu’daki konumunun daha da güçlendirilmesi için bütçesinin artırılmasını istemektedir. Rusya Beyrut’ta gerçekleşen patlamada ilk insani yardım gönderen ülkelerden biri olmuştu. Rusya Acil Durumlar Bakanlığı (EMERCOM) uzmanları, Beyrut Limanı’ndaki patlamada yaralananların tedavisi için Lübnan’ın başkentinde kısa sürede seyyar hastane kurarak yaralıları kabul etmeye başlamıştı. Bu da Lübnan halkının Rusya’ya karşı güvenin artmasına ve Rus imajının iyileşmesine neden olacaktır. Böylece Rudakov’un ataması, Rus dış politikasındaki nüfuzunu arttırmaya yönelik bir hamle olarak görülebilir.

Yeni temsilci Moskova’nın Lübnan misyonuna ekonomik ve diplomatik boyutlar kazandırmaya çalışacaktır. Rudakov’un İsrael uzmanı olması Lübnan oynanmaya başlayan yeni oyunun esas rüzgârı hangi taraftan estiğini iyi değerlendirmesi ve bu saha çalışmasına hâkim olması Rus diplomasının Lübnan’da baş aktörlerden biri olacağının göstergesidir. Rudakov, Filistin-İsrail tecrübesinin yanı sıra Arap ülkeleri arası ve kabiller arası iç sorunlarına vakıf olması ve diplomasi birikimi sayesinde de Büyükelçi ve tam yetkili temsilci olması bölgede Moskova’nın hızlı hareket etme açısından da önemlidir.

KAYNAK:

Link : www.kremlin.ru

Link : www.mid.ru

Link : http://www.publication.pravo.gov.ru/Document/View/0001202008140003

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// E. KUR. ALB. ÖMER LÜTFİ TAŞCIOĞLU : TÜRK – YUNAN GÖRÜŞMELERİ VE LOZAN


E. KUR. ALB. ÖMER LÜTFİ TAŞCIOĞLU : TÜRK -YUNAN GÖRÜŞMELERİ VE LOZAN

Sözcü Gazetesinden Saygı Öztürk ve Yeniçağ Gazetesinden Ahmet Takan’ın değerli bir meslek arkadaşımız olan E. Kur. Alb. Ümit Yalım’ın Ege’de Yunanlılar tarafından gasp edilen Türk adaları konusunu haberleştirerek önemli bir hizmet yapmışlardır. Ancak bu kez durum biraz farklı. Saygı Öztürk verdiği haberde Lozan Antlaşmasının Yunanlılara devredilen adalar üzerinde asker ve ağır silah bulundurulamayacağı ve tahkimat yapılamayacağı konusundaki kısıtlamaları kaldırtmak üzere Yunanlıların Türkiye Cumhuriyeti yetkilileriyle görüşmek istediğini, Türk MSB’ nın da görüşmelere olumlu baktığını ve görüşmelerin gizli tutulacağını haber olarak veriyor.

Ayrıca haberde Batı Trakya Türklerinin kendi dini liderlerini seçmelerinin Yunanlılar tarafından engellendiğini ve bu konunun da görüşmelerde ele alınacağını bildiriyor.

Haber öyle bir mizansen içinde verilmiş ki Yunanlıların işgal ettiği Türk adaları üzerindeki Yunan hükümranlığının ve halen Yunanlılara ait olup da Lozan’a aykırı şekilde silahlandırılan adalar üzerinde Yunanistan’ın silahlandırma da dahil tam hakimiyetinin tanınması karşılığında Yunanistan’ın Batı Trakya Türklerine vermesi gereken ancak bugüne kadar vermediği bazı dini hakları vermesinin Türk tarafınca kabul edileceği intibaını veriyor.

Yunanlılar tarafından işgal edilen 18 ada ile bir kayalığın Türkiye’ye ait oluşu, Yunanistan tarafından Lozan’a aykırı şekilde silahlandırılan adaların silahsızlandırılmış statüsü, Yunanistan’a bırakılan adaların ve üzerlerindeki hava sahasının genişliğinin 3 mil oluşu ve Batı Trakya Türklerinin sahip olması gereken ancak verilmeyen hakları Lozan Antlaşmasıyla taahhüt altına alınmış vazgeçilmez haklardır. 1936 yılında Yunanistan karasularını 6 mile çıkarmış, Türkiye buna sessiz kalmıştır. 1964 yılında Türkiye’nin de karasularını 6 mile çıkarmasıyla Ege’de bugünkü statü oluşmuştur. Bunlardan bir kısmından zaten bugüne kadar vermiş olmaları gerektiği halde vermedikleri Türklere verilecek dini haklar karşılığında vaz geçilmesi vatana ihanete eş değerdir. Lozan’da kazanılmış haklardan vazgeçmek hiç kimsenin haddi değildir. Bu konuda yapılacak görüşmelerin kamuoyundan gizlenmesi Türk kamuoyunun Kıbrıs’ta Akıncı’nın Rumlarla yaptığı gizli anlaşmaları Rum ve Yunan basınından öğrenmesini hatırlatmaktadır.

Böyle bir anlaşmayla Lozan Antlaşması Yunanlılar lehine tadil edilirse anlaşmayı imzalayanlar Türk tarihine vatan haini olarak geçer.

Gazeteci bir haber yaparken kendi yorum ve değerlendirmesini de bu habere katmalıdır. Bunu yapmayıp sadece haberi vermek ciddi bir gazetecinin tarzı değildir.

Ben burada Sevr’in tarihin çöplüğüne atıldığını, onun yerine Lozan Antlaşması’nın Türkiye’nin tapu senedi olarak yerini aldığını uzun uzun anlatmayacağım. Ancak tarih savaş meydanında kazanılan hak ve toprakların masa başında politikacılar tarafından düşmana hediye edildiğinin örnekleri ile doludur. Bu yüzdendir ki Atatürk Mudanya Mütarekesine de, Lozan Konferansına da harp meydanından ayağının tozu ve barut kokusuyla gelen asker kökenli kişileri Heyet başkanı olarak görevlendirmiştir.

Bu konuda Üniversitedeki öğrencilerime verdiğim Cumhuriyet Dönemi Türk Dış Politikası Dersinin bazı bölümlerinin görsellerini bilgi için eklerde gönderiyorum. PPT sunularını izledikten sonra lütfen yorumu siz yapın.

Selam ve saygılar.

ÖLT

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU : DIŞ POLİTİKADA GAZ KESME


E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU : DIŞ POLİTİKADA GAZ KESME

Dış politika ve güvenlikte Türkiye’nin karşısındaki cephe gittikçe büyümüş, Türkiye bu geniş cephede eş zamanlı tedbirler almak zorunda kalmıştır.

Bütün cephelerde aynı anda başarı sağlamanın zorluğu dikkate alınıp, tehdit veya menfaatleri önem ve öncelik sırasına koyarak en fazla gücü en önemlisinin üzerinde yoğunlaştırmak, harp prensiplerinden biri olan sıklet merkezi prensibi gereğidir.

Yine bu prensip, en önemliden sonrakiler için, diplomasi başta olmak üzere diğer vasıtalarla yeteri kadar tedbir alıp, sıra geldiğinde sıklet merkezi yapmayı ön görür.

Şimdi, gerilim yaratan konularda ılımlı hareket edilmeye başlandığı, hatta tabiri caiz ise gaz kesildiği, bunda iç politikada Ayasofya sürecinde karşılaşılan nahoş görüntüler, konuşmalar ve gelişmelerin yarattığı iç gerginliğin de etkisinin olduğu söylenebilir.

Libya’daki gelişmeler

Libya’da Saraç güçlerinin Sirte’ye dayanması üzerine, farklı tarafları destekleyen Türkiye ile Rusya arasında Türk-Rus Yüksek İstişare toplantısı yapılmıştır. Görüşmede, durumu sakinleştirici ve zamana yayıcı bir yaklaşım sergilendiği müşahede edilmiştir. Toplantıda, Libya’da krizin askeri çözümü olmadığı, ateşkes için tarafların teşvik edilmesi dahil ortak çabaların sürdürülmesi sonucuna varılmıştır.

Türkiye-Rusya ilişkilerinde, birçok konuda yaşanan anlaşmazlıklara rağmen iki ülkenin işbirliğini sürdürme yönünde irade gösterdiğini söylemek mümkündür. Ancak her seferinde Rusya’nın etkisiyle frene basıldığı da söylenebilir.

Azerbaycan-Ermenistan gerilimi

Ermenistan’ın, Azerbaycan’a Karabağ dışındaki bir bölgeden saldırmasını, Karabağ konusunu gölgelemek ve Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü üyesi ülkelerden destek görmek için yaptığı değerlendirilmektedir.

Türkiye’yle Azerbaycan’ın başlattığı geniş çaplı ortak tatbikat, Türkiye’nin desteğini göstermesi açısından önemlidir. Ortak tatbikatın askeri işbirliği anlaşması çerçevesinde yıllık plana uygun olarak gerçekleştirilmekte olduğu söylenmiştir. Ancak ilanı, çapı ve takdimi Ermenistan’a mesaj mahiyetindedir.

Türkiye tarafından, Azerbaycan’ın yanında olmaya devam edileceği, ancak bunun diplomasi yollarının kapalı tutulacağı anlamını taşımadığı, son Erdoğan-Putin görüşmesinde çok iyi bir noktaya gelindiği açıklanmıştır. Bu da, her şeye rağmen Rusya’yla işbirliğinin devam ettiğini göstermektedir.

Doğu Akdeniz’de sismik araştırma faaliyetlerine ara

Araştırma gemisi Oruç Reis’in Rodos ile Meis arasındaki sahada sismik araştırma yapacağı haberi, iki ülke arasındaki gerginliği daha da arttırmıştır.

Türkiye’nin araştırmalar için NAVTEX yayımlaması, Yunanistan’ı daha da rahatsız etmiş, Yunanistan AB ve ABD’ye, Türkiye’ye karşı tavır alması talebinde bulunmuştur.

Türkiye tarafından yapılan açıklamada; Yunanistan’ın sınır komşumuz ve onunla tarihi ilişkilerimizin olduğu, temel sorunun kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgedeki boşluklardan kaynaklandığı, ihtilaflı konuların ikili şekilde çözülmesi gerektiği, konuları önkoşulsuz konuşmaya hazır olduğumuz ve müzakerelere devam edileceği için sismik araştırmalara bir müddet ara verildiği ifade edilmiştir.

Ancak bu yeni durumun, hakkımız olan kıta sahanlığının ve Meis adasının ana kara gibi kabul edilemeyeceği tezimizin müzakere edilmesi anlamına geldiği dikkate alınmalıdır.

Yunanistan’a taviz verilmemeli

Yunanistan’ın, bağımsızlık mücadelesinden günümüze kadar Türkiye’den kazanımlar elde etmeye çalıştığı unutulmamalıdır.

Anlaşmalarla aidiyeti Yunanistan’a verilmeyen, Türkiye’ye ait 18 adayı işgal ettiğini ve buralarda mevcudiyetini pekiştirdiğini, ege adalarını anlaşmalar hilafına silahlandırdığını, adaların da ana kıta gibi haklara sahip olduğunu dayatmaya çalıştığını ve bu konularda, her ne hikmetse, Türkiye’nin sessiz kaldığını hatırlatmakta fayda görülmektedir.

Şimdi de ABD’ye Dedeağaç’ta deniz ve hava üssü vermiştir. Bunun, gayrı askeri bölgeyi ihlal ettiği gerekçesiyle Lozan’a aykırı olduğu ifade edilmektedir. Bu konuda da Türkiye’nin hiçbir ikaz, eylem ve beyanda bulunmadığı dikkat çekmektedir.

Dış politikadaki bu yaklaşımlar, Türkiye’nin diplomasiyi ön plana çıkararak, geniş cephede yumuşama temayülü göstermesinin ve bazı konularda da geri adım atmasının işaretleridir. Ancak sıklet merkezini nerede teşkil edeceği anlaşılamamıştır. Bunu gelişmelere bağlı olarak şekillendireceği değerlendirilmektedir. Umarım yanlış hareket edilmez.

31 Temmuz 2020 Yeniçağ Gazetesi

DIŞ POLİTİKA DOSYASI : Rusya ile Ukrayna Arasında Yaşananları Kavramanızı Sağlayacak Bir Siyasi Analiz


Putin & Poroşenko

Rusya ile Ukrayna Arasında Yaşananları Kavramanızı Sağlayacak Bir Siyasi Analiz

Geçtiğimiz günlerde Rusya ve Ukrayna donanmaları Kerç Boğazı’nda ilginç bir gerginlik yaşadılar. Arası zaten pek iyi olmayan iki ülke bu tarz gerginlikleri daha ne kadar kaldırabilecek bilemiyoruz fakat konuyu analiz etmek gerek.

stratejik düzlemde

rusların büyük petro döneminden beri üstesinden bir türlü gelemedikleri, gelmek istemedikleri zamanla da yaşama sebepleri olmuş bir tür fobileri var: kaale alınmama korkusu.

çarlık rusya/sovyet rusya ve günümüz rus dış siyasetinin ana direğidir desek çok da büyük yanılmayız sanırım. süpergüç olmayı becerip birdenbire bir gün kendinizi artık süper olmayan bir güç halinde bulduğunuzda, hava kuvvetlerinizin bakımlarını yapamayıp ordunuzun maaşlarını ödeyemediğinizde, silah tüccarlarına son model ekipmanı maaş ödemek için sattığınızda, nükleer denizaltılar miadı dolmuş silahları yüzünden denizin dibinde patlayıp yokluktan sağ kalmış mürettebatı çıkaramayıp ölüme terkettiğinizde o eski ihtişamlı günlerin geride kaldığını düşünür durursunuz. rusların da sovyetler dağıldıktan sonraki 10 yılı böyle bir kabus dönemidir. "artık önemli sözü geçen bir ülke değiliz" korkusu her ülkeye atfedilebilirse de bu korku yüzünden gerekirse dünyayı yakacak kadar ileri gitmeye niyetli rusya kadar çok az ülke vardır. tarihleri boyunca da böyledir bu. ikinci dünya savaşı öncesi baltık devletlerine gider ve tepeden inme isteklerde bulunurlar. istediklerini alamazlarsa işgal ederler. (bkz: 1939 kış savaşı). alamadıkları vakit işgal sebepleri de çok büyük oranda istedikleri şeyin önemi değil, ufak tefek devletlerin kendilerine "hayır" diyebilme cesaretini göstermesidir. rus bilinçaltı bu tip şeyleri ezerek kendi büyüklüğünü önce kendine (kamuoyuna) sonra dış dünyaya kanıtlamak için hiçbir can mal para hiçbir masraftan kaçınmaz. ortamda savaş yoksa da halkı kilometrelik kuyruklarda tuvalet kağıdı almak için bekliyorken uzay yarışına girer, beşinci altıncı jenerasyon jetleri üretime alır.

ukrayna hadisesine kadar gürcistan mevzusu olduğunda da bazı şeylerin hiç değişmemiş olduğunu analistler yazıyorlardı. ukrayna ise ruslar için çok daha başka bir durum. rus kelimesinin kökeni bile kiev’e dayandığı ve adamlar zaten tarihlerini kievan rus beyliğine bağladıkları için ukrayna gibi bir yerin rus güdümünden (bkz: sphere of influence) başka bir yere yöneliyor olması bile rusları uyuz gibi kaşındırmaya tek başına yeter bir şey. bu bir. ikincisi ukrayna sovyetlerin zamanında önem sıralamasında iki numaralı devleti olduğundan buranın can düşmanları nato’ya yaklaşması zaten rusya içinde iyice bir batı kaynaklı ali cengiz oyunu olarak görülüyor. üçüncüsü rusya hemen dibinde kendine düşman milliyetçi bir ukrayna kültürü doğduğu için (ukraynalıların da tarihlerine bakıldığında çok haklı sebepleri de vardır) ve bunun karadeniz’deki en büyük askeri tesislerinin (bkz: sivastopol) kaybı olacaklarını bildiklerinden herşeyi göze alıp 21. yüzyılda ilhak gibi en negatif şeye başvurdular. kırım yerel meclisi kararı demeyin, görüntüler olaylar tam bir komedi, resmen adı koyulmamış bir ilhak var kırım hadisesinde.

kırım üzerinde rus bayrağı dalgalanmasını dünyada rusların ticaret ve silah anlaşmalarının olduğu ya da ruslara göbek bağıyla bağlı suriye küba kuzey kore gibi ülkeler dışında kimse tanımıyor. peki kısa vadede silahsız yapabilecek bir şey var mı? hayır. silahlı var mı? evet ama onun sonrasında dünyada ot bile yetişmiyor. o yüzden yok.

taktik düzlemde

kırım’ın anakaraya tek bir bağı olması yüzünden kırım’ı savunmaya yeltenen bir askeri gücün en büyük düşmanı hep ikmal olagelmiştir. kırım’ı savunmaya verdiği avantajlar yüzünden dilerseniz hayvan gibi savunursunuz ama o savaş makinesini döndüren günlük 1000/4000 ton arası ikmali ulaştırabildiğiniz sürece bu böyledir. ruslar ise kerç boğazı’na tuzla adası üzerinden bildiğin bayağı bir süspansiyon asma köprü inşa ettiler. zira böyle bir olasılık vukua gelirse denizden ikmal 600km menzilli seyir füzelerinin harpoonların tlam platformlarının deniz savaşını domine ettiği bir teknolojik ortamda kolay değil. kara bağlantısı ise yüksek hacimde ikmale olanak sağladığı ve deniz gücü gibi kendi ofansif insiyatiflerini tehlikeye atmadan yarımadayı besleyebildiği için tercih ediliyor.

işte ukrayna’nın da azak denizinde kasabadan hallice limanları var. 2003 anlaşmalarına göre de kerç boğazı’ndan geçiş serbestisi konusunda rusya ile imzalı senetleri var. ama öküz öldü ortaklık bozuldu diyerek kırım işgal edildiğinde iki ülke arasındaki yazılı olan her şey büyük bir tahakküm altına girmekten kurtulamadı. rusya taktik anlamda kırım’ı besleyen can damarının altından ukrayna savaş gemilerinin girip azak denizinde olası ters bir durumda ikmali sekteye uğratması ihtimalini düşünmek bile istemiyor. bugün ukrayna savaş gemileri geçip yarın ukrayna’ya amerika tarafından hibe edilecek arleigh burke sınıfı fırkateynler aegis kabiliyetli kruvazörler ukrayna bandırasıyla azak denizine girmeye çalıştığında ne olacak onun hesabını verebilecek rusya’da pek kimse yok. bu olmadan kırmızı çizgiyi bence bir çekmek istediler. ama iş o noktaya şimdi daha da hızlı ilerliyor.

operasyonel düzlemde

rus kaptan bayağı ana avrat küfrederek römorköre gemisiyle omuz atıyor. gemilere rus istihbarat servisi fsb de bordalayıp epey bir denizciyi de yaralıyorlar. iki meşru ülkenin bayağı birinin diğerine silahlı agresyonu var. boğaz geçişinde bu gerçekleştiği için anlaşma ihlali, uluslararası hukukun çiğnenmesi ne aranırsa var.

ukrayna’da şu an hali hazırda epey bir nato personeli karşılıklı işbirliği ve eğitim çerçevesinde bulunuyor. biraz da bundan kuvvet alarak sıkıyönetim ilan edildi. sıkıyönetimden bir adım sonrası genellikle seferberlik (mobilization) olarak gelir. seferber olmuş bir devletin de savaşa bir haftası var kabul edilir. yani ukrayna bu olay neticesinde on binden fazla nükleer başlığı olan bir ülkeye karşı "savaşa iki adım" kaldığını alenen söylemekten çekinmiyor. üstüne denizde olan ufak anlaşmazlıklardan tatsızlıklardan bir halt çıkmayacağını kimse düşünmesin. vietnam savaşını çıkaran da bir tonkin körfezi hadisesidir.

tepeden bakıldığında ufak gördüğü/kendini tehdit ettiğini düşündüğü/ağzının payını vermezse karizmasının çizileceğini düşündüğü ülkelere karşı çok sınırlı bir tahammülü olduğunu bildiğimiz bir rus kültürü küçük enişte gibi bağıran ve sol kolunu (kırım) kaptırmış bir ufak devlet tarafından alenen tehdit ediliyor. bu ikisi birbirlerine proksi savaşlar donetsk luhansk donbass yerine resmen tank top dalarlarsa nato’nun bu mevzu içine çekilmesi benim oturduğum yerden çok da uzak bir ihtimal gibi gelmiyor. ikaz – uçuşa yasak bölge falan diye başlar ondan sonrası da tufan. bütün olayların türkiyeye olan uzaklığı ise kuş uçuşu 260km. istanbul ankara arası kadar bile değil.

nitekim rusları asıl durduran tam kapasiteleriyle ukraynaya rus tipi bir karşılık vermemelerinin tek nedeni de yine ortamdaki nato varlığı. rusya gibi dünya kamuoyunu kendi içinde düşmanlaştırmış, "biz süperiz kimse bizi çekemiyor" mentalitesini her vatandaşına sedef gibi kakmayı becermiş bir anlayış fiilen ayrılıkçıların elindeki luhansk ve donetsk’i aynı kırım gibi oldu bittiyle ele geçirmiyorsa korktuğu başka şeyler de var. zira onlar da biliyor. ukraynada yaprak kımıldasa polonya ve baltık ülkelerindeki nato yığınağı da katlanıyor.

yani mevcut veriler ve olayın seyri incelendiğinde bu olay ne yapılıp edilip yatışmak zorunda. zira bu boyutlarda bir askeri yığınak bir kıvılcıma bakar. çıkabilecek yangını da söndürecek su dünyada yok.

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Aziz Ergen : Türkiye-Rusya İlişkilerinin Stratejik Önemi


Aziz Ergen : Türkiye-Rusya İlişkilerinin Stratejik Önemi

28 Haziran 2020

15.yy dan itibaren 16 kez karşı karşıya gelip 50-60 yılı savaşlarla geçen Türkler ve Rusların 530 yıllık tarihinde, 20.yy.dan itibaren (1920-1938) iki ülkenin bu kadar hızlı ve bütünlük içerisinde uzlaşarak aynı hedef doğrultusunda buluşmaları tarihin keşfedilmiş en büyük mucizesidir. Peki bu mucizeyi gerçekleştiren sebepler nelerdir ?

1915 yılında Çanakkale’de Mustafa Kemal’in yıldızlaştığı Türk Ordusu’nun zaferi, Rusya’ya ulaşmak isteyen İngiliz ve Fransız gemilerine boğazları kapatarak Rus Çarlığının çöküşüne ve Rus devriminin gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır.Mustafa Kemal’in kritik rol oynadığı Rus devrimi de Türk Kurtuluş savaşında büyük rol oynamıştır.

Farklı ideoloji ve hedeflere sahip, 20. yüzyıla şekil veren iki büyük lider Mustafa Kemal ve Lenin Batı Emperyalizmine karşı birlikte mücadele ederek sağlam temellere dayalı dostluk ve işbirliği antlaşmamalarının temellerini atmış oldular.

İki lider arasında sağlam ilişkiler kurulmasının iki temel sebebi vardı. Birincisi Lenin’in Atatürk’ü, feodalizm ve halifelikle savaşan ve böylece önce kapitalizm, en nihayetinde sosyalizme ulaşılması için ülkesinin ihtiyacı olan zamanı kısaltan ilerici bir lider olarak görmesiydi. İkinci sebep ise her iki tarafın da, aynı düşmanlarla savaşmış olmasaydı.

30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Osmanlı ordusunun mevcudu azaltılmış, silahların önemli bir kısmına el konulmuş,İstanbul,Trakya ve Anadolu’nun birçok bölgesi işgal edilmişti. Top,Makineli tüfek,hatta piyade tüfeğinin bile dışarıdan sağlanması gerekiyordu.Ulaşım yolları tümüyle bozuk bir haldeydi. 4.000 km.den az uzunluktaki demiryollarının çoğu işgal kuvvetlerinin kontrolündeydi.

Sovyetler Birligi, TBMM Hükümeti ile dostane ilişkiler kurmayı önemsiyordu.Bu dostluk her iki ülkenin çıkarlarına uygun düşüyordu. Ankara, bu dostluk sayesinde içinde bulunduğu uluslar arası platformdaki yalnızlığından kurtulmayı, ayrıca Doğu sınırının güvenliğini sağlayarak Batı’daki işgal güçlerine karşı daha özgüvenle savunma verebilmeyi amaçlıyordu.

Lenin’in başında olduğu Sovyet Hükümeti, Mustafa Kemal liderliğindeki Türk Ulusal hareketi’ni ideolojik ve jeopolitik hedeflerine uygun olarak görerek Rus İmparatorluğu’nun tarihsel iddiaları olan Batı Ermenistan ve Türk Boğazlarını kapsayan topraklar üzerindeki planları terk etti.

Müdafaa-i hukuk cemiyet’lerinin sahip olduğu kaynak miktarı 20.479.69 TL idi. Maddi yetersizlik,dış yardım alımı fikrinin ortaya atılmasına neden oldu ve bu konu ciddi bir şekilde ele alındı.Avrupa ülkelerinden yardım isteme ve bekleme yerine “ ortak düşmanlara karşı birlikte hareket etme “ ilkesi gereğince SSCB’ye yönelindi. Amasya Genelgesi’nin yayımlanmasının hemen öncesinde 18-22 Haziran 1919 tarihleri arasında Amasya’da yapılan toplantıda ilk kez Sovyetlerden yardım alma koşulu görüşüldü. Sovyet Rusya’nın ilk yardım teklifi 1919 yılında Havza’da geldl.

Mustafa Kemal 26 Nisan 1920 tarihinde, yani Türkiye Büyük Millet Meclisi(TBMM) açılışından üç gün sonra,SSCB’ye yazdığı mektubunda emperyalizme karşı mücadele için diplomatik ilişkilerin genişletilmesine paralel olarak altın,belirlenecek miktarda silah ve diğer savaş gereksinimlerini talep etti.

“Ülkelerimiz arasında bir başka ve daha önemli benzerlik, bizim kapitalizm ve emperyalizme karşı mücadele etmemizde yatmaktadır. Türkiye’nin hala, büyük devletlerin ve uydularının açık ya da gizli, çılgınca saldırılarına hedef olmasının nedeni, bütün mazlum sömürge halklarına örnek olacak kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır… Sizi kesin biçimde temin ederim ki, Büyük Millet Meclisi’nin Türkiye’si, bugüne kadar Sovyet Rusya’ya karşı izlediği siyasetten geri adım atmayacaktır ve bu konuda yayılan söylentiler yanlıştır. Yine aynı biçimde açıklarım ki, Sovyet Rusya’ya karşı doğrudan ya da dolaylı olarak, hiçbir anlaşmaya asla imza atmayacağız; böyle bir ittifaka katılmayacağız.” (Mustafa Kemal)

“Mustafa Kemal sosyalist değldir. Fakat,görülüyor ki iyi bir örgütçü,yüksek anlayışlı bir önder.Ulusal burjuva ihtilalini yönetiyor.İlerici,akıllı bir devlet adamı.Bizim sosyalist devriminin önemini anlamış olup,Sovyet Rusya’ya olumlu davranıyor.O,istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor.Emperyalistlerin gururunu kıracağına ,padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum.Ona,yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor." (Vladimir Lenin)

Sovyetler Birliği’yle ilk resmi anlaşma, 16 Mart 1921’de Moskova’da, bu kentin adıyla imzalandı. Bundan dört ay önce Ermenistan’la Gümrü (3 Aralık 1920), on beş gün önce Afganistan’la (1 Mart 1921) Dostluk ve Sakarya Savaşı’ndan hemen sonra (13 Ekim 1921) yine Sovyetler’le Kars Antlaşması imzalandı. 17 Aralık 1925’te; Dışişleri Bakanları Çiçerin ve Tevfik Rüştü (Aras), Paris’te yeni bir Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşması imzaladı. Sovyet Rusya’sı,Türkiye’ye 39.000 tüfek,327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon fişek,147.000 top mermisi, 2 avcı botu, 4.000 el bombası, 1.500 kılıç, 20.000 gaz maskesi ve 125.000 TL. değerinde altın yardımı yaptı.Bu antlaşma yeni Sovyet rejiminin yaptığı ilk uluslar arası anlaşma olup iki ülke arasındaki ilişkiler resmileştirilmiştir.

Sovyet yardımıyla, Kayseri,Nazilli,Karabük gibi sanayi yatırımları yapıldı,tarımsal kalkınmayı amaçlayan,uygulamaya dönük bilimsel projeler geliştirildi. Adana’da Sovyetlerden alınan kredi ile 11 Temmuz 1933’de Sümerbank kuruldu.1952’de Mersinde ATAŞ Rafinerisi,1955’de Batman Petrol Rafinerisi,05 Ağustos 1967’de Seydişehir Alimünyüm tesisleri, 10 Ekim 1969 tarihinde İskenderun Demir Çelik, Fabrikaları (İSDEMİR)kuruldu.1965 Aliağa rafinerisi kuruldu. Prof.Orlof başkanlığındaki teknik kurul , “Birinci Beş Yıllık Plan “ı hazırlandı ve uygulamaya geçildi. Mali kaynak, uzman ve teknoloji desteğiyle, değişik alanlarda bilimsel kuruluşlar oluşturuldu.

Atatürk döneminde, 13 yıl kesintisiz Dışişleri Bakanlığı yapan Tevfik Rüştü Aras, Sovyet yardımı konusunda şu bilgileri verir: “Uygun koşullarla, birçok alanda Sovyet yardımı aldık. Ben, İş Bankası İdare Meclisi Başkanıyken, Çayırova Cam Fabrikasını Ruslara yaptırdım. Amerika ve Avrupa’da kapı kapı dolaştık. Cam trösleri Türkiye’de fabrika kurmayı reddettiler… Moskova gezisi sırasında, İsmet İnönü ile birlikte Stalin’le görüşmüştük. Stalin, ‘sıkıntıdasınız’ diyordu; ‘biz de sıkıntıdayız, ama on milyon ruble verebiliriz’ dedi. Faiz şartlarını sordum. Kredi faizsiz olacak, biz faiz almayız’ dedi. Krediyi nasıl ödeyeceğimizi sorduğumda, Stalin ‘siz belirleyin’ dedi. 15 yıl vadeli bu krediyi, malla ödedik”.

Mustafa Kemal Atatürk,1923’den 1938’e dek 15 yıl boyunca,Meclis’i açış konuşmalarının tamamında,Sovyetlerle ilişkileri ele almış ,bu tutumuyla Sovyet dostluğundan söz etmeyi gelenek haline getirmiştir.

Doğrudan, Atatürk tarafından belirlenen Sovyet politikası, emperyalist kuşatma altında sürekli tehdit altında yaşayan Sovyetler Birliği’ne de uygun geliyordu. “Türkiye’nin güçlenmesinden rahatsız olmak bir yana”, onu güçlendirmek için elinden geleni yaptı.

1 Kasım 1924 Meclis’i açış söylevinde, “kadim dostumuz Rusya Sovyet Cumhuriyeti’yle ilişkimiz, dostluk vadisinde her geçen gün daha çok gelişmekte ve ilerlemektedir. Cumhuriyet hükümetimiz, Rusya Sovyet Cumhuriyeti’yle olan gerçek ve olgun ilişkileri, geçmişte olduğu gibi dış siyasetinin en belirgin özelliği saymaktadır”14 derken; 1 Kasım 1933 açılışında, “iki ülkenin çetin dönemlerde kurulmuş ve on beş yıldır her türlü sınavdan daha güçlü çıkan dostluğu, her zaman yüksek değerlerdedir. Bu dostluğun, uluslararası barış için de değerli ve önemli bir etmen olduğunda tereddüt edilemez” diyordu.

Mustafa Kemal, 30 Aralık 1921’de, “Türk ve Rus ulusları arasındaki içtenlik, bütün dünyaca artık bilinmektedir. Rusya Şuralar Hükümeti, bu içtenliği her yoldan ve her fırsatta gösterdi. Biz de vicdanımızdan gelen aynı eğilimle, içtenliğimizi her zaman göstereceğiz” dedi.

1 Kasım 1926 Meclis’i açış söylevinde Türk-Rus ilişkilerinden “samimi ve içten ilişkiler” diye söz etti. 1 Kasım 1931 söylevinde Rusya için, “büyük dostumuz Sovyet Rusya” tanımını kullandı.

9 Mayıs 1935’te CHP Dördüncü Büyük Kurultayı’nı açarken, “Komşularımızla dostluğumuzu, geliştirme ve iyi geçinme yolunda her gün biraz daha ilerliyoruz. Sovyetlerle dostluğumuz her zamanki gibi sağlam ve içtendir. Kara günlerimizden kalan dostluk bağını, Türk ulusu unutulmaz değerde bir hatıra bilir. Türk-Sovyet dostluğu, uluslararası barış için şimdiye kadar yalnız iyilik ve yarar getirmiştir. Bundan sonra da yalnız iyilik ve yarar getirecektir”20 dedi. 1 Kasım 1936 Meclis söylevinde görüşünü; “Kara ve denizde büyük komşumuz Sovyet Rusya’yla aramızdaki, her türlü deneyden geçmiş dostluğu, ilk günkü güç ve içtenliği tümüyle koruyarak, doğal gelişimini sürdürmektedir” sözleriyle açıkladı.

500 yıllık Türk-Rus ilişkilerinde Türkiye’yi resmi olarak ilk kez ziyaret eden Rus lider Putin oldu. Putin, 2004 yılında Türkiye izlenimlerini Türk basınına şöyle anlatıyordu: “Benim için Türkiye güneyimizdeki NATO üyesi bir ülkeydi. Yani, bizim düşmanımız olarak görülüyordu… Antalya’ya birkaç sefer gittim. Ve size samimi olarak söyleyeyim, mest oldum. Bu ziyaretlerim sayesinde ülkeniz hakkındaki düşüncelerim kökünden değişti. Yukarıda bahsettiğim ‘NATO ülkesi düşman Türkiye’ kalıpları, bir anda kafamdan silindi gitti. Ziyaretlerim sırasındaki Türk halkının bize gösterdiği ilgi, Türkiye hakkındaki düşüncelerimin temeline yerleşti. Yanlış hatırlamıyorsam 92-93 başlarıydı. Üç sefer gittim. İkişer üçer hafta kaldım. O tarihlerde St. Petersburg’da bir görevdeydim. Antalya veya başka bir yer olması önemli değil. Biz küçük bir tekne kiralayıp, kıyılarınız boyunca tura çıktık. Teknenin iki Türk personeli vardı. Aramızda anlayış ve dostluk öyle süratli kuruldu ki; böyle insanların düşman olamayacağını anladım. Bu iki adam ne politikacıydı ne de birer işadamıydı. Çıkarları olmayan, sadece işini yapan insanlardı.” Kısaca Putin’in 2000’li yılların başlarında iktidara gelmesiyle ikili ilişkiler arttı, ticaret hacmi büyüdü. Putin, defalarca Türkiye’yi ziyaret etti. Türkiye, Rusya’nın stratejik partneri oldu.

Türkiye’nin kurtuluş savaşındaki stratejik ortağı Rusya’dan uzaklaşarak (dün dündür bugün bugündür) anlayışıyla ülkemizi işgal etmek isteyen Batı Emperyalizmin temsilcileri ile antlaşmalar ve ittifaklar kurması akla ve mantığa sığmayan Türk Gençliğince sorgulanması gereken bir konudur.Bu uzaklaşma ile karşılaştığımız sorunları ana başlıkları ile sayarsak büyük resim çok net olarak ortaya çıkacaktır.

Atatürk’ün ölümünden 140 gün sonra hemen yapılmaya başlayan antlaşmalar ve başımıza gelenler: 01 Nisan 1939’da ABD ile yapıldı “yabancı bir ülkeye ayrıcalık tanıyan(imtiyaz)anlaşma “, 12Mayıs-23 Haziran 1939’da Fransa-İngiltere ile imzalanan siyasi deklarasyonlar ile 19 Ekim 1939’da “Üçlü İttifak Antlaşması ‘na dönüştürülmesi,batıya bağlanmanın ilk adımları oldu.24 Ekim 1945’de Birleşmiş Milletlere girdi.BM’den sonra kurulan tüm uluslar arası örgütlere,inceleme yapmadan,araştırmadan,ve bilgi sahibi olmadan üye oldu. 14 Şubat 1947’de Dünya Bankası,11 Mart 1947’de IMF,22 Nisan 1947’de Truman Doktrini, 4 Temmuz 1948’de Marshall Yardımı,23 Şubat 1945 “Karşılıklı Yardım Anlaşması,27 Şubat 1946’da “Kredi Anlaşması “,7 Mayıs 1946 “Borçların tasfiyesi İle İlgili Anlaşma “ 6 Aralık 1946 “Kahire Anlaşması’na EK Anlaşma, 12 Temmuz 1947 “Askeri Yardım Anlaşması “27 Aralık 1949 “Eğitim İle İlgili Anlaşma “imzalandı.11 Mayıs 1950 “NATO’ya ilk giriş başvurusunun ABD tarafından reddedilmesi, 1 Ağustos 1950 " NATO’ya giriş için ikinci başvurunun yapılması “30 Haziran 1950 “ Kore’ye Asker Gönderilmesi,”18 Şubat 1952 “Türkiye’nin NATO’ya kabulü “ Ekim 1962 "Küba Füze Krizi", 5 Haziran 1964 “Johnson Mektubu-Türkiye’nin Kıbrıs’a Müdahalesini Önlemek Amacıyla Yazılan Mektup “,01 Temmuz 1974 “Haşhaş ekiminin durdurulmaması ve Kıbrıs Barış Harekatı Nedeniyle ABD’nin Silah Ambargosu “ ,1991 “Birinci Körfez Harbi 36ncı Paralel ve Çekiç Güç Faaliyetleri “01 Mart 2003 “Tezkerenin reddedilmesi ve 04 Temmuz 2003 ‘de “ K.Irak’ın Süleymaniye Kentinde peşmergeler ile birlikte 11 Türk Askerinin Başına Çuval Geçirilmesi “10 Ekim 2007 “Ermeni Soykırım İddiaları “, 2011 “ABD’nin cihatçı örgütler ve PYD’yi destekleyerek Suriye’ye müdahalesi “ “PYD/YPG Krizi”, 15 Temmuz 2016 “FETÖ’nün darbe girişimi, FETÖ’nün ve İltica Eden General,Amiral Ve Subayların ABD’den İade İsteğinin Yerine Getirilmemesi “26 Kasım 2019 “S-400 Hava savunma Sistemleri ve F-35 Savaş Uçakları Krizi “26 Temmuz 2018 “Rahip Andrew Craig Brunson Krizi “ ”Doğu Akdeniz ve Libya sorunu “ “Ege Denizinde 18 adası 1 Türk kayalığı işgal edilmesi” arada saymadıklarımızda olabilir.

Yukarıdaki bilgilerin ışığında ortaya çıkan sonuç; Mustafa kemal Atatürk’ün ölümünden sonra yanlış iliklenen düğme nedeniyle şu ana kadar da bütün düğmeler yanlış iliklenmeye devam ediyor. Günümüz koşullarında milli menfaatlerimiz doğrultusunda Jeopolitik ve Jeostratejik olarak komşu ve sınırdaş ülkelerdeki problemlerin çözümünde, siyasi iradenin kararlılığıyla milli menfaatlerimiz doğrultusunda bunu engellemek isteyen Emperyalist güçlere karşı Rusya, İran, Irak ve Suriye ile birlikte Libya da dahil olmak üzere Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki sorunları çözebiliriz.

Yazımızı yine Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü ile tamamlayalım;

“En Büyük Düşman; düşmanların düşmanı; ne filan ne de falan milletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış bir saltanat halinde, bütün dünyaya hâkim olan Kapitalizm afeti ve onun çocuğu Emperyalizmdir. Daha doğrusu, Kapitalizm Saltanatının mazlum milletlere karşı gönderebileceği son kuvvet, son ordudur. Nitekim bundan önce, üzerimize ordular salmış olan düşmanlar, yine böyle Kapitalizm Saltanatının ordularından başka bir şey değildi. Nitekim Kapitalizm sadece falan veya filan milletin düşmanı değildir. Bilakis bütün dünyanın, bütün milletlerin müşterek düşmanıdır; milletleri birbirine düşüren, kuvvet o; kardeş kanları döktüren, fesatlar ondan; dünyayı kaplayan sefaletin müsebbibi; hülasaten bütün insaniyeti inleten zulmün yegâne zalimi odur.”Mustafa Kemal-Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi 23 Temmuz 1920

KAYNAKLAR:

1 –“Moskova Hatıraları” Ali Fuat Cebesoy, sf. 61; ak. Abtülahat Aksin, “Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi”, TTK, Ank.-1991, sf. 50

2 – “Atatürk’ün Dış Politikası” T.Rüştü Aras, Kaynak Y., İst.-2003, sf. 209

3 – “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1984, sf. 32

4 – “Harp Tarihi Vesikaları Dergisi” No:388; ak. Rasih Nuri İleri, “Atatürk ve Komünizm”, Anadolu Yay., İst.-1970, sf. 35-40

5 – “Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri” A.M. Şamsutdinov Cum.Kit., İst.-2000, sf. 102-103

6 – “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., ist.-2003, sf. 209

7 – “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, İst.-1974, sf. 879-880

8 – “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III”, Türk İnk.Tar.Ens.Yay., 5.Baskı, Ank.-1997, I.Cilt, sf.354

9 – Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” Seyfettin Turhan, Y.K. Y., 2.Bas., İst.-1995, sf. 170

10- Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı (Metin Aydoğan)

http://kuramsalaktarim.blogspot.com/2019/04/turk-sovyet-iliskileri-ve-ataturk_29.html

12-Atatürk ve Türk Devrimi (Metin Aydoğan)

13-İnonü (Metin Aydoğan)

14-500 yıllık Tür-Rus ilişkilerinde Türkiye’yi ilk ziyaret eden Rus lider Putin (Fuad Safarov-Moskova (Dik Gazete)

https://www.dikgazete.com/500-yillik-turk-rus-iliskilerinde-turkiye-yi-ziyaret-eden-ilk-rus-lider-putin-makale,2051.html?fbclid=IwAR1QZSJcYK739lq8tsVpYcrZvi_9T7LrKF2H39g506AjTlH6f8a

15- Türk-Rus İlişkilerinin altın ismi:Mustafa Kemal (Fuat Safarov –Moskova (Dik Gazete )

16-Kurtuluş Savaşının İdeolojisi (Hakimiyrti Milliye Yazıları-Hadiye Bolluk,Kurtuluş Güran)

17- *Hüseyin Erikli-Em.Ögrt.( Özel çalışma notları)

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// MUSTAFA SOLAK : TÜRKİYE-RUSYA DİPLOMATİK İLİŞKİLERİNİN 100. YILI


MUSTAFA SOLAK : TÜRKİYE-RUSYA DİPLOMATİK İLİŞKİLERİNİN 100. YILI

Atatürk’ün, SSCB lideri Lenin’e yazdığı 26 Nisan 1920 tarihli mektubu, Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, 3 Haziran 1920’de yanıtlar. Bu tarihle başlayan Türkiye-Rusya ilişkileri mecburiyet gereği başlamıştı. Daha, TBMM’nin açılmasından üç gün sonra, 26 Nisan 1920’de, ortak mücadele programı geliştirmek için Mustafa Kemal Paşa, SSCB lideri Lenin’e mektup yolladı. Mektup ilk resmi dış politika girişimidir. Mektupla emperyalizme karşı birliktelik arzulanmış ve işgalcilere karşı savaşmak için Rusya’dan 5 milyon altın, silah, cephane ve malzeme talep edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa imzalı mektubun içeriği şöyleydi:

“1. Emperyalist hükümetler aleyhine harekâtı ve bunların tahakküm ve esareti altında bulunan mazlum insanların kurtuluşu gayesini hedefleyen Bolşevik Ruslarla mesai ve harekat birliğini kabul ediyoruz.

2. Bolşevik kuvvetleri Gürcistan üzerine askeri hareket yapar veyahut takip edeceği siyaset ve göstereceği tesir ve nüfuzla, Gürcistan’ın da Bolşevik ittifakına dahil olmasını ve içlerindeki İngiliz kuvvetlerini çıkarmak üzere bunlar aleyhindeki harekata başlamasını temin ederse, Türkiye hükümeti de emperyalist Ermeni hükümeti üzerine askeri harekat icrasını ve Azerbaycan hükümetini de Bolşevik devletler zümresine dahil etmeyi taahhüt eyler.

3. Evvela, milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist kuvvetleri kovmak ve gelecekte emperyalizm aleyhine vuku bulacak ortak mücadelelerimiz için dahili kuvvetlerimizi şekillendirmek üzere, şimdilik ilk taksit olarak beş milyon altının ve kararlaştırılacak miktarda cephane ve diğer fenni harp vasıtaları ve sıhhi malzemenin ve yalnız Doğu’da harekât icra edecek olan kuvvetler için erzakın, Rus Sovyetler Cumhuriyeti’nce temini rica olunur. Üstün ihtiramlarımızın ve samimi hissiyatımızın kabulünü rica eyleriz.”[1]

Görüldüğü gibi mektup sadece ülkemizin ihtiyacını ortaya koymuyor. Rusya da emperyalizmle ve emperyalist destekli isyanlar mücadele etmektedir. Emperyalist destekli Gürcü, Ermeni, Azeri güçler iki ülke arasında Kafkas Seddi oluşturmuştu. Bu seddi yıkarak Batıda ilerleyen işgallere karşı askeri gücü kaydırmak gerekiyordu. Bu seddi yıkmak her iki ülke için hayatiydi.

Mektuptan sonra 11 Mayıs 1920’de Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey başkanlığında bir heyet Moskova’ya yola çıkar. 19 Temmuz ‘da Moskova’ya varan heyet, Lenin ve önemli Sovyet yetkilileriyle görüşür. Sovyetler Birliği, yüzbinlerce ton cephane, silah gönderir. 16 Mart 1921’de Moskova’da Türk-Sovyet Antlaşması imzalanır.

“Emperyalistlerin gururunu kıracak, padişahı silip süpürecek”

SSCB, Aralov’u Türkiye’ye elçi gönderme kararı alır. Aralov, Türkiye’ye giderken Lenin’in şunları söylediğini belirtir:

“Mustafa Kemal Paşa, tabii ki sosyalist değildir, diyordu Lenin ama görülüyor ki iyi bir teşkilatçı. Kabiliyetli bir lider, milli burjuva ihtilalini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist inkılabımızın önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor. İşte sizin işiniz budur. Türk hükümetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız. İngiltere onların üzerine Yunanistan’ ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile memleket saldırttı. Sizi ciddi işler bekliyor. Yoldaş Frunze bugünlerde Ukrayna Cumhuriyeti adına Ankara’ya gidecektir. Herhalde onunla Türkiye’de karşılaşacaksınızdır.

– Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye’ ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır.”[2]

Sovyet elçisi 28 Ocak 1922 günü Ankara’ya gelir. Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruz hazırlıklarını göstermek için Aralov’a cepheyi gezdirir. Bu, iki ülkenin kader birliği açısından önemlidir. İlişkilerin diplomatik düzeyde kalmadığını, iki ülkenin askeri alandaki deneyimleri de paylaştıklarını gösterir. Mustafa Kemal Paşa, taarruza karar verdiğinde, her şeyi normalmiş gibi göstermek için Aralov’dan 17 Ağustos’ta Sovyet temsilciliğinde kendisinin de katılacağı bir davetin düzenlenmesini ister. Davet verilir ama Atatürk, cepheye gitmek için rahatsızlığını bahane ederek gitmez.

Milli mücadelenin başarısından sonra da Türk-Sovyet dostluğunu pekiştirmek için İstanbul’da Taksim Meydanı’na dikilen anıtta Aralov’un da heykeline yer verilir.

Emperyalizme karşı başarı için bugün de Türk-Rus işbirliği şart

He ne kadar S-400’lerin alımını “bağımlılık” olarak görenler varsa da, bu, gereklidir.

Bağımlılığı, tehdidi silah almayarak savuşturamayız. Millî silah sanayi masa başında “tam bağımsız kalalım” demekle gelişmiyor. Biz etkili silah yapana kadar ABD boş durmuyor. “Putin’in, Trump’tan farkı yok demek”, ABD ile Rusya’yı eşit görmek; daha önemlisi ABD tehdidine karşı yine ABD’nin hedefindeki müttefikinden yoksun kalmak demektir. Dünyayı ve bölgemizi hangisi tehdit ediyor?

Akdeniz’de Yunan, Rum, İsrail ile askeri tatbikat yapan, PKK’ye silah veren, petrol aramamıza itiraz eden ABD değil mi? Afganistan’ı, Irak’ı, Suriye’yi kim işgal etti? Libya’yı kim parçaladı? PKK’ye kim silah veriyor? IŞİD’i kim destekledi? FETÖ darbe girişiminin arkasında kim var? Venezüela’da, Balkan ve Kafkaslardaki Turuncu darbe girişimlerinin arkasında kim var? ABD mi Rusya mı?

Rusya da bizim gibi parçalanmak istenen ülke konumda. Balkan, Kafkas, Türk cumhuriyetlerindeki Turuncu darbe girişimleriyle hedef alındı. Rusya, ekonomik ve siyasi olarak dünyanın jandarmalığına soyunacak güçte değil. AB, ABD’ye karşı Türkiye ve Asya ülkeleriyle işbirliği arıyor. Bu sebeplerle “Rusya’ya bağımlı oluruz” kaygısı yerinde değildir.

Türkiye silah envanterini çeşitlendirerek ABD’ye bağımlılığı azaltıyor. ABD tehdidin artması, millî füze, savunma sistemini geliştirecektir. ABD’ye bağımlı hava kuvvetlerimiz, F-35 ile yüzde yüz bağımlı hale geleceği için, ABD’nin Türkiye’yi F-35 programından çıkarması bağımlılığı azaltır. Rusya’ya düşmanlık veya mesafe durmak Türkiye’yi ABD’ye teslim eder. Rusya’dan silah almak neden tam bağımsızlığa engel olsun! Aksine onu pekiştirir.

Tam bağımsızlık, Rusya’dan füze almamakla değil, mevcut tehdide karşı tedbirlerini almak ve en geniş ittifakı sağlamakla olur. Atatürk de “tam bağımsızlık” diyerek Kurtuluş Savaşı verirken SSCB’den ve Müslüman ülkelerden askeri, mali destekle almamalı mıydı? Sadabat Paktı, Balkan Atlantı ile emperyalizme karşı ittifak kurmamalı mıydı? Atatürk “bağımsızlığımızı ihlal etmedikçe, mali, askeri, yardım alabilir deyince” tam bağımsızlıkçılığına halel mi geldi?

Tehdit bugünün tehdidi ise; emperyalizm, bugünün işini yarına bırakmamızı beklemez.

Aralov Türkiye’den ayrılacağı zaman Atatürk’ün, kendisine şunu söylediğin belirtir:

“Padişahların ve Çarların, emperyalistlerin işine gelen, bitmez tükenmez savaşlara sürükledikleri biz, her iki ülkenin halkları, sürekli bir dostluk içinde yaşamak zorundayız İran gibi, Arabistan gibi, öteki doğu halklarını da bizim dostluk ailesinin arasına sokalım. Bu benim hayalimdir.”[3]

Bu bakımdan ülkemiz, çıkarları önemli ölçüde uzlaşan Ruslarla, bağımsızlık temelinde ilişkilerini geliştirmelidir.

Türkiye, Lübnan, Suriye, Irak ve İran’ın toprak bütünlüğü, ekonomik gelişme için Avrasya Birliği seçeneği güçlendirilmelidir.

Her iki ülkenin eğitim hayatında Türkçe ve Rusça daha fazla kullanılmalıdır.

Turizm potansiyelimiz Rusya ile daha fazla değerlendirilmelidir.

Mustafa Solak

[1] Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.8, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2004, s.114.

[2] Semyon İvanoviç Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları 1922-1923, Çev: Hasan Ali Ediz, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010, s.27-28.

[3] Age, s.229-230.

DIŞ POLİTİKA DOSYASI : İran’ın Suriye Politikası ve Milis Grupları


İran’ın Suriye Politikası ve Milis Grupları

Yazan Köksal Taşkent

09 Mart 2020

Özet

İran İslam Cumhuriyeti’nin dış politikasının esasları; hegemon güçlerin reddi, bağımsızlık ve Siyonist rejime muhalefet gibi yaklaşımlar üzerinde şekillenmiştir.

Bu açıdan bakıldığında ve İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisi de hesaba katıldığında, İran’ın dış politikasında uyguladığı keskin hamlelerin tutarlı olduğunu söyleyebiliriz. İran’ın 2011’den beri Suriye’de yaşanan gelişmelerde Suriye hükümetine verdiği destek, İran dış politikasının yapısıyla uyumlu bir görüntü çizmektedir. Bazı taktiksel değişiklikler olmasına rağmen, İran’ın Suriye krizine yönelik stratejik yönelimi ve tutumu hiç değişmemiştir. İran’ın Suriye’ye verdiği desteğin altında yatan gerekçelerin ideolojik çıkarlar, bölgesel etki, İran’ın coğrafi sınırları dışında ABD ile karşı karşıya gelmesi, Tahran ve Şam arasında doğrudan bir iletişim kanalı kurulması ve bölgesel rakiplerin etkisini azaltan ulusal çıkarlar kapsamında şekillendiği söylenebilir.

Anahtar kelimeler: Suriye krizi, Suriye İç Savaşı, İran milisleri, Şii endoktrinasyonu, Suriye’deki İran destekli gruplar

Giriş

İran İslam Cumhuriyeti, Suriye’yi bölgedeki stratejik derinliği ve İran’ın Orta Doğu’daki bölgesel dış politikasının ağırlık merkezi olarak değerlendirdiği için Suriye İç Savaşı boyunca Esad hükümetini desteklemeye karar verdi. Öte yandan bu desteğin bir diğer sebebi de Esad’ın devrilmesinin İran’ın bölgesel nüfuzunu azaltacağı, engelleyeceği ve İran’ın bölgedeki etkisini izole edeceğini bilmesidir. İran’ın bölgesel nüfuzunu korumak ve genişletmek, Hizbullah ve Filistin kaynaklı Şii milis gruplarla teması sürdürmek, İsrail’in yarattığı bölgesel güvenlik tehdidini ortadan kaldırmak ve bu tehdidi İsrail sınırlarında sınırlamak, sahadaki etkiyi diplomasi için bir zemin olarak kullanmak ve İran İslam Cumhuriyeti’nin bölgedeki yumuşak gücünün devam etmesi; Suriye rejiminin ayakta kalmasına ve İran’ın o ülkede devam eden etkisine bağlıdır. Bu nedenle, böyle bir analize dayanarak, İran İslam Cumhuriyeti’nin Suriye’ye desteği ulusal güvenliğin, özellikle İran İslam Cumhuriyeti’nin güvenliğinin yararınadır.

Suriye hükümetinin yenilgisi veya muhalefet üzerindeki zaferine; bu krizin devam etmesine; ve sonuçta Suriye’nin dağılmasına dair herhangi bir senaryonun, İran İslam Cumhuriyeti’nin dış politikası ve bölgesel çıkarları için olumlu ve olumsuz önemli sonuçlara yol açabileceğini belirtmek önemlidir.

Bölgedeki son gelişmelerde İran’ın sahadaki varlığının ve Tahran’ın yoğun diplomasisinin etkileri açıkça görülmektedir. Soçi anlaşması, Beşar Esad’ın zirveden önceki Rusya ziyareti ve üçlü askeri koalisyon; İran’ın "direniş" olarak adlandırdığı sahadaki faaliyetine ve gücüne yönelik yeni gelişmelerdir. Direniş gruplarına gelince, bu grupların geleceği büyük ölçüde bölgedeki; özellikle Suriye, Irak ve Lübnan’daki duruma bağlı. Hizbullah Lübnan’da istikrar kazandı; ancak Irak ve Suriye’de bu grubun ve diğer direniş denilen İran destekli grupların rolü bu ülkelerde gelecek hükümetlere bağlı. Suriye’de dönüşüm, gelecekte Suriye rejiminin sadece direniş gruplarını desteklemesiyle kalmayacak; aynı zamanda bölgesel müttefikleriyle, özellikle İran İslam Cumhuriyeti’yle çalışmaya varlığını sürdürebilmesi ve bölgedeki rollerinin devamlılığı, İran nüfuzunun devam etmesi için gereklidir.

Suriye’nin İran İslam Cumhuriyeti için Stratejik Önemi

Suriye’nin Türkiye, Irak, Lübnan ve İsrail’e komşuluğu; ülkenin jeopolitik önemini ve bölgesel ve uluslararası ilişkilerdeki stratejik rolünü açıkça göstermektedir. İran’ın jeopolitik ve stratejik rolü nedeniyle, birçok uluslararası ilişkiler uzmanı Suriye’yi dünyanın en büyük küçük ülkesi olarak adlandırmaktadır.[1] İran’ın Suriye’deki varlığının çöküşü, aynı zamanda Lübnan ve Filistin’deki müttefikleriyle de bağlantının kopması anlamına gelir. Aslında Suriye Arap Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti’nin bölgedeki stratejik müttefiki konumundadır. Burada söz konusu olan sadece İran İslam Cumhuriyeti’nin stratejik derinliği değil, aynı zamanda Şam’ın da Orta Doğu’nun geleceğinde ve İran’in ulusal çıkarlarında belirleyici rol oynayan bir hükümet konumunda olmasıdır.

Ekonomik açıdan Suriye hükümeti korunur ve konsolide edilirse -İran ve Irak arasındaki güçlü ilişkiler göz önüne alındığında- Suriye, İran petrol ve gazının transferi için güvenli ve tercih edilebilecek bir yol olabilir.

Hizbullah, İran İslam Cumhuriyeti’nin stratejik bir silahı olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle Suriye, İran ve Hizbullah arasındaki en önemli iletişim köprülerinden biri olduğu ve Suriye’deki rejimin değiştirilmesi bu iletişim köprüsünün kesilmesi anlamına geleceğinden Beşar Esad’ın hayatta kalması İran İslam Cumhuriyeti için büyük önem taşımaktadır. Suriye, son yıllarda İran ile Lübnan Hizbullahı, Filistin Haması ve İslami Cihad hareketleri arasındaki iletişim köprüsü olduğundan, Tahran liderleri için Şam daha önemli hale gelmiştir.

İran İslam Cumhuriyeti’nin Suriye krizine yaklaşımı

İran İslam Cumhuriyeti, Suriye krizinin en önemli oyuncularından biri ve Suriye’nin en güçlü bölgesel destekçisidir. İran’ın Suriye krizine müdahil olması, İran İslam Cumhuriyeti’nin ulusal güvenliğine yönelik birtakım tehdit ve zorluklar doğurabilir. Bu gelişmeler, bölge, toplum ve siyasi sistem açısından ülkenin ulusal güvenliğinin farklı yönlerini etkilemektedir.

Suriye rejiminin herhangi bir şekilde çökmesi, Şii müttefikinin parçalanmasına sebep olacağı gibi, İran’ın mevcut güç dengesini de zayıflatacaktır. Dolayısıyla İran, böylesi bir senaryonun önüne geçmek için Suriye hükümetinin konumunu güçlendirmenin yanı sıra; bölgede etki sahibi olduğu diğer devletlerle yakın ilişkiler kurmayı ve otorite kazanmak amacıyla manevi bir etki kazanmayı amaçlamaktadır. Bu şekilde, yönetişim modelini bölgenin dönüştürücü ülkelerine ihraç edebilir.

İran’ın Suriye ile ilgili en büyük endişelerinden biri, Amerikan nüfuzunu ve genel olarak Batı’yı bölgeye sınırlamaktır. Bu nedenle Suriye’deki herhangi bir güç transferini ancak içinde bir rolü varsa ve gelecekte varlığını garanti altına alırsa kabul edecektir.[2] Bu şekilde "Şii direniş ekseninin" çöküşünü önlerken, İran İslam Cumhuriyeti’nin ve bölgedeki müttefik aktörlerinin düzenini oluşturmaya yardımcı olacaktır. Suriye krizi boyunca İran, stratejik müttefiki Suriye’ye kapsamlı yardımlar sağlamıştır.

İran’ın Suriye hükümetine verdiği yardımlar şunları kapsamaktadır:

  1. Petrol ve bağışlar
  2. Bilgi ve istihbarat desteği
  3. Silah ve askeri teçhizat
  4. Ordusunu eğitmek için Suriye’ye uzman ve danışman desteği
  5. Suriye’deki askeri savunma stratejisine uygun olarak, milisler oluşturulması ve eğitilmesi[3]

Tahran yönetimi Suriye iç savaşını siyah-beyaz ekseninde değerlendiriyor. İran Lideri Ali Hamaney, "Suriye rejimi İsrail’e karşı direniş ekseninin önemli bir parçasıdır ve İran’ın ABD ile mücadelesinin ön saflarında yer alıyor." dedi. Öte yandan bazı İranlı yetkililer Tahran’ın Esad rejimine sınırsız desteğine yönelik şüpheci bir tavır takınmaktadır. Buna rağmen İran İslam Cumhuriyeti’nin, Suriye’yi birçok açıdan desteklediği açıktır.

İran, Suriye’de rejim muhaliflerine meselenin siyasi yollardan çözmesini önermiştir. Fakat bir taraftan da Esad’ın devrilmesini isteyenleri işgalci Batı’yı İsrail’in maşası olarak görmüştür. İran için Esad rejimi, salt bir müttefikten öte İran’ın savunma stratejisinin en önemli parçası haline gelmiştir ve ona stratejik derinlik vermiştir. Bu yüzden Suriye krizinin başladığından beri İran, stratejik hedef olarak ne istediğinden emindir ve tüm önceliği Esad rejiminin ayakta kalmasına vermiştir. İran’a göre eğer bu rejim ayakta kalamayacaksa bile İran’ın etkisi altında olan yeni bir oluşum desteklenecektir.

Suriye’de İran-Rusya İlişkileri ve Gerçekler

Suriye’deki Rus-İran işbirliğine rağmen, Rusya’nın Suriye’deki konumu ve rolü hususunda İran ile arasında uzun vadeli farklılıklar ortaya çıkabilir.

Rusya Suriye’yi Akdeniz’deki etkisinin ana üssü olarak görüyor. Dolayısıyla Rus hükümeti, ancak kendi çıkarları zarar görmediği sürece İran’ın Suriye’deki varlığını kabul etmeye hazır. Başka bir deyişle, Rusya İran’ı Suriye’de bir rakip olarak görüyor.

Öte yandan, Rusya’nın İsrail ile yakın bir ilişkisi var. Bu nedenle, bazı durumlarda, İsrail ile olan yakın ilişkilerini zedelemeyecek şekilde hareket etmesi doğaldır. Dolayısıyla böyle bir durumda İran İslam Cumhuriyeti’nin çıkarlarına uymayan kararlar verebilir. Rusya’nın Golan Tepelerindeki İsrail varlığına dolaylı olarak yardım etmekte oluşu, esasında bir yandan da İsrail güvenliğini garanti etmek istediğini göstermektedir.

Bir diğer husus da Rusya’nın kendisini bir Avrupa ülkesi olarak görmesi ve daima Asya kartını Batı’ya karşı diplomasisinde oynamaya çalışmasıdır. Böylece Rusya, Suriye güç geçişi sırasında Batı ile, özellikle ABD ve hatta Türkiye ile anlaşabilir. Diğer bir deyişle Rusya, İran’ın Suriye’deki rolünü azaltmak için özellikle Kırım krizinin ardından Batı’dan taviz almaya istekli olabilir. Rusya’nın bu kabiliyetine bir örnek, OPEC zirvesinde petrol üretimini artırmak için Suudi Arabistan ile uyum sağlamış olmasıdır.

İran’ın Orta Doğu’daki vekalet savaşları ve güvenliği

Esasında İran, Orta Doğu’da ve Suriye’de lider konumunu elde etme motivasyonu taşımaktadır. İran rejimi aynı zamanda kendisini bölgedeki pek çok eski medeniyetin devamı olarak da görmektedir. Dolayısıyla İran, Orta Doğu’daki liderlik iddiasının altındaki tarihi gerekçeleri bu gibi sebeplerle meşrulaştırmaktadır. İran’ın bölgedeki güç arayışı eskilere dayansa da, pratikte bunun gerçekleşmesi ABD’nin Irak’a müdahalesi ile başlamıştır. Bu bağlamda savaştan sonra Şii grupları desteklemek amacıyla İran’ın Irak hükümeti üzerinde büyük etkisi olmuş ve kendi gücünü Orta Doğu’da inşa etmeye başlanmıştır. Özellikle Suriye, Irak ve Yemen’deki kritik durum; küresel güçler ve birtakım hükümetlerin eylemleri ile söz konusu olan vekâlet savaşları bağlamında değerlendirildiğinde bölgedeki vahim tabloyu yansıtmaktadır. Batı ve bölgesel müttefiklerinin yıllardır bölgede kullandıkları karşıt dini, siyasi ve etnik gruplar arasında iç savaş yaratmaktadır. Ancak bu vekâlet savaşları, farklı ülkelerden teröristlerin Suriye’ye gönderilmesiyle yeni bir aşamaya geçmiştir. Vekâlet savaşının kapsamı; bu savaşların inkâr, meşruiyet, gereklilik, maliyet ve kabiliyetleri ile alakalıdır. Buradaki faktörlerden en önemlisi, ihtiyaç ve maliyetler arasındaki ilişkidir. İran halkının Orta Doğu sahnesindeki "Büyük Savaş"a olan olumsuz bakış açısı göz önüne alındığında, bölgedeki herhangi bir doğrudan askeri müdahale, müdahil olan hükümetler için ağır siyasi maliyetler doğuracaktır.

Bu faktörlerden ötürü İran İslam Cumhuriyeti, Suriye’deki vekâlet savaşına büyük bir titizlikle yaklaşmıştır. Tüm bu grupların ortak bir amacı ve yöneticisi olsa da; buna dair literatürde yeterli sayıda ve düzeyde bir çalışma gözükmemektedir. Bu nedenle bu çalışmada Suriye’de savaşan İran destekli en önemli gruplardan bahsedilecektir.

  1. Devrim Muhafızlarının Kudüs Gücü

İran Devrim Muhafızları’nın Kara, Deniz, Hava kuvvetleri ve Besic Teşkilatı’ndan sonra yer alan beşinci kuvveti sınır ötesi faaliyetler için görevlendirilen "Kudüs Gücü" olarak adlandırılmaktadır.

Kudüs Gücü, Irak topraklarında keşif ve askeri misyonlar yürütmek amacıyla İran-Irak savaşı sırasında kurulmuştur. Suriye’deki kargaşanın ardından Kudüs Gücü, yeni bir misyon olarak Suriye’de faaliyetlerine başlamıştır.

Kudüs Gücü, Suriye’deki çatışmanın ilk aylarında birkaç üst düzey komutanının tutuklanmasından ve serbest bırakılmasından sonra politikasını yavaş yavaş değiştirmiştir. Bu kapsamda Kudüs Gücü, Lübnan Hizbullahı güçlerinin eğitimi ve örgütlenmesinde daha büyük bir rol ve öncelik vermiştir.

Akabinde Kudüs Gücü’nün komutanları İran’daki gönüllü savaşçıları örgütlemek ve Suriye’ye göndermek için "Türbenin Halk Savunucuları" (Müdafaine Harem) grubunu kurmaya karar vererek Suriye’de savaşmak için İran’dan yüzlerce genç göndermiştir. Ancak bu grubun Suriye’de ölen onlarca mensubunun cesedi şimdiye kadar İran’ın çeşitli şehirlerinde gömülüdür ve kayıpların sayısı kesin olarak bilinmemektedir.

  1. Lübnan Hizbullahı

Hizbullah, 2012 yılın sonlarından bu yana Suriye çatışmasına karıştı ve 250’den fazla üyesi öldü. Hizbullah genel başkanı Hasan Nasrullah, grubun Suriye’deki askeri varlığını defalarca onayladı.

Hizbullah, İran’ın isteği üzerine çatışmalara girmişti. Aynı zamanda Hizbullah, Irak ve Suriye’deki milislerin en önemli eğitim kaynağı ve bu bölgelerdeki iç savaş planlayıcısı olarak kabul ediliyor. İki ülkedeki Şii milislerin çoğu Lübnan’daki kıdemli Hizbullah komutanları tarafından eğitildi.

Kudüs Gücü tarafından bu görevin Hizbullah’a verilmesinin nedeni, grubun İsrail ile savaşma konusundaki yüksek deneyimidir.

İran lideri Ali Hameney’in resmi web sitesinde Hasan Nasrullah, Hizbullah’ın Lübnan’daki faaliyetleri ve Hameney’in bölgedeki gelişmeler hakkındaki konuşmalarını içeren "Direniş" adlı özel bir sayfa açıldı. Bu sayfada Suriye, Libya, Irak, Filistin, Lübnan, Tunus, Mısır, Pakistan, Yemen, Bahreyn, Hindistan ve Myanmar ülkelerini "İslami Direniş" ekseni olarak gösteren bir harita bulunmaktadır. Projenin ana yönetimi, Tuğgeneral Ali Şadmani’nin de açıkladığı gibi Ali Hameney tarafından Devrim Muhafızlarına devredildi. Bu harita, İran İslam Cumhuriyeti’nin bu ülkelerdeki etkisini genişletme politikalarının açık ve net bir göstergesidir. Proje şu anda Lübnan’da Hizbullah tarafından yürütülmektedir. Bu strateji kapsamında Lübnan Hizbullahı, bu ülkelerde Hizbullah adı verilen "direniş hücrelerini" başlatmakla görevlendirilmiştir. Bu plana dayanarak Hizbullah, Devrim Muhafızları Kudüs Gücü ile işbirliği içinde; Suriye, Irak, Pakistan, Yemen, Filistin ve Tunus’ta bir Hizbullah örgütü kurabildi.

İran ile uyumlu olan Hizbullah, son dönemde bu ülkelerde yaşanan iç gelişmeler akabinde açık bir tutum sergilemiş ve bu gelişmeleri İran’ın çıkarları doğrultusunda savunmuştur.

  1. Suriye Hizbullahı

Suriye Hizbullahı, Lübnan Hizbullahı’nın Suriye’de yer alan ikinci şubesi konumundadır. İran Devrim Muhafızları’nın İmam Hüseyin karargahı halefi Hüseyin Hamadani, Suriye Hizbullahı’nın İran İslam Cumhuriyeti tarafından kurulduğunu doğrulamıştır.

Grupta Suriye’de Beşar Esad’ı destekleyen savaşçılar da yer almaktadır. Suriye Hüzbullahı, yine Suriye ordusuna Esad’ın muhalefetine karşı mücadelesinde yardımcı olmaktadır.

Suriye Hizbullahı 8 Nisan 2014’de sekiz üyenin ölümünü açıklayan bir bildiri yayınlayarak aynı zamanda Suriye’deki varlığını ve faaliyetlerini açıkça ilan etmiş oldu.

Suriye Hizbullahı’nın üyelerinin Suriye Şii’lerinden oluştuğu ve eğitimlerinin Lübnan Hizbullahı komutanları ve Devrim Muhafızları tarafından verildiği bilinmektedir.

Bu grubun aktif mensup sayısının yaklaşık 15.000 olduğu tahmin edilmektedir.

  1. Bedir Örgütü

Bedir örgütü, İran İslam Cumhuriyeti ve İran Devrim Muhafızları ile çok yakın bir ilişkisi olan bir örgüt olarak Irak’taki en ünlü gruplardan sayılmaktadır. Bedir örgütü, Irak Yüksek İslam Konseyi’nin askeri kolu olarak faaliyet yürütmekteydi.

Bu siyasi-askeri kuruluş, Muhammed Bakir Hekim tarafından, İran’daki bir grup İran-Irak savaş esiri ve mültecilerin katkısı ile 1980’da kurulmuştur.

Bedir örgütünün üyeleri kendilerini İran İslam Cumhuriyeti’nin kurucusu Ruhullah Musevi Humeyni Fedaileri olarak görmektedir. Saddam Hüseyin’in İran’a karşı savaşı sırasında Irak’a karşı savaşmayı “Allah yolunda cihad” olarak nitelendirmişlerdir. Hadi Ameri şu anda Bedir örgütü komutanı olarak bu grubun başında bulunmaktadır. Ameri, geçmişte Irak parlamentosunda milletvekilliği ve Irak hükümetinin ulaştırma bakanlığı görevlerinde bulunmuştur. Hadi Ameri’nin aynı zamanda geçen haftalarda suikasta uğrayan Kudüs Gücü eski komutanı Kasım Süleymani ile yakın bir ilişkisi vardı ve Irak’ta bu iki şahsın yan yana çok sayıda görüntüsü mevcuttu.

5 Kasım 2014 tarihinde, İran lideri Ali Hamaney’in evinde Ameri ve Süleyman’ın bir fotoğrafı yayınlandı. Bu da Bedir örgütü komutanının İran liderine yakınlığının bir göstergesiydi. Buna ek olarak Bedir örgütü, Ali Hamaney’i öven bir video hazırladı ve yayınladı.

2014 Kasım ayında yayınlanan raporlara göre Bedir örgütünün mevcudu sayısı 10.000 idi. Bunun içerisinden 1.500 kişi Suriye’deki diğer İran kuvvetleriyle birlikte muhaliflere karşı savaştı.[4]

  1. Ebulfazl el-Abbas Taburu

Birkaç Iraklı Şii milis grubundan oluşan 5. Ebulfazl el-Abbas Taburu, Hz. Ali’nin kızı olan Hz. Zeyneb’in Suriye’deki türbesini korumak için varlığını resmen ilan etmiştir.

Bu grubun mensupları; Mukteda es-Sadr liderliğindeki "Vaat Edilen Gün" grubu, Kays el-Hazali tarafından yönetilen "Asaib Ehlil Hak" grubuna bağlı Mehdi Ordusu; Lübnan’daki bir grup Hizbullah üyesi ve Şam’da yaşayan Iraklılardan oluşmaktadır.

Bazı resmi İran haber ajansları Suriye’de taburun oluşumunda Hizbullah ve Hasan Nasrullah’ın doğrudan etkili olduğunu yazmıştır.

Tabur, Kudüs Gücü ile yakın bağları olan Hüseyin Ebu Acib adlı bir Suriyeli Şii tarafından yönetilmektedir.

  1. Fatimiyyun Tugayı

Fatimiyyun (Fatımîler) Tugayı Suriye’de bulunan bir başka Şii savaşçı grubudur. Üyelerinin çoğu İran’da ikamet eden Afganistanlılardır.

Bu grup, İran Devrim Muhafızları`nın kamplarında eğitim alındıktan ve organize edildikten sonra Suriye’ye gönderilmektedir. Tugay, şu anda Suriye topraklarının çeşitli bölgelerinde çatışmalarda yer almaktadır.

2018 Ocak ayında kuvvetin komutanı Zâhir Mücahid, kayıpları 2000 ve yaralılarını 8000 olarak tahmin ettiğini belirtmiştir.[5] Bu grubun önemli sayıda üyesinin cesedi, özellikle Kum ve Meşhed olmak üzere İran’ın çeşitli şehirlerinde gömüldü. Şii Afganlar yıllardır Kum ve Meşhed’in iki dini şehrinde yaşıyorlar. Buna göre, Fatimiyyun Tugayı üyelerini örgütleme ve gönderme görevi Devrim Muhafızları’nın Kum Eyaleti ve Horasan-Razavi Karargâhı’na aittir.

Taburun komutanı Ebu Hamid olarak bilinen Ali Rıza Tavassuli 28 Şubat 2015’de Suriye’nin Deraa şehrinde öldürüldü ve birkaç gün sonra Meşhed’e gömüldü. Tavassuli’nin ölümünden sonra, Kasım Süleymani ile yan yana önemli görüntüleri yayınlandı.

  1. Zeynebiyyun Tugayı

Zeynebiyyun, 2014 yılı başlarından itibaren Şii cihatçı ideolojisi kapsamında çalışmaya başladı.[6] Zeynebiyyun, Suriye iç savaşında hükümet yanlısı bir gruptur. Bu grup çoğunlukla Pakistanlı Şiilerden oluşmaktadır.[7] Çoğu Pakistan’da mülteci olarak yaşayan Afganistan Şiileridir. Bu gruptakiler İran’da ikamet eden Pakistanlılar ve çoğunlukla Pakistan’ın Hayder-Pahtunhva’da ikamet eden Şiiler bulunmaktadır. Tugay kurulmadan önce Suriye hükümeti yanlısı Pakistanlılar Fatımî tugayında savaştılar. Fakat bu grup büyüdükçe ayrı bir tugay oluşturdular ve Zeynebiyyun’u kurdular. Esasında bu grup da İran Devrim Muhafızları tarafından oluşturuldu ve eğitildi. Grubun görevi öncelikle Zeyneb tapınağını savunmaktı. Ama daha sonra Halep’teki savaş alanına girdi.[8] Bu grubun kayıpları genellikle İran’a gömülmektedir. Zeynebiyyun bölümü daha çok Suriye’de bir öncü gücü olarak faaliyet göstermektedir. Bu gruba mensup yaklaşık 20.000’den fazla kişi olduğu söylenmektedir.[9]

  1. Zülfikâr Tugayı

Ebulfezl el-Abbas tugayından sonra Şam’daki ikinci Irak Şii silahlı grubudur. Tugayın eski lideri Ebu Şahd El-Ceburi 2014 Şubat Şam’daki çatışmada öldürülmüştür.

El-Ceburi’nin ölümünden önce İran İslam Cumhuriyeti ve Devrim Muhafızları ile yakın bir ilişkisi bulunmaktaydı ve öldükten sonra İran ile olan bağlantısını gösteren çok sayıda görüntü yayınlanmıştır.

Ayrıca Suriye’deki çatışmada öldürülen El-Ceburi’nin halefi "Ebu Hacer" olarak bilinen Fazil Subhi, Irak’ın Asaib el-Hak grubunun bir üyesiydi ve İran’a yaptığı gezilerin sayısız görüntüsü yayınlandı.

  1. Asaib Ehlil HakHareketi

Asaib Ehlil Hak grubu, Mahmud Haşimi Şahrudi’nin önerisi ile Şeyh Kays Hazali önderliğinde faaliyetlerine başladı.[10] Şahrudi, İran yargısının eski başkanı, Uzmanlar Kurulu üyesi ve Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi başkanıydı. Şahrudi, 1948’de Irak’ta Necef ilinde doğdu ve 2018 Ocak’ta Tahran’da öldü. Asaib Ehlil Hak, "Velayat-i Fakih"[i] ve Ali Hamaney’e inanan Iraklı Şii gruplarından biridir.

2014 Ağustos ve Ekim aylarında, Asaib Ehlil Hak askeri tatbikatlar yaptı ve bazı kıdemli Kum yetkilileriyle görüşmeler için İran’a gitti. Bu görüntülerin yayınlanması medyada büyük yankı bıraktı. İran’daki Asaib Ehli Hak grubunun temsilcisi Mehdi Bahtiyari’dir.

Modellerinde Lübnan Hizbullahı’nı örnek alan grup, mevcudunun 50.000’den fazla olduğunu iddia etti.

Suriye’de çatışma başladıktan sonra bu grup, Beşar Esad muhaliflerine karşı savaşmak için Suriye’ye ilk gidenler arasındaydı. Asaib grubunun Suriye şubesine Haydar al-Karrar Tugayı denir. Tugay, Halep merkezli Asaib el-Hak’ın askeri komutanı Ekrem al-Kaabi tarafından yönetilmektedir.

  1. Saraya al-Horasani

Saraya Horasani Taburu üyeleri çoğunlukla güney ve orta Irak’taki Şiilerdir. Bu Şii taburunun lideri ve genel sekreteri Ali El-Yasiri, açıkça Irak’ta Devrim Muhafızları’nın kurulmasını istedi. Saraya Horasani Taburunu Irak ve Suriye’deki diğer askeri gruplardan ayıran özelliklerden biri, grubun İran Devrim Muhafızlarının logosuna benzer şekilde seçtiği logodur. Tahran’a doğrudan bağımlı olması nedeniyle, grup diğer Şii gruplardan askeri ve lojistik olarak daha iyi bir şekilde desteklenmektedir.

Saraya Horasani grubu tarafından yayınlanan video kliplerden birinde, İran Devrim Muhafızlarının öldürülen komutanlarından Hamid Takavi’nin grubun kurucusu olduğundan söz edildi. Hamid Takavi, Aralık 2014’de Samarra’da öldürülen Kudüs Gücü’nün komutanlarından biriydi ve resimleri Irak’taki bazı sokaklara da monte edilmiştir.

7 Nisan 2015’de İran’daki Ufuk TV kanalı, kurtarılan Balad kentindeki operasyonlarından biri hakkında bu gruba ilişkin bir belgesel yayınladı ve belgeselde bazı grup mensupları Ali Hameney’in resimlerini kıyafetlerinde taşımaktaydı.

  1. Kataib Hizbullah

Kataib Hizbullah veya Hizbullah Tugayları, Irak’taki diğer bir Şii savaşçı grubudur. Üyelerinin çoğu Muhammed Bakır es-Sadr ve İran İslam Devrim önderi Ruhullah Musevi Humeyni’nin takipçileridir. Kataib Hizbullah 2003 yılında kurulmuştur.

Kataib Hizbullah, Saddam Hüseyin’e şiddetli bir şekilde muhalefet etmesine rağmen, Irak’taki yabancı işgalini şiddetle reddetti. Kataib Hizbullah, Saddam Hüseyin’in düşmesinden bu yana 23 Ekim 2003’de Bağdat bölgesinde ilk Amerikan karşıtı operasyonunu başlatmış ve 2011’e kadar bu tür faaliyetler yürütmüştür.

Suriye krizi başladıktan sonra Kataib Hizbullah kuvvetleri Beşar Esad hükümetinin savunmasını sürdürmek için Suriye’ye gitmiştir. Bu grup yüksek operasyonel kapasiteye sahiptir. Irak Hizbullah taburlarının genel başkanı Rahman Al-Cezairi, örgütün şu anda Irak’taki üç taburda 5.000’den fazla askere sahip olduğunu söylemiştir.

  1. Irak Hizbullahı

Irak’ın Hizbullah’ı aslında Vasık el-Batat liderliğindeki Lübnan Hizbullahı’nın bir parçasıdır. Vasık el-Batat, 1979’da Irak’ın Maysan eyaletinde doğdu ve 1993’dan sonra Saddam Hüseyin’in bir grup muhalifi ile İran’a göç etti. Uzun yıllar İran’da yaşayan ve Bedir Örgütü üyesi olan El-Batat, 2002 yılında Sarallah adlı bir örgüt kurup Mehdi Ordusu’na katıldı. 2006 yılında El-Batat Lübnan’da Sarallah örgütünü Hizbullah olarak yeniden adlandırdı ve çalışmalarını İslami Direniş üzerine kurdu. ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra "direniş" unvanını "harekete" çevirdi. Gruptaki yetkililere göre, Irak Hizbullah’ı 140.000’den fazla kişiyle silahlanmış durumdadır.

  1. Kataib İmam Ali

Kataib İmam Ali, IŞİD’in Musul’u işgalinden bir ay sonra kuruldu. Kataib İmam Ali’nin üyelerini Irak’ta yaşayan bir grup Şii milis oluşturmaktadır. Örgüt, Muhammed Şabal el-Zeydî tarafından yönetilmektedir. Şabal el-Zeydî’nin halefi Ebu Hasaneyn lakabıyla tanınan Ali Musevi, 6 Mart 2015’de Tikrit’in kurtarılması sırasında öldürüldü.

Kataib İmam Ali, diğer Şii gruplar gibi, İran İslam Cumhuriyeti tarafından desteklenmektedir. Grup liderlerinin birçoğunun Kasım Süleyman ile birlikte görüntüleri sosyal ağlarda ve haber sitelerinde yayınlanmıştır.

  1. Kataib Seyyid el-Şuheda

Kataib Seyyid el-Şuheda, 2003’ten beri Irak’taki ABD güçleriyle savaşan gruplardan biridir. 2011’den Suriye iç savaşında aktif bir rol oynamaktadır. Tabur üyeleri Iraklı Şiilerdir. Zeyneb türbesini korumak için Suriye’de kalma niyetlerini ifade etmişlerdir. Bazı haberlere göre, şimdiye kadar Suriye’deki çatışmalarda grubun 30 üyesi öldürülmüştür. Abu Mustafa Hazali grubun komutanı ve Ebu Ala Velayi ise grubun genel başkanıdır. Resmi İran televizyonu bu grup hakkında bir belgesel hazırlayıp yayınlamıştır.

  1. Nüceba Hareketi

"Nüceba" Taburu olarak kısaltılmış olan "İslami Direniş Hareketi’nin el-Nüceba Hizbullah Hareketi", İran İslam Cumhuriyeti’ne yakın bir Şii grubudur. Nüceba Taburu, Ebulfezl Abbas Taburu gibi Mukteda es-Sadr’ın eski danışmanı olan Şeyh Akram Kaabi’nin başkanlığındaki Asaib Ehli‘l Hak örgütünün bir alt bölümüdür.

Grubun Lübnan’daki Hizbullah ile çok yakın bir ilişkisi vardır. Lübnan Hizbullah’ının askeri komutanlarından Ebu İsa İklim, Nüceba grubunun Irak’taki askeri eğitiminin ana sorumluluğunu üstlendi. Yahya el-Şebri ise, İran’daki Nüceba Hareketinin temsilcisi olarak görevlendirilmiştir. Şebri, 17 Mart 2015 Tahran’da Irak Büyükelçiliği tarafından düzenlenen törene katıldı.

  1. Mehdi Aslanları

25 Şubat 2020 tarihinde İran’ın, Suriye’de Esad güçleri saflarında savaştırmak üzere Irak ve Afganistan’dan para karşılığında getirdiği kişilerden "Mehdi Aslanları" bir silahlı grup kurduğu ve Suriye kökenli Şiilerin de katılmasıyla gruptaki silahlı kişilerin sayısı 200’e ulaştığı öğrenildi.[11]

Hama ilinde askeri eğitimlerini tamamlayan silahlı kişiler, terörist grupların yoğun olarak bulunduğu Deyrizor iline gönderildi. Söz konusu silahlı gruptakiler, Deyrizor’daki Elbukemal Çölü’ne ve Irak- Suriye sınır hattına konuşlandırıldı.[12]

Sonuç Yerine

Suriye yıllardır İran’ın Arap dünyasına girişine ve İran ile Akdeniz ve Yakın Doğu arasındaki stratejik bağlantıya açılan bir kapı olmuştur. Bu yüzden Suriye’yi zayıflatmak ve Esad’ı devirmek, İran’ın direniş eksenini zayıflatacak ve İran’ın bölgesel nüfuzunu azaltacak ve içerecektir. Suriye’deki krizin başlangıcından bu yana, İran İslam Cumhuriyeti her zaman dış politika önceliklerinden biri olarak Suriye siyasi sistemine desteğini sürdürmüştür. İran İslam Cumhuriyeti, bir bölgesel aktör olarak Suriye’deki krizde, diğer bölgesel aktörlerden çok farklı bir politika izleyerek Suriye siyasi sistemini desteklemeye çalıştı. İran İslam Cumhuriyeti’nin Suriye sistemi üzerindeki destekleyici duruşu ve bu ülkedeki krizi çözme çabaları ideolojik ve idealist hedeflere dayanmaktadır. İran’ın Orta Doğu’da etkili hale gelmesi ile beraber Arabistan buna karşı koymaya başlamıştır ve İran ve Arabistan adeta bir soğuk savaş arasında başlamıştır. Bu kapsamda Arap baharına yönelik iki ülkenin yaklaşımları rakibinin bu gelişmenin sonuçlarından fayda sağlayıp sağlamayacağı üzerine kurulmuştur. Bu nedenle Suriye krizinin başlangıcından bu yana, İran hükümeti ülkedeki gelişmeleri Arap Baharı’ndan farklı olarak tanımladı; bunu İsraillilerin ve Arabistan’ın Orta Doğu direniş hattını zayıflatmak için yürüttüğü bir strateji olarak değerlendirdi.

Yukarıdaki koşulların yanı sıra İran İslam Cumhuriyeti’nin Suriye’ye yönelik dış politikasını şekillendiren faktörler aynı zamanda Suriye’deki muhalefetin siyasi ve dini yapısı, Suriye hükümetinin sürdürülebilirliği, İran’ın Suriye’deki etkisi ile de alakalıdır. Başka bir deyişle Suriye’deki olası bir iktidar değişikliği, İran’ın bölgesel rakip zincirlerine bir bağlantı daha ekleyerek bölgesel stratejik müttefiki kaybetmek olarak görülüyor.

2011 Suriye krizinin başlamasıyla birlikte, iki ülke arasında işbirliği ve ilişkilerin genişletilmesi ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedildi. Böylelikle İran, güvenlik ve ulusal çıkarları nedeniyle bölgesel ve uluslararası baskılara rağmen, Suriye meselelerinde kilit bir oyuncu haline geldi. İran, Suriye’deki stratejik konumunu korumak için mevcut hükümeti hem siyasal hem de askeri açıdan desteklemektedir. Bu kapsamda birçok örgüt oluşturarak milis kuvvetleri Suriye’ye göndererek Suriye iç savaşına dahil etmiştir. Diğer bir ifadeyle İran, Suriye krizi boyunca tüm gücüyle Esad’ın düşmesini engellemeye çalışmıştır. Çünkü Esad’ın devrilmesi, İran için güvenlik sorunları yaratmanın yanı sıra, İran’ın güç gösterisini azaltacak ve bölgedeki Hizbullah güçleriyle bağlarını kesecektir ve böyle bir ortamda İran bölgedeki stratejik kanalını kaybedebilir. Bu nedenle İran’ın Suriye krizi sırasında dış politika hedefleri ve öncelikleri temelinde ödediği harcamalar, İran’ın ideallerine paralel olarak gerçekleşirken, aynı zamanda da bu faaliyetlerin İran’ın stratejik hedeflerini güçlendirdiği düşünülebilir. Bunlara rağmen Beşar Esad’ın koltuğunda kalması halinde dahi İran’ın Suriye’de artan etkisini git gide Rusya’ya bırakacağı da öngörülebilir.

İran ve Türkiye Suriye krizi başladıktan sonra farklı politikalar izlemişlerdir. Birisi rejimin yanında durmuş, diğeri ise muhaliflerin yanında yer almıştır. Bu yüzden de Suriye konusu ikili ilişkilerini olumsuz etkilemektedir. Fakat baktığımızda bunun da ötesinde Suriye krizi her iki ülkeye de ekonomi ve güvenlik anlamında büyük zararlar vermektedir. Ekonomik olarak her iki ülke de askeri girişiminin mali yükünün altındadırlar. Güvenlik açısından bakıldığında da terör örgütü PKK’nın Suriye kanadı olan YPG, hem İran’a hem de Türkiye tehdit oluşturmaktadır. Bu yüzden de ortak tehditlere karşı iki ülkenin uzun vadeli politikalar üretmesi gerekmektedir. Çünkü bir an önce Suriye’de siyasi istikrarın sağlanması her iki ülkenin de çıkarları doğrultusunda olacaktır.

Kaynakça

– Karimifard, Hossein (2011), "Constructivism; national identity and foreign policy of the Islamic Republic of Iran", Scholarly Journal of Business Administration, September, Vol. 1(2), pp. 41-47, Available Online: http://www.scholarly-journals.com/SJBA.

– Tidy, Joanna (2006-7), "The Social Construction of Identity: Israeli Foreign Policy and the 2006 War in Lebanon", Centre for Governance and International Affairs University of Bristol Working Paper, No. 04-08.

– Adam Khan, Selina (2010), "The Realist/Constructivist Paradigm: U.S. Foreign Policy towards Pakistan and India", Institute of Strategic Studies, Islamabad, No. 8.

– Mohammad Nia, Mahdi (2011), "Holistic Constructivist Approach to Iran’s Foreign Policy", International Journal of Business and Social Science, March, Vol. 2 No. 4.

– Schonberg, Karl K, (2007), "Ideology and Identity in Constructivist Foreign Policy Analysis", Presented at the Standing Group on International Relations European Consortium for Political Research Sixth Pan-European Conference, 12-15 September.

– Gülseven, Enver. (2010), "Identity Security and Turkish Foreign Policy in the Post-Cold War Preiod: Relations with the EU, Greece and the Middle East", A Thesis Submitted for the Degree of Doctor of Philosophy, Department of Politics and History, Brunel University, December.

– Kilinc, Ramazan (2001), "The Place of Social Identity in Turkey’s Foreign Policy Options in the Post-Cold War Era in the light of Libral and Construvtivist Apporaches", Department of International Relations Bilkent University Ankara, September.

[1] Suriye Yeşil Kitabı, 2008: 22

[2] Cafer Yoldani, 2013

[3] The Clarion Project, 2014:11

[4] https://carnegieendowment.org/sada/61016

[5] Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü

[6]Liwa Zainebiyoun: Syria’s Pakistani Fighters" Iraqeye .

[7] “Retrieved 28 April 2016 Meet the Zainebiyoun Brigade: An Iranian Backed Pakistani Shia Militia Fighting in Syria". Archived from the original on 2 May 2016.

[8] "Funeral Service for Seven Pakistani Militants Killed in Syria; Qom, Iran, Apr 2015". Konflictcam.

[9] Robert Fisk (26 February 2016). "Syria civil war: State-of-the-art technology gives President Assad’s army the edge". The Independent.

[10] Bahtiyari, Bita. https://www.radiofarda.com

[11] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/iran-suriyede-yeni-bir-silahli-grup-kurdu/1713682

[12] Anadolu Ajansı

[i] Velayet-i fakih, din hukuku bilgini anlamına gelen fakihin vesayet ve yönetim yetkisi anlamına gelmektedir. Şii siyasal düşüncesinde dini ve siyasi otorite İslam Peygamberi Muhammed’in damadı Ali’nin soyundan gelen "İmam"lara aittir. Ancak 12. İmam Mehdi’nin gizlendiği ve ileride belirsiz bir zamanda geri döneceğine inanılmaktadır. İmam Mehdi’nin gizli olduğu süre içerisinde dini ve siyasal liderliğin kime ait olacağı sorunu uzun yıllar Şii siyasal düşüncesindeki tartışma konularından birisi olmuştur. Ayetullah Humeyni 1970’lerde Velâyet-i Fakih yâ Hükûmet-i İslamî isimli kitabıyla sistemleştirdiği "velayet-i fakih" teorisiyle siyasal otoritenin İmamlar’ın manevi varisleri olan din alimlerinin elinde olması gerektiğini ileri sürmüştür.

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger : Trump Döneminde ABD – AB İlişkileri


Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger : Trump Döneminde ABD – AB İlişkileri

Gündem

26 Mayıs 2020

Batı Avrupa’daki bütünleşme hareketinin düşünsel kökenleri Ortaçağa kadar uzanmaktadır. Yüzyıllar boyunca din adamları, filozoflar ve yöneticiler tarafından Avrupa kıtasında yaşayan halkların arasında birlik kurulması görüşü savunulmuş, bu durumun çatışmaları sona erdireceği ve bütünleşmeye yol açacağı ifade edilmiştir. Ütopik karakter taşıyan bu kategori düşüncelerin uygulamaya aktarılması ise ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında mümkün olmuştur. Almanya sorununa çözüm arayışları çerçevesinde gündeme gelen Batılı devletlerin işgal bölgelerinin birleştirilmesi düşüncesine Fransa başlangıçta sert biçimde muhalefet etmişti. Ne var ki, ABD’nin de baskıları neticesinde egemenlik hakları sınırlandırılan Federal Almanya’nın varlığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Alman devletinin kurulmasından sonra da bir örgüt kanalıyla bu devlet üzerindeki sınırlamaların kurumsallaşması düşüncesi gündeme gelmiş ve Schuman Planı ortaya atılmıştır. Avrupa Kömür ve Çelik Teşkilatının (AKÇT) kurulması ve örgütlenmesinde görünmeyen el ise ABD desteği olmuştur. ABD, Batı Avrupa devletleri arasındaki ihtilafların geride bırakılması ve tehditlere karşı işbirliği yapılması görüşünü savunmuştur. Bu durum esasen Yüzdeler Anlaşması olarak da bilinen mutabakatın doğal sonucudur. 1945 Şubat ayında toplanan Yalta konferansında müttefikler, savaş sonrasında Avrupa’nın doğu bölümünün SSCB ve Batı Avrupa’nın da ABD etki alanı ve Yugoslavya coğrafyasının da tampon bölge olması konusunda görüş birliği sağlamışlardı.
Marshall Planı ve Truman doktrini, Yalta mutabakatını bir adım daha ileri taşımıştır. ABD, savaş sonrasında Avrupalı devletleri kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ikinci plana atma ve SSCB’ye karşı bir araya gelme konusunda teşvik etmiştir. 1949 yılında kurulan askeri işbirliği örgütü NATO ve aynı yıl kurulan siyasi işbirliği örgütü olan Avrupa Konseyi esasen bu bakış açısının ürünüdür. Marshall Yardımlarının dağıtımını organize etmek amacıyla 1946 yılında kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OEEC) da 1960 yılında adını değiştirmiş, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) haline gelmiştir. Avrupa merkezli ekonomik/siyasal bütünleşme hareketi olan AB’nin de bir başka perspektiften ABD projesi olduğunu söylemek abartı sayılmamalıdır. Zira ABD o tarihte açık veya örtülü biçimde Avrupa devletlerini Sovyet yayılmasına karşı işbirliği yapmaya teşvik etmiştir.
Bu çalışma esas itibariyle Trump yönetimi döneminde Transatlantik ilişkileri, taraflar arasında işbirliği ve çatışma alanlarını analiz etme amacı taşımaktadır. İlk bölümde ABD –Avrupa ilişkilerinin tarihsel arka planı ele alınacak, Avrupa bütünleşmesine ABD’nin sağladığı katkı ve ikili ilişkilerdeki önemli dönüm noktaları üzerinde durulacaktır. İkinci bölümde ABD Büyük Stratejisinde Avrupa’nın yeri incelenecektir. Üçüncü bölümde ise ABD’nin küresel politikasına yön veren büyük strateji de dikkate alınarak, Trump yönetiminin Avrupa’ya yönelik dış politikasının teorik ve pratik boyutları ele incelenecektir. Özellikle savunma ve ticaret alanlarında belirgin hale gelen görüş ayrılıkları ve anlaşmazlık ana hatlarıyla ortaya konulacak ve gelecekte nasıl bir seyir takip edeceğine ilişkin projeksiyon yapılacaktır.

1. ABD- AB İlişkilerinin Arkaplanı ve Temel Sorunlar

ABD’nin eski Dünya olarak bilinen coğrafyaya ilgisi kuruluş dönemine kadar gitmektedir. 1898 ABD-İspanya savaşından sonra bir dünya gücü haline gelen ABD, Amerikan kıtası dışındaki coğrafyalara da ilgi duymuştur. Bununla birlikte ABD’nin eski dünya coğrafyasındaki gelişmelere müdahil olması ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulamaya konulmuştur. 6 Aralık 1941’de Pearl Harbour baskını ile savaşa dahil olan ABD’nin askerleri 1944’deki Normandiya çıkarması ile de Avrupa topraklarına adım atmıştır. Savaşın ardından ABD, bir yandan Avrupa kıtasında altyapının yeniden çalışır hale getirilmesi için mali destek sağlamış, öte yandan da Avrupa kıtasında SSCB etkisini sınırlandırmak amacıyla devletleri askeri ve siyasi işbirliğine yönlendirmiş ve birçok projenin öncülüğünü yapmıştır.
İkinci Dünya Savaşının ardından Avrupa kıtasının saldırıdan korunması ve kalkındırılması için desteklediği projelerden ilki, SSCB yayılmasını önleme amacıyla oluşturulan ortak savunma teşkilatı NATO olmuştur (Warren, 2010:11-12). Bu örgütün temelleri, İngiltere ile Fransa arasında 1947 yılında Dunkirk Antlaşmasına kadar gitmektedir. İki devlet, birbirlerine karşı bir üçüncü devletin saldırısı söz konusu olduğu takdirde garanti vermişlerdir. Bu oluşum, bir yıl sonra Brüksel Antlaşması teşkilatına dönüşmüş, ardından da 1949 yılında NATO’nun kurulmasına zemin teşkil etmiştir. NATO, esas itibariyle Avrupa’ya konvansiyonel ve nükleer bir saldırı yapılmasını önlemek amacıyla kurulmuştur (Lute and Burns, 2019). Washington Antlaşması ile kurulan NATO, SSCB’yi çevreleme politikasının ilk halkası olmuş, NATO’yu Bağdat Paktı ve SEATO gibi ittifaklar zinciri takip etmiştir. ABD’nin Moskova büyükelçisi George F. Kennan tarafından 1946 yılında kurgulanan çevreleme politikası, sonraki zamanlarda ABD’nin Avrupa’ya yönelik politikasının zeminini teşkil etmiştir (Charountaki, 2014).
1950’li yıllarda ABD yönetimleri Avrupa bütünleşmesini desteklemişlerdir. Özellikle Fransa ile Almanya arasında uzlaşma sağlanması, Avrupa ülkelerine altyapı yatırımları için mali yardım verilmesi ve NATO kanalıyla sağlanan güvenlik desteği Avrupa bütünleşmesi için uygun atmosfer yaratmıştır. ABD ve Avrupalı ülkeler, NATO şemsiyesi altında Varşova Paktı ve SSCB’ye karşı işbirliğine gitmişlerdir. Söz konusu işbirliği, Soğuk Savaş döneminde ABD patronajı altında devam etmiştir. Doğu Batı geriliminin yerini yumuşamaya bıraktığı yıllarda Batı ittifakı içerisinde bir başka ifadeyle söylemek gerekirse Avrupa ülkeleri ile ABD arasında zaman zaman ortaya çıkan görüş ayrılıkları fazla derinleşmeden ve esas itibariyle de ABD tercihleri temelinde çözüme kavuşturulmuştur. ABD kendisini Avrupa üzerinde himaye kuran, hür dünyayı komünizmden ve Sovyet yayılmasından kurtaran bir koruyucu olarak görmüştür.
1989 Berlin duvarının yıkılmasından sonra Transatlantik ilişkilerde görüş ayrılıkları ortaya çıkmaya başlamıştır. ABD’nin çeşitli kararları ve uygulamaları, Avrupalı müttefikleri tarafından tartışmaya açılmış ve eleştirilmiştir. Bununla birlikte iki taraf arasında işbirliği ve ortaklığa dayanan mekanizma varlığını korumuş ve aksamadan işlevini sürdürmüştür. Tarafların mutabakat sağladıkları hususların başında Avrupa güvenliğinin Soğuk Savaş sonrasında bile ABD korumasına bağımlı olduğu düşüncesi yatmaktadır. NATO’da Fransa’nın öncülüğünde başlayan ABD hegemonyasına karşı Avrupa’nın gücünü ortaya koyma girişimi, var olan mekanizmada çok fazla bir değişiklik yaratmamıştır. Öte yandan Avrupa bütünleşmesinin güvenlik ve savunma alanlarında ilerleme kaydettiği 1990’lı yıllarda Ortak Dış ve Güvenlik Politikası içerisinde yeni açılımlar yapılmış ve İngiltere ile Fransa arasında 1998 yılında sağlanan konsensüs çerçevesinde Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) adı altında yeni bir askeri yapılanma oluşturulmuştur. AGSP’nin gelecekte AB’nin savunma gücüne dönüşmesi ifadesine yer verilmiş olmasına mukabil, bu proje adeta ölü doğmuştur. Zira AGSP çerçevesinde AB ülkelerinin askeri işbirliği, konvansiyonel ordu oluşturma amacı taşımamaktadır. İlave olarak AB ülkelerin tamamı AGSP faaliyetlerine iştirak etmemektedir. İrlanda, Avusturya, İsveç ve Finlandiya gibi tarafsız ülkeler, AB’nin sivil bir güç olması görüşünü savunmaktadır. Öte yandan, AGSP kapsamında yürütülen askeri faaliyetlerin sınırları da esas itibariyle barış gücü operasyonlarına AB şemsiyesi altında katkı sağlamakla sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla çok dar bir alanda faaliyet göstermek amacıyla kurulan AGSP’nin NATO’ya rakip olma yahut yerini alabilme ihtimali bulunmamaktadır. Bir diğer husus, AGSP şemsiyesi altında yürütülen faaliyetler de NATO altyapısı ve muhabere imkânları kullanılarak yürütülmektedir. (Federal Ministry of Defence, 2009). Ayrıca bir başka dikkat çeken gösterge de AB’nin 28 ülkesinin 22’sinin NATO üyesi olmasıdır.
Avrupa bütünleşmesinin başlangıçta 6 olan üye sayısı, 2013 yılında Hırvatistan’ın katılımı ile 28’e yükselmiştir. AB’nin sağladığı ilerleme iki boyutta devam etmiş, bir yanda işbirliği alanlarında sağlanan ilerlemelerle bütünleşme derinleşirken, öte yandan da üye sayısı artmıştır. AET ülkeleri arasında 1968 yılında gümrük birliği kurulmuş, 1992 sonunda ise dört özgürlüğün sağlandığı ortak pazar aşamasına ulaşılmıştır. Derinleşmenin bir sonraki adımı Maastricht kriterlerini yerine getiren ülkeler arasında 2002 yılından itirabaren daha ileri bir bütünleşme seviyesi olan ekonomik ve parasal birlik düzeyi olmuş, Euro bölgesine katılan AB ülkeleri ulusal paraları yerine Euro kullanmaya başlamışlardır. AB’de gerçekleşen tüm bu ilerleme ve genişlemelerin görünmeyen yüzü, ABD ve NATO’nun Avrupa güvenliğine sağladıkları katkı olmuştur. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse ABD, Avrupa bütünleşmesinin perde gerisindeki görünmez eli olarak varlığını hep korumuştur.
AB ve ABD arasındaki ilişkinin dikkat çeken iki boyutu bulunmaktadır. Bunlardan ilki, NATO koruması ve ABD patronajı altında savunma ve güvenlik alanında İkinci Dünya Savaşından günümüze varlığını koruyan işbirliği ve ortaklık ilişkisidir. İkincisi ise taraflar arasındaki ticaret ve yatırım hacminin yıldan yıla genişlemesidir. Gerçekten de geçmişten günümüze ABD ve AB birbirlerinin önde gelen ticaret ortaklarıdırlar. 2017 yılı itibariyle iki taraf arasındaki mal ve hizmet ticareti hacmi, 1.1 trilyon dolar seviyesine ulaşmıştır (Akhdar, 2018). Yabancı sermaye yatırımları bakımından durum daha da ileri seviyededir. Avrupa ülkelerinde ABD kökenli yabancı sermayenin yatırımlarının büyüklüğü 3.2 trilyon dolar, ABD’deki AB kökenli yabancı yatırımlar ise 2.3 trilyon dolar seviyesindedir. AB ülkelerinde bulunan ABD yatırımları toplamı, Asya ülkelerinin üç katından daha fazladır. ABD ve AB ekonomilerinin toplamı, global gayri safi milli hasılanın (GSMH) yarısına eşittir ve bir başka perspektiften bu rakam dünyadaki tüm ticari faaliyetlerin üçte birini oluşturmaktadır.
Birbirlerine bu kadar bağımlı olan ABD ile AB arasında ekonomik ilişkilerin daha da canlandırılması için 2007 yılında Transatlantik Ekonomi Konseyi kurulmuştur. Konseyin çalışmaları sonucunda 2013 yılında ABD ile AB arasında Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) görüşmeleri başlamıştır. 15 tur devam eden müzakerelerin ardından 2016 yılında görüşmeler askıya alınmıştır. Beyan edilen gerekçe, tarım, kamu ihaleleri ve yatırımların korunması konularındaki taraflar arasında görüş ayrılıklarının bulunduğudur. Öte yandan resmi açıklamalarda müzakerelerin sona ermediği ve ara verildiği iddia edilmiştir. AB Komisyonu açıklamasında TTIP müzakerelerinin dondurulduğu görüşü savunulurken, ABD yönetimi anlaşmazlık noktaları üzerinde çalıştıklarını bildirmiştir (Culture Action Europe, 2016). Her iki tarafta da müzakereleri sürdürme iradesini ortaya koymuş olsa da, 2017 yılı Ocak ayında Trump’un ABD Başkanlığı koltuğuna oturması bu yöndeki ümitleri azaltmıştır. “ABD’yi yeniden büyük devlet yapma” ve “Önce Amerika” sloganlarını biteviye tekrarlayan Trump yönetimi, eski taahhütleri ile bağdaşmayan beyan ve uygulamalar yapmış ve bu kapsamda AB ile ticari ilişkileri engelleyecek adımlar atmaktan da kaçınmamıştır.
Trump yönetimi Mart 2018’de “ulusal güvenlik gerekçesiyle” çelik ve aliminyum ithalatına sırasıyla % 25 ve % 10 oranında vergi koymuştur. Bu karar, AB tarafından tepki ile karşılanmış ve yapılanların DTÖ kuralları ile uyumlu olmadığı görüşü ileri sürülmüştür. Buna tepki olarak da AB, ABD’den ithal edilen ürünlerin tarifelerini arttırmıştır. Soruna çözüm bulmak amacıyla belli aralıklarla yürütülen çalışmalar sonucunda Başkan Trump ile AB Komisyonu Başkanı Juncker 2018 Haziran ayında bir araya gelmişlerdir. Ancak bu görüşmeden somut bir netice ortaya çıkmamıştır. Başkan Trump, Avrupa kökenli otomotiv ürünleri ithalatına % 25 oranında vergi getirme çağrısı yapmış ayrıca ABD’nin DTÖ’den çekilebileceği tehdidinde bulunmuştur (Chatham House, 2019).

2. ABD Büyük Stratejisinde Avrupa’nın Yeri

AB’nin kuruluşundan itibaren genel olarak stratejik bakış açısına sahip olduğunu ortaya koyan örnekler çok sayıdadır. İlk yıllarda “beyaz adamın yükü”, “kutsal görev” ve bazen de “Sosyal Darwinizm” kavramlarıyla ile yayılma ve genişlemeyi öngören düşünceler meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ulaşmak istediği hedefleri Büyük Strateji olarak tanımlamıştır. Bu kavram, bir devletin güvenliğini sağlamak ve güvenlik dışı hedeflere ulaşmak için takip edilen, gerektiğinde silahlı kuvvetlerin de seferber edilebileceği siyasal tercihlerdir. Brans’a göre, ABD’nin İkinci Dünya Savaşından sonraki stratejisi küresel siyasal sistemi yönlendirme amacı taşımaktadır (Brans, 2015). Paul Kennedy ise Büyük Stratejiyi “ulusun uzun vadeli çıkarlarını korumak ve takviye etmek için yöneticilerin askeri ve askeri olmayan kaynakları harekete geçirdiği ülkü” şeklinde tanımlamaktadır. Kennedy’ye göre, büyük ülkü için askeri kaynakların kullanımı başarı şansını arttıracaktır. Bununla birlikte diplomasi ve kamuoyu desteği de hayati ehemmiyet taşımaktadır (Kennedy, 1991).
ABD’nin yıldan yıla yenilenen Büyük Stratejisinde temel hedefler olarak ulusal çıkarların korunması, liberalizmin desteklenmesi, uluslararası siyasal sistemin korunması ve yönlendirilmesi sayılmıştır. Daha ayrıntılı olarak incelendiğinde ABD’nin temel hedefleri olarak şu dört ilkeye vurgu yapılmıştır: ABD’nin askeri bakımdan en güçlü olması ve gücünü koruması; müttefiklerin güvence altına alınması; diğer ülkeleri ABD’nin oluşturduğu örgütlere ve pazara dahil etme amacı taşıması ve son olarak da nükleer silahların yayılmasının önlenmesi (Hogan, 1984:287-310).
Soğuk Savaş, yumuşama, iki kutuplu sistemin dağılması ve 11 Eylül sonrasında bile, Büyük Stratejinin temel ilkelerinden bir sapma yaşanmamıştır. Uluslararası siyasal sistemdeki gelişmeler dikkate alınarak Büyük Strateji güncellenmekte ve ABD dış politikasını yönlendirmektedir. Ancak 2017 Ocak ayında Donald Trump’un ABD Başkanlığı görevini üstlenmesi ile birlikte birçok alanda farklı görüşler dile getirilmiş ve yönetimin yeni uygulamaları dikkat çekmiştir. Bunların başında da ABD’nin Avrupa’ya geleneksel olarak takip ettiği politikadan sapma gelmektedir. Başkan Trump ile birlikte ABD’nin Avrupa politikası farklılaşmış ve radikal değişiklik işaretleri vermeye başlamıştır.
İkinci Dünya Savaşından beri ABD’nin Avrupa’ya yönelik politikası esas olarak Avrupa güvenliği ve istikrarı ile ABD’nin çıkarları arasında paralellik bulunduğu yaklaşımına dayanmaktadır. Buna göre, Avrupa kıtasında ABD gücünün varlığı, hem bölgesel istikrara hem de Amerikan çıkarlarına hizmet etmektedir. Kıtanın tek bir gücün kontrolü altına girmesi bugüne kadar önlenmiş, önce Naziler ve ardından da SSCB’ye karşı Avrupa savunulmuştur. ABD Soğuk Savaşın sona erdiği dönemde bile Avrupa’da ve Avrupa’nın bir parçası olan Balkanlarda siyasal istikrarı korumaya özen göstermiştir (Kennedy, 1995). Nitekim Eski Yugoslavya’da iç savaşa son veren Dayton Antlaşması ABD’nin müdahalesi sonucunda 1995 yılında imzalanmıştır. Benzer şekilde Sırbistan yönetiminin Kosova’da Arnavutlara karşı uyguladığı “etnik temizlik” politikasının tetikleyeceği siyasal istikrasızlık ve çatışmalar, 1999 yılında ABD öncülüğünde NATO müdahalesi ile önlenebilmiştir.
ABD aynı zamanda Avrupa’yı bir ortak olarak görmektedir. NATO’nun 1990’lı yılların sonunda Vişegrad ülkelerinden başlayarak Balkanlara doğru genişlemesi, hem Avrupa güvenlik şemsiyesinin genişlemesini simgelemiş, hem de Batı değerleri olan demokrasi ve insan haklarının bölgede yayılmasını sağlamıştır. Bush Yönetimi döneminde Avrupa ile ABD arasında Körfez Savaşından kaynaklanan görüş ayrılıkları Obama döneminde kismen telafi edilmiştir (Bozo, 2016). Taraflar, kimi alanlardaki görüş ayrılıklarına rağmen, ortak değerlere, Transatlantik ilişkilerin korunması ve geliştirilmesi ile liberal uluslararası düzene bağlılıklarını ortaya koymuşlardır.
Trump döneminde ise ABD’nin Avrupa kıtasında bakışında ekonomik milliyetçiliğin belirgin biçimde öne çıktığı gözlemlenmiştir. Zengin bir işadamı olan Trump’un Başkan seçilmeden çok önceden ABD’nin Avrupa ve Uzakdoğu’ya yaptığı yardımları eleştirmiştir. Trump, 2 Eylül 1987 tarihinde New York Times ve Washington Post gazetelerine 100 bin dolar ödeyerek tam sayfa ilan vermiştir. “Amerikan halkının dikkatine” başlığı altında yayınlanan ilanlarda Trump, ABD’nin on yıllar boyunca Japonya ve Avrupalı müttefiklerine avantaj sağlamak için çalıştığını, Basra Körfezinden dünya piyasalarına petrolün intikalinin ABD bakımından marjinal önem taşıdığı ve bundan esas yarar sağlayanların petrole bağımlı Avrupalı ülkeler olduğunu öne sürmüştür: “Biz onların çıkarlarını korumak için insan kayıpları ve milyarlarca dolar harcıyoruz. Peki bu harcamaların karşılığını bu devletler bize ödüyorlar mı? Ödemiyorlar. Tüm dünya kendilerinin olmayan gemileri koruyan, ihtiyacı olmadığı petrolün güvenliği için çalışan ABD’li siyasetçilere gülmektedir.” (Ben-Meir, 2015).
Heritege Foundation tarafından yayınlanan bir analizde, Avrupa’nın ABD bakımından önemini koruduğu dünyanın en tehlikeli ve çatışma potansiyeli en yüksek bölgesi olduğu görüşü savunulmuştur. Rapora göre, Atlantik Okyanusunun doğusundan Ortadoğu’ya, Kafkaslara ve Kuzey Buz Denizine kadar uzanan coğrafyada siyasal ve ekonomik istikrarın korunması hayati ehemmiyet taşımaktadır. Bu coğrafyada devletler ve bölgeler arası çatışmaların, mikro milliyetçiliğin, doğal kaynaklar üzerindeki tahakküm mücadelesi, aşırı dini eğilimler, nükleer silahların yayılması ve dondurulmuş çatışmalar barış ve istikrarı tehdit etme potansiyeli taşımaktadır. Bu sebeple Avrupa kıtasında bulunan Amerikan üsleri bir yönüyle kriz bölgelerine müdahalede hayati ehemmiyet taşımakta, öte yandan da ABD’nin bölge üzerindeki hükümranlığını simgelemektedir (Heritage Foundation, 2019).

3. Trump Döneminde ABD –AB İlişkileri
Trump’un 2017 Ocak ayında Başkan koltuğuna oturmasıyla birlikte Transatlantik ilişkilerde bir ara dönem başlamış, bir başka ifadeyle İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ilişki düzeni tartışmaya açılmıştır. Trump öncesinde işbaşına gelen tüm ABD liderleri dış politika tercihlerini belirlerken Büyük Stratejiye uygun biçimde ABD’nin ekonomi ve güvenliğine en iyi hizmet edebilecek seçenekleri dikkate almaya itina göstermişlerdir. Eski başkanların yaptığı tercihler genel olarak uluslararası taahhütler temelinde gerçekleşmiştir. Trump döneminde ise ABD yönetiminin temel bakış açısı önceki dönemlerdeki yükümlülükleri dikkate almama şeklindedir. Bir başka ifadeyle yeni dönemde Beyaz Saray karar alırken ortaklıklar, ticaret anlaşmaları, gelenekler ve çoğu kez de ahlaki değerlere aykırı biçimde hareket etmekte, ABD çıkarlarına öncelik vermektedir. Jentleson bu durumu şu şekilde izah etmektedir: Amerikan ulusal çıkarlarının ne olduğu 4 P kuralına göre belirlenmektedir. Bunlar güç (power), barış (peace), refah (prosperity) ve temel ilkeler (prenciples) olarak sıralanmaktadır. Trump, işbaşına geldikten sonra bu ilkelerden sadece güce vurgu yapmış, kararlarını tek taraflı olarak almaktan, önceki zamanlardaki taahhütlere aykırı hareket etmekten kaçınmamıştır (Jethleson: 2014:8).
Trump yönetimi döneminde en sık başvurulan dış politika yöntemi, ABD kararlarını diğerlerine empoze etmek ve ortaklarını aşağılamak olmuştur. “Önce Amerika” adlı politikasıyla Trump açık veya örtülü biçimde şu görüşü ifade etmektedir: Uluslararası hukuk ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ilkeleri ne olursa olsun, ABD ekonomik çıkarlarının her şeyin üstündedir. Esasında Trump’un başkanlık kampanyalarında sürekli biçimde tekrarladığı “Amerika’yı yeniden büyük yapma” ve ABD’ye öncelik verme söylemleri, Transatlantik ilişkilerin ikinci planda kalacağının işaretini vermişti. İşbaşına geldikten sonra Trump’un güvenlik, savunma, Batı değerleri ve ekonomik ilişkilerde ortaya koyduğu tutum Avrupa ile ilişkilerde kırılma yaratmış, bu durumdan da en fazla Batının hasımları olan Rusya ve Çin fayda sağlamıştır.
Trump’dan önceki ABD Başkanı Obama, 2016 yılında Almanya’nın Hannover kentinde yaptığı konuşmada Transatlantik ilişkiler konusunda şu görüşleri ifade etmiştir: “Avrupa’nın güvenliğini ve refahını kendimizden farklı görmüyoruz. Biz kendimizi sizden ayırmıyoruz. Çünkü sadece ekonomimiz değil aynı zamanda kültürümüz ve halklarımız da birbirine entegre olmuştur. Güçlü ve birleşik bir Avrupa dünya için gereklidir. Çünkü birleşik Avrupa uluslararası düzen için hayati ehemmiyet taşımaktadır. Avrupa’nın normları ve kuralları tüm dünyada barış ve istikrar için yol göstermeye devam etmektedir” (White House, 2016).
Trump, sadece Transatlantik ilişkilerde sıkıntı yaratmakla kalmamış, BM, NAFTA, AB ve NATO gibi uluslararası örgütleri ve çok taraflı ticaret düzenini de tartışmaya açmıştır. Bu örgütlerin dağılması veya ABD’nin bu örgütlerden çekilmesini çeşitli platformlarda dile getirmiştir. Trump’un ortaya koyduğu politikanın kişisel mi, yoksa kurumsal mı olduğu da tartışmaya açıktır. Zira ABD ile AB arasında uyum ve işbirliği, Soğuk Savaşın ardından tedricen farklılaşmaya başlamıştı. Bu durumu gösteren örneklerin başında ABD ve AB’nin 1990’lı yıllardaki Balkan savaşlarında ve 2003 Irak müdahalesinde birbirlerinden farklı politika takip etmeleri gelmektedir. Berlin duvarının yıkılması ve SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’de güçlenen eğilim, Avrupa işlerine daha az karışma ve NATO’ya daha az maddi katkı sağlama düşüncesi olmuştur. Bununla birlikte ABD’de yapılan bir kamuoyu araştırmasına katılanların çoğunluğu Avrupa’ya yönelik NATO taahhütlerinin devam etmesi şeklinde görüş beyan etmiştir (University of Maryland, 2019).

Tablo-1 : Avrupa’daki NATO Ülkelerinin Savunma Harcamalarının GSMP’ya Oranı

Kaynak: Heritage Foundation (2019), The 2020 Index of US Military Strength, Washington.
Obama’nın başkanlık yılları Transatlantik ilişkilerin yeniden canlanması dönemi olarak kabul edilmektedir. Trump döneminde ise ikili ilişkilerde görüş ayrılıkları derinleşmiştir. Trump, 2017 Mayıs ayında yapılan NATO toplantısında Avrupalı ortaklarını eleştirmiş ve onları savunma harcamalarını arttırmaya çağırmıştır. ABD’nin milli gelirinin % 3.2’sini savunmaya ayırdığını AB ülkelerinin çoğunluğunda ise rakamın % 2 seviyesine ulaşamadığını ifade etmiştir. Trump ayrıca NATO’yu “terör tehdidini ciddiye almamakla” suçlamıştır. (NPR, 2017) Trump’un AB ülkelerine bakış açısı birçok konuşmasına yansımıştır. Trump, Transatlantik ittifakına ancak kendi çıkarlarına hizmet ettiği taktirde itina göstereceğini, geleneklere ve ortak hassasiyetlere önem vermeyeceğini ima etmiştir.
Trump yönetiminin uluslararası siyasal sisteme bakışı da sorunludur. Ulusal Güvenlik Danışmanı John Boulton bir konuşmasında şu görüşleri savunmuştur: “BM diye bir şey yok. Uluslararası toplumda geçerli olan tek şey gerçek gücün kimde olduğudur. Bu güç ABD’nin elindedir ve Amerikan hükümeti de ulusal çıkarlarına göre hareket edecektir” (The Guardian, 2018).
Eski ABD Büyükelçisi Antony Gardner, Trump’un Avrupa politikasını “tarihi bir hata” olarak değerlendirmiştir. CNBC kanalına açıklama yapan büyükelçi, “60 yıldan beri Demokrat olsun, Cumhuriyetçi olsun tüm Amerikan yönetimleri Avrupa bütünleşmesini desteklemişlerdir. Temel düşünce, Avrupa için iyi olan ABD için de iyidir olmuştur. Trump yönetimi ise AB’yi hasım olarak değerlendirmektedir” (CNBC, 2019)
Trump’un barış ilkesine hiç ehemmiyet vermediğini gösteren örneklerden ilki, ABD’nin 9 Mayıs 2017’de İran ile yapılan nükleer anlaşmadan çekilmesidir. Trump, Obama döneminde yapılan anlaşmanın İran’ın nükleer güç haline gelmesine engel teşkil etmeyeceğini iddia etmiş ve tarihin en kötü anlaşması olarak nitelendirmiştir (New York Times, 2018). Trump’un bu tutumuna AB’nin önde gelen ülkeleri karşı çıkmışlardır. İngiltere, Fransa ve Almanya, İran ile yapılan nükleer anlaşmanın uluslararası güvenliğe katkı sağladığı görüşünü savunmuş ve ABD yönetimi tarafından İran için öngörülen ambargoya katılmamışlardır. AB’nin önde gelen ülkeleri tarafından yapılan açıklamada “İran, anlaşma hükümlerine bağlı kaldıkça biz de bağlı kalmaya devam edeceğiz” ifadesi kullanılmıştır. (Politico, 2019).
ABD ile AB arasında kırılma yaratan bir diğer sorun da Ortadoğu Barış süreci veya Arap İsrail çatışması olmuştur. Trump, işbaşına geldikten kısa bir süre sonra ABD hükümeti büyükelçiliğini Telaviv’den Kudüs’e taşımıştır. Trump’un bu kararı ABD’de Evanjelik Hıristiyanlar ve Yahudi lobisinden ciddi destek görmüştür. AB liderleri ise kararın barış sürecine katkı sağlamayacağını ifade etmişlerdir (Kaya, 2018:12). Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul eden kararın uluslararası hukuka aykırı olduğu, Türkiye’nin ve İslam İşbirliği Teşkilatının girişimleri ile 21 Aralık 2017’de BM Genel Kurulunda müzakere edilmiş, 9 üyenin olumsuz oyuna karşılık 128 üyenin olumlu oyu ile kabul edilmiştir. Oylamada 35 ülke de çekimser kalmıştır (DW, 2018). Avrupalı devletlerin dışında Rusya ve Çin de, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olmasına karşı oy kullanmışlardır. ABD yönetimi ile AB arasındaki Ortadoğu konusundaki görüş ayrılığı bununla sınırlı kalmamıştır. ABD yönetimi daha sonra yaptığı açıklamalarda 1967 savaşından beri İsrail işgali altında bulunan Golan Tepelerinin ilhak edilmesini tanıdığını duyurmuştur. Trump yönetiminin son skandalı ise Batı Yakasındaki Yahudi yerleşim birimlerinin savunulması olmuştur. Sıralanan tüm bu konularda AB ülkelerinin tutumu ise 1980’de AT Dışişleri Bakanlarının kabul ettiği Venedik Deklarasyonundan bugüne istikrarlı bir seyir takip takip etmiştir. AB tarafı, İsrail Filistin anlaşmazlığının çözümünde BM’nin 242 sayılı kararının esas alınması görüşünü savunmaya devam etmektedir.
Transatlantik ilişkilerdeki güvenlik sorununun giderek derinleşmekte olduğu 15-17 Şubat 2019’da yapılan Münih Güvenlik Konferansında açık biçimde ortaya çıkmıştır. Toplantıda ABD ile AB arasındaki ilişkilerin yeni dönemde nasıl bir seyir takip edeceği tartışılmıştır. Toplantıda Merkel başta olmak üzere Avrupa tarafı, daha ihtiyatlı bir tutum içerisinde olmayı tercih ederken, Trump’un AB ülkelerini yükümlülüklerini yerine getirmemekle itham etmesi ve aşağılaması dikkat çekmiştir. Toplantı hakkında yapılan bir değerlendirmede, ABD ve AB arasındaki görüş ayrılıklarının derinleştiği ve “Önce Amerika” politikasının “Yalnız Amerika”ya dönüştüğü ileri sürülmüştür (Sloat, 2019).
Transatlantik ilişkilerin üzerinde pek durulmayan boyutu da AB’nin değişen konjonktüre uygun alternatifler üretmekte başarısız olmasıdır. Zira objektif olmak gerekirse, Transatlantik ilişkilere yönelik gerçek tehdit, ABD’nin global stratejisindeki değişiklikten kaynaklanmamaktadır. Her devletin dış politikasında belli dönemlerde az yahut çok değişiklikler yaşanmasını olağan kabul etmek gerekmektedir. Sorun bir başka perspektiften AB ülkelerinin dünyadaki değişikliklere uyum sağlayacak esnek politika üretememelerinden kaynaklanmaktadır. AB ülkeleri on yıllar boyunca Avrupa üzerindeki ABD tahakkümüne karşı bir alternatif oluşturamamışlardır. Bütünleşmede sağlanan ilerleme ABD bağımlılığını ortadan kaldırmamıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonunda ABD ile Avrupa hükümetleri arasında savunma ve güvenlik alanlarında tesis edilen dayanışma, Soğuk Savaş dönemi boyunca devam etmiştir. Berlin duvarının yıkılmasından 30 yıl sonra Soğuk Savaş dönemi ittifaklarının aynı şekilde varlığını sürdürmesini beklemek ikili ilişkilerde sıkıntı yaratmıştır. Avrupa hükümetlerinin gerçekle yüzleşmeleri ve Soğuk Savaş dönemindeki yaklaşım tarzlarında değişiklik yapmaları gerekmekte iken bu yapılmamış, 2020’li yıllarda Avrupa güvenliğinin ABD koruması altında devam etmesi beklentisi irrasyonel şekilde varlığını korumuştur. Tarafların çıkarlarının zaman içerisinde farklılaşması, özel ilişkilerin devam etmesi yönündeki beklentileri temelsiz kılmaktadır. Bu aşamada Avrupa hükümetleri ve aydınlarının alternatif üretememeleri veya bütünleşme seviyelerinde sağlanan ilerlemeye rağmen ABD bağımlılığını kıramamalarını bir eksiklik olarak kabul etmek gerekmektedir. Bu noktada Avrupa’nın daha yaratıcı bir vizyona ihtiyacı bulunmaktadır.
Avrupa ile ABD arasında son 70 yılda bir çok konuda çatışma ve gerilim yaşanmıştır. Ancak bunların hiçbirisinde ikili ilişkilerin temel kurumlarına karşı ABD yönetimleri tarafından düşmanca bir tutum ortaya konulmamıştır. Trump yönetiminin söylem ve uygulamaları, sadece Avrupa bakımından değil, ABD’nin ilişki içerisinde olduğu diğer aktörlere karşı da farklılık göstermektedir. ABD dış politikasındaki savrulmanın tek başına Trump veya Cumhuriyetçi Parti’den kaynaklanıp kaynaklanmadığı belirsizliğini korumaktadır. Daha güçlü ihtimal, ABD sisteminin karar vericileri tarafından kapsamlı bir strateji değişikliği yapıldığı ve bunun da Trump tarafından uygulamaya aktarıldığıdır. Nedenleri ne olursa olsun, Trump döneminde ortaya konulan ABD politikalarının tanımlanması ehemmiyet taşımaktadır. Finlandiya Uluslararası İlişkiler Enstitüsü tarafından yapılan bir değerlendirmede Trump dönemindeki uygulamaların ABD dış politika geleneklerinden hangisine uyarlık taşıdığı ele alınmıştır. Trump’un kendine özgü (sui generis) bir ABD Başkanı olduğuna vurgu yapılan değerlendirmede ABD’nin dış politika gelenekleri liberalizm, yeni muhafazakârlık, realizm ve yeni yalnızcılık politikası (neoisolationism) olarak sıralanmıştır. Başkan Trump’un söylem ve eylemlerinin dış politika ekollerinden hiç birisine tek başına uyarlık taşımadığı, bununla birlikte her gelenekten kismî işaretler içerdiği öne sürülmüştür (Sinkkonen, 2018).
En güçlü ihtimallerden biri de ABD’nin ortaya koyduğu uygulamaların gücü esas kabul eden, hukuk ve taahhütleri ikinci planda tutan klasik realizm teorisine uyarlık taşımaktadır. Bu noktada spesifik olarak ABD ve Avrupa ilişkilerinde yaşanan problemleri, büyük stratejide yaşanan değişimin yansımaları olarak okumak gerekecektir. Bir başka perspektiften Trump sonrası dönemde düzelme yaşanacağı beklentisiyle günümüzdeki sıkıntılı süreci bir ara dönem (fetret devri) olarak değerlendirmek de mümkündür.

Sonuç
Transatlantik İlişkilerin 70 yıllık tarihinde bugüne kadar Avrupa devletlerinden ve ABD’den kaynaklanan birçok anlaşmazlık yaşanmıştır. Ancak bunlardan hiç biri Trump yönetimi döneminde olduğu kadar ikili ilişkileri temelden sarsıcı boyutta olmamış ve kırılma yaratmamıştır. AB’nin tarihsel gelişimi, genişleme ve derinleşme yoluyla sağladığı ilerlemelerin perde gerisinde ABD ve NATO’nun sağlandığı güvenlik garantileri bulunmaktadır. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse ABD’nin güvenlik garantileri ABD bütünleşmesine uygun ortam yaratmıştır. Trump döneminde bu temelin tartışmaya açılması veya yeni parametrelere göre tanımlanması, ikili ilişkilerde kırılma yaratmıştır. Transatlantik ilişkilerin ekonomik boyutunu takviye edecek TRIP müzakereleri askıya alınmış ve ABD’nin Avrupa’dan ithal edilen bazı mallar için ilave vergiler koyması, ticari ilişkilerde de durgunluk yaratmıştır.
Trump’un Avrupa karşıtı söylemleri NATO ittifakını da olumsuz yönde etkilemiş, AB içerisinde güvenlik ve savunma boyutunu güçlendirme yönünde arayış başlamıştır. Atlantik’in iki yakası arasındaki görüş ayrılıkları ve çatışma, ayrıca küresel sorunların ortak çözüm bulmayı da negatif yönde etkilemiştir. İki taraf arasındaki ayrışmanın Trump iktidarı ile sınırlı olup olmadığı netlik kazanmazken, ABD’nin AB ve öteki aktörlere karşı izlediği politikada görülen radikal değişiklikler Büyük Stratejisinde değişim olduğu görüşünü güçlendirmektedir. Trump’ın izlediği dış politikanın devletler hukuku ve beynelmilel taahhütlere aykırılıklar içermesi nedeniyle klasik realizme dönüş olduğunu söylemek de mümkündür.
Trump yönetimindeki ABD ile Avrupa arasında ticaret, savunma ve güvenlik konularına ilave olarak uluslararası barış konusunda da ayrışma yaşanmıştır. Trump işbaşına geldikten sonra İran ile yapılan Nükleer Anlaşmadan tek taraflı çekilmiş, Ortadoğu’nun kadim anlaşmazlığı olan Arap İsrail çatışmasında ise Yahudi lobisi ve Evanjelik mezhebinin beklentilerine uygun olarak İsrail’i desteklemiştir. ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması, Batı Yakasındaki Yahudi yerleşim birimleri ve Golan tepelerinin İsrail tarafından ilhak edilmesine olumlu yaklaşımı AB tarafından eleştirilmiş, Trump yönetiminin politikalarının uluslararası barışa hizmet etmediği ifade edilmiştir. ABD dış politikasındaki değişim ve Transatlantik ilişkilerdeki ayrışmanın kapsamlı bir strateji değişikliğinin yansıması olup olmadığı zaman içerisinde netleşecektir.

Özet
Trump Dönemi ABD –AB İlişkileri
Prof. Dr. İrfan Kaya ÜLGER (Kocaeli Üniversitesi- Uluslararası İlişkiler Bölümü)
Batı Avrupa’daki iktisadi /siyasi bütünleşme hareketinin düşünsel kökenleri Ortaçağa kadar gitmektedir. İlk adımı olarak her ne kadar İkinci Dünya Savaşı sonunda işgal altındaki Almanya’nın statü arayışı çerçevesinde kurulan Avrupa Kömür Çelik Teşkilatı olarak kabul edilse de perde gerisindeki yönlendirme de dikkat çekmektedir. Gerçekten de 2’nci Dünya Savaşı sonrasında ABD, bir yandan Marshall yardımları ile ekonomik işbirliğini, öte yandan SSCB yayılmasını sınırlandırma amacıyla NATO’nun kurulmasını teşvik etmiş ve yaratılan güvenlik ortamı Avrupa bütünleşmesine uygun zemin teşkil etmiştir. Günümüzde AB’yi tanımlarken barış projesi, bölgesel bütünleşme hareketi, supranasyonal örgütlenme gibi ifadeler kullanılmaktadır. En az bunlar kadar geçerli bir başka tanım da, Avrupa bütünleşmesinin aslında bir ABD projesi olduğudur. Bu çalışmada, ABD Avrupa Birliği ilişkilerindeki Trump döneminde yaşanan temel sorunlar incelenmiştir.
Çalışmanın ilk bölümünde Transatlantik ilişkilerin tarihsel gelişimi analiz edilecektir. Marshall Yardımlarından başlayarak ikili ilişkilere damga vuran işbirliği ve dayanışma Soğuk Savaş ve Yumuşama döneminde sorunsuz bir şekilde yürümüştür. Bununla birlikte Soğuk Savaşın ardından görüş ayrılıkları derinleşmeye başlamıştır. İkinci bölümde, ABD Büyük Stratejisinde Avrupa’nın yerinin ne olduğu sorusuna cevap aranmıştır. Her hükümet döneminde güncellenen ABD Büyük Stratejisinin temel dayanaklarından biri de Transatlantik işbirliğidir. Trump işbaşına gelinceye kadar ABD yönetimleri Avrupa ile yakın işbirliği ve diyalog içerisinde olmaya itina göstermişlerdir. İki taraf arasındaki ticaret hacmi yıldan yıla artmıştır. Tarafların yekdiğerinde bulunan yabancı sermaye yatırımları da dev boyutlara ulaşmıştır. ABD ile AB arasında ticareti daha da canlandıracak olan Transatlantik müzakereleri 2013 yılında başlamış ve ancak sonuçlandırılmadan 2016 yılında dondurulmuştur.
Çalışmanın üçüncü bölümünde tüm bu tarihsel gelişmeler dikkate alınarak Trump döneminde ikili ilişkilerde yaşanan kırılma incelenmiştir. ABD ile AB arasındaki anlaşmazlık, hem savuma ve güvenlik alanlarında, hem iktisadi ilişkilerde Trump yönetimi ile birlikte derinleşmiştir. ABD, NATO’nun Avrupalı ülkelerinden savunma harcamalarının arttırılmasını talep ederken, öte yandan da ABD’nin uluslararası taahhütlere bağlı kalmayacağı ve ABD çıkarlarına öncelik vereceğini duyurmuştur. Trump, bunun dışında uluslararası barış ve güvenlik bakımından da radikal değişiklikler yapmıştır. İran ile yapılan nükleer anlaşma feshedilmiş, Arap İsrail çatışmasında İsrail yanlısı uygulamalara ağırlık verilmiştir. AB, Trump’un politikalarının uluslararası barış ve güvenliğe katkı sağlamayacağını açıklamıştır. ABD ile AB arasındaki kırılmanın Trump sonrasında aşılıp aşılmayacağı bilinememektedir. Bununla birlikte dikkat çeken husus, AB’nin 70 yıl geçmiş olmasına rağmen Transatlantik ilişkiler için bir alternatif ortaya koyamamasıdır. Uluslararası siyasal sistemdeki değişimin hem ABD’yi hem de AB’yi derin biçimde etkilediği ve gelecekte de etkileyeceği bir vakıadır. Yeni meydan okumalar ve yeni fırsatlar Transatlantik ilişkilerin gelecekte yeniden tanımlanmasını zorunlu kılacaktır.

KAYNAKLAR

Akhtar, İlias (2018), U.S.-EU Trade and Investment Ties: Magnitude and Scope, https://fas.org/sgp/crs/row/IF10930.pdf (Erişim: 1 Kasım 2019)
Ben-Meir, Ilan Bed (2015), That Time Trump Spent Nearly $100,000 On An Ad Criticizing U.S. Foreign Policy In 1987, https://www.buzzfeednews.com/article/ilanbenmeir/that-time-trump-spent-nearly-100000-on-an-ad-criticizing-us, (Erişim: 25 Ekim 2019).
Bozo, Federica (2016), A History of the Iraq Crisis: France, United States and Iraq (1991-2003), Wodrow Wilson Center Press, Washington.
Brans, Hall (2015), American Grand Strategy, Lessons from the Cold War, Foreign Policy Reseach Institute, New York.
Charountaki, Marianna (2014, “US Foreign Policy in Theory and Practice: from Soviet era Containment to the Era of the Arab Uprising(s)” Journal of International Relations and Foreign Policy, Vol. 2, No. 2, pp. 123-145.
Chatham House (2019), US–EU Trade Relations in the Trump Era: Which Way Forward?, https://www.chathamhouse.org/sites/default/files/publications/research/2019-03-07-US-EUTradeRelations.pdf (Erişim : 11 Kasım 2019).
CNBC (2019),” Trump is making a ‘historical mistake’ with the EU, former US ambassador says” https://www.cnbc.com/2019/11/12/trump-making-a-historical-mistake-with-eu-former-us-diplomat-says.html (Erişim 30 Ekim 2019).
Culture Action Europe (2016), A Little Guide Through TTIP negotiations, Brussels.
DW (2018), UN Votes 128-9 to Reject US Decision on Jerusalem, https://www.dw.com/en/un-votes-128-9-to-reject-us-decision-on-jerusalem/a-41892757 (Erişim: 2 Kasım 2019)
Federal Ministry of Defence (2009), European Security and Defence Policy, Federal Foreign Office Publication, Berlin.
Heritage Foundation (2019), The 2020 Index of US Military Strength, Washington.
Hogan, Michael J, (1984) “Revival and Reform: America’s Twentieth –Century Search for a New International Order”, Diplomatic History, Vol.8, No.4, pp. 287-310.
Jentleson, Bruce W (2014), American Foreign Policy: The Dynamics of Choice inn the 21th Centuy, New York and London, WW Notron Company.
Kaya, Taylan Özgür (2018), “Trump-Avrupa Birliği ve İsrail-Filistin Uyuşmazlığı”, ORSAM Raporu, No: 219, Ankara
Kennedy, Paul (1995), “Grand Strategy in War and Peace: Towards a Broader Definition”, in Grand Strategy in War and Peace, ed, Paul Kennedy , Yale University Press.
Lute, Douglas & Burns, Nicholas (2019), NATO at Seventy- An Alliance in Crisis, Harvard Kennedy School, Belfer Center Report.
New York Times (2018), Rewrite Iran Deal? Europeans Offer a Different Solution: A New Chapter, https://www.nytimes.com/2018/02/26/us/politics/trump-europe-iran-deal.html?auth=linked-facebook (Erişim 1 Kasım 2019)
NPR (2017), In NATO Speech, Trump Scolds Leaders But Doesn’t Recommit To Defense Pledge, https://www.npr.org/sections/thetwo-way/2017/05/25/530040756/in-nato-speech-trump-scolds-leaders-but-doesnt-recommit-to-defense-pledge, (Erişim. 20 Ekim 2019)
Politico (2019), European Powers Say They Will Stick With Iran Nuclear Deal, https://www.politico.eu/article/iran-europe-nuclear-united-states/ (Erişim: 1 Kasım 2019).
Sinkkonen, Ville (2018), Contextualizing the “Trump Doctrine”: Realism, Transactionalism and the Civilized Agenda, FIIA Analiysis, Finnish Institute of International Affairs, Helsinki.
Sloat, Amanda (2019), Dispatch from Munich: The Trans-Atlantic Rift Persists Amid Weaknesses on Both Sides, https://www.brookings.edu/blog/order-from-chaos/2019/02/18/dispatch-from-munich-the-trans-atlantic-rift-persists-amid-weaknesses-on-both-sides/ (Erişim: 2 Kasım 2019)
The Guardian (2018), “Who is John Bolton, Trump’s new national security adviser?” https://www.theguardian.com/us-news/2018/mar/22/who-is-john-bolton-trump-national-security-adviser (Erişim 18 Ekim 2019)
University of Maryland (2019), Americans on NATO- A Survey of Voters Nationwide, Program for Public Consultation, Baltimore.
Warren, Patrick T (2010), Alliance History and the Future NATO: What the Last 500 Years of Alliance Behavior Tells Us about NATO’s Path Forward, 21st Century Defence Initiative Policy Paper, Brookings .
White House (2016), Remarks by President Obama at Hannover Messe Trade Show Opening, https://obamawhitehouse.archives.gov/the-press-office/2016/04/25/remarks-president-obama-address-people-europe (Erişim. 15 Ekim 2019).