SUÇ DOSYASI /// CEMAL TUNÇDEMİR : Tarihin en büyük para soygunu


CEMAL TUNÇDEMİR : Tarihin en büyük para soygunu

30 Eylül 2020

The Guardian gazetesi, Panama Belgelerinin ortaya saçıldığı 2016 Mayıs ayında, bu belgelerden hareketle yaptığı araştırmalardan birinde, Londra’da bulunan İngiltere’nin en pahalı ve en yüksek rezidans gökdelenindeki evlerin sadece üçte birinin İngiltere vatandaşlarına ait olduğunu belirleyecekti. Ülkenin en lüks rezidans gökdelenindeki dairelerin üçte ikisinin sahibi İngiliz değildi.

Örneğin gökdelenin en gözde evi, 51 milyon Euro değerindeki 2000 metrekarelik beş katlı teras dairesi, Rus lider Putin’in seçim kampanya şirketinin ortağı Andrei Guriev’e aitti. Guriev, Buckingham Sarayından sonra Londra’nın en büyük konutu olan Witanhurst Malikanesinin de sahibiydi. Putin’e muhalif herkesi Rusya düşmanı ve vatan haini göstermekle görevli Guriyev, Londra’daki bu devasa teras dairesinin bir katına kendisi ve misafirleri için bir Rus Ortodoks kilisesi inşa edecek kadar da dindar ve milliyetçi bir Rustu.

Onun altındaki 2,7 milyon Euro’luk dairelerden birinin sahibi Nijerya’nın finans bakanı Ebitimi Banigo’ydu. Guardian’ın milyon dolarlık dairelerin tespit ettiği sahipleri arasında, Irak Kürdistan Bölgesinin lider ailesine çok yakın Kürt kökenli bir petrol baronundan, Kırgızistan liderinin çok yakın arkadaşı Kırgız bir votka baronuna, Kazakistan’ın o günlerdeki diktatörü Nazarbayev’in damadından, Çin’de parti yönetimine yakın isimlere ile Ortadoğu ve Afrika’nın zenginlikleri şaibeli bakan ve bürokratlarına kadar farklı kıtalardan kişiler vardı.

Hepsini bu lüks gökdelende, paravan şirketler aracılığıyla buluşturan sırrın adı ‘offshore’du.

Yani, yabancı sermaye girişine çok açık, paranın kaynağını sormayan; katı gizlilik kurallarıyla sermaye sahiplerinin kimliğini koruyan; ya çok düşük oranda vergi alarak ya da hiç almayarak paranın kendisini de koruyan; politik ve ekonomik olarak istikrarlı yönetim bölgeleri. Bunların çoğunluğu, Mann Adası, Jersey Adası, Virgin Adaları, Cayman Adaları, St Kitts, Bermuda, Cook Adaları gibi adalar olduğu için, bu finans merkezlerine, ‘’açık deniz finans merkezi’’ anlamında ‘Offshore Finance Center’ deniyor. Ama isme aldanmamak lazım. İsviçre, Singapur, Hong Kong, Lüksemburg, Liechtenstein, Monako veya ABD’de Delaware, South Dakota, Nevada eyaletleri gibi ‘onshore (karada)’ olanları çok daha büyük çaplı.

Offshore merkezlerinin çok büyük bölümünün İngiliz egemenliğinde olmasının avantajıyla, dünyadaki vergi cennetleri ağlarının en büyüklerinden birinin merkezi Londra. Yani, offshore’un 20-30 trilyon dolar arası bir büyüklüğe ulaştığı tahmin edilen Matrix evreninin küçük bir gökdeleninin, bir ‘database’ hack’iyle, biz fanilere görünür hale geldiği yer.

Offshore sisteminin başlangıçtaki iddiası, servet sahiplerine ‘mahremiyet’ sağlamaktı. Ancak Londra’daki lüks gökdelen, sistemin temel hizmetinin ‘gizlilik’ haline geldiğinin de çarpıcı göstergelerinden biriydi. Mahremiyet ve gizlilik aynı şeyi ifade etmiyor. Mahremiyet, meşru bir ticaret, yetenek veya çabayla kazanılmış zenginliği, önyargıdan korunma, normal hayat yaşamak, tehditlerden uzak olmak gibi amaçlarla, gözlerden uzak tutma çabasını ifade ediyor. Gizlilik ise, yasa dışı veya haksız şekilde elde edilmiş, bilinir hale geldiğinde başınızı hukukla veya seçmenlerle belaya sokacak serveti gözlerden uzak tutma çabasını ifade ediyor.

Uzak ve Orta Asya’nın, Ortadoğu’nun, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın devlet başkanı, bakan ve bürokratları ile onların iş insanı görünümündeki ihaleci ortakları, meşru ve yasal yollardan zengin olmadıklarının güçlü bir göstergesi olarak, Offshore vergi cennetlerinde kurulmuş paravan şirketler aracılığıyla sahipliklerini gizleyerek, New York, Londra gibi merkezlerde yeni yatırımlar ve lüks harcamalar yapıyorlar, bu daireleri satın alıyorlar.

Gizlilik’, tarihin en büyük para soygunun da anahtar kelimesi.

Küresel para trafiği hakkında yaygın yanlış algımız şu: Dünyada bir yanda muhtaç ülkelere cömertçe zenginliğinden pay veren yardımsever zengin ülkeler, bir yandan da hiç parası olmadığı için bu yardımlarla ayakta durabilen veya gelişmesini sürdürebilen yoksul ülkeler var.

Oysa acımasız gerçek bunun tam tersi. Fakir ülkelerden, gelişmiş zengin ülkelere dönük para transferi en az iki kat daha büyük.

ABD merkezli Küresel Mali Dürüstlük (GFI) adlı kuruluş ile Norveç Ekonomi Üniversitesi Uygulamalı Araştırmalar Merkezinin, 2016 yılında yayınladığı, küresel para trafiğinin sadece resmi verileri üzerindeki araştırmaya dayalı raporu, bu açıdan çarpıcı bir resim ortaya koyuyor. Bu rapordaki ‘’resmi rakamlar’’, yoksul ülkelere karşılıksız yardımlardan, kredilere, borç iptallerinden, uluslararası ticarete kadar oldukça geniş bir yelpazeye sahip. Rapora göre, sadece 2012 yılında, gelişmiş dünya ülkelerinden yoksul Afrika ve Asya ülkelerine transfer olan paranın miktarı 1,3 trilyon dolar. Ama buna karşın aynı yoksul Asya ve Afrika ülkelerinden gelişmiş ülkelere o yılda transfer olan paranın miktarı ise 3.3 trilyon dolar.

Yani, yoksul dünyadan gelişmiş dünyaya, her yıl, fazladan 2.2 trilyon dolar transfer oluyor. 1980’li yıllardan beri, bu şekilde fazladan, 16.3 trilyon dolar para, gelişmiş Batı ülkelerine transfer olmuş. Yani kürenin ve tarihin en büyük ekonomisi olan Amerikan ekonomisini sıfırdan inşa etmeye yetecek kadar muazzam bir para.

Ülkeler arası para transferi dendiğinde çoğumuzun aklına gelen ilk gelen kalem, yani gelişmiş ülkelerdeki göçmenlerin yoksul ülkelerindeki ailelerine gönderdikleri para da elbette ki bu resmi rakamlara dahil. Batı ülkelerinde yaşayan göçmenlerin ülkelerindeki ailelerine para göndermesi ve yoksul ülkelere yapılan yardımlar günümüzde, Batıdaki yabancı karşıtlarının, ‘göçmenler parazit gibi zenginliğimizi sömürüyor’ iddiasının da temellerinden birini oluşturuyor. Oysa bu aile yardımı paraları, küresel para trafiğinde, ne ırkçı Batılıların ne de bizim sandığımız kadar büyük bir kalem değil, hatta küsurat gibi kalıyor. Ülkelere yardım olarak giden her 1 dolar yardıma karşılık ise, yoksul dünyadan 24 dolar geri geliyor.

Örneğin zengin Batı ülkelerinde yaşayan Sahra güneyi Afrikalılarının ailelerine gönderdiği yıllık aile yardımı parası 31 milyar dolar. Bu 31 milyar dolar, bazı örneklerde, sadece tek bir çokuluslu batı şirketinin, bir sahra Güneyi ülkesinde kazanıp, yazılmasına kendisinin katkı yaptığı mevzuat veya rüşvet verdiği diktatörler sayesinde, çeşitli fatura oyunlarıyla, bir offshore merkezine transfer ettiği para kadar bile olmayabiliyor.

London School of Economics’te ders veren antropolog ekonomist Jason Hickel, The Guardian gazetesinde yayınlanan bir yazısında bu veriler ışığında, ‘’Zengin ülkeler yoksul ülkeleri kalkındırmıyor, yoksul ülkeler zengin ülkeleri kalkındırıyor’’ yorumu yapmaktan kendini alamıyor.

Para transferindeki bu cari açığı, ‘’Batı, teknoloji geliştiriyor, yeni fikirler, yeni trendler üretiyor. Üreticinin para kazanabildiği bir sistem oluşturmayı başarabilmiş. Ticarette bir üstünlük yaşaması tabii ki şaşırtıcı değil’’ şeklinde savunup geçmek ise mümkün değil. Çünkü, Uzak ve Orta Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’dan gelişmiş ülkelere para transferini, tamamı ile legal ticaret oluşturmuyor.

Tarihin adeta en büyük soygununa dönüşmüş küresel para transferinde nerdeyse son 40 yıldır aslan payını, ‘gizli veya kayıt dışı’ paralar oluşturuyor. GFI raporuna göre, 1980’li yıllardan beri gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere, fatura hileleriyle, ‘vergiden kaçırılarak’, çok büyük çoğunlukla offshore gibi yollardan giden gizli sermaye, 13.4 trilyon dolar.

Aynı yol, bu ülkelerin liderlerinin, lider ailelerinin, politikacıların, bürokratların veya organize suç örgütlerinin ülkelerinde, ihaleler, komisyonlar, rüşvetler, uyuşturucu, silah, insan kaçakçılığı ve haraç gibi yollarla elde ettikleri yasadışı paralarını aklamakta da kullanılıyor.

Yani her yıl 700 milyar dolar civarında yolsuzluk parası, offshore sistemi aracılığı ile güvenli cennetlere, New York ve Londra gibi merkezlerde kurulu bankalara transfer ediliyor. Her yıl, simit satışından, bilgisayar satışına, çay ve fındık hasılatından, berber ve kasabına, memur maaşlarından cep telefonlarına, elektrik faturalarından, banka işlemlerine ve dolmuş otobüs biletlerine kadar sıfırdan yeni bir Türkiye ekonomisi inşa etmeye yetecek büyüklükte bir para bu.

2008 ekonomik krizinin derinleştiği günlerde, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Organizasyonu OECD’nin o dönemdeki genel sekreteri Angel Gurria da, The Guardian’daki bir makalesinde şu itirafı yapacaktı:

’Gelişmekte olan ülkeler, her yıl, gelişmiş ülkelerden aldıkları finansal yardımın üç katından fazlasını küresel vergi cennetlerine kaybediyor’’.

İronik olan ise, Batı ülkelerinin yoksul dünyaya yaptığı mali yardımların çok büyük bölümünün de yine bu ülkelerin yolsuz politikacıları, diktatörleri, onların aileleri, bakanları, generalleri, bürokratları ve ihaleci işbirlikçilerince ‘iç edilip’, yeniden Offshore merkezlerine, New York, Londra bankalarına dönmesi.

İroninin ironisi olarak da aynı milli liderler, kurdukları yolsuzluk sistemi sebebiyle mütemadiyen krizdeki ekonomilerinde günü kurtaracak borç para için yine bu bankaların kapısını çalıyor. 1980 yılından beri New York ve Londra’daki bankaların kasalarına giden (ana borç bile değil) sadece faiz ödemesi, yaklaşık 4,2 trilyon dolar.

Mısırlı Marksist ekonomist Samir Amin, daha 1960’lı yıllarda, ‘’mevcut küresel ticaret düzeninde, kalkınmakta olan ülkelerin hiçbir zaman kalkınamayacağını’’ savunan ve sonradan ‘bağımlılık teorisi’ olarak adlandırılacak ekonomik sistem eleştirisini dillendirecekti. Söz konusu eleştiriler, Soğuk Savaş ikliminde, bir Marksist ekonomistin anti-kapitalist paranoyası muamelesi görecekti. Günümüzde, Amin’in eleştirilerini artık Financial Times, Economist ve Wall Street Journal da bile sıkça okur hale gelmemiz boşuna değil.

Kürenin kuzey ve güney yarımları arasındaki ortalama yıllık kişi başına gelir farkı, Amin’in tespitlerini yaptığı 1960’larda 9 bin dolar ilen günümüzde yaklaşık 4 katına, 35 bin dolara ulaşmış durumda. Bu muazzam gelir uçurumunun tek sebebi tabii ki yasal ticaret değil. Çok uluslu şirketler ve politik liderler için yolsuzluğu çok kolaylaştıran offshore gibi finans mekanizmalarının yükselişi ve buna paralele olarak kurumsal ve anayasal devlet yapılarının bütün denetim mekanizmalarının çöküşü asıl faktör.

Offshore gibi finans mekanizmalarının, devlet başkanlarına, bakanlara ve bürokratlara yolsuzlukla, rüşvetle, suistimallerle elde ettikleri paraları güvenli yerlere taşıyıp, sahipliklerini gizleyip, paravan şirketler aracılığı ile harcamayı çok kolaylaştırması, görece işleyen demokrasilerde de, son 20 yılda, tıpkı Afrika’da on yıllardır olduğu gibi, küçük ölçekli yolsuzlukların yerini, sistematik ve astronomik yağmanın almasına yol açtı. Devlet gücünün, kamu yetkilerinin, hukukla, parlamentoyla, iktidardan bağımsız medya ile ve ifade özgürlüğü/protesto hakkıyla sürekli denetim altında olmasının neden önemli olduğunu kavrayamamış toplumlar bu süreçte çok daha ağır bedeller ödüyor. Otoriterleşen demokrasilerden offshore merkezlerine para akışı 2000’li yıllardan beri adeta katlanarak artıyor.

Amin’in ticaret düzenindeki adaletsizliğe dönük haklı eleştirilerinin, bugünkü resmin asıl önemli parçasına dikkat çekmemesi nedeniyle, ‘sömürülen masum esmer adam, sömürücü kötü Batılı beyaz adam’ kolaycılığında bir kültürel veya coğrafi bakışa savurma ihtimali de var.

Öncelikle, gelişmekte olan ülkelerden, gelişmiş ülkelere bu ‘gizli’ kara para transferi, Batı toplumlarının cebine gidiyor değil. Aksine, gittikçe kriminal bir karaktere bürünen finans sistemi, bu toplumlarda gelir dağılımı uçurumunu derinleştirmenin de ötesinde artık hukuk sistemlerini, demokrasilerini tehdit eder konuma gelmiş durumda. Donald Trump bir yandan Amerikalıları, ‘Meksikalı göçmenler ve siyah çeteler sokaklarda uyuşturucu satıyor, korkunç bir tehdit’ diye korkuturken, diğer yandan da Meksikalı uyuşturucu kartellerinin kazandığı milyarlarca doları, hukuktan ve rakiplerinden koruyacak şekilde ABD bankalarında tutabilecekleri şirket mahremiyet düzenlemeleri getirebiliyor. ABD’yi tarihin en büyük ‘’vergi cennetine’’ dönüştürüyor. Bir Amerikalı hukuk yetkilisi, konuyu araştıran gazeteciye, ‘vergi cennetleri’ ve ‘offshore gizliliği’ olduğu müddetçe suç ve yolsuzluk evreninin kara parasıyla mücadele edilemeyeceğine şöyle dikkat çekiyor:

‘’Terör ile mücadelede en temel gerçek, terörün kendini güvende tutabildiği bir coğrafyası varsa asla başarılı olamayacağınızdır. ABD, finans kriminallerine son derece güvenli bir cennet olma yolunda. Bahamaların, Virgin Adalarının ve diğer adalarının asla olamayacağı kadar etkin bir vergi cenneti’’.

Nüfusu sadece 800 bin olan South Dakota eyaletinin banka kasalarında saklanan kişisel servetlerin toplamı 400 milyar dolara yaklaşmış durumda. Ve bunun çok önemli bir kısmının sahipleri Amerikan vatandaşı bile değil. Çoğu offshore merkezlerinde kurulu paravan şirketler aracılığı ile bu emniyet fonlarına yatırıldığı için gerçek sahiplerini de kimse bilmiyor. Yine, Trump, yoksul muhafazakar beyazlara, toplam büyüklüğü birkaç yüz milyon dolarlık sosyal yardım programlarını, ‘tembel zenciler ve göçmenler parazit gibi devletten, vergilerinizden besleniyor’ diyerek bütçe açığına gerekçe yaparken, kendi hataları ve hatta suçlarıyla 2008 gibi krizlere neden olan Wall Street firmalarına trilyonlarca dolar havadan kaynak aktarılmasını gözden kaçırabiliyor. Yüz milyarlarca dolarlık şirketlerden bir öğretmenden alınan kadar bile vergi alınamadığı vergi reformları yapabiliyor. Dünyanın en büyük şirketlerinden biri olan Amazon, Trump’ın ünlü vergi reformu sayesinde son üç yılın ikisinde ‘sıfır cent’ federal vergi ödedi. Milyarder Trump’ın kendisinin 12 yıl boyunca ödediği toplam gelir vergisinin toplam 1500 dolar olduğunu bu hafta öğrenebildik.

Yine Amin’in 1960’ların dünyasındaki ticari verilerle sınırlı eleştirisi, mevcut resimdeki para transferinin aslan payı olan ‘sistemik yolsuzluk’ ile Asya, Afrika ve Latin Amerika toplumlarına egemen ‘anti-hukuk’ kültür hakkında da pek bir şey söylemiyor.

Devlet teşkilatlarına ve toplumlarının bilinçaltına egemen olan anti-hukuk kültür, Nijerya, Rusya, Hindistan, Irak, Gana, Brezilya, Venezuela, Pakistan gibi ülkeleri soymanın, Hollanda, İsveç, Danimarka, Almanya, Kanada, Yeni Zelanda, Japonya, Güney Kore gibi ülkeleri soymaktan neden çok daha kolay olduğunu açıklayan temel şeydir.

‘Soyulan’ dünya toplumlarının, kendileri hakkındaki büyük cehaletleri, kendi toplumlarının diğer yarısını düşman veya virüs gibi gören kabileci bakış açıları, sayısız hayal kırıklığına rağmen hala kendilerini tek bir liderin kurtarabileceği yanılgıları, yaşadıkları yağma ve yoksulluk kısır döngüsünden kurtulmalarını imkansız kılıyor. Bu toplumlar, maruz kaldıkları yoksulluk ve yoksunlukların ilk ve en önemli sorumlusunun yine kendileri olduğu gerçeği ile yüzleşecek olgunluğa bir türlü ulaşamıyorlar.

Soyulan toplumların istisnasız hepsinde devlet kutsal veya mistik bir varlık. Devlete hesap sormayı, protesto etmeyi, medya yoluyla yanlışları suçları ifşa etmeyi vatan hainliği, düşmanların ekmeğine yağ sürmek olarak gören bir kültür egemen. Bu da devlet gücüne sahip herkese her türlü gayrimeşru işi pervasızca yapma kolaylığı sunuyor. Maaşı 625 dolar olan Tacikistan Devlet Demiryolları Müdürü Emanullah Hukumov’un ailesi, ulaşım ihalelerinden kazandığı servetle, Prag’da toplam değeri 10,5 milyon dolar olan lüks evlerinde yaşamını sürdürürken, bu yolsuzlukları ortaya çıkaran gazeteci Kharillo Marsaidov, vatan hainliği suçlamasıyla Duşanbe’nin en yüksek güvenlikli hapishanesindeki hücresinde çürüyor.

Yine bu toplumların tamamının ortak özelliği devletlerinin ‘monolitik’ bir yapıya sahip olması. Sahiplerinin ‘uyumlu’ ve ‘hızlı karar alabilen’ dediği devlet yapısına sahipler. Yani kuvvetler ayrılığı başta olmak üzere ana erkleri ve her erkin içinde birbirinin yanlışlarını bulup çıkarmaya eğilimli teşkilatları traşlanmış bir devlet yapısı. Oysa ki ‘hukuk devleti’, ‘kuvvetler ayrılığı’, ‘denge denetleme sistemi’ gibi mekanizmalar, bir topluma her zaman en yakın, en yıkıcı tehdidin kendi devletinin gücü olduğunun öğrenilmesiyle doğmuş korunma mekanizmaları.

Yine soyulan toplumlar, bulundukları coğrafyaya göre, Yahudileri, Müslümanları, Hristiyanları, Hinduları, Meksikalıları, göçmenleri, kendi toplumlarının diğer yarısını vs şeytanlaştırıp sorumlu tutan veya ‘’dünyayı yöneten yedi aile’’ gibi uçuk komplo teorileri ile her şeyi açıklayıp, kendilerini sorumluluktan kurtaran şarlatanlara meyleden toplumlar. Onları bu hallere düşürenin ‘kahrolası ötekiler’ olduğunu söyleyen, herkesten daha milli ve yerli liderlerince sömürülmeye devam ediyorlar. Bu liderler de, iktidarlarının ve mevcut finansal yolsuzluk düzeninin devamı için, toplum içindeki kültür savaşları ve kutuplaşmayı derinleştirdikçe derinleştiriyor. Karanlık bir kısır döngüde kuşaklar boyunca debeleniyorlar.

Kolayca soyulabilen toplumlar şu önemli gerçeği bir türlü göremiyorlar;

Futbolu, dansı veya şarabı, vatan millet kilise çanı, bayrak edebiyatına tercih eden bir Danimarka başbakanın yolsuzluk yapmadan görevini tamamlayıp devretmesi, onun ahlaklı bir insan olmasından kaynaklanmıyor. Tıpkı, her konuşması vatan millet bayrak, anti emperyalizm üzerine olan bir zamanların sosyalist bağımsızlık savaşçısı Robert Mugabe’nin, on yıllarca iktidardan ayrılmayıp, nihayetinde dünyanın en zengin, en zalim devlet başkanlarından birine dönüşmesinin sadece onun ahlaksız bir insan olmasından kaynaklanmaması gibi.

Afrika liderleri tarihine bakacak herkes, çoğu yoksul halk kesimlerinden gelen liderlerin ilk aylarında veya yıllarında nasıl halk için çalıştıklarını ve önemli gelişmeler kaydettiklerini görebilir. Ama, bağımsız yargının, meclisin, medyanın, eşit şartlarda adil seçimlerin ve özgür protestoların denetiminde olmayan bir iktidarın bozamayacağı tek bir insan bile yok. Bu lider ne kadar dindar, ne kadar milliyetçi, ne kadar ulusalcı, ne kadar devrimci, ne kadar yurtsever, ne kadar sosyalist, ne kadar özgürlükçü olursa olsun fark etmez.

2016 Panama Belgelerinin sızdığı hukuk firması Mossac Fonseca’nın öyküsünü anlatan ‘The Laundromat (Çamaşırhane)’ filminde Mossac Fonseca’nın ortaklarından Roman Fonseca’yı canlandıran karakter şöyle yaklaşıyor bu gerçeğe;

‘’Hepimiz dünyayı kurtarmak için yola çıktığımıza inanırız. Ama hepimizin içinde bir kurt sürüsü var. Bununla beraber bu hırslarımız içinde gezinen küçük koyun sürüleri de var. Adil insan olmak istiyoruz ama nasıl olursa olsun kazanan olmayı daha çok istiyoruz. Haklı olmak istiyoruz ama haksız da olsak sonunda bizim dediğimizin olmasını daha çok istiyoruz. Çoğumuzun ‘dava’ dediği şey bu.’’

Yolsuzluğa açık denetimsiz sistem, kim olursa olsun lideri, günün sonunda bir yağmacıya dönüştürecektir. ‘Batı’ toplumları, 20’nci yüzyılda bu gerçeği, çok acı deneyimlerle bile olsa, öğrenmeyi başardığı için kürenin en müreffeh coğrafyasına dönüşebildi.

Danimarkalı, Hollandalı, İsveçli, Kanadalı, Alman muktedirler çoğunlukla yolsuzluk yapmıyorlar, çünkü yapamıyorlar. Gerçekte bu ülkeler de, yol bulabilse yolsuzluk yapacak muktedirlerle, yetkililerle dolu. Ama işte, en ufak yanlışlarını, en ufak bir baskı, yargılanma endişesi yaşamadan hemen ifşa edebilecek bir ‘hasım medya’nın varlığı; şirketlerdeki veya kamu kurumlarındaki yasadışı işleri savcılara veya medyaya ispiyonlayan ‘düdükçüleri (whistleblower)’ koruyan yasalar; en muktedir kişi hakkında bile olsa her haberi ihbar kabul edip hemen soruşturma açabilecek bağımsız polis ve savcılık mekanizmaları; ‘’vatan millet’’ edebiyatı ve ‘’devletin bekası’’ iddiası ile bile baskı altına alınamayacak, sadece ve sadece adalete hizmet eden bağımsız yargı(devletin adaletten başka bekası da temeli de olamaz); bakanlıklarından politikacılarına, istihbaratından, ordusuna, bankasından, büyük şirketine her güç odağını denetleme, düzenleme yetki ve gücüne sahip güçlü meclisi; ve yolsuzlukla, torpille, rüşvetle zenginleşeni ayıplayan onlara saygı göstermeyen toplumu olan bir ülkede, bırakın milyarlarca doları iç etmeyi, makam odanıza çerez baklava alma yolsuzluğunu bile kolayca işleyemezsiniz.

Hukuk devleti, protesto özgürlüğü, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, güçlü parlamentosu, yapacağı her işlemde talimat telefonlarına değil anayasaya yasalara bakacak polisi olmayan ülkeler, soyulmaya, yağmalanmaya son derece hazır ülkelerdir. Hiçbir milli ve yerli lider, hiçbir hamasi veya dini söylem bu yağmayı engelleyemez. Aksine yaratacağı kültürel çatışmaların oluşturacağı kafa karışıklığıyla bu soygun ve yağmayı daha da kolaylaştırırlar.

Her şeyden fazla küreselleşmiş ‘anti-küreselcilik’

Ülkelerinde, kabileci eğilimleri veya kültür savaşlarını tetikleyip kutuplaşmayı derinleştirerek; sadakat karşılığında yolsuzluk imkanlarını bütün devlete yayarak; parlamentoları, hukuku ve medyayı işlevsizleştirerek; kendilerine dokunulmazlık tesis eden milli ve yerli (nationalist / nativist) liderler sayesinde bu küresel soygun düzeni, yarım yüzyıldır hiç olmadığı kadar büyük bir korumaya kavuşmuş durumda.

Kendi ülkelerinde muhalif herkesi ‘küreselcilerle’ işbirliği içinde olmakla suçlayan Neopatrimonyal liderler, ironik olarak tarihin en küresel bağlantılı lider kuşağı haline gelmiş durumda. Küresel bir soygun ağının çarkları içinde dolanmakta, şirketler kurmakta, gizli para transferleri yapmakta, birbirleriyle halklarından ülkelerinden gizledikleri bağlantılar kurmakta hiçbir beis görmüyorlar. Yerli ve milli liderlerin, bu son derece küreselleşmiş evrenlerinde, hem birbirleriyle hem de yolsuzluk paralarını transfer edip aklama hizmeti veren offshore hukuk firmaları, muhasebeciler, bankalar ve lüks endüstrisi ile oluşturduğu bu yeni ağa bazı sosyal bilimciler, ‘uluslararası gayrisivil toplum’ diyor.

Paralarını, bağlantılarını ve transferlerini gizli tutmak zorunda olan uyuşturucu tacirleri ve teröristlerin aksine bu yeni küresel suç dünyası gözümüzün önünde yasal görünümlü, mekanizmalar içinde çalışıyor. Offshore merkezlerine kurulmuş, bazı örneklerde onlarcası yüzlercesi iç içe geçirilerek sahiplerine ulaşması tek bir savcı için imkansızlaştırılmış şirketler, muhasebeciler, hukuk firmaları, yolsuzlukla kazandıkları paraları aklayıp legal görünüm verirken, küresel halkla ilişkiler şirketleri, lobiler de bu yolsuz liderlerin küresel itibarlarını parlatmaya çalışıyorlar. Yolsuzlara, bazen isimlerini de değiştirerek, güvenli bir ülkeden ikinci bir pasaport almalarını sağlayan firmalar, kirli parayı, Londra’da, New York’ta, Vancouver’da, Paris’te, Amsterdam’da emlak yatırımına dönüştüren lüks emlak firmaları, artık hesabını tutulamaz hale gelmiş servetleri yönetecek servet yöneticileri vb birçok aracı mekanizmanın da dolandığı bir paralel evren bu.

Para piyasalarında ‘açığa satış’ denince akla gelen ilk isim olan, 3,2 trilyon dolarlık ‘hedge fund’ sektörünün en önemli ismi Jim Chanos, 25 Temmuz’da Financial Times gazetesine verdiği röportajında, ‘’finansal yolsuzlukların altın çağındayız’’diye anlatıyor yaşadığımız günleri. Hakikati çok önemsemeyen hırslı paracılar için oldukça verimli, gayrimeşru işlemler yapan şirketler ve zenginler için oldukça korunaklı bir iklim oluştuğuna dikkat çekiyor. Wall Street’in Darth Vaderi lakabıyla da bilinen Chanos, bu işleyişi en iyi bilebilecek insanlardan biri. Yale Üniversitesinde, 17’nci yüzyıldan günümüze finansal yolsuzluklar tarihi dersleri de veriyor. Kendi ifadesiyle, ‘nasıl yapılacağı hakkında fikir vermek için değil, yolsuzlukları tespit edebilmeye yardım için’.

ABD Finansal Suçlarla Mücadele Ağının (FinCEN) geçen hafta medyaya sızan bazı belgeleri, en saygın finans kurumları ve banklar için bile ‘kriminal para – yasal para’ çizgisinin ne derece flulaştığını bir kez daha gözler önüne seriyor. JPMorgan Chase, HSBC ve Deutsche Bank gibi büyük bankaların, kaynağı hakkında en ufak bilgiye sahip olmadıkları ve hatta çoğu zaman kriminal olduğu hakkında uyarıldıkları paraları, bu konuda dikkatleri çekildikten sonra bile transfer etmeye devam ettiklerini belgeleriyle görülebiliyor. Kazakistan’ın eski başkenti Almatı’nın eski belediye başkanı Viktor Khrapunov, İsviçre’ye kaçmadan önce, belediye yolsuzluklarından elde ettiği milyonlarca doları JP Morgan Chase bankası aracılığı ile güvenli limanlara transfer etmeyi başarmış.

FinCEN belgelerinden biri, İngiltere’nın muhafazakar partisinin en büyük bağışçılarından biri olan Putin bağlantılı işadamı Vladimir Chernukhin’in, bu bağışı yapmadan önce Kremlin’in kirli işlerinin finansmanında rol oynayan Rus oligark Suleyman Kerimov’a ait bir offshore şirketinden 7.8 milyon dolar aldığını gösteriyor. Muhafazakar Parti de İngiltere’yi Avrupa Birliğinden (gerçekte Avrupa Birliğinin denetleme getiren mekanizmalarından) kopararak, Rusya’dan, Çin’den, diğer ülkelerden yağmalanan kirli finansın ‘vahşi batısına’ dönüştürüyor.

Peki çözüm ne? Küresel para trafiğini dondurmak, sınırları kapatmak, ticareti engellemek mi?

Hayır.

Yurtta hukuk, dünyada hukuk!

Küreselleşme, geriye dönüşü mümkün olmayan bir süreç. İnsanların, şirketlerin paralarını, servetlerini, işlerini dünyanın istediği yerine kolayca taşıması kısıtlanamaz. Ancak, offshore sisteminin sunduğu gibi ‘gizlilik’ içinde de olamaz.

Öyleyse, hukuku da tıpkı para ve ticaret gibi küreselleştirmek gerekiyor.

Jason Hickel da bazı öneriler dile getiriyor. Bu öneriler arasında gizlilik hizmeti veren finans merkezlerinin elimine edilmesi, yasadışı veya kaynağı belirsiz paraları transfer eden veya muhafaza eden bankalara bankerlere ağır cazalar getirilmesi, şirketlerin bir yerde para kazandıkları parayı, vergisi düşük yere transferlerinde caydırıcı olacak küresel asgari şirket geliri vergisi konulması da var.

Birleşmiş Milletler’in 2011 yılındaki bir raporuna göre küredeki gayrimeşru finans trafiğinin sadece yüzde 1’i hukukça yakalanıp dondurulabiliyor. Çünkü paranın, ticaretin ve yolsuzluğun olağanüstü küreselleştşiği günümüzde, hukuk hala milli egemenlik sınırının dışına çıkamıyor. Trump’ın, Putin’in, Xi’nin, Modi’nin, Sisi’nin, Maduro’nun, Orban’ın ve diğerlerinin hepsinin bu kadar çok ulusalcı, milliyetçi, ‘uluslararası hukuk’ karşıtı, sözde ‘milli egemenlik’ vurgulu çıkış yapmasının sırrı bu. Sınır ötesi yetkileri olan hukuk mekanizmalarının kapılarını çalacağını biliyorlar.

Fakat, uluslararası bir hukuk mücadelesi olmadan bu kirli dünyayı şeffaflaştırmak, meşru parayı kara paradan ayırmak da mümkün değil. Dünyanın süper gücü ABD’nin yargısı bile tek başına bunu başaramaz.

Batı toplumları, dünyanın bir ucundaki bir virüs salgınına, ‘’aman bize ne’’ deyip aldırmamanın bedelinin ağır olduğunu öğrendiği gibi, dünyanın uzak ülkelerindeki yolsuzlukların, nihayetinde kendi sistemlerini de çürüteceğini görmeye başladı. Çürümenin, on yıllardır Afrika ve Asya’da olduğu gibi Batı’da da otoriter yolsuzlar üretmeye başladığını dehşetle görüyor. Görece demokrasiye sahip gelişmekte olan bir çok ülke ise, ‘kendilerinden olan bir liderin’ bu soygunu durdurmayacağını acı şekilde öğreniyor.

Yoksulluk, gelir eşitsizliği derinleştikçe, uluslararası toplumda duyarlılık da, küresel işbirliği isteği de hızla yükseliyor. Gittikçe artan baskı sonunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, tarihinde ilk kez 2-4 Haziran 2021 tarihlerinde, New York’ta yolsuzluğa karşı özel oturum gerçekleştirecek. Uluslararası Şeffaflık Derneğinin (TI) de savunduğu, uluslararası yolsuzluk savcıları, uluslararası yolsuzluk kolluğu, uluslararası yolsuzluk soruşturma bürosu, bölgesel ve uluslararası yolsuzluk mahkemeleri kurulması önerileri de bu tarihi kurulda gündeme gelecek çözüm önerileri arasında. Elbette ki akşamdan sabaha uygulamaya geçecek değişiklikler değil ama çanların, yağmacılar için çaldığının da önemli bir göstergesi.

‘Laundromat’ filminde Roman Fonseca, ‘’Dünya hakkındaki basit gerçek, bir çok spor mücadelesindeki gerçeğin aynısı. Birinin kazanması için birinin kaybetmesi lazım’’ şeklinde özetliyor, tarihin en büyük soygununa katılan politikacı ve finansçıların psikolojisini. Bu aslında koronavirüsün de ideolojisi.

Bugünlerde hepimize, ‘’dünyanın uzak bir köşesinde bile olsa başka birisinin kaybı nihayetinde hepimizin kaybı olur’’ gerçeğini de öğreten virüsün…

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz

KİTAP TAVSİYESİ /// Soner Yalçın : Alçalmadan Yükselenler


Soner Yalçın : Alçalmadan Yükselenler

www.sozcu.com.tr

LİNK : https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/soner-yalcin/alcalmadan-yukselenler-5922056/.

Son dönemde beni bu derece şaşırtan az kitap okudum.

Yazımın başlığı bu hafta yayınlanan kitabın adı. Yazarı, Hava Kuvvetleri eski Komutanı Orgeneral H. İbrahim Fırtına. (Fransa’nın Suriye ve Libya’yı bombaladığı 2011 yılında Yaşar Kemal’in Legion d’honneur nişanını almasına siyasal eleştiri getirmeme gereksiz tepki gösterenlere anımsatmak isterim: Fırtına Paşa, 2006 yılında kendisine verilmek istenen bu nişanı Ermeni Yasa Tasarısı’nı protesto ederek reddetti.)

Kitap sayfalarını çevirdikçe Fırtına Paşa’nın ABD-CIA kuklası FETÖ eliyle gerçekleştirilen Balyoz kumpasıyla neden Silivri Cezaevi’ne atıldığını anladım!

Fırtına Paşa 2005’de emekli olmadan önce kitaba dair görüşmelere Hava Kuvvetleri eski komutanlarıyla başlıyor. İlk görüşmeyi Cemil Çuha ile yapıyor. Ardından Tahsin Şahinkaya, Halil Sözer, Safter Necioğlu, İlhan Kılıç, Nahit Özgür ile söyleşiler gerçekleştiriyor…

Cezaevi süreci bu sözlü tarih görüşmelerini engelliyor ama Fırtına Paşa yılmıyor; kitabı bu yıl başında sona erdiriyor.

Kitabı okurken kafamda hep Libya dış politikası vardı. Bu haftaki yazılarımda emperyalizm oyunlarına dikkat çektim.

Ertuğrul Özkök gibi kimi köşe yazarları bizleri ısrarla “Avrasyacı” diye mimleyip temelsiz Amerikan emperyalizmi eleştirisi yaptığımızı yazıyor!

Ertuğrul Abi’ye bu kitabı öneririm; ABD’nin, Türk Hava Kuvvetleri’ne ne tür kötülükler yaptığını okusun…

Başlayabilirim:

PAROLAMIZI ÇALDILAR

Mesela: ABD’nin havacılıkta Türkiye’yi nasıl bağımlı hale getirdiğini Hava Kuvvetleri Komutanı Safter Necioğlu detaylı anlatıyor.

Okudukça Marshall Planı ile başlayan sürecin, Türk havacılığına zararlarına inanamıyorsunuz. Öyle ki ABD, Türk Hava Kuvvetleri’ni kendi “ast birliği” olarak görüyor!

Yeri zamanı gelince ABD, “Ben izin vermeden silahlarımı kullanamazsın” diyor. Kıbrıs Savaşı’nda kullanınca da neler yapıyor? Hayır, sadece ambargo değil; ileri yıllarda bile Kıbrıs’ta olanları unutmuyor:

1987 yılında Ankara’da montajı gerçekleştirilen F-16’nın kaynak yazılım kodlarını vermiyor! Kodları ısrarla isteyen komutanlar nasıl tehdit ediliyor; açıp okuyunuz…

Israrla yazdım bu köşede; “müttefikimiz” ABD’nin yararımıza olan tek hamlesini gösteremezsiniz. Aksi örnekler çok:

Kıbrıs Barış Harekâtı’nda parolamızı çalıp Rumlara veren kimdi? Kocatepe gemimizi vurulmasına sebep aldatmacada ABD’nin rolü neydi?

Türkiye’nin haberleşme ve görüntülerini karıştıran Amerikalılar değil miydi? İstihbarat eksikliğine sebep olan ABD’nin kurduğu dinleme kıtaları neden çalıştırılmadı? Neler neler…

Kitabı okudukça Mehmetçik’in ABD ile savaşarak Kıbrıs zaferi kazandığını fark ediyorsunuz!

YAŞ KARARLARI

20 gün sonra Yüksek Askeri Şura kararları açıklanacak.

“Alçalmadan Yükselenler” kitabı Türk Ordusu’nda “tek adamlığın” neye yol açtığına da nitelikli yanıt veriyor:

Örneğin… 1970’ler sonunda Türk hükümetlerinin kararlı karşı çıkışları sonucunda, Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönüşü 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar sonuca bağlanmıyor. Ancak ordunun yönetime el koymasıyla Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönmesi gerçekleşiyor. Bunu sağlayan askeri darbeyle “tek adamlığa” getirilen Kenan Evren! Bu Rogers Planı’na karşı çıkan ise dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Halil Sözer…

Fırtına Paşa’nın kitabından yakın tarihimize dair benzeri çok olayın perde arkasını öğreneceksiniz. Mesela… Körfez Harekâtı’nda, Patriotların İncirlik Üssü’ne konulmasına hangi komutan, ne gerekçeyle itiraz etti? Türkiye’nin savunma önceliği neresiydi? Bu tartışmalı konuların asker cephesini hiç bilmiyoruz…

Sıklıkla şımarıklık yapan Amerikalı subaylara, hangi Türk subayının nasıl had bildirdiğini ve bu komutanla ilgili Pentagon raporunda neler yazıldığına dair çok anekdot var kitapta.

Fırtına Paşa kitabının hazırlık süreci de ilginç:

Kırmızı Kedi Yayın Yönetmeni Enis Batur, Hava Kuvvetleri eski Komutanı Muhsin Batur’un oğlu…

Kitabı yayıma hazırlayan İsmet Çınkı, Balyoz kumpasıyla üç yıl hapis yatan emekli Havacı Kurmay Albay. Kitabın isim babası da o…

Kitabın kapağındaki resim -toplumsal içeriği ağır basan tablolar yapan solcu- Bedri Rahmi Eyüboğlu’na ait. Bu resmin, yıllardır Hava Kuvvetleri Komutanlarının makam odasında asılı olduğunu biliyor muydunuz?

Okumanızı tavsiye ederim; şaşırtacak bilgiler edineceksiniz.

KİTABI BURADAN SATIN ALABİLİRSİNİZ.

DUYURU : ÇAKICI; TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR !!!


ÇAKICI; TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR

Adı sıkça gündemde kalan Alaattin Çakıcı’dan bir açıklama daha geldi. Çakıcı danışmanı Gazeteci Ferhat Aydoğan aracılığı ile sosyal medya hesabı tweetter’dan yaptığı açıklamada, çok önemli ayrıntılara değindi ‘’Ne yazık ki sokakta terörist beklerken yazmış olduğum bir önceki yazıdan rahatsız olanlar devletimizin kolluk görevlilerini devreye sokmuştur.’’Bu en son yazdığım yazı bazılarını rahatsız etti ki, dün İstanbul’a girişte 2 defa peş peşe durdurularak gözdağı verilmek istendim. Polis aldığı emirle görevini yapmıştır. Beni her an her yerde durdurup aramak asli görevleridir.

Alaattin Çakıcı’nın Sosyal Medya Hesabı Twetter’dan Yaptığı Açıklama Şöyle ;

İki ayrı devlet bir millet olan Azerbaycanlı kardeşlerimize kutsal meşru bu askeri harekâtta başarılı olmalarını yüce Rabbimden niyaz ederim. Tarih tekerrürden ibarettir Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur, Üst akıl yönlendirilmesi ile dünya birlikte devletimize Kafkaslarda da bir cephe açmak istemektedir.

Suriye,Libya,Kuzey Irak olmak üzere şimdi de Kafkaslarda bu oyunu devreye soktular. Birinci Dünya Harbi’nde olduğu gibi aziz Türk milleti Kafkasya’da Azerbaycan’da kardeşlerimizi yalnız bırakmamıştı. Bugün de devlet ve millet olarak bedeli ne olursa olsun onların yanında olduğumuzu üst akıl ve küresel güçlerin bir asır evvel onları yalnız bırakmadığımızı ve bugün de bırakmayacağımızı bilmelidirler.

Daha evvel yazdığım gibi devletimizi ve milletimizi hep birlikte Sayın Cumhurbaşkanımızın ve Cumhur İttifakı’nın yanında yer almalarını, bu zorlu süreçte asla yalnız bırakmamalarını ifade ederim.

Bir önceki basın açıklamamda yazımdan dolayı rahatsız olanlar serbest bırakıldığım günden bugüne kadar gittiğim hiçbir yerde, emniyet güçleri tarafından durdurulmamıştım. Bu en son yazdığım yazı bazılarını rahatsız etti ki, dün İstanbul’a girişte 2 defa peş peşe durdurularak gözdağı verilmek istendim. Polis aldığı emirle görevini yapmıştır. Beni her an her yerde durdurup aramak asli görevleridir.

Ülkemle ilgili doğru bildiğim herşeyi kamuoyuyla paylaşmak vatandaşlık görevimdir

İsteyen PKK’yı,DHKPC’yi, herhangi bir dinci militanı ve kurumlardaki fetö artıklarını kullanabilir demiştim ve sözümün sonuna kadar da arkasındayım. Ne yazık ki sokakta terörist beklerken yazmış olduğum bir önceki yazıdan rahatsız olanlar devletimizin kolluk görevlilerini devreye sokmuştur. Sayın Devlet başkanımıza yazmış olduğum son yazıdan dolayı tespitlerimin doğruluğunun bir teyididir.

Yine sözümdeyim

Devletimizin bekası ve milletimizin esenliği için bu zorlu süreçte devlet başkanımızın ve Cumhur İttifakı’nın yanında yer almak ( bölücüler hariç ) muhalefet ve milletimizin her bireyinin asli görevidir.

Kamuoyuna saygılarımla arz ederim

Alaattin Çakıcı ( 29.09.2020 )

TARİH : Türklerin MISIR daki Piramitlere karsi ilgisizligi.!


Türklerin MISIR daki Piramitlere karsi ilgisizligi…!

664 Yıl Mısır’da Hüküm Süren Türklerin Tarihinde Piramitler Neden Hiç İlgi Görmedi?

Türkler, yaklaşık 664 yıl boyunca Mısır’da hüküm sürmelerine rağmen Mısır piramitlerinin izine yazılı eserlerde pek rastlanmıyor.
Evet, dile kolay; 1250’de Mısır’da kurulan Türk devleti Memlükler’den Osmanlı’nın son dönemlerine kadar Türk’ün hüküm sürdüğü topraklarda, böylesi devasa büyüklükteki yapılar için “acaba bunlar nedir? Bir araştıralım.” denmemiştir. Belki ileride birisi bu piramitlerle ilgili bir şeyler bulacaktır lâkin şu anda elimizde çok az belge vardır Türk/Osmanlı – piramitler ilişkisine dair.

Bu kaynaklardan ikisi hoca Sâdeddin Efendi’nin tâcü’t – tevârîh adlı eseri ve Evliyâ Çelebi’nin seyahatnâme’sidir. tâcü’t – tevârîh’in de farklı farklı yazmaları var ve piramit meselesi hepsinde bulunmamaktadır. eser, Osmanlı’nın kuruluşundan Kanunî dönemine kadar bazı bilgiler içerir. tâcü’t – tevârîh’te selimnâme diye de bir bölüm vardır Yavuz Sultan Selim’in anlatıldığı.

Yavuz, Ridâniye muharebesi’yle Memlükler’e son verip Mısır’ı fethettikten sonra vilayeti dolaşırken piramitleri de görür ve hemen vezirlerine emir verir piramitler hakkında mâlumat toplamaları için, ancak oranın halkı dahi bu piramitler hakkında bilgi sahibi değildir. Sadece yaşlı birisi çıkıp ” bunları firavunlar yaptırmış ” der.

Gelelim Evliya çelebi’ye… “1083 safer’in 7. günü Mısır’a girip Mısır’ın içini dışını dikkatlice inceleyip hayretler içinde kalıp parmağımı ısırdım.” der, “bu yapıları Ay’a kim inşaa etti acep?” diye sorar. Onları devasa büyüklükteki dağlara benzetir, ayrıca firavunların buradaki hazinelerinden de bahseder ama çalındıklarını söyler. Buradan anlıyoruz ki çoktan soyulup soğana çevrilmiştir piramitler. Yüz kantar barut bu ihramların (piramitler) altında açılacak lağımlara atılsa ancak yıkılırlar diye ekler ve oranın halkının şuna inandığını söyler. Nil nehri taşıp da Mısır’ı sel basmasın diye tılsım olarak yapılmıştır piramitler.

Ali Mustafa Efendi’nin 1568’de kaleme almaya başladığı hâlâtü’l kahire adlı eserinde anlatılanlara göre halk, piramitlerden çekinmektedir.

Bin türlü efsanenin anlatıldığı bu yapıların içine girenlerin lanetlendiğine inanılır!

Doğu dünyası efsaneler üzerinden mısır piramitleri ile ilgilenirken batı dünyası ise işin ilmî ve tarihî kısmına yönelmiştir. Nitekim 1700’lü yılların sonuna doğru hazırlanıp 1829’da yayımlanmaya başlanan meşhur eser description de l’egypte, piramitlerin avrupalı araştırmacılar tarafından da dikkat çekmesini sağlamıştır. 1798’de Mısır’a sefer düzenleyen Napolyon’un, yanında götürdüğü yaklaşık 20 kişiden oluşan bilim adamı grubu hazırlamıştır bu eseri.
Bu konu bağlamında şu bilgiyi de vereyim. iddia, Talha Uğurluel’e aittir. Kendisi Osmanlı döneminde piramitlere “Yusuf ambarları” denildiğini söylemiştir. Mısır’da yedi yıllık kıtlık yaşanacağını bilen hz. Yusuf’un yedi yıllık bolluk zamanında buraları inşâ ettirdiğini ve bu piramitlere buğday depolattırdığını söylemiştir! ben ne arşivde ne de başka bir yerde Osmanlı döneminde piramitlere bu ismin verildiğini gördüm. iddianın doğru olabilecek tek tarafı hz. Yusuf döneminde zaten var olan piramitlerin buğday ambarı olarak kullanılmış olabilme ihtimalidir. yine de Osmanlı’nın bu piramitlere Yusuf ambarları dediğine dair hiçbir bilgi, belge yoktur.

İşte bildiğimiz kadarıyla bu kadardır Osmanlı’nın ve Türklerin piramitlere ilgisi. Muhtemelen çoğu padişahın haberi dahi yoktur bu yapılardan. Osmanlı devleti maalesef yeni dünyaya da ilgi duymamış, kibirden ve zenginlikten olsa gerek gelişimini kendi kendine durdurmuştur. Lâkin şöyle düşünüyorum. Osmanlı gerçekten her şeyi yazıya döken, kayda alan bir devlet anlayışına sahipti. Muhtemelen Yavuz Sultan Selim’in yanında da şehnâmenüvisler vardı. Böylesi muhteşem yapılarla ilgili bir şeyler yazmamaları neredeyse imkansız. Eğer kaybolup gitmedilerse bu piramitlerle ilgili kayıtların da bir gün arşivden çıkacağını umuyorum.

LİNK : https://www.turkishnews.com/tr/content/2020/09/07/turklerin-misir-daki-piramitlere-karsi-ilgisizligi/

TARİH : OLAĞAN ÜSTÜ DEĞERLİ TARİHİ BİR BELGE…


OLAĞAN ÜSTÜ DEĞERLİ TARİHİ BİR BELGE…

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden 15 gün sonra dönemin İngiltere Büyükelçisi Percy Loraine’in Londra’ya özel Bir kuryeyle gönderdiği ve üzerine "40 Yıl Boyunca Açıklanmayacak" damgası vurulan mektubun tam metnidir.

G İ Z L İ

Telgraf No: 608

İngiltere Büyükelçiliği Ankara,

25 Kasım 1938

Aziz Lordum,

1. Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum.

2. Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşar tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk’ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım.

Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır.

Ancak bunların çok azı, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır.

3. Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim.

Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur.

Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır.

Galiba onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konuyla ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi.

Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum.

4. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen Kabine’deki bazı Bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu.

5. Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu Söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir.

Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım.

6. Sanırım bunu temelde "çift karakterlilik" olarak açıklayabiliriz. Bu ülkede nefret uyandıran ve yasaklanan H.C.Armstrong ‘un Grey Wolf (Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insan, çok yetenekli; inatçı bir enerjiye sahip ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır.

Bu tesbiti doğrular görünecek kanıtları toplamak hiç de zor olmayacaktır ancak şahsen ben, bir insanın bu şekilde tanıtılmasını tamamıyla yanıltıcı buluyorum.

Gözle görülen bir dizi kural dışılığı sadece ayrı karakterlilikle anlatabileceğime inanıyorum.

Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil yüzyıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, sadece artık kölelik çekilmemesi gerektiğine inandığı için çok sayıda kuvveti harekete geçirip -bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir- on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan bir çok iyi şey yapmıştır.

Gerisi ayrıntıdan ibarettir; sadece dedikoducu zihniyetin üzerinde duracağı ancak bir tarihçinin gerektiği kadarını vereceği ayrıntılar.

7. Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok.

Bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır.

Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum:

Bu da, Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi.

8. Atatürk’ün bütün kişiliğinde veya en azından mevcut şeklinde, bazı çelişkilerle karşılaşılmaktadır.

İddia edilen acımasızlığı, onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi, vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır.

Tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevklere karşın toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemiyle bağdaşmamaktadır.

Zira bir iki sene içinde çokeşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur.

(Kimi zaman toplum içinde de olsa) Özel hayatını tanımlayan ve göz ardı edilmiş resmiyeti, giyiminin kusursuzluğu, olağanüstü tavırları ve resmi görevlerdeki asaleti ile garip bir çelişki yaratmaktadır.

Sadece birkaç büyük adam daha rahat ve daha güvenli hissetmenizi sağlayabilir;

sanırım yok denecek kadar azı da gerektiğinde sizi bu kadar rahatsız hissettirebilir.

9. Atatürk, Batı’da "yes-men" ve uzun süredir Türkiye’de "evet efendimci" olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanları aşağılıyordu.

Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu.

Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü.

Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı.

Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa görevlerini yerine getiremedikleri kanısına varıyordu.

10. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak.

Bunun yanlış olacağı kanısındayım.

Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi.

Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum.

Ancak Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi.

Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve bütün devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz.

Doğru ancak daha çok o konudan sorumlu kişilerin onayının hakimiyeti şeklinde karşımıza çıkıyordu.

Olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir.

Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil.

Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik,

başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalışmasıdır.

Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı seçiminin sessizce hallolması ve ölümünden sonra kurduğu rejimin sakince sürmesi bir kriterse evet başarılı olmuştur.

11. Atatürk’ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı;

küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinçaltının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdikliğinin bir başka parçasıydı.

12. Müslüman olarak doğmuş, ancak yobazlık karşıtı bir kişi olmuştu, doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti;

işini iyi bilen, istidat sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi.

Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı.

Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet’in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı

Imparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur.

Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır.

13. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti.

Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı.

O, Türk Milleti’ne hizmet ederken öldü.

Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır.

İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de bütün bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır.

Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazı hizmetkarınız olduğumu bildirmekten şeref duyarım.

Percy Loraine

SON SÖZ:

Böyle bir tarihi belgeyi; MÜMKÜNSE olabildiğince fazlasıyla dost ve yakınlarınızla paylaşabilr misiniz?

Ülkemize farklı bir şekilde hizmet etmiş olursunuz… TEŞEKKÜRLER…

TARİH : Ömer Faruk Dinçel : Açlıktan Toprak Yiyen Bozcahöyük Köylüleri


Ömer Faruk Dinçel : Açlıktan Toprak Yiyen Bozcahöyük Köylüleri

17 Temmuz 2020

Bu vesîka, Hüdâvendigâr Vilayeti’ne gönderilmiş bir telgraftır.

Hadise, 1909 yılında Kütahya’nın Seyitömer Beldesi yakınlarındaki Bozcahöyük köyü’nde meydana gelmiştir.

Kütahya’nın Gümüş nahiyesi’ne bağlı Bozcahöyük köyü’nde fukaranın açlık sebebiyle o civarda buldukları beyaz bir toprağı yedikleri, gazetelerde de yayımlandığı gibi vilayet mebuslarından bazılarının bakanlığa müracaat ettikleri, açlıktan ölümlerin olduğu, bu nedenle hemen oraya bir memur gönderilerek durumun inceleneceği, muhtac olanların nafia, inşaat ve belediye işlerinde istihdam edilebilecekleri, belediye sandıklarından ve merhamet sahibi kimselerin yardımlarıyla ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bildirilmiştir.

Kaynak: Osmanlı Arşivi. DH.MKT. 2785/56. Hicri 13 Rebiülevvel 1327- Miladi 4 Nisan 1909

TARİH /// İlhan KARAÇAY : Cem Sultan’ın hazin hikayesi ve Fransa’da 5 yıl kaldığı şato


İlhan KARAÇAY : Cem Sultan’ın hazin hikayesi ve Fransa’da 5 yıl kaldığı şato

17 Temmuz 2020

Fransa’da Osmanlı-Türk izlerini takip ederken güneye doğru gittik. Cem Sultan’ın buralarda bir yerde, gözetim altında yaşadığını biliyorduk. İşte o yeri aramaya başladık. Sonunda kendimizi Bourganeuf kasabasında bulduk.

Cem Sultan’ın tam 5 yıl gözetim altında yaşadığı Zizim Şatosu karşımızdaydı.Fatih Sultan Mehmet’in oğullarından Beyazid, kardeşi Cem Sultan’ı en büyük tehdit olarak algılamıştı. Bu nedenle de Cem Sultan hep sürgünde yaşadı. Cem Sultan, önce Rodos’ta yarı esir ve yarı şaşaalı bir yaşam sürdürdü. Zira Rodos Şövalyeleri Cem Sultan’ın tutulması ve bakımı için Beyazıt’tan çok büyük meblağlar alıyorlardı. Ama Cem Sultan, annesinin kardeşi olan, yani dayısı olan Macaristan Kralı’nın yanına gitmek istiyordu. Orada hazırlanıp kardeşinin üzerine hücum etmeyi planlıyordu. Bayezid ise, Cem Sultan’ın Rodos’ta kalmasını istiyordu. Zira bir gün Rodos’u işgal edip Cem Sultan’ı da ele geçirmeyi planlıyordu.

Rodoslular, bu varsayımdan çok korkmuşlar ve Cem Sultan’ı Roma’daki Papa’ya, Papa da daha sonra Fransız Kralı’na satmışlardı. Şimdi para kazanma sırası Fransızlardaydı. Cem Sultan pek çok yerde barındırıldı. Ama en çok barındırıldığı yer, Bourganeuf’teki şato oldu. Fransa Kralı, Cem Sultan için muhteşem bir şato inşa ettirmişti. Bu şatoya da Zizim adı verilmişti.

CEM SULTAN’IN TUTUKLU KALDIĞI ZİZİM ŞATOSU : Fatih Sultan Mehmet’in oğulları Bayezid ile Cem Sultan arasındaki husumet sonunda Cem Sultan Zizim adlı bu şatoda tam 5 yıl tutuklu kaldı. İlhan Karaçay Zizim Şatosu’nu buldu ve hüzün verici hikayeyi bilenlerden dinledi.

İşte biz o şatoyu bulduk. Cem Sultan’ın hazin hikayesini ve öldürülüşünü araştırmacılar kanalıyla dile getirdik. Tam 30 yıldır Zizim Şatosu’nun karşısında ikamet eden Kadir Akar, işçilik yaptığı Borganeuf kasabasında yıllarca arşivleri karıştırmış. Kadir Akar, Zizim Şatosu’nun gölgesinde bize tarihi şöyle açıkladı:

Cem Sultan (1459 – 1495), Fatih Sultan Mehmet’in en küçük oğludur, 23 Ocak 1459 tarihinde Edirne Sarayı’nda dünyaya geldi. Doğum haberi Fatih’e, Yunanistan seferine giderken ulaştı. Cem, dört yaşına geldiğinde çeşitli hocalardan dersler almaya başladı. Bu eğitim on yaşına kadar sarayda devam etti. Rumca dâhil pek çok dili mükemmel öğrendi. Önce Kastamonu Sancakbeyliği’ne daha sonra da Konya Valiliği’ne tayin edildi. Dönemin ilim ve kültür merkezi olan Konya’da üç yıl kaldı.

3 Mayıs 1481’de Fatih Sultan Mehmet’in ölümü üzerine, Amasya’da bulunan Şehzade Bayezid ve Konya’da bulunan 22 yaşındaki Cem Sultan’a haberciler gönderildi. Veziriazam Nişancı Karamanî Mehmet Paşa, Sultan’ın vefatını bir süreliğine gizlemeye çalışmışsa da bunu başaramamıştı. Duruma kızan Yeniçeriler ayaklanıp sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa’yı öldürdüler ve Şehzade Bayezid’in, İstanbul’da bulunan oğlu Korkut’u saltanat naibi ilan ederek onu tahta çıkardılar.Ancak Cem Sultan’a gönderilen haberci, yolda Şehzade Bayezid’in kayınbabası ve Anadolu Beylerbeyi olan Sinan Paşa tarafından yakalandı ve öldürulmesi neticesinde Cem Sultan haberi aldığında iş işten geçmiş, en büyük destekçisi sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa da yeniçerilerin isyanıyla öldürülmüştü.. Cem Sultan, babasının vefatını dört gün sonra öğrenebildi. Şehzade Bayezid, İstanbul’a varır varmaz devlet idaresini eline aldı.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR Türklerde Kartal ve Çift Başlı Kartal Tamgası

CEM SULTAN HİKAYESİNİ DİNLEYENLERİ AĞLATAN KADİR AKAR : Cem Sultan’ın Zizim Şatosu’nda 5 yıl tutuklu kalışının hazin öyküsünü en iyi bilenlerden biri olan Kadir Akar, bu şatonun hemen altında yıllardır yaşıyor. Kadir Akar yıllarca çalışmış olduğu dersini İlhan karaçay’a uzun uzun anlattı.

Bütün bunlardan sonra Cem Sultan, babasının meşhur Kanunnâme’sine koydurttuğu “Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola karındaşlarını nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulemâ dahi bunu tecviz etmişlerdir…” hükmü gereği öldürüleceğinden emin olduğundan, Konya civarında topladığı bir miktar askerle Bursa’ya doğru ilerledi. Cem Sultan 4000 kadar askeriyle birlikte 27 Mayıs 1481’de İnegöl önlerine geldi. Sultan İkinci Bayezid, Ayas Paşa idaresindeki bir orduyu Cem Sultan’ın üzerine gönderdi. 28 Mayıs’ta yapılan savaşı kazanan Cem Sultan Bursa’da padişahlığını ilan etti. Kendi adına hutbe okutarak para bastırdı ve çeşitli fermanlar yayımladı. Cem Sultan’ın bu saltanatı ancak yirmi gün sürmüştür.

Sultan II. Bayezid’e gönderdiği arabulucularla, kendisinin Anadolu’da, Sultan Bayezid’in de Rumeli’de padişah olmasını ve Osmanlı topraklarını eşit olarak paylaşmalarını, kan dökülmemesini talep eden Cem Sultan’a, Bayezid “Hükümdarlar arasında akrabalık yoktur.” şeklindeki Arap atasözüyle karşılık vermişti.

Bundan sonra taraflar daha üstün ve avantajlı duruma sahip olabilmek için gayret göstermişler. Sultan II. Bayezid, ordusuyla birlikte Cem Sultan’ın üzerine yürüdü. Yenişehir Ovası’nda 20 Haziran 1481 tarihinde yapılan savaşı kaybeden Cem Sultan, Konya’ya geldi. Ancak Gedik Ahmet Paşa komutasındaki kuvvetlerin takibi sürünce, Cem Sultan yanına ailesini de alarak ve Osmanlı topraklarını terk ederek, Adana, Halep, Kahire’ye, ve oradan da Hac mevsiminde Hicaz’a gitti

Cem Sultan, hacca giden tek ‘Osmanoğlu’dur. Başka hiçbir padişah veya şehzade hacca gitmemiştir. Orada yazdığı şiirlerinde saltanat kavgasından tamamen vazgeçtiği, hac farizasını yerine getirmenin verdiği iç huzuru, taç ve tahta için değişmek istemediğini belirtti. Hac’dan sonra tekrar Kahire’ye gelen Cem Sultan, çeşitli telkin ve tahriklerle yeniden talihini denemek istedi. 27 Mayıs 1482’de Konya’yı kuşatan Cem Sultan, Sultan İkinci Bayezid’in yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırarak Ankara’ya gitti. Oradan da tekrar Mısır’a gidecekti, ancak yollar tutulmuştu. 2. Bayezid bu defa Cem Sultan’a bütün masraflarının karşılanması şartıyla Kudüs’te ikamet etmesini teklif etti; ancak bu teklif reddedildi. Başta Karamanoğlu Kasım Bey olmak üzere etrafındaki bazı kimseler saltanat mücadelesine Rumeli’de devam etmesi tavsiyesinde bulundular. Rumeli’ye geçmek için de Rodos şövalyelerinin gemileri kullanılacaktı.Cem Sultan, ağabeyi Sultan II. Bayezid’den bir mektup aldı. Bu mektupta, padişahlıktan vazgeçtiği takdirde kendisine bir milyon akçe ödeneceği belirtiliyordu.

Bu sırada Rodos şövalyelerinden Pierre d’Aubusson onu Rodos’a davet etti. Rodos’a gelindiğinde (30 Temmuz 1482) Saint Jean şövalyelerinin reisi d’Aubusson ile varılan anlaşmaya göre, şövalyeler Cem Sultan’a yardım edecekler, karşılığında Rodos’tan alınan adalar geri verilecek, daimî bir sulh olacak ve masraflarına karşılık 150 bin altın alacaklardı. d’Aubusson bu anlaşmayı yaparken Avrupa kralları ve Papa’ya da mektuplar göndererek Cem’in Rodos’da olduğunu, durumdan istifade ile bir haçlı ordusu meydana getirilmesini ve Türklerin Avrupa’dan çıkarılmasını teklif etmekteydi. Bu kıymetli rehinenin muhafaza edilmesi için de Fransa’nın uygun olduğunu müzakere etmekteydiler. Sultan Bayezid ise şövalyelere her yıl 45 bin düka altını vermek üzere bir anlaşma yaptı. Cem Sultan’ın Fransa’ya gönderilme kararı alınmasına rağmen hâlâ o, Rumeli’ye geçme plânları yapmaktaydı. Rodos’tan Sicilya’ya oradan Nis Limanı’na gelindi ve bir süre kalındı. Cem Sultan’ın Fransa’dan başka bir ülkenin eline geçmesini, Osmanlı Devleti açısından sakıncalı gören Sultan II. Bayezid, Fransa’ya bir elçi gönderek Cem Sultan’ın Fransa’da tutulmasını istedi.

Dük ile dostluğu şövalyeleri rahatsız ettiğinden, önce Lyon daha sonra da Pouêt adlı kaleye getirildi. Burada Sultan Bayezid’in elçisi Cem Sultan’la görüşmek istedi ise de, bu mümkün olmadı. Yeniden yapılan bir anlaşma ile Cem Sultan’ın Papaya [[VIII. Innocentius] teslim edilmesine karar verilince, şehzade yeniden yollara düştü. Böylelikle Cem Sultan’ın Fransa macerası 6,5 yıl sürmüş oldu.

Marsilya yolu ile Tolon’a oradan da 14 Mart 1489 günü Roma’ya gelerek Papa ile görüştü. Cem Sultan’ı kullanmak isteyenlerden birisi de Papa VIII. Innocentius idi. Papa, Cem Sultan’ı bahane ederek Osmanlılar’a karşı bir haçlı seferi düzenlenmesini istiyordu. Ancak bunda başarılı olamayınca, Cem Sultan’a Hıristiyan olma teklifinde bulundu. Ancak Cem Sultan bunu kesinlikle reddetti.Cem Sultan’ın tek arzusu Mısır’da bıraktığı annesi ve çocuklarına kavuşmaktı. Ancak Papa’nın başka plânları vardı. Çeşitli tekliflerde bulundular. Cem Sultan bunları “Din-i mübin-i İslâma ihanet edemeyeceği ve dinini cihan saltanatına değişmeyeceği” cevabıyla geri çevirdi.

Roma’da 5 yıl 11 aydan fazla kalındı. Başta Macaristan Kralı olmak üzere Memlûklu Sultanı ve diğerlerinin Cem Sultan’la ilgili talepleri Papa’yı çok zor durumda bıraktı. Bu sırada hem Cem Sultan’a hem de Papa’ya suikast teşebbüsleri olmaktaydı.

Fransa Kralı 8. Charles’in ısrarlı talepleri üzerine, Cem’in ona teslim edilmesi şartıyla Napoli’ye doğru yola çıkıldı. Ancak yolda fenalaştı. Muhtemelen teslimden önce Papa tarafından zehirlenmişti. Uygulanan bütün tedavi yöntemleri netice vermeyince şehzade, “Ailesinin Mısır’dan İstanbul’a getirilip gözetilmesi, kendisine hizmet edenlerin memnun edilmesi ve ölüsünün mutlaka Osmanlı ülkesine getirilmesi” şeklindeki vasiyetini yazdırdı. Sultan Cem`in Roma halkının fakirlerine para vermesi henüz insan sevgisinin tam oturmadığı Avrupa`da, Cem Sultan’ın bu hareketi taraftar toplama olarak karşılandı.

Cem Sultan’ın tutulduğu Melekler Kalesi – Roma (Sant’Angelo Şatosu – Castel Sant’Angelo)

Avrupa Hıristiyanlığının elinde siyasal bir koz olarak kullanılmak istenen Cem Sultan’ın, yaşadığı esir hayatının son dönemlerinde bir süre, Tiber nehrinin kıyısındaki Castel Sant’Angelo’da konakladığı bilinmektedir.

Cem Sultan Roma’ya getirildikten sonra bu kez Napoli’ye gönderildi. Bu kez, Cem Sultan’ın Napoli’de kaldığı yeri bulduk.

Cem Sultan burada, etkisini geç gösteren bir madde ile zehirlenmişti. Zehirli maddeyi aldıktan 3 gün sonra burada atına binerken düşen Cem Sultan hayata veda etmişti.

Böylece de Cem Sultan’ın çok hazin yaşam öyküsü burada sona ermişti.

Cem Sultan ve kardeşi Mustafa’nın Bursa’daki Türbesi

Cem Sultan vakası Osmanlı tarihinde Yıldırım Bayezid’in Timur’un elinde esir düşüp, demir kafese hapsedilmesinden sonra ikinci büyük hadisedir. Rumeli’den tekrar Osmanlı topraklarına gelmek isteyen Cem Sultan, 14 yıl esir hayatı yaşadı. En son Papa’nın elinden Fransız Kralı tarafından kurtarılmış, ancak büyük bir ihtimalle zehirlendiği için bir hafta içinde yolda vefat etmiştir.

Cem Sultan’ın bakım masrafları için Papa, Sultan İkinci Bayezid’den yılda 40.000 altından fazla para kopartmayı başarmış, Cem Sultan’ı serbest bırakma tehditleriyle de Osmanlı fetihlerini durdurmuştu. Bu olay ileride Şehzade katli için de önemli bir mesnet teşkil etmiştir.

Cem Sultan, 25 Şubat 1495’de vefat etti. Ağabeyi Sultan II. Bayezid bu olaya çok üzüldü ve ölüm haberi duyulunca bütün Osmanlı ülkesinde gıyâbi cenaze namazları kılındı, üç gün matem tutuldu. Öldüğünde 36 yaşında olan şehzadenin ölüsünden de istifade etmek isteyen Avrupalılar cenazesini teslim etmeyip bundan da para kazanmanın yolunu buldular. II. Bayezid’in şiddetli tehdidiyle Napoli Kralı nihayet cenazeyi vermeyi kabul etti. Ölümünün üzerinden dört yıl geçmişti.

Şehzade Cem’in naaşı Bursa’da büyükbabası Sultan Murad’ın yaptırdığı caminin bahçesine kardeşi Mustafa’nın yanına gömülmüştür. Böylelikle Cem Sultan’ın Mısır’dan başlayan macerası 14 yıl sürmüş ve hüzünlü bir şekilde neticelenmiştir.

Vefatından 4 yıl sonra 1499 yılının Ocak ayında Cem Sultan’ın cenazesi Osmanlı topraklarına getirilerek Bursa’da kardeşi Şehzade Mustafa’nın yanına gömüldü.

TARİH /// Hakan Yılmaz : Orhan Gâzî Tarafından Kirmasti’de Kurulan İlk Osmanlı Arşivi


Hakan Yılmaz : Orhan Gâzî Tarafından Kirmasti’de Kurulan İlk Osmanlı Arşivi

29 Temmuz 2020

Osmanlı Bürokrasi Târihinin İlk ve En Önemli Müesseselerinden Biri : Orhan Gâzî Tarafından Kirmasti’de Kurulan İlk Osmanlı Arşivi*

Araştırmacı-Yazar & Yeniçağ Tarihi Uzmanı

Giriş:

699/1300’de Osman Gâzî’nin kurduğu küçük bir uç Sultanlığı olarak tarih sahnesine çıkan Osmanlı Devleti’nin bürokratik gelişimine zemin hazırlayan ilk ve en önemli adımlar oğlu Orhan Gâzî tarafından atılmıştır. Doğru bilgiler içerdiği farklı tarihî verilerle sâbit olan bâzı tarihî takvimler ve Osmanlı kronikleri, Osman Gâzî’nin 619/1319 sonlarında ayağındaki Nikris hastalığı sebebiyle tahttan çekilerek, ölümünden 4 yıl kadar önce yerini büyük oğlu Orhan’a terk ettiğini ortaya koymaktadır.

Bu kaynaklara göre henüz babası hayatta iken 720/1320 başlarında Yenişehir Sarayı’nda tahta oturan Orhan Gâzî[1], bu sıralarda İslâm kültür ve medeniyet sisteminin asırlardır süregelen bürokratik uygulamalarını örnek alarak, Selçuklu ve İlhanlı devlet geleneğinin etkisi altında basit anlamdaki ilk Osmanlı devlet sistemini ve bürokrasisini meydana getirmiştir. Özellikle 722/1322 ortalarında Bursa’nın fethedilişi sonrası Orhan’ın buradaki tekfur sarayını tam teşekküllü bir İslâm sarayına çevirmesiyle[2], Osmanlı devlet yapısının temel dinamiklerini teşkil edecek tüm kurum ve birimler gelişkin bir devlet anlayışı çerçevesinde inşâ edilmiştir.

Bu dönem vakfiyeleri ve kimi vakıf defterlerinin satır aralarında yer alan, ancak ilk bakışta dikkati çekmeyen bâzı resmî kayıtlar titiz bir şekilde incelendiğinde, Orhan Gâzî devrinde defterdarlığın kurumsal bir nitelik kazanması sonucu, Saltanat Dîvânı içerisinde evrak ve defterlerin toplandığı bir Defter-ḫāne ve bunların sûretlerinin saklanması için Kirmasti sınırları içinde bir Evrak Hazînesi’nin faaliyete geçirildiği; bu birimlerin XV. yüzyılın ortalarına kadar umûmî bir devlet arşivi olarak işlevini sürdürmeye devam ettiği tespit edilebilmektedir.

Osmanlılar’da Yapılan İlk Timar Tahrîri ve Orhan Gâzî’nin Saray Dîvânı’nda Tutulan En Eski Vakıf Defteri:

Bilinen en eski örneği İstanbul’un fethinden iki yıl sonra, 859/1455’te kayda geçirilip, XVI. yüzyılda mufassal ve mücmel formlarda yeniden düzenlenen Ḫüdāvendigār Livāsı Taḥrīr Defterleri’ndeki bâzı atıflar, daha çok fakihlere ve sûfî zümrelere yönelik olarak yapılan ilk vakıf ve mülk bağışlarının, henüz XIV. yüzyılın ilk yıllarında Osman Gâzî öncülüğünde başladığına işâret etmektedir. Bu vakıf ve mülk bağışlarının bugüne dek tam olarak hangi yöntem ve sistemle gerçekleştirildiği bilinmemekle birlikte, kimi evkaf defterlerinin ve kroniklerin satır aralarına yansıyan önemli kayıtlar, Osmanlı Uç Sultanlığı’nda defterdarlık geleneğinin de daha 719/1319 yılı sonunda, Orhan Gâzî’nin babasına vekâleten tahta oturduğu yıl Yenişehir Sarayı’nda işlerlik kazandığını göstermektedir. Bu noktada karşımıza çıkan yeni bulguların tahrir defterlerindeki atıflarla tenkidinden çıkan sonuç; Şehzâde Orhan’ın tahta geçişinden kısa bir süre önce, Osman Gâzî’nin Köse Mihal (Mihal Hozes) aracılığıyla Bithynia’da başlattığı ve 719/1319’da tamamlanan bir dizi yerel akınlar sonrası fethedilen; Lefke, Yenice, Akhisar, Geyve ve Tekfur-pınarı’nda re‘âyâya timar bırakılan toprakların, 720/1320 yılına geçiş sürecinde tahririnin yapılarak ilk kez bir deftere kaydedildiği yönündedir[3].

719/1319 tahririnden sonra, Orhan Gâzî döneminde Batı Anadolu’da özellikle Bursa, İznik, Karesi, Ankara ve Sultanönü bölgesindeki fetihleri müteâkip bir ya da birkaç tahrir işleminin daha yapılmış olduğunda şüphe yoktur. Şimdiye dek kim tarafından ve hangi tarihte yapıldığı bilinmese de, Rumeli fetihlerinin başladığı târihlerde veya biraz daha öncesinde, Bursa havâlisinde ve özellikle Kirmasti çevresinde, gelişmiş bürokratik bir sistemle kapsamlı bir evkaf tahrîrinin gerçekleştirildiği ve bu vakıf defterlerinin Bursa Sarayı Dîvânı’nda kayda geçirildikten sonra, uzun süre Saray Defter-ḫāne’sinde muhâfaza edildiğini gösteren delil ve belgeler mevcuttur.

Vakıf defterlerinin Orhan Gazî döneminde tutulmaya başladığını ortaya koyan en önemli delil, Rebî‘u’l-evvel 749/Haziran 1348 tarihli Lala Şâhîn Paşa Vakfiyesi’nde[4] zamânın Sultân’ı Orhan Gâzî’nin vezîri Şâhîn Lala’ya bağışladığı yerlerin, daha önce Saltanat Dîvânı’nda yazıldığı ve Kirmasti vakıflarını kapsadığı belirtilen bir Defter’e kaydedildiğini gösteren şu satırlardır:

لملكها لدى السلطان الأكرم والحاقان الأفهم ، سلطان الغزاة والجاهدين ، قالع قلاع الكفرة والمشركين ، حامى بيضة الإسلام ، ماحئ الآثار الكفر الاثام حضرت سلطان اورخان بن سلطان عثمان – خلد الله سلطنته وآثآر العالمين وبرهان على وجه المبين – المسطور فى الدفتر الديوان سلطان المشتمل على قصبة كرماستى المزبوره وارضها وقرى معروفات بقريۀ چوردك وقريۀ اورج بيك وقريۀ بهرام وقريۀ چولمكجى وقريۀ كرده لى وقريۀ آت أوى مع قريۀ يگيجه وقريۀ اوچرلر واراضيها ومزارع كل واحد منها الملاصقة الحدود والحوال القصبة المسطورة الواقعة فى لوآء بروسه ..

“Es-Sulṭānü’l-ekrem ve’l-Ḥāḳānü’l-efḫam, Sulṭānü’l-ġuzāt ve’l-mücāhidīn, Ḳāliʿ-i ḳılāʿ-i’l-kefereti ve’l-müşrikīn, Ḥāmiyyü beyżati’l-İslām, Māḥīʾü’l-ās̱āri’l-küfri [ve]’l-ās̱ām Sulṭān ʿOs̱mān oğlu Ḥażret-i Sulṭān Orḫān’ın katında -Allāh onun salṭanatını, ʿālemdeki ās̱ārını ve apaçık bir vech üzere olan burhānını ebedî kılsın-, onun (Şâhîn Paşa’nın) mülkü; Sulṭān’ın adı geçen Kirmāsti ḳaṣabasını içine alan Dīvān Defteri’nde yazılı bulunan Çördük ḳaryesi, Oruç Big ḳaryesi, Behrām ḳaryesi, Çölmekci ḳaryesi, Geredeli ḳaryesi ve Yeñice ḳaryesi arāżīsi ile, At-evi ḳaryesi ve Üç-erler ḳaryesi diye maʿrūf olan ḳaryelerle, Burūsa Livāʾsında vāḳıʿ olup, sözü edilen ḳaṣabanın ḥudūd ve ḥavālīsine bitişik bulunan arāżī ve mezraʿaların her biridir.”[5]

Görüldüğü üzere vakfiyede 749/1348 yılından önce, Orhan Gâzî’nin Beg-sarayı’ndaki Saltanat Dîvânı’nda vakıf ve mülklerin şümullü bir Defter’e yazıldığından söz edilmekte; bu tarihten önce Livā statüsüne yükseltildiği anlaşılan Bursa şehri ve çevresiyle[6] sınırlı olduğu anlaşılan bu defterin Lala Şâhin Paşa’nın Kirmasti’deki vakıflarını da içine aldığına işâret edilmektedir. Bursa Saray Dîvânı’nda, bizzat Orhan Gâzî’nin huzûrunda kayda geçirilen bu defter bir Evḳāf Defteri olmakla birlikte; vakıf sistemiyle birlikte timar sisteminin de Osman Gâzî zamânından beri yürürlükte olduğu dikkate alındığında, bu ipucundan yola çıkılarak timarların tevcih edildiği Tahrîr defterleriyle onlara mümâsil diğer pek çok defterin de, bu tarihlerde sâbit bir yöntemle Dîvân-ı hümâyûn’da kayıt altına alındığı düşünülebilir.

Şekil-1: Rebî‘u’l-evvel 749/Haziran 1348 tarihli Lala Şâhîn Paşa Vakfiyesi’nde, Orhan Gâzî’nin Bursa’da bağışladığı vakıfların bu tarihten önce, Lala Şâhîn’in Kirmâstî’deki vakıflarını da içine alan şümullü bir Dīvān Defteri’ne kaydedildiğini gösteren satırlar. VGMA, D. no: 732/59, s. 75, st. 27-33.

Vakfiyenin yukarıdaki cümleleri tâkip eden daha sonraki satırlarında, vakfa ait dükkânların icâre işlemleri, köyler, mezra‘alar ve buralarda yetiştirilen mahsûl ve ürünlerin sarf edileceği yerlere ilişkin tüm şartların: على ما حرّر وفصّل فى الدفتر الحاقانى “Ḥāḳānī Defter’de taḥrīr ve tafṣīl olunduğu üzere” açıklandığı belirtilerek[7], Sultan Orhan’ın huzûrunda kayıt altına alınan bu defter doğrudan doğruya Defterü’l-Ḥāḳānī olarak nitelendirilmiştir[8]. Kayıttaki: حرّر وفصّل “ḥurrire ve fuṣṣile” ifâdesi ise, Orhan Gâzî’nin Ḥāḳānī Defter’inin Bursa Livâsı vakıflarını içeren mufassal bir tahrir defteri olduğuna açıklık getirmektedir.

Şekil-2: Orhan Gâzî’nin 749/1348’den önce tutulmuş olan vakıf defterinin Defterü’l-Ḥāḳānī diye isimlendirilen mufassal bir tahrir defteri olduğuna ilişkin kayıt. Lala Şâhîn Paşa Vakfiyesi, VGMA, Defter no: 732/59, s. 75, st. 47.

Orhan Gâzî’nin kuruluş devri içerisinde varlığı tespit edilebilen en eski vakıf defteri olan bu mufassal Ḥāḳānī Defter’in Kirmasti vakıflarını da içine aldığına özellikle işâret edilmesi ve İkinci Murad’ın saltanatının ilk yıllarına kadar devâm ettiği anlaşılan bu tahrir işlemlerinin[9], 859/1455’te Lâla Şâhîn Paşa’nın soyundan gelen Kirmasti’li âlim Mevlânâ Yûsuf el-Kirmastî’nin[10] (ö. 906/1500) tuttuğu Defter’e[11] intikâl etmesi; kısacası bu evkaf defterlerindeki atıflarda Orhan Gâzî devrinden Fâtih Sultan Mehmed devrinin ilk yıllarına kadar vakıf tahrir işlemlerinin hep Kirmasti ve Lala Şâhîn Paşa’nın ahfâdı üzerinde yoğunlaşmış gözükmesi, Kirmasti’nin Osmanlılar’da bürokrasinin yerleşmesine öncülük eden en önemli uygulama alanlarından biri olduğuna delil teşkil ettiği gibi; kuruluş devrinde Osmanlılar’da ilk defter arşivleme uygulamasının da, vakfiyenin tanziminden daha önce tutulmuş olan bu gibi defterler aracılığıyla aynı tarihlerde başlamış olması gerektiğine dair önemli bir ipucu vermektedir.

Ḫüdāvendigār Livāsı Vaḳıf Defterleri’nde, erken dönemde Orhan Beg ve ‘Osmân Beg tarafından verilmiş vakıfnâme ve mülk-nâmelere yapılan atıflardan açıkça anlaşıldığına göre[12]; kurucu hükümdar ve oğlu tarafından 699/1300 yılından beri dağıtılan ve muhtemelen daha önce Yenişehir Saray Dîvânı’nda basit bir yöntemle kayıt altına alınan tüm biti, vakfiye ve mülknâmeler; Orhan Gâzî’nin 735/1334’te Kirmasti’yi fethi ile Lala Şâhîn Paşa vakfiyesinin düzenlendiği 749/1348 tarihleri arasındaki on dört yıllık zaman periyodunda, ilk defâ mufassal bir evkâf defteri düzenlenerek kayıt altına alınmıştı.

Bostan-zâde Yahyâ Efendi, Osmanlı müessese ve medeniyet tarihinin ilk devirleri hakkında oldukça ilginç ve dikkate değer bilgiler içeren Tuḥfetü’l-Aḥbāb adlı eserinde, yukarıda o asrın belgeleri ışığında ortaya koyduğumuz, defterdarlık müessesesinin ilk kez Orhan Gâzî döneminde başladığı yönündeki tespitimizi destekleyecek şekilde: “İbtidā defterdār naṣb itmek Sulṭān Orḫān itmişdür ve yalıñuz olmasun diyü Rūz-nāme ve Muḳāṭaʿacı naṣb itmek daḫı anlardan olmışdur.” diyerek[13], bu konuda çağdaş kaynaklara dayanan doğru bilgiler verdiğini açıkça göstermiş; ayrıca bu devirde sarayda yalnız Vakıf ve Tahrir Defterleri’nin değil, sonraki devirlerde sıklıkla rastlanan Rûz-nâmçe Defterleri ile, Hazîne, Yevmiyye ve Mukâta‘a Defterleri’nin de mevcut bulunduğuna zımnen işâret etmiştir.

Orhan Gâzî Döneminde Vakıf İşlemlerinin Yürütülme Şekli ve Kirmasti Vakıflarını İçine Alan İlk Ḥāḳānī Defter’in Kâtibi:

Orhan Gâzî döneminde vakıf bürokrasisinin nasıl işlediği ve vakfiyelerin ne şekilde düzenlendiği konusunda, çağdaş bir göz tanığı olan Seyyid Kâsım el-Bağdâdî’nin (ö. 750/1350) Seyāḥat-nāme’sinde[14] bize aktardığı ilginç izlenimler, Lala Şâhîn Paşa Vakfiyesi’nde geçen yukarıdaki kayıtların mâhiyetini açıklayacak ve bizim bu konudaki tespitlerimizi tarihî açıdan doğrulayacak oldukça önemli deliller içerir. Lâla Şâhîn Paşa vakfiyesinde Paşa’nın vakıf işleminin Sulṭān Dīvānı’nda kayda geçirildiğine yapılan atfa paralel olarak, Bağdâdî de vakfiyenin düzenlenişinden yirmi dört yıl önce, 724/1324 yılı ortalarında Sultan Orhan’dan Şirvan’daki vakıfları adına kendisine bir “fermān” vermesini isteyince, Orhan Gâzî Salṭanat Dīvānı’nda vezîr-i a‘zamı İbrâhîm Paşa’ya belli şartlar çerçevesinde Arapça bir vakfiye düzenletmiş ve üzerine kalemiyle tuğrasını çekerek ona hediye etmiştir[15].

Bu iki çağdaş materyalin küçük bir tenkidi, Orhan Gâzî’nin cülûs yılı olan 1324 yılı ortalarından vakfiyenin düzenlendiği 1348 yılı ortalarına kadar, tam 24 yıl boyunca vakıf işlemlerinin Dîvân-ı hümâyûn’da bizzat Sultan Orhan’ın huzûrunda[16] ve Vezîr-i a‘zam’ın nezâreti altında gerçekleştirildiğini ve burada düzenlenen vakfiyelerle bunların kaydedildiği evkaf defterlerinden birinci derecede Vezîr-i a‘zam’ın sorumlu olduğunu gösterir. Ayrıca gerek Bağdâdî Seyāḥat-nāme’si, gerekse vakfiye; Bostan-zâde Yahyâ gibi müelliflerin, bu işlemlerin Orhan Gâzî zamânı gibi oldukça erken bir tarihte başladığı yönünde verdikleri bilgileri de kuvvetle te’yid etmektedir.

Kirmasti’yi içine alan bu ilk kapsamlı vakıf tahririnin kim tarafından gerçekleştirildiği meselesine gelince; 859/1455’te Mevlânâ Kirmâstî tarafından Bursa’da yapıldığı bilinen mevcut en eski tahrirde, bundan önceki tahrirlere ilişkin yapılan nâdir birkaç atıf sadece, bugüne kadar hangi pâdişah ya da pâdişahlar devrinde, tam olarak hangi tarihte tutulduğu kestirilemeyen Ḫalīl Beg Defteri’yle sınırlı kalmıştır[17]. Aynı şekilde, 928/1521 ve 980/1573 tahrirlerinde de, yer yer Kirmāstī Defteri’nden daha önce Ḫalīl Beg Defteri’ndeki kayıtlara göndermeler yapılmıştır. Kuruluştan Sultan II. Murad dönemine kadar uzanan süreçte, kimi zaman yalnız bir kuşak üzerinden Osman Beg ve Orhan Beg’e kadar inen bazı vakıf tahrirlerinin bile doğrudan kaynağı konumundaki bu defterin kâtibi olan Ḫalīl Beg’in kim olduğu bugüne dek tespit edilememiştir. Modern araştırmacılardan bâzılarının görüşü; bu şahsın II. Murad devrinde yaşamış bir kimse[18], ya da kuruluş devri ricâli arasında Bursa’da aktif bir şekilde faaliyet göstermesiyle dikkati çeken, hattâ İznik kadılığını müteâkip 749/1348’den itibâren bir dönem Bursa kadılığı da yaptığı rivâyet edilen Çandarlı Kara Halîl (ö. 789/1387) olması gerektiği yönündedir[19]. İkinci görüş sahipleri, tek başına Ḫalīl Beg Defteri’ni esas alan Kirmāstī Defteri’nin başında Murad Hüdâvendigâr’ın Kaplıca’daki vakıflarının yer almasını, bu eski Defter’in I. Murad zamânında tutulmaya başlandığına bir delil olarak kabul etmişlerdir[20].

Osmanlı kuruluş vakıflarının bilinen ilk kâtibi olan Ḫalīl Beg’in kim olduğu probleminin çözümü de yine, yukarıda bu devrin bürokrasisine ilişkin oldukça mühim ve ayrıntılı tespitlere ulaştığımız Lala Şâhîn Paşa vakfiyesinde gizlidir. 749/1348’de düzenlenen vakfiyede, Besmelenin biraz yukarısına yazılmış olan kâtip derkenarında, vakfiyenin aslının “ḫuṣūṣī ve ʿumūmī tescil şarṭları yerine getirilmek” suretiyle خليل بن محمد القاضى بمدينۀ بروسة المحروسة “Maḥrūseʾ-i Burūsa şehri ḳāḍīsı olan Muḥammed oğlu Ḫalīl” tarafından düzenlendiği açıkça belirtilmiştir[21]. Şimdiye kadar Osmanlı kroniklerinde daha önce Bilecik ve İznik kadısı iken 749/1348’de Bursa kadılığına atandığı öne sürülen[22] “Ḳara Ḫalīl”, ya da Halil Hayreddîn Paşa’nın babasının adının محمد “Meḥmed” değil, على “ʿAlī” olduğunu yaptırdığı hayır eserlerinden İznik Yeşil Câmii’nin ve Serez Kurşunlu/Eski Câmii’nin kitâbelerinden bilmekteyiz[23]. Bugüne dek vakfiyenin düzenlendiği tarih olan 749/1348’de onu “Bursa ḳāḍīsı” olarak gösteren kaynaklar, -çoğu konuda olduğu gibi- isim benzerliği nedeniyle onu, vakfiye derkenarında farklı bir kimse olduğu açıkça belirtilen “Bursa ḳāḍīsı Meḥmed oğlu Ḫalīl” ile karıştırma hatâsından kurtulamamışlardır. Halbuki bu târihte Bursa kâdîsı olduğu ve düzenlediği Arapça vakfiyeden vakıf tahririyle de meşgul bulunduğu açıkça anlaşılan Hâlîl Beg’in Çandarlı Kara Halîl’den tamâmen farklı bir kimse olduğu ortadadır. Dolayısıyla bu yanlış bilginin vakfiyedeki bu çağdaş kayıt ışığında düzeltilmesi lâzımdır.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR Ermeni tehciri üzerine

Şekil-3: 749/1348 tarihli Lala Şâhîn Paşa Vakfiyesi’nin Bursa kadısı “Muḥammed oğlu Ḫalīl”tarafından düzenlendiğini gösteren derkenarın son kısmı. VGMA, Defter: 732/59, s. 75.

Lala Şâhîn Paşa vakfiyesini düzenleyen ve dönemin diğer tüm vakfiyelerden farklı olarak, içinde Orhân Gâzî’nin Kirmasti kasabasını müştemil Ḥāḳānī Defter’ine iki kez atıf yaptığı görülen Bursa kâdîsı Mehmed oğlu Halîl’in, şimdiye dek varlığı gölgede kalan, Osmanlılar’ın bilinen ilk il-yazıcısı Halîl Beg’den başkası olmadığı ve onun vakfiyedeki köyler ve vâkıfın şartları ile ilgili kısımları yazarken, klasik vakfiye formatının dışına çıkarak Dîvân’daki Ḥāḳānī Defter’deki kayıtlara gönderme yapmasının, her ikisinin de kâtibinin kendisi olmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Şâhîn Paşa’nın Kirmasti’deki vakıflarının daha önce Bursa Saray Dîvânı’nda düzenlenen Ḥāḳānī Defter’e kaydedildiğinin bizzat vakfiyenin içinde belirtilmesi; İl-yazıcı Halîl Beg’in bu vakıf tahririni Sultan Orhan’ın emriyle, vakfiyenin düzenleniş târihi olan Rebî‘u’l-evvel 749/Haziran 1348’den daha önce yaptığını ibrâz etmektedir.

Ayrıca vakfiyenin defter tahririnden daha sonra tanzim edilmiş olması, bu dönemde vakıf işlemleri yapılırken önce vakıf mülk ve alanının belirlenip deftere kaydedildiğini, vakfiyelerin ise vakıf sâhiplerine tahrir işleminden daha sonra verildiğini göstermektedir.

Halîl Beg’in Yaşamına ve Defterdarlık Zamânına İlişkin Bâzı Tespitler:

Hayâtı hakkında hiçbir bilgiye sâhip olmadığımız Defterdar Halîl Beg’in, Orhan Gâzî devrinden II. Murad dönemi başlarına kadar defterdarlık görevini kesintisiz olarak yürüttüğünü gösteren atıflardan; Osman Gâzî döneminden Çelebi Mehmed dönemine kadar yaşamış olan, çağdaşı Edebalı-oğlu Mahmûd Paşa gibi yüz yılı aşkın bir ömür sürmüş[24] ve en geç XV. yüzyılın ikinci çeyreğinde ölmüş bir pîr-i fânî olduğu sonucu çıkmaktadır. Nitekim 859/1455 tarihli Kirmāstī Defteri’nde Ḫalīl Beg Defteri’ne yapılan bir atıfta: “…Ḥamīd oġlı Muṣṭafā taṣarruf ider, Ġāzī Ḫündkār ve Emīr Süleymān nişānıyla ve Ḫalīl Beg Defteri’nde masṭūrdur.” denilmesi[25]; onun Orhan Gâzî döneminden sonra Murad Hüdâvendigâr ve Yıldırım Bâyezîd dönemlerinde de Defter-i Ḥāḳānī kâtipliğine devam ettiğini, hattâ Fetret devrinde bir ara Yıldırım’ın büyük şehzâdesi Emîr Süleyman’ın himâyesine girdiğini ortaya koymaktadır[26].

980/1573 tarihli Defter’de Kirmasti’deki Ḳaracalar ḳaryesi’ne ilişkin vakıf kaydında: “Ḳaryeʾ-i Ḳaracalar ki, Ḫalīl Beg Defteri’nde ḫāṣṣaʾ-i Su-başı yazılmış ve ḳadīmden Bāzārlu-oġlı Murād Beg’üñ vaḳf-ı ebnāsı imiş; Bāyezīd Ḫüdāvendigār ve selāṭīn nişānıyla ḳayd olunmış ve merḥūm Sulṭān Murād Ḫān Ḫüdāvendigār vaḳf-ı ebnāʾı muḳarrer dutmış.”[27] denildikten sonra Fâtih döneminde tutulan Kirmāstī Defteri’ndeki kayda[28] geçiş yapılması ise, Defterdar Halîl Beg’in II. Murad devrinin başlarındaki ilk tahriri de yaptıktan sonra vefât etmiş olduğunu gösterir. Bu ve benzeri tarihî materyallerin toplu tenkidi, Halîl Beg’in Defter’indeki kayıtların doğrudan Orhan Gâzî zamanına odaklı olan çok eski vakıfları nasıl içine aldığı; ya da Kirmāstī Defteri’nde Fâtih dönemine kadar aradan uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen neden başka bir Defter’e gönderme yapılmadığı sorularının cevâbını da vermeye yetmektedir.

Halîl Beg’in tahrir alanı yalnız Bursa Livâsı ile sınırlı olmayıp, Osmanlı coğrafyasının diğer bölgelerini de içine alıyordu. Nitekim onun, Aydın Sancağı’nın ikinci kez kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine girişinden sonra tuttuğu mufassal Vaḳıf Defteri’nin muhtelif parçaları günümüze kadar ulaşmıştır[29]. Ayrıca 984/1577 tarihli Ṣaruḫān Livāsı Evḳāf Defteri’nde de, Yıldırım’ın 792/1390’daki ilk fethinden sonrasına işâret eden Ḫalīl Beg Defteri’ne yönelik atıflar yer almaktadır[30]. Her iki Defter’de yer alan kayıtlar da Ḫüdāvendigār Livāsı Taḥrīr Defterleri’ndeki atıflara paralel olarak II. Murad dönemi başlarına kadar uzanır[31]. Onun Hüdâvendigâr Livâsı dışında, geniş çerçevede Aydın sancağı ve Saruhan livâsının tahrir işlerini de yürütmesi, muhtemelen Yıldırım döneminde bir ara, belki de Anadolu baş defterdarlığına benzer bir makâmı elinde bulundurmuş olabileceği intibâını uyandırmaktadır.

İl-yazıcı Ḫalīl Beg’in uzun ömrü boyunca geniş bir zamana yayılan vazîfesi sırasında toplam kaç defâ tahrir yapıp defter tuttuğu bilinmemekle birlikte, XV. yüzyıl başlarına ulaştığında artık beş pâdişâh, bir şehzâde dönemini görmüş bir pîr-i fânî olması ve tarihî teâmüle göre her Sultân’ın kendi zamânında vakıf beratlarını yenileterek devlet sınırları içinde mutlaka yeniden tahrir yaptırmış olacağı dikkate alındığında; o, Orhan Gâzî adına yaptığı ilk vakıf tahririnden sonra Murad Hüdâvendigâr, Yıldırım Bâyezîd, Bursa’da hükümdarlığını ilân ettiği sırada Emîr Süleymân, Fetret Devri sonrası Çelebi Sultan Mehmed ve cülûsunu müteâkip II. Murad adına da asgarî bir tahminle birer kez, yani vazîfesi süresince toplam en az altı kez tahrir yapmış olmalıdır[32]. Başta Kirmastî olmak üzere daha sonraki tahrir memurları, Defter’in Sultan İkinci Murad döneminde yenilenen en son ve en ayrıntılı versiyonunu kullanmışlardır. Nitekim bu tezimizin doğruluğu, sonraki defterlerde bu Sultan’ların tümü adına Ḫalīl Beg’in yaptığı vakıf işlemlerine yapılan atıflardan açıkça anlaşılmaktadır.

Lala Şâhîn Paşa Nezdinde Kirmasti’de Kurulan İlk Osmanlı Arşivi:

Devlete ait önemli evrak ve defterlerin, resmî işlemlerin uzun vâdede tâkibi ve herhangi bir sorun baş göstermesi durumunda ibrâzı amacıyla saklanması zarureti, eski İslâm devletlerinden beri bu tür belgelerin özel bir birimde toplanması ihtiyâcını beraberinde getirmiştir. Bu devlet geleneğinin Osmanlılar’dan önceki son temsilcileri olan Anadolu Selçukluları ve İlhanlılar’da evrak ve defterlerin saklandığı özel bir birimin mevcut olduğunu gösteren kanıtlar[33], bürokratik işlemlerde onları tâkip eden Osmanlılar’ın da defterdarlık ve tahrir sisteminin başlaması sonrası, evrak ve defterleri özel bir Defter-ḫāne’de toplamış olmaları gerektiğinin yeterli delilini vermektedir[34].

İşte bu tezi doğrulayacak şekilde, 928/1521 tarihli Defter’de Lala Şâhîn Paşa’nın Kirmasti’deki vakıflarının Orhan Gâzî ve Murâd Hüdâvendigâr dönemlerinde verilen vakfiyelerle tespit edildiği belirtilip, Çelebi Sultan Mehmed zamânından Fatih zamânına kadar yapılan işlemlere kısaca değinildikten sonra, vakfın kuruluş zamânından beri verilen tüm vakfiyelerin Sarayın içindeki Evrak Hazînesi’nde saklandığı açık bir biçimde ifâde edilmiştir:

“Nāḥiyyeʾ-i Kirmāsti:
Evḳāf-ı taʿalluḳāt-ı Kirmāsti ki, Şāhīn Beg ʿİmāreti’ne; Orḫān Beg’den ve Ġāzī Ḫüẕāvendigār’dan ve Sulṭān Muḥammed Ḫān nişānlarıyle vaḳfiyyet üzere taṣarruf olınur. Şimdi Bālī Beg ve ḳarındaşı Ḥamza Beg mütevellīlerdür. Gerdek ve küvvāre ve cürm, meẕkūrlar taṣarruf iderler; der-Defter-i Kirmāstī. Ḳadīmü’z-zamāndan vaḳfiyyet üzere taṣarruf iderlerimiş; vaḳfiyyeleri Ḫızāneʾ-i ʿĀmire’de imiş.”[35]

Orhan Gâzî’nin Lâla Şâhin Paşa’ya Kirmasti’deki vakıfları adına verdiği vakfiyenin, Murad Hüdâvendigâr’dan Çelebi Sultan Mehmed’e kadarki pâdişahlar zamânında yenilendiğini bildirip, Fâtih devrine kadar yapılan resmî işlemleri özetleyen bu kayıtta, buradaki mülk ve binâların başından beri vakfiyyet kapsamında faaliyet gösterdiği ve kuruluşundan itibâren Orhan Gâzî, Murad Hüdâvendigâr ve Çelebi Mehmed dönemlerinde düzenlenen tüm vakfiyelerin doğrudan Ḫızāneʾ-i ʿĀmire’de korunduğu belirtilerek, mevcut vakfiyelerin Orhan Gâzî döneminden beri bir Evrak Hazînesi’nde saklanması sâyesinde Fâtih devrine kadar ulaştığına işâret edilmiştir.

Defterdar Halîl Beg’in Bursa Livâsı’nda, XIV. yüzyılın ortalarından XV. yüzyılın başlarına kadar tutmaya devam ettiği Ḥāḳānī Defter’in ve vakfiyelerin Fâtih devrine kadar ulaşması, bu dönem defterlerinde bile hâlâ bu eski vakfiye ve Defter’lere atıflarda bulunulması, Orhan Gâzî zamânından beri yapılan her yeni tahrirde bu vakfiye ve defter nüshalarının Bursa’da titiz bir şekilde muhâfaza edildiğine delil teşkil etmekte; bu ise Osmanlılar’da arşivciliğe yönelik ilk uygulamaların da bekleneceği üzere daha kuruluş devrinde Sultan Orhan’ın öncülüğünde başlamış olduğunu göstermektedir.

Şekil-4: Vezîr-i a‘zam Lala Şâhîn Paşa’nın Kirmasti’deki vakıfları adına düzenlenen vakfiyelerin, Orhan Gâzî zamânından beri Ḫızāneʾ-i ʿĀmire’de saklandığına ilişkin atfın yer aldığı vakıf tahrîri. BOA, TTD, nr.: 453, vr. 32a.

Nitekim Osmanlılar’da Arşivciliğe yönelik bilinen ilk uygulamanın Lâla Şâhîn Paşa tarafından Kirmasti’de başlatıldığı, Bursa Beg-sarayı Defter-ḫānesi’nde muhâfaza edilen evrak ve defterlerin birer sûretlerinin de kuruluş devrinin sonuna kadar burada saklandığı, Bergama’da yer alan eski bir mezra‘anın vârislere intikâli sırasında, geçmişteki ilk nakil işlemlerini doğrulamak için “Kirmasti’den defter ṣūreti gönderildiğini” belgeleyen 980/1573 tarihli Defter’deki şu ilginç satırlar ışığında ortaya çıkmaktadır:

“Mezraʿa:
Berġama nāḥiyyesinde, ‘Aṭa’ dimekle maʿrūf yirde. Evvelden Ḳara Mīḫāl yiri ki, Ḳān-oġlı begler-begiden ḳırḳ filoriye ṣatun alınmış mülkdür ve ḳāḍī Maḥmūd’dan mektūb-ı Şerʿī var. Şimdi irs̱le Ṣatı-oġlı ḫātūnı Nergis’den güyegüsi Yaʿḳūb’a müntaḳil olmış. Kirmasti’den ṣūret-i Defter ʿarż itdiler. El-ḥāletü hāẕihī oġlı Ḥıżır Beg mülkiyyet üzere mutaṣarrıfdur, elinde pādişāhumuz nişān-ı şerīfi var diyü ḳayd olunmış, در دفتر كهنه . Ḥāliyā meẕkūr Ḥıżır-oġlı Muḥammed Şāh ve ʿAlī Bālī mutaṣarrıflardur, mülkiyyet üzere merḥūmān Sulṭān Muḥammed’den ve Sulṭān Bāyezīd’den mülk-nāmeleri var diyü muḳayyed, در دفتر عتيق .”
[36]

Bu vakıf kaydında, Bergama gibi Hüdâvendigâr Livâsı’nın en uç noktasında bulunan bir mezra‘anın vârislere intikâlinin sağlanması için, mülkün kadîmdeki ilk sâhibi Kara Mihal’den Fâtih öncesine kadarki kayıtları içeren “Defter ṣūreti”nin Kirmasti’den gönderildiğinin[37] açıkça belirtilmesi; Bursa Beg-sarayı’ndaki Defter-ḫāne hâricinde, bu devirde tüm resmî evrak ve defterlerin birer sûretlerinin de Kirmasti’deki bir Arşiv’de saklandığını kesinleştirmektedir.

Dolayısıyla Kuruluş devrinin sonuna kadarki vakıf işlemlerine yapılan atıflarda belirgin bir biçimde ön plâna çıktığı görülen Ḥāḳānī Defter’in aslı Orhan Gâzî’nin emri ve direktifiyle Beg-sarayı’ndaki Evrak Hazînesi’ne konulduğu gibi, sûreti de muhtemelen bu havâlîde geniş bir mülke ve çok sayıda vakıflara sahip olan “Vezîr-i a‘zam”[38] Lâla Şâhîn Paşa’nın merkez üssü Kirmasti’de kurduğu Evrak Arşivi’ne konulmuş; bu ve benzeri tüm defter ve evraklara ait nüshaların daha sonraki devirlere ulaşabilmesi de, ancak bu titiz yöntem sâyesinde mümkün olmuştur.

Osmanlılar’ın ilk arşivinin Bursa’ya uzak bir noktada bulunan Kirmasti’de kurulmuş olması, burasının Vezîr-i a‘zam Lâla Şâhîn Paşa’nın vakıf ve mülklerinin bulunduğu bir merkez konumunda bulunması nedeniyledir. Yukarıda 1324’ten beri vakıf işlemlerinin doğrudan Vezîr-i a‘zam’ın uhdesinde yürütüldüğünü görmüştük. Dolayısıyla bu sistem çerçevesinde Orhan Gâzî’nin Vezîr-i a‘zamlarından biri olan Lala Şâhîn Paşa’nın, vazifesi kapsamında bulunan vakıflarla ilgili Saray Defter-ḫānesi’ndeki evrak ve defterlerin birer sûretini de kendi nezdinde bulundurmuş olması düşünülemeyecek bir şey değildir. Orhan Gâzî’nin şehzâdeliği döneminde başlayıp, Alâeddîn Paşa’dan beri[39] yirmi dört yıl boyunca adım adım ilerleyen bürokratik atılımlar zamanla her alanda ivme kazanmakla birlikte, arşivciliğe yönelik faaliyetlerin özellikle Kirmasti’de başlamış olması, bu işlemlerin kurumsal anlamda ilk kez Şâhîn Paşa’nın öncülüğünde ortaya çıktığının açık bir göstergesidir.

Şekil-5: 980/1573 târihli Defter’de Hüdâvendigâr Livâsı’nın uç noktasında bulunan Bergama’daki bir mezra‘anın, sâhibi Kara Mîhâl’den sonraki vârislerine intikâl seyrini gösteren eski işlemlere ilişkin “Defter ṣūreti”nin doğrudan Kirmasti’den gönderildiğine yapılan atıf. TADB (TKGMA), TTD., EV.: 580, vr. 144a.

Osmanlı Devleti’nin, Murad Hüdâvendigâr ve Yıldırım Bâyezîd dönemlerinde Anadolu’da ve Rumeli’de daha geniş sınırlara ulaşması sonucu, Bursa’dan sonra Edirne’nin saltanat makarrı olması, devlet merkezinin buraya taşınması ve zaman içinde bürokratik sistemin daha da yerine oturmasından sonra, Lala Şâhîn Paşa’nın Kirmasti’deki Evrak ve Defter Arşivi de muhtemelen II. Murad devrinde sâdece Hüdâvendigâr Livâsı’na bağlı yerel bir birim hâline dönüştürülmüş ve yalnız vaktiyle tahrirleri yapılan ilk bölgelerin timar ve evkaf defterleriyle sınırlı olarak Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar aktif bir şekilde işlevini sürdürmüştür.

Bostan-zâde Yahyâ Efendi’nin Tuḥfetü’l-Aḥbāb adlı eserinde; Orhan Gâzî’nin yüksek İslâmî kültürü üst düzeyde temsil eden gelişmiş bir müessese olarak tasarladığı Bursa Beg-sarayı’nın içinde altın-gümüş gibi değerli eşyâların ve devlet gelirlerinin saklandığı bir İç Hazîne odasının yanında, sarayın dışında bir “ṭaşra kāġıd ve defterler ṭuran ḫazīne”nin de mevcut bulunduğuna işâret etmesi[40] bizim yukarıdaki tüm tespitlerimizi doğrulamakta; daha bu devirde Osmanlılar’da oldukça sağlam bir bürokrasi ve arşivleme sisteminin yerleşik bulunduğuna ışık tutmaktadır.

Resmî anlamda ve şümullü olarak ilk kez yalnız Kirmasti kasabasının değil, Bursa Livâsı ve Aydın ve Saruhan bölgelerinin vakıf ve tahrirlerin tümünü içine alacak şekilde yürürlüğe konulan bu defter tutma ve arşivleme sisteminin, daha sonraları Osmanlı Devlet sınırları içindeki diğer idârî birimlerde kale dizdarları ve kadılar gözetiminde kalelerde sicil defterlerinin ve önemli yazışmaların saklanıp arşivlenmesi geleneğinin de ortaya çıkmasına ve yayılmasına zemin hazırlamış olduğu anlaşılmaktadır.

Şekil-6: Lala Şâhîn Paşa’nın mülk ve vakıflarının merkezi olup, Orhan Gâzî döneminde bir ara vezir kazâsı statüsüne yükseltildiği ve hudutları içinde saraya bağlı bir Evrak ve Defter Arşivi’nin faaliyete geçirildiği anlaşılan Kirmasti’de yer alan türbesi. Mustafakemalpaşa / Bursa. (Fotoğraf: Selçuk Sarı)

Orhan Gâzî’nin Ḥāḳānī Defter’inde Kayıtlı Bulunan İlk Vakıflar:

Sultan Orhân’ın verdiği sayısız mülk ve arâzî bağışına ilişkin vakfiyelerin mufassal sûretlerinin, Lala Şâhîn Paşa vakfiyesinden aktardığımız satırlarda, Saray Dîvânı’nda tutulan ve Kirmasti’ye şâmil olan bir Ḥāḳānī Vaḳıf Defteri’ne kaydedildiğini göstermiştik. Orhan Gâzî’nin Dîvân defterleri ve evrâkının saklanması için Saray içinde ve Lâla Şâhîn Paşa nezdinde kurduğu ilk Osmanlı arşivindeki Ḥāḳānī Defter’inde yer alan vakıf bağışlarının ve bunların kimlere yapıldığına ilişkin önemli kayıtların nelerden ibâret olduğu, Ḫüdāvendigār Livāsı Taḥrīr Defterleri’nde yer alan atıflardan kesin olarak tespit edilebilir.

Şekil-7: Orhan Gâzî’yi vezirleri ve beyleriyle Bursa/Beg-sarayı Dîvân’ında gösteren eski bir minyatür. Ahmedî, İskender-nāme (Edirne, 1460-70 civârı), SPBA, nr.: C.133, vr. 249b.

Lala Şâhîn Paşa’nın vezâreti döneminde Dîvân’da tutulmaya başlanan Ḫalīl Beg Defteri’nin, 859/1455 tarihli Kirmāstī Defteri’nde ve sonraki diğer vakıf defterlerinde rastladığımız; kuruluş coğrafyasında Osman Gâzî, Orhan Gâzî, Murâd Hüdâvendigâr, Yıldırım Bâyezîd, Çelebi Sultan Mehmed ve kısmen II. Murâd tarafından büyük çoğunluğu ahî şeyh ve dervişlerine bağışlanan köy, mezraa, arâzî ve zâviyelerin vakfiye ve “biti”lerine âit tüm kayıtların ayrıntılı özetlerini içerdiği peşinen söylenilebilir[41]. Orhan Gâzî’nin emriyle 1348’den önce başlatılıp belirli aralıklarla devâm ettirilen tahrir işlemleri sırasında, yetmiş yılı aşkın bir süre yenilenen bu vakıflara zaman içinde Murâd Hüdâvendigâr’dan İkinci Murad’ın ilk yıllarına kadar yapılan vakıf bağışlarının kayıtları da eklenmiş ve 1455 tarihli Kirmāstī Defteri ve diğer defterlerdeki atıflardan anlaşılacağı üzere Defter, Halîl Beg’in son tahrîri sırasında ulaşabileceği en geniş ve kapsamlı hacme erişmiştir.

Kirmasti kasabası ile doğrudan alâkalı bulunan Ḫalīl Beg Defteri’nden sonra, Fâtih’in emriyle burada tutulduğu malûm olan sonraki defterin kâtibinin de, Lâla Şâhîn Paşa ahfâdından Kirmasti kökenli meşhur bir âlim olan Sînânüddîn Yûsuf el-Kirmâstî olduğuna işâret etmiştik. Nitekim daha sonraki tahrir defterlerinin bâzılarında, örneğin 928/1521, 937/1530 ve 980/1573 yıllarına ait tahrirlerde, tıpkı Ḫalīl Beg Defteri gibi bu deftere de sayısız atıflarda bulunulduğu görülmektedir. Bu defterlerde daha önceki defterlere gönderme yapılırken دفتر كهنه “Defter-i köhne” olarak vasıflandırılan en eski defterdeki ve دفترعتيق “Defter-i ʿatīḳ” diye adlandırılan bir önceki defterdeki işlemler kısaca zikredildiği gibi; Molla Kirmâstî tarafından 859/1455’te tutulan bu Defter’deki vakıf işlemleri de در دفتر كرماستى “der-Defter-i Kirmāstī” ya da عن دفتر كرماستى “‘an-Defter-i Kirmāstī” gibi atıf ibâreleriyle özetlenmiştir.

Orhan Gâzî döneminde, 749/1348 yılı civârında vakıf tahrir işlemlerinin önemli bir merkezi olarak öne çıkan Kirmasti ve çevresinde vakıf tahrir defterlerinin ve vakfiyelerin saklandığı bir Arşiv biriminin kurulması, kuruluş dönemi boyunca bir asrı aşkın bir süre Kirmasti’nin kuruluş devri Osmanlı bürokrasisinin en önemli faaliyet alanlarından biri olmasını sağlamış ve Fâtih döneminde yine burada, Lâla Şâhîn Paşa’nın metrûkâtı arasında yetişmiş bir başka defterdar olan Kirmâstî’nin 1455’te yaptığı tahrirle, hem en üst seviyesini hem de bir bakıma en son evrelerini yaşamıştır.

Sonuç:

Lala Şâhin Paşa Vakfiyesi’nde, XIV. yüzyılın ilk yarısında Orhan Gâzî’nin Saltanat Dîvânı’nda tutulan ve Kirmasti vakıflarını da içine alan eski bir Ḥāḳānī Defter’in varlığına işâret edilmesi, 1521 ve 1573 tahrirlerinde bu vakfiye ve defterlerin asıllarının Ḫızāneʾ-i ʿĀmire’de, sûretlerinin ise Kirmasti’de saklandığının açıkça belirtilmesi ve kuruluş devrinden sonraki ilk vakıf tahririni yine Lâlâ Şâhin Paşa neslinden Kirmasti’li âlim Sinânüddîn Yûsuf el-Kirmastî’nin icrâ etmesi; Kirmasti’nin kuruluş devri Osmanlı bürokrasisinin teşekkülünde ön plâna çıkan en önemli merkezlerden biri olduğunu tartışmasız bir biçimde gözler önüne sermektedir.

Kaynakça:

Arşiv Belgeleri ve Birincil Kaynaklar:

Asporça Hâtûn Vakfiyesi (Ramazân 723/Eylül 1323): VGMA, nr.: 590/181, s. 207-208.

Âşık Paşa-zâde, Tevārīḫ-i Āl-i ʿOs̱mān, İstanbul Arkeoloji Mz. Ktp. nr.: 1504.

_____________ Menāḳıb ve Tevārīḫ-i Āl-i ʿOs̱mān, Bodleian Library MS Or. Oct.: 2448.

Aydın Sancağı Mufassal Tahrir Defteri (1425-1430):

– BOA, MAD, nr.: 13

– BOA, MAD, nr.: 18003

Bostan-zâde Yahyâ Efendi, Tuḥfetü’l-Aḥbāb, Terakkî Matba‘ası, İstanbul 1287.

Cülūs Listesi, Mecmūʿa, İstanbul Arkeoloji Müzesi Ktp., nr.: 862, vr. 175b.

Defter-i Evḳāf-ı Livāʾ-i Ṣaruḫān, TADB (TKGMA), TTD, nr.: 544

Ḫüdāvendigār Livāsı Vaḳıf Defteri (928/1521): BOA, TTD, nr.: 453

Ḫüdāvendigār Livāsı Vaḳıf Defteri (980/1573): TADB (TKGMA), TTD, EV.: 580

Kirmāstī Defteri (859/1455):

– İBB Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, Yz., nr.: 117/1

– BOA, MAD, nr.: 16016

Lâla Şâhîn Paşa Vakfiyesi (Rebî‘u’l-evvel 749/Haziran 1348):

– VGMA, Defter: 732/59, s. 75-76

– Millet Ktp. Ali Emîrî, Arabî, nr.: 4471

Mahmud el-Kefevî, Ketāʾibü’l-Aʿlāmü’l-Aḫyār min Fuḳahāʾ-i Meẕhebi’n-Nuʿmānü’l-Muḫtār, Süleymaniye Ktp. Es‘ad Efendi, nr.: 548.

Müstakîm-zâde Süleymân Sa‘deddîn, Mecelletü’n-Niṣāb, Süleymâniye Ktp. Hâlet Efendi, nr.: 628.

Mihâlîç Beg Vakfiyesi (Rebî‘u’l-evvel 763/Ocak 1362), VGMA, Defter: 732/61, s. 77

Seyyid Kâsım el-Bağdâdî, Seyāḥat-nāme, 1098/1686 tarihli rulo nüsha.

Yayınlanmış Eserler ve Makaleler:

Afyoncu, Erhan, “Defterhâne”, DİA, IX, s. 100-104.

Aktepe, Münir, “Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa”, DİA, VIII, s. 214-215.

Arvas, İbrâhim, Seyāḥat-nāme li’ş-Şeyḫ Ḥacı Ḳāsım Baġdādī (tıpkıbasım), Ankara 1371/1951.

Babinger, Franz, Die Frühosmanischen Jahrbücher des Urudsch, Hannover 1925.

Barkan, Ömer Lütfi – Enver Meriçli, Hüdâvendigâr Livâsı Tahrîr Defterleri, TTK Yayınları, Ankara 1988.

Bursalı Mehmed Tâhir, ʿOs̱mānlı Müʾellifleri (I-IV), II, İstanbul 1338/1920.

Emecen, Feridun M., Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve Yükseliş Tarihi (1300-1600), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2015.

Erdoğru, Mehmet Âkif, Aydınili Mufassal Defteri: Timar ve Yaya Yoklaması Defter Parçaları İle Birlikte, Ege Üniversitesi Yayınları, İzmir 2015.

Evliyâ Çelebi, Seyāḥat-nāme, VIII, nşr. Kilisli Rifat Bilge, Ma‘ârif Vekâleti Devlet Matba‘ası, İstanbul 1928.

Friedrich Giese, Die Altosmanischen Anonymen Chroniken, Breslau 1922.

İbn Kemâl (Kemâl Paşa-zâde), Tevārīḫ-i Āl-i ʿOs̱mān (Tārīḫ-i İbn Kemāl), I. Defter, nşr.: Şerafettin Turan, TTK Yayınları, Ankara 1991.

Kaplanoğlu, Raif, v.d., 1455 Tarihli Kirmastî Tahrir Defteri’ne Göre Osmanlı Kuruluş Devri Vakıfları, Giriş-Tıpkıbasım-Çeviriyazı, Bursa 2014.

_____________ “Tahrir Defterlerine Göre Çelebi Sultan Mehmed Vakıf Köyleri”, Sultan Mehmet Çelebi Dönemi/ Osman Gazi Sempozyumu Sempozyum Bildiri Kitabı, İstanbul 2014, s. 334-375.

Kepeci, Kâmil, Bursa Kütüğü, IV (I-IV), Bursa Kültür A.Ş. Yayınları, Bursa 2009.

Mehmed Süreyyâ, Sicill-i ʿOs̱mānī (I-VI), IV, İstanbul 1308.

Neşrî, Mevlânâ Mehmed, Die Altosmanische Chronik des Mevlānā Meḥemmed Neschrī, Band I, Theodor Menzel nsh., nşr. F. Taeschner, Leipzig 1951.

Özel, Ahmet, “Kirmastî”, DİA, XXVI, 67-68.

Telci, Cahit, Halil Beğ Defteri: Fetihten Sonra Aydın Sancağı’nın İlk Mufassal Tahrir Defteri (1425-1430), İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Yayınları, İzmir 2015.

_____________ “Aydın Sancağının En Erken Tarihli Defteri: Halil Beğ Defteri’nin Parçası”, Cihannüma Tarih ve Coğrafya Araştırmaları Dergisi, I/1 (Temmuz 2015), s. 139-175.

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “Çandarlı (Cenderli) Kara Halil Paşa, Menşe’i – Tahsili – Kadılığı – Kazaskerliği – Vezirliği ve Kumandanlığı”, Belleten, XXIII/91 (1959), s. 457-477.

_____________ Çandarlı Vezir Ailesi, TTK Yayınları, Ankara 1988.

_____________ Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal (IV. baskı), TTK Yayınları, Ankara 1988.

Yılmaz, Hakan, “‘Anonim Târih’ mi, ‘Ḥamzavī Tārīḫi’ mi?”, HAİD, XIX/218 (Kasım 2011), s. 42-44.

_____________ “Orhan Gâzî’yi Sarayında Ziyâret Etmiş bir Seyyah/Sûfî: Seyyid Kâsım el Bağdâdî ve Seyāḥat-nāme’sinin Kuruluş Devri Osmanlı Tarihi Açısından Önemi”, I. Uluslararası Osmanlı Araştırmaları Kongresi, Sakarya Ünv., 14-17 Ekim 2015, Kongre Tebliğleri Özet Kitabı/Abstract Book, s. 277.

_____________ “Bursa Fethine Yönelik Yeni Yaklaşımlar ve Bursa’nın Gerçek Fetih Tarihi”, Şehir & Toplum, sy.: II (Haziran 2015), s. 64-66

_____________ “Halîl-nâme Yazarı Abdülvâsi Çelebi’nin Edirne’deki Vakfına İlişkin Bir Belge”, Şehir & Toplum, sy.: 3/Aralık 2015, s. 98-105.

_____________ “Yeni Kaynaklara Göre Bursa Beg-sarayı’nın Yapılış Tarihi ve Orhan Gâzî Döneminde İnşâ Edilen İlk Bölümleri”, TAÇ Mimarlık Arkeoloji Kültür Sanat Dergisi, sy.: VII (Sonbahar-Kış/2015-2016), s. 54-65.

DİPNOTLAR

* Bu araştırma daha önce 13-15 Mayıs 2016 tarihleri arasında Bursa’da düzenlenen III. Mustafakemalpaşa Sempozyumu’nda bildiri olarak sunulmuştur: S. Sevim – M. Eren – M. Çubukçu – H. Ersöz, III. Uluslararası Mustafakemalpaşa Sempozyumu, I, Mustafakemalpaşa Belediyesi, Bursa 2016, s. 369-389.

[1] Osman Gâzî’nin 720/1320’de tamamen tahttan çekilmiş ve yerini oğlu Orhan’a terk etmiş olduğu, eski bir tarihî takvime dayanan cülûs listelerinden birinin içinde açıkça gösterildiği gibi (krş. İstanbul Arkeoloji Müzesi Ktp., nr.: 862, vr. 175b); bu takvimi tâkip ettiğinde şüphe olmayan İbn Kemâl (Kemâl Paşa-zâde) de Tārīḫ-i İbn Kemāl adlı eserinin ilk Defter’inde, Osman Gâzî’nin 19 yıl beylik ettikten sonra 720/1320’de “emāret emrinden ferāġat” ettiğini belirtmiştir. Krş. İbn Kemâl, a.g.e., I. Defter, Ş. Turan neşri, TTK, Ankara 1991, s. 194.

[2] Bursa Beg-sarayı’nın gelişmiş yüksek İslâmî saray kültürünü yansıtır bir tarzda tasarlandığı hakkında, bk. Hakan Yılmaz, “Yeni Kaynaklara Göre Bursa Beg-sarayı’nın Yapılış Tarihi ve Orhan Gâzî Döneminde İnşâ Edilen İlk Bölümleri”, TAÇ Mimarlık Arkeoloji Kültür Sanat Dergisi, sy.: VII (Sonbahar-Kış/2015-2016), s. 54-65.

[3] Bu konuda ayrıntılı bilgi, ileride Osmanlılar’da Kâtiplik ve Defterdarlık Sisteminin Ortaya Çıkışı başlıklı makalemizde verilecektir.

[4] VGMA, Defter: 732/59, s. 75-76. Orhan Gâzî döneminde düzenlenmiş, erken döneme ait tarihî değeri hâiz az sayıdaki belgeden biri olan vakfiyenin, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki sûreti dışında Ali Emîrî tarafından bu sûretten istinsah ettirilmiş bir kopyası daha vardır (Millet Ktp. Ali Emîrî, Arabî, nr.: 4471).

[5] VGMA, a.g.d., s. 75, st. 27-33.

[6] 1348’de Bursa ve çevresinin “Livāʾ” kılındığını, geniş çerçevede Hüdâvendigâr Livâsı’nın henüz kurulmadığını gösteren bu çok önemli kayıt, 749/1348’den önce Osmanlı hâkimiyeti içindeki diğer bölgeler için de benzeri yerleşim statülerinin aynı şekilde uygulamaya geçirildiğine delil teşkil etmektedir.

[7] VGMA, a.g.d., s. 75, st. 47.

[8] Bu kayıt, sonraki devirlerde sıklıkla kullanılan “Defter-i Ḥāḳānī” tâbirinin ilk kez Orhan Gâzî döneminde ortaya çıktığını göstermesi bakımından çok önemlidir.

[9] Bunu ortaya koyan deliller birazdan gösterilecektir.

[10] Onun hakkında, bk. Mahmud el-Kefevî, Ketāʾibü’l-Aʿlāmü’l-Aḫyār min Fuḳahāʾ-i Meẕhebi’n-Nuʿmānü’l-Muḫtār, Süleymâniye Ktp., Es‘ad Efendi, nr.: 548, s. 261; Mehmed Süreyyâ, Sicill-i ʿOs̱mānī, IV, İstanbul 1308, s. 653; Bursalı Mehmed Tâhir, ʿOs̱mānlı Müʾellifleri, II, İstanbul 1338/1920, 53-54; Ahmet Özel, “Kirmastî”, DİA, XXVI, 67-68. Müstakim-zâde Süleyman Sa‘deddîn bu kaynaklarda yer almayan çok önemli bir ayrıntıdan söz ederek, onun: من زرية لالا شاهين “Lāla Şāhīn’in neslinden” olduğuna açıkça işâret etmiştir. Krş. a.mlf., Mecelletü’n-Niṣāb, Süleymâniye Ktp. Hâlet Efendi, nr.: 628, vr. 366b, st. 27-28.

[11] Kirmastî’nin 859/1455’te Fatih’in emriyle Ḫüdāvendigār Livāsı kapsamındaki tüm vakıf ve mülk bağışlarını kayıt altına aldığı bu Defter’in bir cildi İBB Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, Yz., nr.: 117/1’de kayıtlı olup, Hüdâvendigâr Sancağı’na ait 14 yerleşim biriminin tahrirlerini içermektedir. Bu cildin Başbakanlık Osmanlı Arşivi, MAD, nr.: 16016’da kayıtlı bulunan 12 varak/24 sayfalık eksik bir parçası ise, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve ilk fetih coğrafyasının vakıf tahrirlerine denk düşmektedir. Defterin BOA, Alî Emîrî Tasnîfi, nr.: 71’de kayıtlı bulunan 14 varaklık bir parçasını Osman Gâzî Sempozyumu’nda bildiri olarak sunan Raif Kaplanoğlu (Krş. a.mlf., “Tahrir Defterlerine Göre Çelebi Sultan Mehmed Vakıf Köyleri”, Sultan Mehmet Çelebi Dönemi/ Osman Gazi Sempozyumu, İstanbul 2014, s. 334-375), daha sonra yukarıda sözünü ettiğimiz iki defter parçasını da ortak bir çalışmada, bir giriş yazısı ve çeşitli eklerle birlikte yayınlanmıştır: Raif Kaplanoğlu-Niyazi Topçu-Hüseyin Delil, 1455 Tarihli Kirmastî Tahrir Defteri’ne Göre Osmanlı Kuruluş Devri Vakıfları, Giriş-Tıpkıbasım-Çeviriyazı, Bursa 2014.

[12] Bu defterlerdeki kayıtların önemli bir kısmı Ö. Lütfi Barkan ve Enver Meriçli tarafından yayınlanmıştır: krş. a.mlf.ler, Hüdâvendigâr Livâsı Tahrîr Defterleri, bas.: TTK, Ankara 1988, muh. yerler.

[13] Bostan-zâde Yahyâ Efendi, Tuḥfetü’l-Aḥbāb, Terakkî Matba‘ası, İstanbul 1287, s. 21.

[14] İbn Battuta’dan sekiz yıl önce Bursa’ya gelerek, 724/1324’ün ikinci yarısını Beg-sarayı’nda misafir olarak geçiren Kâsım el-Bağdâdî’nin Arapça muhtasar Seyāḥat-nāme’si hakkında, şimdilik bk. Hakan Yılmaz, “Orhan Gâzî’yi Sarayında Ziyâret Etmiş Bir Seyyah/Sûfî: Seyyid Kâsım el Bağdâdî ve Seyāḥat-nāme’sinin Kuruluş Devri Osmanlı Tarihi Açısından Önemi”, I. Uluslararası Osmanlı Araştırmaları Kongresi, Sakarya Ünv., 14-17 Ekim 2015, Kongre Tebliğleri Özet Kitabı/Abstract Book, s. 277; a.mlf., “Bursa Fethine Yönelik Yeni Yaklaşımlar ve Bursa’nın Gerçek Fetih Tarihi”, Şehir & Toplum, sy.: II (Haziran 2015), s. 64-66; a.mlf., “Yeni Kaynaklara Göre Bursa Beg-sarayı’nın Yapılış Tarihi…”, a.g.d., s. 57, 60.

[15] | سلطان اورخان | فامر وزيره الأعظم ابراهيم پاشا يكتب فرمان … فكتب الوزير الفرمان بما أمره وأجاب به واعطاه السلطان ، فكتب السلطان أن بقلمه تُرّةٍ على رأس الفرمان وأعطانيها “[Sulṭān Orḫān] vezīr-i aʿẓamı İbrāhīm Paşa’ya bir fermān yazmasını emretti. …Vezīr, fermānı kendisine emredildiği ve tâlimat verildiği şekilde yazıp Sulṭān’a verdi, o da fermānın başına ḳalemiyle tuğrasını çekip bana verdi.” Bağdâdî, Seyāḥat-nāme, Rulo nüsha, st. 160-161, 164-165; İ. Arvas Tıpkıbasımı, Ankara 1951, s. 23, st. 10, 16-18.

[16] Sultan Orhan’ın cülûs yılı olan 1324’ten beri süregelen vakfiyelerin bizzat Saltanat Dîvânı’nda hazırlanması geleneğinin 1348’den ölümüne kadar da devâm ettiği, vefâtından iki ay önce düzenlenmiş olan Mihalîç Beg vakfiyesindeki: حضر فى مجلس الشريعة النبوى وديوان القضاء المنيف المصطفوى فى حال حياته … “Ḥāl-i ḥayātında Meclis-i Şerīʿatü’n-Nebevī ve Dīvānü’l-ḳażāʾi’l-münīfü’l-Muṣṭafavī’de ḥażır olan…” ifâdesinden açıkça anlaşılmaktadır. Krş. VGMA, Defter: 732/61, s. 77, st. 6.

[17] Krş. Kirmāstī Defteri, İBB Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, Yz., nr.: 117/1: “Ḳaryeʾ-i Timūr-ḥiṣār: Vaḳfdur, Ġāzī Ḫündkār ʿimāretine, Ḳapluca’ya. … Ḫalīl Beg Defteri’nde dāḫı bu resm[e] yazılıdur.” a.g.d., vr. 21a; “Ḳaryeʾ-i Barçīnlu, Tīmār-ı Ḫātūn. Evvelde daḫı Ḫātūn yirmiş. Ḫalīl Beg Defteri’nde bu ṣūretledür.” vr. a.g.d., vr. 48a; “Ḳaryeʾ-i ʿAbdī-oġlanları: Vaḳfdur, Ġāzī Ḫündkār’dan. Maḥmūd Fakı ve Muḥammed Faḳı taṣarruf iderlerimiş. Ḫalīl Beg Defteri’nde bu resme ḳayd olunmış.” a.g.d., vr. 63b; “Nāʾib ʿAlī köyinde Ḥüseyin Faḳı’nuñ elinde Bāyezīd Beg ve Emīr Süleymān nişānı vardur …. Ḫalīl Beg Defteri’nde bu resme masṭūrdur.”; vr. 74a/1; “Sāzlu’da İsmaʿīl Dānişmend dutageldügi çiftlük Ġāzī Ḫündkār’dan vaḳf imiş. …Ġāzī Ḫündkār ve Emīr Süleymān nişānıyle ve Ḫalīl Beg Defteri’nde masṭūrdur.” vr. 74a/5; BOA, MAD, nr.: 16016: “Ḳaryeʾ-i Ḳaraṭoña ki, vaḳfdur. Ḳadīmden bitileri żāyiʿ olmış ve ṭanuḳlık virdiler. Ve Ḫalīl Beg merḥūm nişānıyle Şeyḫ ʿÖmer taṣarruf idermiş…” a.g.d., s. 17/3; “Ḳaryeʾ-i Özler içinde Barçīn adlu bir köy vaḳfdur. … Ḫalīl Beg Defteri’nde dāḫı bu resme masṭūrdur.” a.g.d., s. 23/2.

[18] Kâmil Kepeci, Bursa Kütüğü, IV, Bursa 2009, s. 249.

[19] Son kez Raif Kaplanoğlu, Kirmastî Defteri’ne yazdığı girişte bu konuya: “İlk Tahriri (Çandarlı) Halil Bey mi hazırladı?” şeklinde özel bir başlık açarak değinmiştir. Krş. R. Kaplanoğlu v.d., a.g.e., s. 6-8.

[20] Krş. R. Kaplanoğlu v.d., a.g.e., s. 8.

[21] VGMA, Defter: 732/59, s. 75, sayfa üstü derkenarı.

[22] Âşık Paşa-zâde, Tevārīḫ-i Āl-i ʿOs̱mān, İstanbul Arkeoloji Mz. Ktp. nr.: 1504, vr. 27a, 46a; Mehmed Neşrî, Die Altosmanische Chronik des Mevlānā Meḥemmed Neschrī, Band I, Theodor Menzel nsh., nşr. F. Taeschner, Leipzig, 1951, p. 45. İlk şeklinin Çelebi Mehmed’in cülûsundan sonraki Karaman seferini müteâkip, Hamzavî tarafından 816/1413 yılı civârında yazıldığını tespit ettiğimiz Anonim Tevārīḫ-i Āl-i ʿOs̱mān nüshalarında (Krş. Hakan Yılmaz, “‘Anonim Târih’ mi, ‘Ḥamzavī Tārīḫi’ mi?”, HAİD, XIX/218 {Kasım 2011}, s. 42-44) -muhtemelen aslî kaynak olan Yaḫşi Faḳih Menāḳıbı’na bağlı kalınarak- sâdece: “Cenderelü Ḳara Ḫalīl dirlerdi, bir er vardı; Bilecük ḳāḍīsıyıdı, hem İznīḳ’e daḫı ḳāḍīyıdı.” bilgisi verilmiş ve bu bilgi rivâyetlerinde genellikle onu tâkip eden Oruç Beg tarafından aynen tekrar edilmiştir. Krş. Friedrich Giese, Die Altosmanischen Anonymen Chroniken, Breslau 1922, s. 20, st. 21-22; Franz Babinger, Die Frühosmanischen Jahrbücher des Urudsch, Hannover 1925, s. 20. Bu durumda, yukarıdaki kaynaklarda Çandarlı Halil’in Bursa kadılığı yaptığına dâir verilen bilginin, isim benzerliği nedeniyle rivâyete sonradan yapılmış bir eklenti olduğu düşünülebilir.

[23] Halil Hayreddîn Paşa’nın vezâreti döneminde, 780/1378’de inşâ ettirdiği İznik Yeşil Câmii kitâbesinde nisbesi: مولى المكرم المعظم ، مولانا خير الملة والدين خليل بن على الجندرى “Mevlā’l-mükerremi’l-muʿaẓẓam, Mevlānā Ḫayrü’l-milleti ve’d-dīn Ḫalīl bin ʿAlī el-Cenderī” tebcil ifâdeleriyle; günümüze ulaşmayan, metnini ancak Evliyâ Çelebi’nin Seyāḥat-nāme’sinden öğrenebildiğimiz Serez’deki Kurşunlu Câmii kitâbesinde ise: المحتاج البارى خليل بن على الجندرى “el-muḥtācü’l-Bārī Ḫalīl bin ʿAlī el-Cenderī” şeklinde verilmiştir. Krş. Evliyâ Çelebi, a.g.e., VIII, İstanbul 1928, s. 130. Bu maddî kanıtlar, onun babasının Cendere köyünden Ali adlı biri olduğunu kesin olarak te’yid etmektedir. Krş. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Çandarlı (Cenderli) Kara Halil Paşa, Menşe’i – Tahsili – Kadılığı – Kazaskerliği – Vezirliği ve Kumandanlığı”, TTK Belleten, XXIII/91 (1959), s. 458, 465-466; a.mlf., Çandarlı Vezir Ailesi, TTK, Ankara 1988, s. 2, 23-25; Münir Aktepe, “Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa”, DİA, VIII, s. 214.

[24] Son zamanlarına yetişmiş olan Âşık Paşa-zâde’nin ifâdesine göre; “Maḥmūd Paşa yüz yaşından ziyāde yaşamışıdı.” Krş. a.mlf., Menāḳıb ve Tevārīḫ-i Āl-i ʿOs̱mān, Bodleian Library MS Or. Oct.: 2448, vr. 13a.

[25] Krş. Kirmāstī Defteri, İBB Atatürk Kitaplığı, M. Cevdet, Yz. nr.: 117/1, vr. 74a; R. Kaplanoğlu vd. neşri, s. 175.

[26] Bu dönemlerde Rumeli beylerbeyliğinin kurulması sonucu, Anadolu’da ve Rumeli’de bürokrasi sistemi tam anlamıyla ivme kazanmış ve özellikle Yıldırım döneminden itibaren artık klasik çağın tipik bürokratik uygulamalarına resmen geçiş yapılmıştır. Krş. Feridun M. Emecen, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve Yükseliş Tarihi (1300-1600), İstanbul 2015, s. 111-112; Hakan Yılmaz, “Halîl-nâme Yazarı Abdülvâsi Çelebi’nin Edirne’deki Vakfına İlişkin Bir Belge”, Şehir & Toplum, sy.: 3/Aralık 2015, s. 103.

[27] TADB (TKGMA), TTD., EV.: 580, vr. 179b.

[28] “Ve bu vech üzere Sulṭān’umuzuñ nişān-ı hümāyūnı var; ‘Şimdi Bālī ve ḳarındaşı Ḥamza taṣarruf iderler.’ diyü Kirmāstī Defteri’nde ḳayd olunmış.” TADB (TKGMA), TTD., EV.: 580, vr. 179b.

[29] BOA, MAD, nr.: 18003; MAD, nr.: 13, vr. 125a-133b. Ḫalīl Beg Defterleri’nden intikâl etmiş nâdir orijinal nüsha örneklerinden birini teşkil eden Aydın sancağına ait bu parçalar, kısa bir süre önce peş peşe iki kez yayınlanmıştır: Cahit Telci, Halil Beğ Defteri: Fetihten Sonra Aydın Sancağı’nın İlk Mufassal Tahrir Defteri (1425-1430), İzmir 2015; M. Âkif Erdoğru, Aydınili Mufassal Defteri: Timar ve Yaya Yoklaması Defter Parçaları İle Birlikte, İzmir 2015. Defterin diğer bir parçası için, bk. C. Telci, “Aydın Sancağının En Erken Tarihli Defteri: Halil Beğ Defteri’nin Parçası”, Cihannüma Tarih ve Coğrafya Araştırmaları Dergisi, I/1 (Temmuz 2015), s. 139-175.

[30] Defter-i Evḳāf-ı Livāʾ-i Ṣaruḫān, TADB (TKGMA), TTD, nr.: 544. Saruhan ve çevresinin fethinden sonrasına ilişkin göndermelerin yapıldığı bu Defter’in bir yerinde, Halîl Beg’in Defter’ine yönelik olarak: “Ḫalīl Beg Defteri’nde ḳayd olunmış…” (a.g.d., vr. 93b), diğer bir yerinde: “Sābıḳā Ḫalīl Beg Defteri’nde daḫı mülkiyyet üzere ḳayd olunmış…” (a.g.d., vr. 97b) ve bir başka yerinde ise: “Ḫalīl Beg Defteri’nde daḫı vaḳf yazılmış…” atıfları yer almaktadır (a.g.d., vr. 108a).

[31] Telci, Defter’i içindeki II. Murad’a ilişkin atıflardan hareketle, tahminî bir yaklaşımla 1425-1430 yılları arasına tarihlendirmiştir ki, doğru olan zaman aralığı da bu olmalıdır.

[32] İlk Osmanlı defterdârı Ḫalīl Beg’in Başbakanlık Osmanlı Arşivi Ali Emîrî Tasnifi içinde karşımıza çıkan Bursa Livāsı Yaya ve Tīmār Defteri’nin, Kirmasti’ye bağlı Göçükler, Karkın ve Çadırlu’daki çiftlik, yaya ve timar kayıtlarını içine alan iki varaklık bir parçası, yakında Ḫalīl Beg ve Defteri hakkında kaleme alacağımız makâlenin içinde yayınlanacaktır.

[33] Bu kanıtlar için, bk. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, s. 89, 241-243.

[34] Krş. Erhan Afyoncu, “Defterhâne”, DİA, IX, s. 100. Bu konuyu müstakil bir makâlede daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.

[35] BOA, TTD., nr.: 453, vr. 32a.

[36] TADB (TKGMA), TTD., EV.: 580, vr. 144a.

[37] “Kirmasti” nâhiyesinin ve Fâtih’in burada yetişen ünlü tahrir kâtibi “Kirmāstī”nin adlarının كرماستى şeklinde ortak bir imlâ ile yazılışı, burada “Mevlânâ Kirmastî’den defter sûreti arz edilmesi” gibi zayıf bir ihtimâli akla getirse de, hangi döneme ve tarihe bakılırsa bakılsın, mevcut tüm vakıf defterlerinde Kirmâstî’ye yapılan atıfların bu şekilde değil, klasik bir inşâ kalıbı olarak dâimâ, değişmez bir ifâdeyle: در دفتر كرماستى “der-Defter-i Kirmāstī” ya da عن دفتر كرماستى “‘an-Defter-i Kirmāstī” şeklinde tekrarlanıp, bunun dışında hiçbir atıf tarzına rastlanmaması bu ihtimâli peşinen ortadan kaldırmaktadır. Kaldı ki başlangıçta belirttiğimiz üzere, evrak ve defterlerin bir Defter-ḫāne’de arşivlenmesi geleneğinin Osmanlı kuruluş bürokrasisinin temelini teşkil eden Selçuklu ve İlhanlı bürokrasisinde öteden beri yer aldığının bilinmesi ve Lala Şâhîn Paşa’nın 749/1348 tarihli vakfiyesi düzenlendiği sırada bu vakıf kayıtlarının, Orhan Gâzî’nin Dīvān’ı Defter-ḫāne’sinde korunduğu aşikâr olan mufassal bir Defter’le tasdik edilmesi, Orhan Gâzî döneminde hâl-i hazırda defter saklama geleneğinin zâten mevcut olduğunu sarih bir biçimde belgelemektedir. Üstelik 980/1573 tarihli Vaḳıf Defteri’ne düşürülen bu kayıtta; Bergama’daki mezra‘anın Fâtih Sultan Mehmed ve II. Bâyezîd dönemlerindeki vârislerinin “Ḥıżır-oġlı Muḥammed Şāh” ve “ʿAlī Bālī” olduğunun ve ellerinde her iki Sultân’ın “mülk-nāme”lerinin bulunduğunun belirtilmesi, bir önceki Defter’den aktarılan babaları “Ḥıżır”la ilgili kaydın açıkça II. Murad ve Çelebi Mehmed zamanlarına âit olduğunu göstermekte; bundan daha önceki muâmelelerin ise Yıldırım ve daha öncesine ait işlemleri özetlediğini, dolayısıyla “Kirmāsti’den ṣūret-i Defter ʿarż” edilmesi işleminin Fâtih’in ve Kirmastî’nin yaşadıkları dönemle alâkası olmayıp, başlangıçtan Çelebi Sultan Mehmed dönemine kadarki süreçle ilgili olduğunu tarihî açıdan kesinleştirmektedir.

[38] Geç dönem Osmanlı kroniklerinde Murad Hüdâvendigâr’ın şehzâdeliğinde lâlası iken, Orhan Gâzî’nin ölümünü müteâkip, onun saltanatı zamânında vezirlik ve beylerbeyilik makamlarına yükselmiş gösterilen Lala Şâhîn Paşa, 749/1348 tarihli vakfiyesinde: الصاحب المعظم ، دستور الممالك “eṣ-Ṣāḥibü’l-muʿaẓẓam, Düstūrü’l-memālik” unvanlarıyla tavsif edilmiştir ki; bu onun, sanılanın aksine daha 749/1348’de Orhan Gâzî tarafından Vezîr-i a‘zam’lık makâmına yükseltildiğinin delilidir. Krş. VGMA, Defter, nr.: 732/59, s. 75, st. 3-4. Şimdiye kadar yanlış ve eksik bir revizyon üzerinden değerlendirilen ilk Osmanlı vezîriazamları ve görev zamanları hakkında yakın gelecekte önemli bir makâle neşredeceğiz.

[39] Osman Gâzî hayatta iken, 723 yılı Ramazan’ı/1323 yılı Eylül’ünde hâl-i hazırda vezâret makâmında gözüken Kemâleddîn oğlu Alâeddîn Paşa (Krş. Asporça Hâtûn Vakfiyesi, VGMA, nr.: 590/181, s. 207, st. 9-12), onun birkaç ay sonra vefât etmesi üzerine oğlu Orhan’ın vezîr-i a‘zamı olmuş ve siyâsî, askerî ve kurumsal anlamda pek çok yeniliğe öncülük etmişti. Vezîr-i a‘zam Alâeddîn Paşa, klasik Osmanlı rivâyetlerinde isim benzerliği nedeniyle Orhan Gâzî’nin kardeşi Alâeddîn Beg’le karıştırılmış ve bu hatânın doğal bir sonucu olarak onun bu alanlarda attığı tüm adımlar, yanlışlıkla kardeşi Alâeddîn Beg tarafından atılmış gibi yansıtılmıştır.

[40] Yahyâ Efendi burada, Orhan Gâzî’nin bürokrasi konusunda ortaya koyduğu yeni uygulamalara işâret ederken: “Ṭaşra kāġıd ve defterler ṭuran ḫazīneyi kendi mühürlemek bunlardan olmışdur.” der. Bostan-zâde Yahyâ Efendi, a.g.e., s. 23. Bostan-zâde Yahyâ’nın bu eserinde defterdarlık ve arşivcilik uygulamaları hakkında verdiği tüm bilgilerin, burada ortaya koyduğumuz Ḥāḳānī Defter’e ve arşivciliğe yönelik açık atıflar doğrultusunda tarihî açıdan doğru olduğu kesin olarak söylenilebilir. Onun çağdaş bir kaynaktan aktardığında şüphe olmayan, Orhan Gâzî dönemi bürokrasisine ışık tutabilecek nitelikteki bu bilgiler, bu resmî belgelerde yer alan ipuçlarından yola çıkarak bizlere oldukça önemli ayrıntılara ulaşabilme imkânı vermektedir.

[41] Bu kayıtların önemli bir kısmı, Halîl Beg ve Defteri ile ilgili başka bir makâlemizde ayrıntılı olarak incelenecektir. Hüdâvendigâr Livâsı Tahrir Defterleri’nin çeşitli dönemlere ait farklı nüshalarında kayıtlı bulunan bu atıfların, 859/1455 ve 1530 tahrirlerine dayanılarak ilk Osmanlı sultanlarının saltanat dönemlerine göre iyi bir şekilde tasnif edilmiş kısa özetleri için, şimdilik bk. Raif Kaplanoğlu, “1455 ve 1530 tarihli tahrir defterlerine göre; Osman Gazi, Orhan Gazi ve I. Murad Devri Vakıfları”, 1455 Tarihli Kirmastî Tahrir Defteri’ne Göre Osmanlı Kuruluş Devri Vakıfları, Ekler/Ek-1, s. 205-240.

TARİH /// Tayfun ÇAVUŞOĞLU : Hitler’in kurbanları Türk soylu muydu ???


Tayfun ÇAVUŞOĞLU : Hitler’in kurbanları Türk soylu muydu ???

14 Nisan 2018

Dikkat çekmek istediğim konu, göçler tarihi… Çağdaş’ın bu sayısında özellikle yakın tarihteki göçleri, sonuçlarını ve insan öyküleri ışığında mübadillerin yaşadıklarını tartışırken, farklı bir pencere olsun diye 2. Dünya Savaşı’nda yok edilen Yahudilere de bir göz atmak gerek. Kim bilir, belki de onlar Türk kökenliydi…

Öykü çok orijinal, ilgi çekici ve kışkırtıcı… Çok yeni değil aslında, bir dönem çok tartışılmış, sonra rafa kalkar gibi olmuş, sonra arkeolojik bulgular, öykünün doğru olduğunu kanıtlar veriler ortaya koyunca, yeniden gündeme gelmiş. Önce biraz bilgi, sonra kafa karıştıran sorular ve bingo: Musevi inanışına göre İshak oğlu Yakup`un 12 oğlu olmuş, her oğul ayrı bir kabileyi başlatmıştır. (İshak, Yakup ve oğlu Yusuf İslami görüşe göre de peygamberdir.) Dünya Yahudilerinin bu 12 kabileden geldiğine inanılmaktadır. Peki; nasıl oluyor da Hazar İmparatorluğu’nu kuran, MS 7-10. yüzyıllar arasında Çin’in kuzeyinden Karadeniz’e kadar büyüten Türk toplulukları, bu 12 kabileden birine mensup olmadıkları halde Musevi olabiliyor?

Bu soruya makul ve mantıklı cevaplar üreten kişi, Musevi kökenli ünlü bir yazar olan Arthur Koestler… Doğu ve Kuzey Avrupa Yahudilerinin (Aşkenaz) köklerinin farklı olduğu görüşünü savunan Koestler, 1976’da yayınladığı On üçüncü Kabile (The Thirteenth Tribe) adlı kitabında, Ortaçağ’da neredeyse tüm Doğu Avrupa`nın Türk kökenlilerin denetimi altında bulunduğundan hareketle, Aşkenaz Yahudilerinin de Türk kökenli olduğu savını ortaya atıyor. Öyküyü kısaca özetlersek durum şu… Şamanizm inancına bağlı Hazarlarda din konusunda herhangi bir zorlama yok. İsteyen istediği dine girip çıkıyor, çünkü dinsel hoşgörü çok yüksek. 8. Yüzyıl’ın ortalarında Hazar Hanı Bilge Kağan, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan din adamlarını heyetler halinde ülkesine davet ederek, kitabi dinler hakkında bilgi alıyor, Şura’da bu konu tartışılıyor. En sonunda da Museviliğe geçmeye karar veriyor. Fakat Musevilik milli bir din olduğu ve yukarıda belirttiğimiz 12 kabileden birine mensup olmak gerektiği için Musevi din adamları bir çıkış yolu arıyorlar. Musevilerin kayıp 13’ncü kabilesinin işte bu Hazarlar olduğuna hükmediliyor ve kağanlarıyla birlikte geniş topluluklar Museviliğe geçiyor.

11. Yüzyıl’da Hazar Devleti toprak kaybede kaybede eriyip gidiyor, halklar birbirine karışıyor. Sonunda Hazar Devleti ortadan kalkıyor… Hazar ve bölge halklarından Musevi topluluklar Karadeniz’in kuzey kıyılarını takip ederek Doğu Avrupa’ya göç ediyor. 14. Yüzyıl’ın başlarında Anadolu’da Osmanlı Devleti kurulurken, Hazarlar çoktan Avrupa’ya ulaşmış durumda. Osmanlı’nın Viyana kapılarına kadar dayandığı yıllarda da Yahudiler o bölgelerde yaşamaya devam ediyor. 19-20 yüzyıllara gelindiğinde Osmanlı, Avrupa’daki toprakları terk edip geri dönmeye zorlandığında da durum aynı… Koestler, Hitler’in 2. Dünya Savaşı sırasında (1939-1945) katlettiği Yahudilerin Türk asıllı olduğu savını bu bilgilerle destekliyor. Bilim dünyasında çok tartışılan bu görüş, henüz tam kabul edilmiş değil, tam reddedilebilmiş de değil. Ve yıl 2008… Rus arkeologlar, bin yıl önce Museviliği kabul eden ve döneminin en zengin devletlerinden birini kurduktan sonra tarih sahnesinden aniden çekilen Hazar Türklerinin kayıp başkenti “İtil”i bulduklarını açıkladılar. Dimitri Vasilyev liderliğindeki arkeoloji ekibi Hazar Denizi’nin kuzeyinde, Rusya-Kazakistan sınırındaki Astrahan kenti yakınlarında, yaptığı kazılarda üçgen şeklinde bir kale ile Hazarların konut olarak kullandığı yurtların kalıntılarına ulaştı. Vasilyev, çıkan eşyaları çok dikkatli inceleyerek bu kalıntıların kayıp kent İtil olduğu sonucuna vardıklarını söyledi. Hazar Türkleri konusunda uzman isimler de, Rus arkeologların 60 bin nüfuslu olduğu düşünülen kayıp başkenti bulduğuna inanıyor. İsrailli uzmanlar ise mutlaka yazılı eserlere ulaşmak gerektiği görüşünde… İnsanlık tarihinde, toplulukların göç ettiği birçok örnek mevcut. Uzak tarihlerden buyana göçler haritasını dikkatle izlediğimizde, kültürel şifreleri çözecek bulgulara ulaşmak mümkün. Hiç belli olmaz… Bugün Türk zannettiğiniz topluluklar başka kökenden, başka toplum dedikleriniz Türk kökenli çıkar… Müthiş değil mi?

  • Tayfun ÇAVUŞOĞLU

Kaynak: Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi yayın organı Çağdaş’ta yayınlanmıştır. (2-7-2015)

***

Arthur Koestler
(1905, Budapeşte– 1 Mart 1983 Londra)
Macaristan doğumlu çok yönlü yazar. Babası Leopold Koestler, Kuzey Macaristan`a göçmüş bir Rus Yahudisiydi. Roman, gazete yazıları, sosyal felsefe eserleri ve bilim alanında kitaplar yazdı. 1931 yılında Almanya Komünist Partisine katıldı ama 7 yıl sonra, Birleşik Krallığa göç edince ayrıldı. 1940`ların sonlarına doğru en tanınmış İngiliz anti-komünistlerinden biri oldu. 1950`ler boyunca da aktif olarak siyasete devam etti. Sovyetler`de 1930`lardaki tasfiyeleri anlatan Gün Ortasında Karanlık romanı Stalinizmin kurgusal temsili olarak George Orwell`ın 1984 romanı ile birlikte anılır. 13. Kabile adlı araştırmasında ise Aşkenaz Yahudilerinin tarih sahnesinden silinmiş olan Hazar Türkleri olduğu savını ortaya atmıştır. Bu sav bilimsel çevrelerde halen tartışılmaktadır. Ayrıca Britannica Ansiklopedisi için de maddeler yazmıştır.

TARİH /// Elif Burcu ÖZKAN : Eski Romalı Yazarların Gözüyle Gladyatör Dövüşleri


Elif Burcu ÖZKAN : Eski Romalı Yazarların Gözüyle Gladyatör Dövüşleri

22 Haziran 2018

Roma’da puslu bir gün… Bulutların kasvetli grisi haber veriyor birazdan başlayıp geceye dek, hatta belki günlerce sürecek kanlı dövüşleri. Bir yanda korkunç gösterileri izlemek için kana susamış gözlerini arena’ya diken halk, diğer yanda içlerindeki kibri yansıtan vakur duruşlarıyla işbirlikçileri… En değerli basamakta gözlerinde gösteri sayesinde artacak gücünün hayali parlayan imparator ve ortada ise çaresizliğin ağırlığı ve bastırdığı nefretinin ateşi altında ezilen, birazdan belki son kez tutacağı silaha sarılacak olan gladyatörle

Roma’nın en kanlı armağanı başlıyor şimdi halkına, kanlı bir kumdan arena’da,
Dövüşler düzenlenecek öğlen olup tam rehavet çökünce insana,
Bir gladyatör kalkanıyla ilerleyecek rakibine doğru, diğer elinde kısa bir kılıçla,
Diğeri ağını atacak rakibinin boynuna, kendi mezarını geciktirmek adına,
Vahşi hayvanlara atılacak suç işleyen, korkunç dişlerin arasına.
Kimi kullandığı silahla adlandırılmış, kimi dövüşüyle namlı,
Dizilmiş bekliyor arkada, karşı karşıya gelecekler ikişerli sırayla,
Öleceğini biliyor ya, bir mezara sahip olsun istiyor yalnızca, kendi adına,
Bir gün daha yaşamak umuduyla silecek akan kanlarını, doğrulacak vuruldukça,
Halk onları izlerken ölüm kokan cümleler eşliğinde, acımasızca.

Kimdi bu gladyatörler ve Roma’da nasıl bir yeri vardı bu dövüşlerin? Oyunlar halk için gerçekten savaşa hazırlayıcı bir unsur muydu, yoksa insanların ruhlarındaki vahşiliğin ve ezilmişliğin dışavurumu için bir araç mıydı? Peki, aydınlar, yazarlar ve düşünürler bu dövüşler hakkında ne düşünüyorlardı? Yazımızda işte bu konuları inceleyeceğiz. Önce gladyatör dövüşlerinin tarihçesine ve Roma’da geleneksel hâle gelene kadar uzanan yüzlerce yıllık yolculuğuna değinip, daha sonra Eski Romalı yazarların kaleminden yola çıkarak özellikle aydın insanların bu gösteriler hakkındaki düşüncelerini inceleyeceğiz. İster Roma’da doğmuş, ister hayatının belli bir döneminde orada yaşamış olsun, Latin Edebiyatının kalbinin attığı kenti bir şekilde soluduğu için “Romalı” adı altında yazımıza dâhil ettiğimiz yazarların konu hakkındaki görüşlerini kendi yazdıkları satırlardan öğreneceğiz. Roma yazınına adını altın harflerle yazdırmış ünlü yazarların bu gösteriler hakkında ne düşündüklerini orijinal dilinden, yani Latinceden yapacağımız çevirilerle göreceğiz.

Gladyatör dövüşlerinin kökenine baktığımızda konuyla ilgili iki farklı görüşe rastlarız. Kimi uzmanlara göre dövüşleri ilk düzenleyenler günümüz İtalyasının güneyindeki Campania Bölgesi’ne yerleşenlerdir. İlk kez Damaskos(Şam)’lu Nikolaos tarafından öne sürülen (Athena. Deiphno. 4.153f—154a) diğer görüşe göre ise dövüşler ilk kez MÖ 9. yy. sonuna doğru Anadolu’dan Orta İtalya’ya göç ederek Etruria adını verdikleri bölgeye yerleşen Etrüskler tarafından düzenlenmiştir. Birtakım tarihsel bilgiler ve mezar kabartmaları da dövüşlerin ilk kez Etrüskler tarafından gerçekleştirildiği fikrini doğrulamaktadır. Bu nedenle Antik yazarların ve modern uzmanların çoğu, Roma’nın birçok gelenekte ve sanatta örnek aldığı Etrüsklerin bu konuda ilk olduğu konusunda birleşirler.

Dövüşlerin gerçekleştirilme nedenlerine baktığımızda ise yüzyıllar içinde değişen süreçlerle karşılaşırız. Kilise babası ve filozof Tertullianus(MS yk. 155-240), Etrüsklerde ve Romalılarda tarihi MÖ 8. yy.’a dayanan, tanrılarını ve kaybettikleri savaşçıların ruhlarını teskin etmek ve onlar için duydukları acıyı dindirmek amacıyla insan kurban etme geleneğinin bulunduğunu belirtmiştir (Tert. Spect. VI, 1). MÖ 4. yy.’da yaşamış gramerci Maurus Servius Honoratus’a göre bu gelenek zamanla yumuşayarak yerini esir alınan kişilerin birbiriyle dövüştürülmesine dayanan gladyatör gösterilerine bırakmıştır (Serv. Aen. III, 67). Bu iki geleneğin birleşiminden hareketle varılan kanıya göre de, Etrüskler gladyatör dövüşlerini ilk başlarda ölü kültüne yönelik olarak dinî bir ritüel şeklinde gerçekleştirmişler ve dövüşleri adeta vatanî bir görev olarak görmüşlerdir.

Eski Romalıların geleneksel oyunları başlarda ludi (oyunlar) adı verilen kamuya açık sahne gösterilerinden ve Circus Maximus’ta düzenlenen araba yarışlarından oluşmaktaydı. Ancak MÖ 3. yüzyılın ikinci yarısında bunlara gladyatör dövüşleri de eklenmiştir. MÖ 264’te Roma’da aristokrat Iunius Brutus Pera ölünce, iki oğlu Marcus ve Decimus bir hayvan pazarı olan Forum Boarium’da babalarının anısına cenaze oyunları düzenler ve bu oyunlarda üç çift gladyatör dövüştürür. Latincede munus, ludus gladiatorius veya spectaculus adlarıyla anılan gladiator dövüşünün Roma’ya ilk gelişi de bu cenaze oyunlarıyla gerçekleşir. Böylece bu gelenek önce Etruria’dan Roma’nın bulunduğu Latium’a, buradan İtalya’nın diğer bölgelerine geçmiştir. Daha sonra Roma’nın Doğuda yapmış olduğu fetihlerle başlayan Romanizasyon süreciyle birlikte Anadolu, İspanya, Yunanistan ve hatta Afrika’ya kadar tüm Akdeniz dünyasına yayılmıştır.

Geleneğin Roma’ya geçtiği ilk yıllarda yalnızca cenaze törenlerinde ve düzensiz aralıklarla gerçekleştirilen gösteriler MÖ 3. yy.’da daha da sıklaşmış, ölen kişinin görkemini ve zenginliğini yansıtmak, anısını canlı kılmak ve onu halkın gözünde kahramanlaştırmak için giderek daha da rağbet gören bir şov halini almıştır. Öyle ki kendi anısını canlı tutmak isteyen zengin kişilerin bile vasiyetname hazırlayıp para bırakarak öldükten hemen sonra kendi adlarına cenaze töreni yapılmasını ve gladyatör dövüşleri düzenlenmesini talep ettikleri bilinmektedir. Gladyatör dövüşleri zengin insanların ve politikacıların rağbet etmeye başladığı bir şov halini alınca da, Roma senatosu tarafından MÖ 105 yılında alınan bir kararla, dövüşler resmen halkın bir eğlence aracı olarak kabul edilmiş ve onların yasal olarak düzenlenmesine karar verilmiştir. Bunun üzerine gösterilerin düzenleniş şekli, ücretler, organizatörlerin yetki ve sorumlulukları gibi gösterilere ait hemen her detayın yer aldığı yasalar (leges gladiatoriae) yürürlüğe konmuştur. Düzenli ve yasal hale gelen gösterilerle halkın Yunan kökenli gösterilerden uzaklaşmasının ve dolaylı yoldan askerliğe hazırlanmasının amaçlandığı düşünülmektedir. Ancak gösterilerin yasallaşması aynı zamanda yöneticilerin de işlerine gelmiş, gösteriler onların halkın sempatisini kazanarak kendi kudretlerini yansıtmaları için birbirleriyle rekabet ettikleri bir araç haline gelmiştir.Böylece tam 7 yüzyıl süren ve MS 6. yy.’da son bulan bu kanlı gösteriye duyulan rağbet, onu İtalya topraklarının dışına da taşımış, Anadolu, Suriye ve Mısır’a kadar yayılmasını sağlamıştır.

Özünde savaşta yitirdikleri vatandaşları teskin etme ve anma, halkı askerliğe ve olası savaşlara hazırlama amacı taşıyan bu gösterilerde önceleri savaşta esir düşenler(captivi), kürek mahkûmları ve köleler (servi) yer almıştır. Gösterileri düzenleyen organizatör editor muneris’ten amphitheatrum yöneticisi vilicus’a, bekçi custos’tan kapıdaki görevli ostiarius’a, seyircilere yer gösteren dissignatorlardan isimleri anons eden tellal praeco’ya ve gösterilerin gerçekleştiği kumlu alan arenayı temizleyip gladyatörlerle ilgilenen (h)arenarius’a varana kadar neredeyse herkes köleydi. Yani yalnızca dövüşenlerin değil aynı zamanda amphitheatrum’un korunmasından dövüş alanının temizliğine varana kadar gösterilerle ilgili tüm görevliler kölelerden oluşmaktaydı. Ancak daha sonra “arena’da ölüm” cezasına çarptırılan, noxii veya ad gladium/ ad ludos damnati adı verilen kişiler en acımasız gösterilerde dövüştürülmeye ve gitgide daha çok rağbet görmeye başladı. Dolayısıyla Roma’da gladyatör gösterileri giderek suç işleyenlere verilen cezaların en ağırının uygulandığı bir tür ceza aracına dönüşmüştü. Arena’da ölüme mahkûm olanların aldıkları bu cezanın uygulanışı da işledikleri suçun niteliğine göre değişirdi. Ya ölünceye kadar dövüşürlerdi ya da eğer Roma vatandaşı iseler kılıçtan geçirilme cezasına (damnatio ad gladium) çarptırılırlardı. Ancak eğer köle iseler ve yakınları hayatta değilse vahşi hayvanlara yem olarak atılma cezası (damnatio ad bestias) alırlardı. Karşılıklı dövüşler yetmiyormuş gibi bir de suçluların vahşi hayvanlara yem olarak atıldığı bu korkunç venatio’nun da gösteriler arasında yerini alması çok sürmemiş, hatta bu gösteriyi daha fazla düzenleyebilmek amacıyla mevcut amphithatrum’lara yenileri eklenmiştir. Fakat sonunda“arena’da ölüm” cezası giderek en ağır ceza verme aracı olmaktan, yani esas amacından sapmış, dövüşleri meslek haline getirenlerin eline geçmiştir. Bu durumda dövüşler zamanla yöneticilerin kudretlerini göstermek için kullandığı, dövüşlerde görev alanların ise maddi kazanç ve ün sağladığı bir gösteriye dönüşmesiyle birlikte bu işi gönüllü olarak yapan kişiler de sahnede görülmeye başlamıştır. Esirlerin haricinde para ve ün kazanmak isteyen birçok gönüllü vatandaş (auctorati), kendini kanıtlamak isteyen azat edilmiş köleler (liberti), hatta soylular ve atlı sınıfına mensup kişiler (equites) bile kazanç kapısı olarak gördüğü dövüşlerde yer almıştır.

Gladyatörlerin türleri ise 17 taneydi ve her biri giysilerine, kullandığı silaha ve dövüş stiline göre farklı şekilde adlandırılmıştı. Adını ilk oyunlarda gladius (kısa kılıç) ile dövüşülmesinden alan ve daha sonra tüm dövüşçüler için genel bir ad olarak kullanılacak olan gladiator terimi yerini gladyatörlerin kullandığı silaha, ait olduğu kente veya onun bir özelliğine göreadlandırılan isimlere bırakmıştır.[1] Örneğin, rēte(ağ) atarak dövüşen gladyatöre retiarius, Orta İtalya’daki Samnium Bölgesi’nden gelen Samnit dövüşçüye Samnis, Thrakia’lıya Thrax, Gallia’ya özgü bir araba olan esseda üzerinde dövüşene essedarius, sagitta (ok) atarak dövüşene sagittarius ismi verilmiştir. Başında bir lanista(grup lideri ve çalıştırıcısı)’nın bulunduğu, köle pazarlarından satın alınan güçlü savaş esirlerinden veya gönüllülerden oluşan gladyatör gruplarına familia gladiatoriae adı veriliyor, bir editör muneris(organizatör) gladyatör dövüşleri sergilemek istediği zaman bu gruplardan biriyle anlaşıyordu. Her bir grupta farklı kavimlerden gelen ve geldiği ülkeyi veya kavmi simgeleyen giysiler içinde, yerel silahlarıyla ve kendilerine özgü stilde dövüşen köleler yer alıyor, bu yabancı uyruklu köleler gösterilerde izleyicilerin ilgisini canlı tutabilmek, Roma’nın büyüklüğünü ve savaşta yenerek egemen olduğu ülkeleri göstermek adına özellikle tercih ediliyordu.

Gladyatör dövüşleri Roma İmparatorluk Dönemi’nde özellikle de gösterişi seven yöneticiler ve toplum için çok cazipti ve insanlar savaş tanrısı Mars’a adadıkları amphiteatrum’a bu dövüşleri izlemek adına akın akın geliyorlardı. Ancak gerek Antik Yunan gerekse Romalı yazarların ve düşünürlerin, yani eğitimli ve aydın kişilerin çoğu, gösterileri zevkle izleyen halkla ve göğsü kabaran yöneticilerle aynı kanıda değildi. Onlara göre vahşetin kol gezdiği, akan kanların ve ölümlerin son bulmadığı bu insanlık dışı oyunları düzenlemek ve hatta izlemek, insan kıyımında rol almaktan başka şey değildi. Şimdi kronolojik sırayla yazarların gladyatör dövüşleri hakkındaki görüşlerine değinelim ve düşüncelerini kendi kaleme aldıkları cümlelerden öğrenelim. Aralarında yüz, hatta belki iki yüz yıl bulunan yazarların dövüşler hakkında söylediklerinde ne gibi değişiklikler olduğuna bakalım.

MÖ 106-43 yılları arasında yaşamış ve Roma edebiyatının en önemli yazarlarından olan devlet adamı, hatip ve düşünür Marcus Tullius Cicero, birçok eserinde gladyatör oyunlarına değinmiştir. Bazı ünlü gladyatörlerin hayatlarına dair anlatımlarının yanı sıra yer yer gladyatörleri övdüğü yer yer dövüş düzenlenmesini eleştirdiği eserler mevcuttur. Ancak genel olarak yazılarında gladyatör dövüşlerinin lehinde ve hatta onları öven bir hava hâkimdir. Belki de Roma Cumhuriyet Dönemi’nin başlarında Romalıların cesaretini ve onurunu yansıtmak ve desteklemek adına bu dövüşlerin geçekleştirildiğini düşündüğü için, ya da ilk düzenlenen dövüşlerin çok ağır olmaması nedeniyle onları ve gladyatörleri övdüğü cümleler kaleme almıştır. Mevcut devlet büyüklerinin tepkisini çekmemek adına kimi eserlerinde olumlu yorumlar yapma gereği duyduğu da düşünülebilir. Çünkü, MÖ 62-43 yılları arasında kaleme aldığı mektuplarından birinde bu dövüşlerden hoşlanmayan arkadaşına onları neredeyse överek tasvir eden cümleler yazıp onu bir gün gösteriyi izlemeye davet etmesi (Cic. Ep. VII, 1); ayrıca MÖ 44 yılında kaleme aldığı DeOfficiis (Ödevler/ Görevler [Üzerine]) adlı eserinde arkadaşı Pompeius’un 2. konsüllüğü sırasında düzenlediği oyunların o zamana kadarki en görkemli oyunlar olduğunu belirtmesi (Cic. Off. II, 57) böyle bir izlenim vermektedir. Şunu net bir şekilde söyleyebiliriz ki yazımızda ele alacağımız düşünürler ve yazarlar arasında gladyatör gösterilerine ılımlı bakan tek yazar Cicero’dur. MÖ 49 yılında, Gaius Julius Caesar’ın önderliğindeki lejyon, generallerin ordularıyla geçmesinin yasak olduğu Kuzey İtalya’daki Rubicon Nehri’ni geçip yasağı çiğneyince Roma’da iç savaş başlamış ve beş yıl sürmüştür. Bu süre zarfında rekabet halinde olan politikacılar birbirlerine gözdağı vermek ve halkın sempatisini kazanmak amacıyla gladyatör gösterilerinden bir hayli yararlanmışlardır. Cicero da MÖ 45’te yazdığı TusculanaeDisputationes (Tusculum Tartışmaları) eserinde gladyatör dövüşlerine ilişkin şöyle bir yorumda bulunmuş, bilhassa gladyatörlerin güçlerini ve iradelerini överek onların lehinde cümleler kaleme almıştır:

“Mahvolmuş insanlardan ya da yabancılardan oluşan gladyatörler, ne kadar çok darbeye katlanıyorlar! İyi eğitilmiş olan bu insanlar her nasılsa utanılacak şekilde kaçmaktansa darbe yemeyi tercih ediyorlar!Hiçbir şeyi ya efendilerini ya halkıtatmin etmekten daha önemli bulmadıkları ne kadar açık! Üstelik yaralarla bitap düştüklerindeefendilerinin ne istediğini sorsun diye birini bile gönderiyorlar: eğer onları memnun edecekse seve seve kendilerini yere atıyorlar.Sıradan bir gladyatör (bile olsa) hiç yas tutan, yüzünün ifadesi değişen oldu mu?Kim yarışı sürdürmekten,kendini yerlere atmaktan utandı? Kim yenildiğinde kılıç darbesi alması emredilince boynunu geriçekti? Bu kadar çalışma, tefekkür ve deneyim işe yarıyor…Bazılarının gladyatör dövüşlerini zalim ve insanlık dışı olarak görmemesi gerekir…” (Cic. Tusc. Disp. II, 41).

Şimdi de Cicero’nun ölümünden 40 yıl sonra dünyaya gelen MÖ4 ile MS 65 yılları arasında yaşamış İspanya-Cordobalı yazar, söylev ustası, siyaset adamı ve düşünür Lucius Annaeus Seneca’nın konuyla ilgili düşüncelerine uzanalım. Aynı adlı babasından ayrı tutulmak için minor (daha genç) sıfatıyla anılan Genç Seneca, küçük yaşta teyzesi tarafından Roma’ya getirilir ve kendisinin bir gün üstün örneklerini kaleme alacağı retorik ve felsefe eğitimini burada alır. Sanatından siyasetine, dilinden tarihine kadar içine nüfuz eden kentin etkileri birçok eserine yansır. Seneca, kayınpederi Pompeius Paulinus’a ithafen MS 49 ya da 62 yılında yazıldığı tahmin edilen De Brevitate Vitae (Yaşamın Kısalığı) diyaloğunda yaşamın kısalığını, hızla akıp giden hayatta nelere önem ve öncelik vermemiz gerektiğini kaleme almıştır. Bu diyalogda önemsiz bilgiler olarak gördüğü olayları sıralarken gladyatör dövüşlerinin acımasızlığını dile getirir. O, Cicero’dan farklı düşünmekte ve bu dövüşleri acımasız bulmakta ve kıyım olarak yorumlamaktadır. Aradan geçen yıllar dövüşlerin vahşetini daha da arttırmış olmalı ki, onları şöyle eleştirmektedir:

“Devletin önde geleni ve (söylendiğine göre) eski yöneticilerin arasında iyiliğiyle göze çarpan (Pompeius), insanları katleden yeni bir tür gösteriyle akıllarda yer edineceğini düşündü. Ölümüne dövüşüyorlar? Yetmez. Katlediliyorlar? O da yetersiz kalır: koca bir insan yığınının ayakları altında çiğnensinler! Sonradan güçlü biri bunları öğrenmesin ve bu insanlık dışı (gösteride) gözü kalmasın diye bunlar unutulmuş olsa ne iyi olurdu! Ah şu iyitalih zihinlerimizi ne kadar da körleştiriyor! (Pompeius) Onca zavallı insanı başka bir gökyüzü altında dünyaya gelmiş vahşi hayvanların önüne atınca, birbirinden bu kadar farklı varlıkları birbirine düşürünce, Roma halkının gözleri önünde oluk olukkan akıtınca ve sonrasında daha fazla kan akıtmaya zorlanınca (nedense) kendisinin doğadan bile büyük olduğuna inandı. Ama daha sonra aynı adam İskenderiyelilerin ihanetine uğradı, son köleden kendisini bıçaklamasını istediğinde, işte ancak o zaman gösterişli lakabın[2]ne kadar anlamsız olduğunu anladı.” (Sen. Brev. Vit. XIII, 6-8).

Seneca, Sicilya’da yöneticilik yapan arkadaşı Lucilius’a ithafen yaşamının son yıllarında kaleme aldığı felsefi mektuplarda da bu amansız gladyatör gösterilerini şöyle tasvir eder:

“Bir gün bir öğle saatinde gösterilere denk geldim; hem eğlenceli hem de insanların kan görmekten yorulan gözlerini biraz olsun dinlendirecek bir şey izleyeceğimi umuyordum, ama nerede! Dövüşten önceki gösteri hiç değilse merhametliydi[3]. Şimdikinde ise yaptıkları hareketlerle ortada tamamen katile dönmüş kişiler var. Üzerlerini örten hiçbir şey yok, bedenlerinin her yeri açık olduğu için de hiçbir vuruş boşa gitmiyor. Pek çok kişi bu dövüşü birbirinedenk kişilerin düzenli tertiplenen ve yedekte bekleyen (taleple gelen) dövüşe tercih ediyor. Neden tercih etmesin? Kılıcı geri püskürtecek ne bir miğferleri ne de kalkanları var. Zaten tedarikli olsalar neye yarar? Ya da yetenekli olsalar? Tüm bunlar anca ölümü geciktirir. İnsanlar sabahın köründe aslanların ve ayıların önüne, öğlen olunca da onları izleyenlerin önüne atılıyor. (Az önce) Katil olmuş kişilerin birazdan katil olacak kişilerin önüne atılmasını emrediyorlar ve kazanan kişiyi bir sonraki kıyıma saklıyorlar. Dövüşlerin sonu ise ölüm… Kılıçla ve ateşle hallediyorlar işi. Arena boşken işte bunlar oluyor. “Ama birisi haydutluk yaptı, adam öldürdü” dersen, “Nasıl peki? Hadi o adam birini öldürdüğü için cezayı hak etti[4]; peki sen zavallı adam, sen ne yaptın da bunu izliyorsun? “Öldür, yarala, yak onu! Neden bu kadar korkak da kılıca doğru koşmuyor? Neden ölürken o kadar da cesur değil? Neden o kadar da isteyerek ölmüyor? Tam yaraların üzerine vursunlar, karşılıklı vuruşları indirsinler çıplak ve korumasız göğüslerine!” Derken oyuna ara veriliuyor: “Bu esnada (bile) boş kalmasınlar diye insanlar katledilmeye devam ediyor”. (Sen., Epis. I, 7: 3-6).

MS 56 ila 120 yılları arasında Roma’da yaşamış tarihçi ve senatör Tacitus, yazdığı ilk eser olan ve edebi eleştiri niteliği taşıyan Dialogus De Oratoribus(Hatipler Hakkında Diyalog)’ta Roma’da kendi yaşadığı İmparatorluk Çağı’nda neden Cumhuriyet Çağı’ndaki gibi iyi hatiplerin yetişmediğini sorgular. Bu eserde bir paragrafın ortasında ise gladyatör dövüşleriyle ilgili olumsuz görüşlerini ve zihin için nasıl sakıncalı bulduğunu kısaca şöyle anlatır:

“…Aslında bu kentin aktörlere hayranlık, gladyatörlere ve atlara düşkünlük gibi daimi ve kendine has zaafları, (çocuk) daha ana rahmindeyken onun içine işliyormuş gibi geliyor bana. Zihin bunlarla meşgul ve doluyken onda değerli sanatlara ayıracak ne kadar az yer kalıyor! ...” (Tac. Dial. 29)

Roma’nın ünlü yergi yazarı Aquinum’lu Decimus Iunius Iuvenalis (M. S. 55-140) Britannia’da iki yıl orduda görev aldıktan sonra orta yaş döneminden itibaren yaşamını Roma’da mahkemelerde savunmalar yaparak sürdürmüştür. Mahkemelerde dilediği yere ulaşamayıp orada yabancı veya değersiz kişilerin bulunduğunu görünce kendisini edebi çalışmalara vermiştir. Edebi yaşamını imparator Traianus (98-117) ve Hadrianus (117-138) dönemlerinde sürdüren Iuvenalis, ileri yaş dönemini sürdürürken kaleme aldığı yergilerinden birinde tanık olduğu gladyatör dövüşlerinin değersizliğini şu dizelerle dile getirmiştir:

“Şimdi gladyatör dövüşleri düzenliyorlar ve halk parmağını ters çevirerek[5] (öldürülmesini) istediğinde elbirliğiyle öldürüyorlar; Oradan dönerken de kamu tuvaletleri için bir araya geliyorlar.

Mademki bunlar, Fortuna(kader tanrıçası)’nın canı her eğlenmek istediğinde,
Meseleleri en aşağılık yerlerden en tepelere çıkaran insanlar,
Neden her şeyi yapmasınlar?” (Iuv. Sat., III, 36-40).

Halkın en büyük eğlence kaynaklarından olan gladyatör dövüşleri böylece giderek imparatorlar için de hayatlarının ve kendi reklamlarının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Öyle ki, MS 70-130 yılları arasında yaşamış Cezayir asıllı Romalı tarih ve biyografi yazarı Gaius Suetonius Tranquillus, Roma İmparatorluğu’nun ilk 12 liderinin hayatlarını kaleme aldığı De Vita Caesarum(12 Caesar’ın Hayatı [Üzerine]) adlı eserinde hemen hemen her imparatorun gladyatör dövüşlerini nasıl ve hangi yaklaşımlarla düzenlediğini anlatır. Komutan Gaius Julius Caesar’dan başlayarak Roma’nın ilk imparatoru Augustus’tan Domitianus’a kadar sırayla imparatorluk liderlerini kaleme aldığı kitabında, imparatorların dönemindeki gladyatör dövüşlerini, hemen her birinin dövüşlere olan düşkünlüğünü, onları büyük bir zevkle düzenlediklerini yansıtan ifadeler içinde ve bazı olaylarla destekleyerek kaleme almıştır. MS 37-41 yılları arasında olmak üzere yalnızca 4 yıl Roma İmparatorluğu’nu yöneten İmparator Caligula, birçok Roma imparatoru gibi akıl sağlığı bozuk olan, acıma ve adalet duyguları gelişmemiş ve pek çok masum insanı öldürmekten, en yakınlarını herkese rezil etmekten ve türlü cinsel eğlencelerden geri durmayan biriydi. Suetonius’un Caligula’yı anlatan kitabında (Suet. De Vit. :Caligula, XXX; 2) onun atlı sınıfını, sahne gösterilerine ve gladyatör dövüşlerine düşkün oldukları için -her nasılsa- eleştirdiği ifade edilmiş olsa da daha sonrasında (XXXII, LIV) kendi düzenlediği ve hatta içine dâhil olarak sonlandırdığı gladyatör dövüşleri anlatılmaktadır. Kendisinden sonra başa geçen ve MS 54 yılına kadar 13 yıl tahtta kalan İmparator Claudius’un da tıpkı diğer imparatorlar gibi gladyatör dövüşlerine çok düşkün olduğunu, hatta onları ölürken izlemekten bile zevk aldığını ve bu sayede acımasız ruhunu rahatlattığını şu cümlelerle ifade etmiştir:

“(Claudius’un) gaddar ve kana susamış bir doğaya sahip olduğu büyük olaylarda olduğu kadar küçük şeylerde deortaya çıktı. … Nerede kendisinin veya başkasının yönetiminde bir gladyatör dövüşü düzenlense, özellikle ağ atanretiarius’ların ve hatta kazarayere düşenlerin bile, hemen boğazının kesilmesini emrediyordu, çünkü onların yüzlerini son nefeslerini verirken görmek istiyordu.” (Suet. De Vit.: Claudius, XXXIV).

Bu bilgilerden ve yazarların yorumlarından sonra, şimdi sıra kendimizde. Günümüzden 2000 yıl öncesine giderek, ortada gladyatörlerin dövüştüğü koca bir amphithatrum’da olduğuınuzu hayal edin! Bir yanda kan gövdeyi götürsün isteyen ceza sisteminin destekçileri, diğer yanda Romalı erdemlerini yüceltme hayalini öne sürerek köleleri ölümün can çekişen bir başka yüzüne gönderen kesim. Bir başka yerde imparatorların sırtını sıvazlayan, zengin kesimin etrafa saçtığı gösteriş emellerini ve rant kokusunu savuran işbirlikçiler. Diğer yanda öfke dolu cümlelerle kendinden geçmiş vahşi dürütleri yüzünüze kusan halk. Diğer yanda ise tanık olduğu bu vahşi gösterileri cesurca eleştirmeye hazır, onları sadece gözleyen ve yazıya döken, okurlarını ruhun aşağı katmanlarına ait bu gösteriden uzaklaştırarak üst benliğe çağıran ve bu acımasız gösterilerin iç yüzünü gelecek yüzyıllara aktaracak olan yazarlar. Peki siz, Antik Çağ’da yaşayan bir Romalı olsaydınız, hangi tarafta yer alırdınız?

***

ARKHE (Arkeoloji, Gezi, Kültür ve Sanat Dergisi), 1. Sayı (Ocak-Şubat-Mart 2017):

Eğlence ve Yaşam Arasında Bir Dünya: Gladyatörler, (Ocak) 2017, (s. 31-41).

Seçilmiş Kaynakça:

Antik Kaynaklar:

Athen. Deiphno. Athenaios, Deipnosophistai.
(Kullanılan metin: Athenaeus the Deipnosophists, Volume II, Trans. by: Charles Burton Gulick, Loeb Classical Library, 1928).

Cic. Ep. Marcus Tullius Cicero, Epistulae Ad Familiares.
(Kullanılan metin: M. Tullius Cicero, Cicero: Selected Letters, Trans. by: Frank Frost Abbott, Ginnand Co., Boston, 1909).

Cic. Off. Marcus Tullius Cicero, De Officiis.

(Kullanılan metin: M. Tullius Cicero, De Officiis, (with an English Trans. by: Walter Miller, Harvard University Press, Cambridge, Mass., England, 1913).

Cic. Tusc. Disp. Marcus Tullius Cicero, Tusculanae Disputationes.
(Kullanılan Metin: M. Tullius Cicero, Ed. by: M. Pohlenz, Teubner, Leipzig, 1918).

Iuv. Sat. Iuvenalis, Saturae.
(Kullanılan Metin: W. V. Clausen (ed.), Iuvenalis. A. Persi Flacci et D. Iuni Iuvenalis Saturae, (brevique ad notatione critica instruxit), Oxford 1959).

Sen. Brev. Vit. Lucius Annaeus Seneca, De BrevitateVitae.
(Kullanılan Metin: Seneca, Moral Essays: Volume 2. Ed. and Trans by: John W. Basore, William Heinemann, London and New York, 1932).

Sen. Ep. Lucius Annaeus Seneca, Ad Lucilium Epistulae Morales.
(Kullanılan Metin: Seneca, Epistles 1-65, Volume IV, Trans. By: R. M Gummere, Loeb Classical Library, Harvard University Press, Londra,1961).

Serv. Aen. Maurus Servius Honoratus, In Vergilii Carmina Comentarii.
(Servii Grammatici qui feruntur in Vergilii carmina commentarii; recensuerunt Georgius Thilo et Hermannus Hagen, Georgius Thilo, Leipzig. B. G. Teubner, 1881).

Suet. De Vit. Suetonius, De Vitis Duodecim Caesarum.
(Kullanılan Metin: C. Suetonii Tranquilli opera. Vol. 1. De Vita Caesarum Libri VIII. Teubner, Leipzig 1907).

Tacit. Dial. Tacitus, Dialogus De Oratoribus.
(Kullanılan Metin: Cornelius Tacitus, Opera Minora, Ed. By: Henry Furneaux, Clarendon Press, Oxford, 1900).

Tert. Spect. Tertullianus, De Spectaculis.
(Kullanılan Metin: Tertullian-MinuciusFelix. Tertullian. Ed. by: T.R. Glover. William Heinemann Ltd.; Harvard University Press, London; Cambridge, Massachusetts, 1931).

Modern Kaynaklar:

Grant 1967 Michael Grant, Gladiators, Penguin Books Ltd., Harmondsworth, Middlesex, England, 1967.

Jacobelli Luciana Jacobelli, Gladiators at Pompeii, “L’ERMA” di BRETSCHNEIDER, Roma, 2003.

Malay & Sılay 1991 Hasan Malay, H. Sılay, Antik Devirde Gladyatörler, Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 1991.

Uzunaslan 2005 Abdurrahman Uzunaslan, “Antik Roma’da Gladyatör Oyunları”, şurada: Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 12, Isparta, 2005, (ss.15-58).

Welch 2007 Katherine E. Welch, The Roman Amphitheatre: From Its Origins to the Colosseum, Cambridge University Press, 2007.

DİPNOTLAR

* Öğr. Gör., Bursa-Uludağ Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü; İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Doktor Adayı. (eburcuozkan@uludag.edu.tr)

[1] Kül kavanozları üzerindeki tasvirlerden hareketle ilk gladyatör grubunun bustuarius adı verilen dövüşçülerden oluştuğuna dair görüş de mevcuttur. (Serv. Aen. X, 519; ayrıca bkz: Uzunaslan 2005, 18.)

[2] MÖ 106-49 yılları arasında yaşamış Romalı askerî ve politik lider Gnaeus Pompeius, Romalı büyük general ve devlet adamı Gnaeus Pompeius Strabo’nun oğludur. 16 yaşına gelip toga virilis giymeye hak kazanınca babanın soyadını alma geleneğine uymayı nüfuzunun kendisine sağladığı iltimas sayesinde reddederek “büyük, yüce” anlamlarına gelen “magnus” lakabını/ soyadını almayı seçmiştir. Gerekçe olarak da kibirle suçlanırsa soyadına uygun yaşadığını söyleyebilme hakkını göstermiştir.

[3] Esas dövüşlerin öncesinde ve aralarında halkı esas gösterilere hazırlamak veya dinlendirmek adına paegniarius adı verilen kişilerin rakibe fazla zarar vermeden, hafif silahlarla ve ölümcül olmayan vuruşlarla gerçekleştirdikleri prolusio adlı ufak çaplı dövüşler kastedilmektedir.

[4] Suçlu olduğu için arena’da dövüşme cezası alan mahkûm kastedilmektedir.

[5] Gladyatör dövüşlerinde müsabakanın sonunda yenilen ama hayatta kalan gladyatör canının bağışlanmasını istediğinde sırtüstü uzanarak sol elini yukarı kaldırır, karar halkın isteğine ve editor(organizatör)’un ya da imparatorun arzusuna bırakılırdı. Eğer seyircilerin çoğu başparmağını yukarı çevirerek “Missum!” (Bağışla!) diye tezahürat ederse, editor cellada aynı işareti yaparak hayatının bağışlanmasını sağlardı. Ancak başparmağını aşağı indirerek boğazını gösterenler ve “Iugula!” (Öldür/ Boğazını kes!) diye bağıranlar çoğunluktaysa imparatorun işaretiyle editor da son emri verir ve celladın hamlesiyle gladyatörün yaşamına son verilirdi. İki gladyatörün de birbirine üstünlük sağlayamadığı durumlarda ise kimi zaman bu iki dövüşçü affedilebilir ama çoğu zaman yeni bir dövüşe yönlendirilirdi.

TARİH /// Ekrem Hayri PEKER : Osmanlı-Özbek siyasi ilişkileri (1530-1555)


Ekrem Hayri PEKER : Osmanlı-Özbek siyasi ilişkileri (1530-1555)

E-POSTA : ekrempeker

27 Mart 2018

Türk yüzyılı olarak nitelenen XVI. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman devri (1520-1566), Türk Dünyası ile olan ilişkilerimiz açısından aktif olan dönemlerdendir. Bu dönem de özellikle İran’a karşı oluşturulan, Osmanlı Devleti ile Özbek Hanları arasındaki dayanışmayı ortaya koymak gerekir. Yavuz Sultan Selim Han(1512-1520) devrinden sonra Osmanlı Devleti ile Türkistan Hanlıkları ilişkileri kısmen zayıflamıştı.
Ancak bu ilişkiler, Kanuni Sultan Süleyman iktidar da iken, 1530-1555 yılları arasında süren Osmanlı-İran savaşlarında tekrar canlanmıştır. Öteden beri, Türkistan’da bulunan Özbek Hanları, İran’da hüküm süren Safevi Şahları ile sürekli savaş halinde bulunuyorlardı. Özbek Göçgüncü Han(1510-1530), Safevi hükümdarı Şah İsmail(1501-1524) ve Şah Tahmasb’la (1524-1576) sürekli savaşmış ve bu savaşların çoğu Özbekler lehine sonuçlanmıştı.
Özbekler’in Horasan bölgesini kısmen ele geçirmeleri üzerine, Şah Tahmasb büyük bir ordu ile harekete geçti. Bu sırada Damgan şehri Safeviler tarafından zaptedilmiş ve Özbekler katledilmişti. Bu ise, o sırada Özbek hükümdarı olan Ubeydullah Han’ı[1] (1533-1539) [1] bütün Özbek hükümdarlarını yardıma çağırmaya sevk etmiştir. Yalnız Şah Tahmasb, Meşhed ile Herat arasında “Turbent-i Şeyh Acem” denilen mevkide, 10 Muharrem 935/24 Eylül 1528 tarihinde yapılan savaşta, bu bölgeyi yine İran ülkesine katmıştı. Bu arada Hint Sultanı Babür (1526-1540) Şah, yeniden huduta tecavüz etmişti. Ancak Özbeklerin başarılarından “Duçar-ı dehşet olarak” sonunun Necm-i Sani’nin sonu gibi, olacağından endişe ederek geri çekildi ve bir daha da Maveray-ı Ceyhun’a gelmedi.[2] Özbekler, Şah Tahmasb’ın cülusundan itibaren on iki yıl da altı defa Horasan’a girmiş ve orası için mücadele etmişlerdi.[3]

Kanuni Sultan Süleyman devrinin başlarında, Osmanlı Devleti’nin siyaseti daha ziyade batıya yönelmişti. Bu nedenle Özbeklerin Safevilerle mücadeleleri sırasında Kanuni Sultan Süleyman, Türkistan’la pek beklenen düzeyde iligilenememiştir. Bununla birlikte Özbek Hanları’yla ilişkinin önemini çok iyi biliyordu. Tarihi kesin olmayan ve Kanuni devrinin başında olduğu tahmin edilen bir mektupta, Horasan hâkimi, ülkede iktidar kavgaları ve iç savaşların olduğunu, Hüseyin Baykara’nın dört yıl boyunca buraları istila edip halkın ızdırap çektiğini, şimdi ise etraftan alınan yardımlarla huzurun sağlandığını bildiriyordu.

Kanuni Sultan Süleyman, batıya doğru yönelmişti. Fakat doğu da her şeyden önemli olan İran meselesinin farkındaydı. Şah Tahmasb, bir taraftan doğuda Özbekler ile çarpışırken, diğer taraftan Osmanlı topraklarına da taarruz ediyordu. Safevilerin Anadolu içlerine kadar ilerleyen tehlikeli Şii propogandasının hiç bir zaman ardı arası kesilmemişti. Osmanlılara karşı takip ettikleri düşmanca politika ile Suriye ve Mısır’daki isyan ve huzursuzluk faktörünü artırıyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman’ın doğu cephesini boş bırakıp, batı meselesi ile on dört sene kadar uzun bir müddet uğraşması, ancak Osmanlı Devleti için tehlikeli kapıları açık bulundurmakla izah edilebilir. Bu tehlike gerçekten vuku bulmamış ise, bu bir şekilde Kanuni’nin siyasetinin doğruluğunu göstermez. Aksine bu İranlıların tedbirsizliğine delalet eder, diyebiliriz.

Safevi Şahı’nın Anadolu’daki Şii propagandasından başka, Bitlis Hâkimi Şeref Bey’in Safeviler’e meyletmiş olması Osmanlıların doğu hudutlarını emniyetsiz hale getirmişti. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman, Şah Tahmasb’a sert bir mektup yazdı. O bu mektuba cevap vereceği yerde, Osmanlılara karşı ittifak etmek üzere Macaristan ve Almanya Krallıkları’na elçiler gönderdi.

Kanuni Sultan Süleyman, ancak 1533’de Avusturya ile yaptığı barış anlaşmasının sonucunda doğuya yönelebildi. İran’ın Anadolu ve Türkistan cephelerindeki bu düşmanca faaliyetleri Osmanlı Devleti ile Türkistan’daki Özbek Hanları’nı birlikte hareket etmeye sevk etmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’a; İran’a karşı yardım istemek ve savaşa teşvik etmek amacı ile 1534 yılında Ubeydullah Han’dan, 1540’da da Abdullatif Han(1540-1551)’dan birer mektup gelmiştir. İşte bu mektuplar da Kanuni Sultan Süleyman’ın Irakeyn Seferi’ne çıkmasında önemli birer etken olmuştur.

[1] Zeki Velidi Togan, XVI. Asırdan Günümüze Kadar Müstemleke Devrinde Asya Tarihi, Bayezid Ktb., Nr.133905, İstanbul, 1965-1966, s.60; Bu sıralarda Özbeklerin asıl Hanı Şeybani Han’ın oğlu Temur ve Yeğeni Ubeydullah idi.Göçgüncü ismen Han idi.
[2] J.Pustgall Hammer, Devlet-i Osmaniyye Tarihi,Terc. Mehmed Ata, İstanbul,1332 h.,C.VI, s.67-68.

[3] Bekir Kütükoğlu, “Tahmasp I”, İ.A., M.E.B., İstanbul,1970, C.XI, s.638.