ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN : YÜKSELEN MİLLİYETÇİLİK


Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN : YÜKSELEN MİLLİYETÇİLİK

Son yıllarda dünya eskisine oranla daha hızlı bir biçimde dönerken , iki yüzyıl arasında bir geçiş dönemi yaşanıyordu . Geçen yüzyılın birikimleri teker teker öne çıkarken , içine girilmekte olan yeni yüzyılın yenilikleri de teker teker insanlığın önüne çıkıyordu . Dünya tarihinin farklı dönemleri arasındaki geçiş aşamalarının bir benzeri yeniden yaşanırken, yeni yüzyılın içine doğru yer küre yol alıyor ve böylece yeni yüzyılın gerçekleri üzerinden farklı bir dünya yapılanması ile insanlık karşı karşıya kalıyordu . Geçmişin olgularının ortaya çıkardığı insanlık ve dünya yapılanması , yeni dönem koşullarında ciddi bir biçimde tartışma zemininden geçirilerek geçmişin geleceği engellemesi gibi bir durum ile yer küre karşı karşıya kalıyordu . İnsanlık bir taraftan engelleri ortadan kaldırarak dünyanın özgürce yeniçağa yönelmesini sağlamaya çalışırken , geçmişten kalan silinmeyen yapılanmaların yeni ortaya çıkan gelişmeleri ister istemez etkilediği görülmekte ve böylesine çakışma noktalarında , daha farklı bir yönlenme ile bugünün kuşakları uğraşmak zorunda kalmaktadırlar . Herkes geçmişten gelen kimliğini ve kişiliğini korumaya çaba gösterirken , bir yönü ile de gelecek yüzyıla uyum sağlayabilme doğrultusunda bir dönüşüm geçirmeye hazır olmak istiyordu . Gelecek gümbür gümbür ortaya çıkan yeni olaylar aracılığı ile gelirken , geçmişten gelen yapılar da var olan koşullara dayanarak ayakta kalmaya çalışıyorlardı . Değişim süreci eski ile yeniyi karşı karşıya getirirken , insanlığın böylesine bir dönemeçte ancak dönüşerek varlığını koruyabileceği gibi yeni bir durum gündeme geliyordu .

Yeni dönem de şimdiye kadar yaşanan insanlık tarihi geride bırakılarak eskisinden çok farklı olacak yepyeni bir dünya düzeni için yollara çıkıldığı vurgulanırken , insanoğlu bir yönü ile geçmişten koparılmaya çalışılmakta ve şimdiye kadar alışık olmayan bir biçimde geçmişten çok farklı bir duruma doğru dünya halkları yönlendiriliyordu .Toplumlar şimdiye kadar alışıldığı biçimde bir devletler arası çekişmeden ziyade ekonomik alan kullanılarak dışarıdan yapılan baskı ve dayatmalar ile ayağa kaldırılarak, yeni dönemin koşullarını kabül etmeye doğru yönlendirilirken , dünya kamuoyunun bilmediği ya da farkına varamadığı bazı yenilikler de değişim ya da dönüşüm programları adı altında öne çıkarılıyordu . Yirmi birinci yüzyıla kadar yaşanan değişim süreçleri içinde bir çok yenilikler ile karşılaşan insanoğlunun , hiç de hesaba katamadığı bir yeni yapılanma elektronik devrimi adı altında önce masum bir biçimde daktiloları kaldırarak yerine bilgisayar makinalarının koyarak başlanan ve daha sonra da yeni kurulan elektronik sistem üzerinden, haberleşmeyi de içine alan bir yeni sistem cep telefonları ve bilgisayarlar arasında teknik bağlantılar oluşturularak insanlığa kabül ettirilmeye çalışılıyordu . Önceleri bilgisayar makinalarını sahip olduğu teknolojik üstünlük nedeniyle ,, masum bir biçimde daktilolar yerine benimsemek durumunda kalan insanoğlu yeni aletleri kullanmaya başladıktan sonra hem çalışma ortamında büyük bir rahatlığa kavuşuyor hem de bu yeni bağlantı üzerinden dünya çapında kurulmuş olan elektronik sistemin bir bağımlısı ya da uydusu konumuna geliyordu . Elektronik sistemin bir parçası olan insanlar , hem bilgisayarlar hem de telefonlar üzerinden küresel dünya devleti yapılanmasına giden yolda hızla kontrol ve dış denetim ağlarının içine doğru düşerken , artık ülke vatandaşları merkezi devletin yönetimi ve yönlendirmesi dışına çıkarak ,küresel bir dünya düzeni oluşumu içerisinde ulus devletleri ortadan kaldıran dünya devleti oluşumuna yardımcı olmak gibi beklenmeyen bir yeni durumla karşılaşıyorlardı .

Bugünkü dünya haritası üzerinde yer alan ulus devletler son üç yüz yıllık siyasal gelişmelerin ürünüdür. İnsanlık önce Asya sonra da Avrupa’da yaşamını sürdürürken, hızla gelip geçen çağlar ve dönemler on beşinci yüzyıla kadar devam etmiş ve bu aşamadan sonra insanlık okyanuslara açılarak yer kürenin her tarafını önce keşfetmiş sonra da yerleşmiştir . Milattan önceki yüzyıllarda Mezapotamya, bölgesinde ortaya çıkan yerleşim olgusu göçebeliğe son verirken , insanların da doğdukları bölge ile yakınlık kurmasına giden yolda yer kürenin belirli alanlarında yeni yerleşim düzenleri oluşturulmaya başlanmıştır . Avrupa merkezli emperyal devletler sömürgecilik yaptıkça beş kıtaya birden yayılarak , önce sömürgelerini kuruyorlar daha sonra da bunları devletleştirerek zaman içerisinde bir merkeze bağlı biçimde uluslaşmalarına giden yol açılıyordu . Böylesine bir oluşum sürecinde on beşinci yüzyıl önemli bir dönemeç noktası oluyor. İnsanlığın bir kısmı okyanuslara açılarak yeni kıtalarda yeni ülkeler kurarken , geride kalanları da bilimsel devrimlere yönelerek aydınlanma görünümlü bir çağdaşlaşma oluşumunu insanlığın önüne çıkarıyorlardı .Bu aşamada insanlar kıtaları dolaştıkça yeni buldukları yerlere yerleşiyorlardı . Bu tür yerleşimler üç asırlık bir dönemde ortak kültür ve tarih oluşumuna katkı sağladığı için uluslaşma olgusunun zaman içerisinde bir sosyolojik oluşum olarak tamamlanmasını sağlıyordu .

Avrupa kıtası bilimsel devrimlerin merkezi , sömürgeciliğin kaynağı ve ortak kültürlerin oluşumunun öncüsü olarak öne çıktığı zaman, yirminci yüzyıla kadar dünyadaki bütün değişimlerin çıkış noktası olarak belirleyici oluyordu . Belirli yerlere yerleşen insan toplulukları zaman içerisinde sahip oldukları ortak ülke ,devlet, kültür, pazar ve gelecek gibi ana unsurların etkisi altında ulusal yapılanma sürecine doğru yol alıyorlardı . Her ulusun oluşumundaki ortak ögelerin canlandırdığı uluslaşma süreçleri , üç yüz yıllık bir gelişim döneminden sonra modern dünyanın toplumsal yapısı olarak ulusları tarih sahnesine çıkarıyordu . Avrupa’da Milat döneminde başlamış olan din kavgaları zaman içerisinde geride bırakılırken , Westfalya antlaşması ile krallıkların merkezi otoriteleri tanınarak her ülkenin sınırları içinde kalan kendi yurdu üzerinde kraliyet merkezi olarak seçilen şehirler , başkentler olarak yeni ulus devletlerin merkezi statüsüne geliyorlardı . 1648 tarihli Westfalya Antlaşmasında oluşturulan yeni yapılanma doğrultusundaki gelişmeler, 1789 tarihli Fransız devrimine giden yolu açıyordu .Krallıklardan ulus devletlere doğru geçilirken Fransız devrimi krallığı kaldırarak cumhuriyet rejimine geçiyordu . Krallık rejimi hanedanın tahttan inmesi ile birlikte halkın eline geçiyor ve bu aşamada da uluslaşan halk kitlelerinin ilan ettikleri ulusal egemenlik düzeni , dış dünyaya karşı ilan edilen cumhuriyet rejiminin siyasal yapılanması olarak , yeni devletin kuruluşunu resmen ilan ediyordu . İşte bu süreç içerisinde devletlerin desteği ile halk kitleleri içinde milliyetçilik cereyanları ortaya çıkıyor ve ülkelerin siyasal kaderlerinin belirlenmesi sırasında etkin roller oynuyordu . Üç yüz yıllık bir zaman dilimi içinde on beşinci asırdan on sekizinci yüzyıla kadar ulusal süreçler tamamlanıyor ve on dokuzuncu yüzyılda ortaya bir ulus devletler dünyası çıkıyordu . Bu devletlerin içinde büyük alanlara yayılanlarının bir kısmı emperyalizme yönelerek sömürgecilik yapıyor, küçük ve orta boyda kurulmuş olanları ise bu tür emperyalizmin sömürgeleri olarak harita üzerinde kendilerine yer bulabiliyorlardı .

Devletlerin uluslaşmasından sonra, on dokuzuncu yüzyılda hem devletler hem de uluslar birbirleriyle büyük rekabetlere kalkışınca, yirminci yüzyılın ilk yarısında insanlık iki büyük cihan savaşı geçirince , dünya haritasının değişmesine yol açan gelişmeler ile karşı karşıya kalınmıştır . Savaşlar sırasında ortaya çıkan yeni yapılanmalar ,yirmi birinci yüzyıla geçerken gene önem kazanmıştır .İki kutuplu dünyaya son verilirken tek kutuplu bir dünya etrafında bütün ulus devletleri çatısı altında toparlayabilmenin arayışı dünya politikasının ana ekseni haline gelmiş ve bu doğrultuda tek bir dünya hegemonyası altında bir araya gelecek yollar küreselleşme adı altında gündeme getirilmeye çalışılmıştır . Avrupa ülkelerinin eski sömürgeleri ile birlikte sosyalist sistemin üyesi olan bütün devletler dışa açılırken , tek merkezli bir küreselleşme projesi çok uluslu tekelci şirketler tarafından dünya halklarına karşı pompalanmıştır . Küresel şirketler yeni dönemde ulus devletlere karşı savaş açarken en çok karşı çıktıkları olgu milliyetçilik akımları olmuştur . Ulus devletleri tarih sahnesinden silmeye çaba gösterenler , gördükleri her yerde milliyetçilik akımlarının da en önde gelen düşmanları olmuşlardır . On beşinci yüzyıldan bu yana dünyayı yöneten kapitalist kesimler imparatorlukları ortadan kaldırmak üzere ulus devletleri piyasaya çıkararak desteklemişlerdir . O dönemlerde yirmi krallıktan iki yüz ulus devlet çıkararak büyük siyasal yapıları parçalayan kapitalist merkezler, bu gün de eski parçalama alışkanlıklarını sürdürerek şimdi de iki yüz ulus devletten iki bin eyalet devleti çıkarabilmenin arayışı içine girmişlerdir .

İnsanlığın uzaya açıldığı dönem olarak yirmi birinci yüzyıl açıklanırken , uzaydaki tüm gezegenler de olduğu gibi tek bir dünya olarak uzaya açılım gündeme getirilmekte ve bütün dünya devletlerinin tek bir merkeze bağlanmaları doğrultusunda , geçen asırlardaki bölücülük girişimlerine benzer biçimde açıktan küresel tekelci şirketlerin denetimi altında , dünya piyasaları üzerinden ulus devletlerin parçalanmaları öne çıkarılmaktadır . İmparatorluklardan ulus devletlere geçiş aşamasındakine benzer bir durum günümüzde ulus devletlerden eyalet devletlere geçiş amacıyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır . Bu gün gelinen yeni aşamada sosyalist bloktan sonra kapitalist blok da dağılma noktasına gelmiştir . Amerika ve Avrupa arasındaki ilişkiler giderek karmaşık bir duruma gelirken iki kıta devleti de kendilerini yeni dünya hükümranlığının merkezi olarak ilan etmeye çalışmaktadırlar . Ne var ki Amerikan gücü Avrupa gücünü adam yerine koymazken , şimdi de Asya güçleri kendilerinin hegemon güç olacağı yeni bir dünya düzeni için mücadele etmektedirler . Bu aşamada Avrupa ve Amerika eski güçlerini daha da etkinleştirerek, kendilerinin merkezinde yer alacağı bir yeni düzeni Asya ve Afrika ülkelerine dayatmaktadırlar . Ulus devletler arasındaki çekişmelerin dünyayı cihan savaşlarına götürdüğü gibi , bugün de küresel şirketlerin ulus devletlere yönelen baskı ve şiddet uygulamaları ile bugünün koşullarında bir üçüncü dünya savaşı çıkartılarak bütün siyasal yapılanmaların çökertilmesinin hedeflendiği görülmektedir . Tarih biliminin verileri doğrultusunda dünyanın iki kez göz göre göre cihan savaşına sürüklendiği gibi, bugün de bunların bir benzeri farklı bir konjonktürden yararlanılarak üçüncü dünya savaşı olarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır . Avrupa ,Asya, Afrika kıtalarında var olan bütün devletlerin parçalanarak küçültülebilmesi için açıkça bir üçüncü dünya savaşı çığırtkanlığı, küresel şirketler ve silah kuruluşları aracılığı ile dünya kamuoyuna yönelik bir biçimde tırmandırılmaya çalışılmaktadır . Önceleri halk kitlelerinin gözlerinden kaçırılan bu durum zaman içerisinde yaşanan olayların birbirini izlemesi üzerine artık herkes için kesinlik kazanmıştır .

Bugünün dünyasında tüm insanlık bir avuç aşırı zengin kapitalistin hegemonyasına teslim edilmeye çalışılmaktadır . Para obezi aşırı zenginler kendi çıkarları doğrultusunda bir elektronik dünya düzeni gerçekleştirmeye çalışırlarken , karşılarına aldıkları bugünkü dünya düzeninin ulusları , ulus devletleri ve milliyetçi kesimleri artık bu saldırganlık gerçeğini görerek hareket etmek durumundadırlar . Aşırı zenginler özel çıkarları için her türlü saldırganlığı , baskıyı ve sömürgeciliği kendileri için hak olarak görürlerken , halk kitlelerinin ulusal çıkarlarını korumak üzere gündeme gelmiş olan milliyetçilik akımlarını en büyük düşman olarak görmektedirler . Onlara göre milliyetçilik önlenirse ve milliyetçi akımları ortadan kaldırılırsa, daha kolay sömürgecilik yapabilecekler ve böylece küresel dünya devletini kurma yolunda ulusları parçalayarak, yeni eyalet devletleri oluşturabilmenin çabası içinde olacaklardır . Milli devletlerden önce milliyetçilik ortadan kaldırılırsa, onlara göre milli devletlerde kendiliğinden yok olma noktasına geleceklerdir . Tarihsel süreç içerisinde önce devletler sonra uluslaşan devletler ve daha sonra da uluslar dünya sahnesine çıktığı için, iş sonunda küresel şirketler ile ulus devletler arasındaki çekişme ve hesaplaşma üzerinden sonuca bağlanmaya çalışılacaktır . Ne var ki , ulus devletler ile ulusal toplum yapıları bir birine sıkı sıkıya bağlı oldukları için ulus devletler ve küresel şirketler arasındaki hesaplaşmaların küresel savaşlara doğru tahrik edilerek yönlendirilmesi biçiminde gelişmelerin sürdürülerek, belirli bir sonuca bağlanması noktasında yeni yapılanmaların birbiri ardı sıra öne çıkacağını söylemek mümkündür . Küreselleşen tekelci şirketler ile ekonomi üzerinden içi boşaltılan ulus devletlerin birbirine rakip olarak öne çıkmalarıyla , yeni dönemin savaşlarının artık eskisi gibi devletler arasında değil ama şirketler ile ulus devletler arasında tarih sahnesine çıkacağını ortaya koymaktadır .

Bugünün ve geleceğin savaşları var olan ulus devletler ile küreselleşen tekelci şirketler arasında başlayarak devam ederken , hiçbir devlet savaştan yana olmamakta , devletler geçmişten aldıkları dersler doğrultusunda her türlü savaşa karşı çıkarak , uluslararası barış düzenini gerçekleştirmek ve korumak için her türlü özveriyi gündeme getirmektedirler . Küresel şirketler ise kapitalist sermaye grupları ya da hanedanların yönetimleri altında ulus devletlere karşı her türlü saldırı ve komplolar düzenleyerek , terör örgütleri kurarak ve profesyonel ücretli askerlerden toparlanan lejyoner orduları kurarak, bunlar aracılığı ile yeryüzü düzenini çökertecek bütün girişimleri hem finanse etmekte hem de bu tür işlerin organizasyonlarını profesyonel kadroları aracılığı ile yürütmektedirler . Milattan iki bin yıl sonra insanlık yeni bir dünya düzenine doğru daha güçlü bir yönde girmeye çalışırken , uluslara ve ulus devletlere yönelik çökertme operasyonlarına bütün dünya ülkeleri sırasıyla sahne olmaktadır . Emperyalist büyük devletlerin saldırılarına karşı çıkması gereken uluslararası kuruluşların hiçbir şey yapamaması ve var olan dünya düzeninin diğer mekanizmalarının açıktan kamu düzenlerine karşı yürütülmekte olan saldırı senaryolarına karşı hiçbir şey yapamamaları , küresel şirketlerin saldırı senaryolarına karşı ciddi bir koruyucu alternatif planın uygulama alanına getirilmesini önlemektedir . Ulus devletler üzerinden ulusal toplum yapıları ile birlikte ulusalcılık akımlarının da önlerinin kesilmek istenmesi , bu dönemin ana çelişki ve çatışma senaryolarının da içeriğini belirlemiştir .

Yaklaşık üç yüz yılı aşkın bir süredir siyaset sahnesinde etkili olan milliyetçilik cereyanları günümüzün ulus devletleri ile birlikte ulusal toplum yapılarının da yaratıcısı olarak etkin olmuştur . Cihan savaşları öncesinde olduğu gibi sonrasında da etkinliğini sürdüren milliyetçilik akımları bugün de eskisi gibi etkili olmakta ve dünya tarihinin gelişim çizgilerini belirlemektedir . Milliyetçiliğin birinci dönemi ilk cihan savaşı öncesinde dünya kamuoyuna yansımıştır . Savaş sonrasındaki ikinci milliyetçilik döneminde siyasal bilim araştırmalarında milliyetçilik akımları derinlemesine ele alınarak incelenmiştir .İkinci dünya savaşı sonrasında Yahudiliğin merkezi coğrafyaya gelerek kendi ulus devletini kurması üzerine, üçüncü dönem milliyetçilik akımları ortaya çıkarak siyaset sahnesinde belirleyici olmaya başlamışlardır . Soğuk savaş döneminde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin batılı emperyalistlere karşı bir çizgide yeni bir emperyalizme yönelerek yakın çevresinde yer alan ulus devletleri tehdit etmesi üzerine , üçüncü dönem milliyetçilik cereyanları gelişerek tırmanmalar göstermiştir . Batının ve doğunun emperyalist güçlerinin ulus devletlere yönelen saldırı ve işgal politikalarına devam etmeleri üzerine , Asya ve Afrika ülkelerinin dayanışmaları doğrultusunda bir üçüncü dünya hareketi ortaya çıkarak , bozulmuş olan dünya dengelerinin yeniden kurulmasına çaba göstermiştir . Kapitalist ve sosyalist blokların emperyalist saldırılarına karşı kendilerini korumak üzere bir araya gelen üçüncü dünya ülkeleri , üçüncü dönem milliyetçilik akımlarını örgütleyerek ve her türlü emperyalizme karşı direnme savaşı vererek ulusal devletlerinin bağımsızlığını korumuşlardır .

Soğuk savaş sonrasında gündeme gelen küreselleşme sürecinde ise var olan devletler , giderek artan küresel şirketlerin saldırılarına karşı kendi kamu düzenlerini korumak doğrultusunda dördüncü dönem milliyetçilik hareketlerini örgütleyerek yeniden öne çıkmışlardır . Bu son dönem milliyetçilik hareketleri ilk üç dönemde olduğu gibi uluslaşma süreci başlatmak, ulusal toplum yapıları oluşturmak ve ulus devlet kurmak gibi eski hedeflerle uğraşmayı bir yana bırakarak , üç yüz yıllık zaman dilimi içinde ortaya çıkmış olan ulus devletlerin korunması ve her türlü saldırılara karşı savunulması gibi farklı içerik taşıyan yeni ulusal programların hayata geçirilmesine yönelmişlerdir . Tek bir dünya devleti kurmak ve bunu da kapitalist sistemin patronlarının öncülüğünde yapmak gibi bir misyona dünya halkları yönlendirilirken, dünyanın her bölgesinde fışkırmış olan ulus devlet yapılanmaları , küresel saldırının baskısı altına sürüklenerek kendi kamu düzenlerini koruyabilmek gibi bir savunma mekanizmasını kurarak, varlıklarını koruma doğrultusunda harekete geçmişlerdir . İkinci dünya savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler gibi üst düzey bir uluslararası kurum ortaya çıkmış olan ulus devletlerin her türlü tehlike ve tehdide karşı korunarak evrensel düzeyde bir hukuk düzenlemesi gerçekleştirilmek istenmiştir . Daha önceki dönemlerde diğer devletlere karşı kendi korunmasını sağlamaya çalışan ulus devletler , küresel şirketler karşısında daha da güçlenerek varlıklarını koruma hedefine doğru yönelirlerken, dördüncü dönem milliyetçilik hareketlerinin olumlu örneklerini dünya tarihine yazdırmışlardır . Ekonominin özelleştirilmesi uygulamaları ile ulus devletlerin temelleri yıkılırken , kendi ekonomisini yönetemez bir duruma düşürülmüş olan devletler , küresel şirketlerin adamlarının yönettiği uluslararası kuruluşların yönlendirdiği doğrultularda çökertilmeye çalışılırken hayatta kalma içgüdüsü bir toplumsal refleks olarak gündeme gelmiş ve her türlü saldırı sırasında ulusal yapıların daha dinamik bir çizgiye kaydırılması ile toptan çökertilme operasyonları önlenmiştir .

Günümüzde ulus devletler kendi varlıklarını koruyabilmek için yeni savunma ve ayakta kalma stratejileri geliştirmeye başlamıştır . Uluslararası organizasyonlara girerek ve bunların üyesi olarak yeni çıkış noktaları arayan ulus devletler , bunların yeterli olmadığı noktalarda kendi bölgesinde bulunan ve sınır komşusu konumunda jeopolitik dayanışma şansları bulunan ulus devletler ile toplu bir dayanışma içerisine girerek bölgesel işbirliği ve güvenlik örgütlenmelerine yönelmişlerdir . Küresel emperyalistler dünyanın her bölgesine karşı saldırı stratejileri uygularken her bölgenin içinde bulunan ulus devletler bölgesel dayanışma sistemleri geliştirerek korunma ve savunma planlarını uygulama alanlarına getirebilmişlerdir . Her devletin çatısı altında yaşayan büyük topluluklar uluslaşarak çatısı altında yaşadıkları devletleri kendi ulus devletlerine dönüştürürken , bunu yapamayan diğer devletler de sınır ya da bölge komşuluğu stratejileri doğrultusunda yakın dayanışma düzenleri oluşturarak ulusal yapıların ayakta kalabilmesi doğrultusunda yeni siyasal yapılanmaları devreye sokabilmişlerdir . Ulus devletler dış tehlikelere karşı savunma stratejilerine kayarak kendilerini koruma düzenleri kurarken hem sınırları içinde yaşayan çeşitli topluluklar ile iç dayanışmaya hem de sınırları dışında bölgede varlıklarını sürdüren çeşitli topluluklar ile de dış dayanışmaya yönelerek bölgesel dayanışma ittifakının temellerini atmışlardır . Geçmişten gelen bu gibi bölgesel işbirliği ve yapılanmalar , giderek küresel şirketlerin artan saldırı ve işgal girişimlerine karşı doğal olarak kendini koruma mekanizması olarak devreye girmiştir .

Modern anlamda çağdaş milliyetçilik akımları on sekizinci yüzyılın başlarında Batı Avrupa devletlerinde ortaya çıkarken farklı jeopolitik bölgelerde kurulan devletlerin çatısı altında bölgelerin özelliklerine göre birbirinden çok farklı ulusal yapılanmalar görülebilmiştir . Orta çağdan modern çağlara geçişin önemli bir basamağı olan milliyetçi hareketler , bütün ülkelerde toplumsal uyanışların öncülüğünü yapmış ve bu doğrultuda aydınlanma hareketlerini her ülkede geliştirerek çağdaş ulus devletlerin yaratıcısı olmuşlardır .Orta çağdan çıkarken derebeylik kalıntılarının temizlenmesinde yarar sağlayan milliyetçilik akımları , bugün tarih sahnesinden silinmek istenen ulus devletlerin ortaya çıkışında ana hareket noktası olmuştur . Arkasında üç yüz yıllık bir gelişme süreci olduğunu bilerek hareket edildiği zaman , ulus devletler böylesine çağlar boyunca bir oluşumun yansıması olarak bugünün modern devlet düzenlerinin yaratılmasında önde gelen bir destek sağlamışlardır . Üç yüz yılda kurulabilen ve bugünkü modern siyasal yapılanmalarına sahne olarak uzun bir zaman dilimi içinde gelişen ulus devletlerin , küresel şirketler öyle istiyor diye hemen yıkılmaları ya da tarih sahnesinden silinmeleri diye bir çökertme operasyonu istendiği gibi anında gerçekleştirilemez . Milyonlarca nüfuslara sahip bulunan büyük ulus devletlerin tıpkı emperyalist devletler gibi geniş bürokratik yapılanmaları bulunduğu için, bu gibi büyük ve orta boy ulus devletler kendilerini yaratan ve ayakta tutan milliyetçi akımlara sahip çıkarak onları destekleyebilmektedirler . Ulus devletler bugünün saldırı ve tehdit oluşturma aşamasında , milliyetçi hareketlere güvenerek ve onlarla işbirliği ve dayanışma düzeni içine girerek var olma mücadelelerini sürdürmek zorundadırlar .

Yeni ortaçağ türküleri söyleyerek beş yüz yıl öncesine gitmek ve tıpkı orta çağ döneminde olduğu gibi , şehir devletleri kurarak insanları yerel duygusallıklar üzerinden gelecek beklentilerine sürüklemek , küreselci emperyalist sömürgecilerin geliştirmiş olduğu stratejilerden birisi olarak sosyalist sistemin çökertilmesinden sonra dünya gündeminde canlı tutulmaktadır . Ulus devlet yıkıcıları bu hedefe ulaşabilme doğrultusunda Orta Çağ şehir devletlerini bir geçiş aşaması olarak görmektedirler . Artan nüfus çoğunluğunun belirli büyük kentlerde toplanmasıyla birlikte kendi içinde bir yerel devletleşme olgusu olarak şehir devletlerinin gündeme geleceği yeni bir bölücülük stratejisi modern çağlardan beş yüz yıl geriye giderek şehir devletlerini öne çıkararak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır . Bu nedenle üç yüz yıl boyunca uluslaşarak tek bir millet ve devlet haline gelmiş bulunan ulus devletlerin üniter yapıları, yerelci alt kimlikler üzerinden parçalanarak dünya haritası üzerinde bulunan iki yüz devlet kısa zamanda bölünerek ve parçalanarak iki bine çıkartılmaya çalışılmaktadır . Dünya nüfusu sekiz milyar üzerinden on milyara doğru genişlerken , iki yüz adet ulus devleti yeterli görmeyen küresel güçler , devlet sayısını önce iki bin eyalet devletine dönüştürmek ve daha sonra da birkaç yüz yıllık zaman dilimi içinde devlet sayısını bu kez büyük şehirler üzerinden belirlemeye çalışırken, beş bin şehir devletinin yer alacağı bir dünya haritası hazırlıklarının yapıldığı göze çarpmaktadır . İki yüz ulus devletten beş bin şehir devletine geçiş için öncelikle çözülmesi gereken sorunun ulus devletlerin ortadan kaldırılması olduğu için , bunları tarih sahnesine çıkarmış olan milliyetçilik akımının hedefe oturtulduğu yeni bir aşamaya gelinmiştir . Küresel emperyalizm her aşamada ve yerde milliyetçilik düşmanlığı yaparak ve siyasal olayları bu doğrultuda örgütleyerek , ulus devletlerin arkasında destek sağlayan milliyetçilik akımlarını tarih sahnesinden silmeye çaba göstermektedir . İşte bu nedenle aksine milliyetçilik akımlarının güçlendirilmesi gerekmektedir .

Milliyetçiliğin tasfiye edilebilmesi için öncelikle halk kitlelerinin gözünden düşürülmesi gerekmektedir . Bu doğrultuda uluslararası sermaye birikimini elinde tutan ve kontrol eden küresel sermaye , mali oligarşi olarak basın ve medya kuruluşlarını satın alarak dünya kamuoyunu oluşturan bu alandaki çalışmaların önünü kesmekte ve bütün medya kuruluşlarını küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda yönlendirerek dünya haritasındaki ulus devletleri ortadan kaldırabilme doğrultusunda alt kimlikçilik pazarlaması üzerinden eyalet devletler , yerel kültürler üzerinden ise şehir devletleri ortaya çıkartarak, hem ulus devletleri hem de ulusal toplum yapılarını tasfiye edebilmenin arayışı içine girmişlerdir . Şehircilik ve eyaletcilik küresel sermayenin ekonomik gücü ile medya ve basın aracılığı ile pazarlanırken, üniter devlet yapılanmalarına karşı çıkılarak bunları yaratmış olan milliyetçilik cereyanları da medya üzerinden çeşitli suçlama senaryolarına hedef yapılmaktadır .

Milliyetcilik akımlarının suçlanmasında en fazla kullanılan faşistlik suçlamasıdır . Ulusalcı ya da milliyetçi akımlara hemen faşist damgası vurarak bunların önünü kesmek isteyen neoliberal kesimler milliyetçilere hiç söz hakkı vermeden , konuşmadan ya da tartışmadan arkalarındaki sermaye desteğine güvenerek her gece medya kanallarında faşizm sözcüğünün papağanlığını yapmaktadırlar . Küresel sermayenin otoriter düzenine teslim olan neoliberaller ulus devlet düzenlerinin çökertilmesi doğrultusunda kamu düzeni yıkıcılığı yaparken , milliyetçi kesimlerden gelebilecek tepki ve karşı koymaları önleyebilme doğrultusunda her dakika ulusalcıları ya da milliyetçileri faşist olmakla suçlayarak, bölücü yıkıcılıklarına meşru zemin hazırlamaya çaba göstermektedirler . Her türlü orta çağ senaryosuna karşı bilimsel devrimler sonrasında gündeme getirilen milliyetçilik akımlarının bugünün modern dünyasını yaratan akımlar olduğunu görmezden gelerek faşizm suçlaması yapmak tüm insanlığı aptal yerine koymaktan öte bir anlam taşımayacaktır . İlkel kabile veya kavim düzenlerinden kurtularak milliyetçilik sayesinde çağdaş dünyanın bir parçası konumuna gelen günümüzün devletleri, kendilerini bugünkü modern dünyanın bir parçası haline getiren milliyetçi yapılanmayı hemen dışlamaları herhalde mümkün olamayacaktır . Bütün devletler, uluslar ve halklar bugüne gelirken kazandıkları hak ve özgürlüklerinden vazgeçmeyeceklerdir . Hiçbir para ya maddi çıkar ulusların geleceğini satın alamayacaktır . Milliyetçilik akımlarının önünü hiçbir ekonomik ya da siyasal güç kesemeyecek ve milliyetçi akımlar yükselmeye devam edeceklerdir .

Bugünün dünya haritası üzerinde yer alan ulus devletler , bir anlamda Alaettin’in lambasından çıkan dev konumundadırlar . Bir lambanın içinde iken dışarıdan görülemeyen bu dev lambadan çıktıktan sonra ,giderek büyüyerek tam anlamıyla bir ulus devlet konumuna yükselmiştir . İşte bu aşamada yükselen milliyetçilik ulus devletlerin kaderini belirlemekte ve bunlara yepyeni bir gelecek sunmaktadır . Küresel emperyalizmin saldırıları ile başlayan küreselleşme döneminde neoliberal yıkıcılığa karşı dördüncü dönem milliyetçilik akımı gündeme gelmektedir . Ulus devletlerin kendi milliyetçilikleriyle küresel güçlerle baş edebilmesi son derece zor olacağı için , uluslararası alanda geliştirilecek bir yeni tür milliyetçi dayanışma ile ulus devletler , kendi evrensel yöneliş örgütlenmelerine giderek , tıpkı sosyalist enternasyonel gibi milli devletlerin öncülüğü ile teşekkül edecek milliyetçi bir enternasyonel örgütlenmesi acilen örgütlenmelidir . Sovyetler Birliği zamanında sosyalistler kendi enternasyonel yapılanmalarını kurmuşlardır .Sosyalist sistem çöktükten sonra da, Bilderberg adı altında bir kapitalist enternasyonel kurularak , küresel sermayenin dünya imparatorluğuna giden yol açılmıştır . Bugün gelinen yeni aşamada ise sosyalist sistemin dağıldığı kapitalist enternasyonelin de ulus devletlere doğru saldırıya geçtiği bir aşamaya dünya gelmiştir . Bugün sosyalistler gibi kapitalistler de haksız yere ulus devlet ve milliyetçilik karşıtlığı yapmaktadırlar . Bu nedenle dördüncü milliyetçilik döneminde artık bütün ulus devletlerin yeni bir milliyetçi enternasyonelin çatısı altında bir araya gelerek ; milliyetçilik akımının haklılığını , ulus devletlerin sahip olduğu bağımsızlık statüsünü , diğer akımlara karşı milliyetçilik akımının önde gelen yönlerini bütün insanlığa açık bir dil ile anlatmaları gerektiğini artık herkes görmektedir . Herkese milliyetçiliğin faşizm , popülizm ya da muhafazakarlık olmadığını , aksine bugünkü modern dünya ile bilimsel devrimlerin arkasında kilisenin kontrolundan kurtulmuş laik bir milliyetçilik akımının bulunduğunu, tüm insanlığa anlatacak yeni bir söyleme gereksinme vardır . Bu doğrultuda her ülkede yeni akımlara , programlara ve söylemlere gereksinme vardır . Dördüncü döneminde milliyetçilik artık hızla yükselmektedir . Milliyetçilik karşıtı kesimlerin haksızlıkları ortaya çıktığı için günümüzün yükselen akımı konumuna milliyetçilik kendiliğinden gelmiştir . Yükselen milliyetçilik sayesinde ulus devletler giderek güçlenmeli ve küresel şirket saldırılarına karşı ulusal yapılar, güçlenen milliyetçiliğin önderliğinde daha adil ve eşitlikçi bir yeni dünya düzeni kurulmasına yardımcı olabilmelidir .

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN : İSRAİL’İN YOL HARİTASI


Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN : İSRAİ L‘İN YOL HARİTASI

Bu yazının başlığında yer alan birleşik kavram , Atlantik okyanusu kıyılarından merkezi coğrafyaya bakarak olayları değerlendirmeye çalışan oryantalist görüşün temsilcileri tarafından kullanılmaktadır . Beş yüz yıl önce okyanusun doğu kıyılarından dünyaya bakanlar , Londra merkezli bir dünya için değerlendirmeler yapıyorlar ve bu doğrultuda Britanya İmparatorluğunu oluşturmaya çalışıyorlardı . Okyanusun batı kıyılarında daha sonraki dönemlerde yeni bir süper dev ülke olarak dünya sahnesinde yerini alan Amerika’nın yayılmacılığı dönemi gündeme gelince, bu kez okyanusun batı kıyılarından bakanlar Amerika’nın yol haritasını çizmeye çaba göstermişlerdir . Yirminci yüzyılın sonlarına kadar ABD’nin yol haritası tartışılırken , Atlantik hegemonyası doğrultusunda dünya haritasının orta bölgeleri ile kıtaların doğusunda yer alan geniş alanlardaki büyük ülkelerin durumları incelenmeye başlamıştır . Dünyayı Atlas okyanusu kıyısından yönetmeye çalışanlar , yirmi birinci yüzyıla doğru gidilirken, bu kez de kendi yarattıkları bir ülke olarak İsrail’in konumu ile ilgili oryantalist görüşler geliştirmeye çalışmışlar ve bu doğrultuda İsrail devletinin izlediği yolun hem haritasını çıkarmak için uğraşmışlar ,hem de bu harita üzerinden siyasal gelişmelerin geleceğini tahmin ederek yönlendirmeye çalışmışlardır .Arap ve İslam dünyasının ortalarında bir Yahudi devleti kurulmasına yol açan İngiliz ve Amerikan devletleri , Atlantik emperyalizminin merkezi alana doğru açılan uzantısı konumundaki Siyonist devletin son durumu ve gelecekte karşılaşabileceği gelişmeler ile ilgili olarak yeni oryantalist bakışlar geliştirmeye bugün de devam etmekte ve artık kontrol edemedikleri küçük İsrail devletinin önündeki yolu kendi açılarından açıklamaya çalışmaktadırlar .

İsrail devletinin iki kurucu devleti oryantalist birikimin yansıması olarak yol haritasını belirlemeye çalışırken , iki büyük emperyalist gücün yavrusu olarak dünyaya gelen İsrail’de, kendi çıkarları doğrultusunda Kudüs merkezli bakış açıları geliştirerek , Atlantik kıyılarında egemen olan lobilerinin desteği ile kendi yaklaşımlarını , ABD ve İngiltere Devletleri ne benimseterek uygulamaya geçirmenin çabası içinde olmuştur . Bu doğrultuda İsrail’in yol haritası kavramı içerik değiştirmiş ve bu kavram doğrudan İsrail devletinin çıkarları yönünde izleyeceği yol hattı olarak uluslararası alanda anlaşılmaya başlanmıştır . Bu çerçevede insanlığın Milattan sonra yaşadığı iki bin yıllık geçmişin izlerine dayanan yaklaşımlar ve gelişmeler , yirminci yüzyıl sonrasında da uluslararası alandaki gelişmeleri etkileyerek dünya tarihinin bu çizgide oluşumuna neden olmuştur . İsrail devleti iki bin yıllık bir rüyanın sonucunda kutsal topraklar ilan ettiği Orta Doğu’nun tam ortalarında siyasal bir örgütlenme olarak öne çıkarken , geleceğin dünyasında ABD ve Büyük Britanya gibi süper güçlerin yerini almaya yöneliyordu . Bütün dünyaya dağılmış güçlü, örgütlü ve zengin lobilerinin çabaları ile kurulmuş olan İsrail projesinin ilk aşaması , ikinci dünya savaşı sonrasında yapılan antlaşmalar ve harita değişiklikleriyle ile tamamlanmıştır .İkinci aşamada bu devletin kurulduğu bölge içinde bir yere sahip olması doğrultusunda olaylar tırmandırılırken , yarım yüzyılı aşkın bir zaman dilimi içinde Arap –İsrail savaşları birbirini izlemiştir . Arap komşuları ile sürekli olarak savaşmak zorunda kalan bu küçük devlet ,gene ABD ve İngiltere’nin fiili himayeleri ile bu dönemi de geride bırakmıştır . Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte gündeme gelen küreselleşme aşamasında ise , İsrail için üçüncü dönem gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda Amerikan ordusu Basra körfezine gelerek ve bölgesel işgale girişerek bütün Orta Doğu ülkelerini yeni bir ateş çemberi içine atarak ,saldırı savaşları yolu ile İsrail’in genişlemesi sürecinin tamamlanmasına giden yolu açmıştır .

Büyük İsrail projesinin ilk aşamasını lobiler aracılığı ile tamamlayan Siyonist devlet ,ikinci aşamada küçük devlet aracılığı ile kendisini bölge devletlerine kabül ettirmeye çalışmıştır . Ne var ki , küçük devlet olarak yola devam etmesi mümkün olamayacağı yarım yüzyıllık Arap-İsrail savaşları ile ortaya çıktığı için ,büyümek doğrultusunda yeni adımlar atılabilmesi ancak Atlantik güçlerinin desteği ile mümkün olabiliyordu . Sovyetler Birliğinin dağılmasından yararlanmak isteyen ABD ve İngiltere ikilisi Basra körfezine asker göndererek ,Irak üzerinden savaşları bütün bölgeye yaymanın arayışı içinde olmuşlardır . İsrail bu iki büyük gücü etkili lobileri ile kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmiş ve böylece İsrail’in yol haritası gene eskisi gibi Atlantik kıyılarından belirlenebilmiştir . İsrail lobileri aynı zamanda bütün dünya ülkelerinde ekonomiyi kontrol eden güçlü kapitalist gruplar olduğu için bazan ekonomi üzerinden bazan da siyasal gelişmeler üzerinden, Büyük İsrail projesini uygulama alanına yansıtmışlar ve bölge devletlerini kontrol altına alma hedefi doğrultusunda kendi çıkarlarını siyasal çözüm görünümünde dünya ülkelerine kabül ettirmeye çalışmışlardır . Soğuk savaş sonrasında gelişmeler ısınmaya başlayınca ve Büyük İsrail projesinin üçüncü aşamasında bölgesel genişleme savaşları öne çıkınca, Irak savaşı sonrasında Suriye’de benzeri bir senaryo doğrultusunda silah ve para yardımları ile terör örgütleri desteklenerek ve kullanılarak yola devam edilmeye çalışılmıştır . Irak ve Suriye sonrasında üçüncü büyük devlet olarak İran belirlenmiş ve bu doğrultuda terör örgütleri aracılığı ile yayılma savaşı son aşamada İran’a doğru yönlendirilmeye çalışılmış ama bu planda tam anlamıyla bir başarısızlık ortaya çıkınca ,Atlantik emperyalizmi destekli savaş senaryoları ile yola devam edilemeyeceği kesinlik kazanmıştır .Son aşamada İran’ın arkasına bütün doğu devletleri geçince Atlantik kışkırtmalı Siyonist planlar hedefe ulaşamamıştır .

İsrail küçük bir devlet olarak Atlantik emperyalizmi destekli büyümeye öncelik tanırken , hedef alınan ülkeler ile ortak sınırı olan Türkiye’de dolaylı yollardan batı blokunun karşısına alınmıştır . Irak ve Suriye’yi yıkanlar yeni aşamada Türkiye ve İran gibi iki büyük Türk devletini birbiriyle savaşmaya doğru yönlendirmeye çalışmışlardır . İran’da yaşamakta olan Doğu Türkleri ile Türkiye’de yaşayan Batı Türklerini Siyonist yayılma planları doğrultusunda çarpıştırarak yok etmeyi hedefleyen bu tür yeni emperyalizm planları , merkezi coğrafya ve doğu bölgesi devletlerinin dayanışmalarıyla önlenmiştir . Yirminci yüzyılın ilk yarısında yeni bir dünya düzeni kurulurken tarih sahnesine çıkan ulus devletler, terör örgütleri ve bölgesel savaşlar aracılığı ile bölünmemek için bir araya gelmeye başlamışlar ve parçalanmayı önleyici önlemler alarak , dayanışma içinde batıdan gelen emperyal saldırılara karşı direnişi zamanla uluslararası alanda savunma örgütlenmesine dönüştürmüşlerdir .Böylesine bir yeni durum karşısında yayılma amaçlı savaşlar aracılığı ile küçük devletin zorla büyütülemeyeceği ortaya çıkmıştır . İsrail yüzünden bütün dünya ülkeleri ile karşı karşıya gelen Amerikan ve İngiliz devletleri yeni dönemde barış konferansları düzenleyerek küstürdükleri dünya devletleri ile barışabilmenin yollarını aramışlardır . Orta Doğu’da dünyaya zamanında egemen olmuş olan büyük güçler, yeni dönemde küçük İsrail devletinin kuklası konumuna düşmekten uzaklaşmaya başlayarak yepyeni bir dünya barışı arayışı içinde olmuşlardır . Her kıtada toplanan barış konferansları ile de dünya ülkelerine yeni küresel emperyalizm kabül ettirilemeyince bu kez olağan dışı yeni bir yol denemek üzere orta çağ dünyasında görülen biyolojik virüs savaşlarının önü açılmıştır . ABD’deki güçlü lobiler yeni bir elektronik düzen ile dünyayı teslim almaya doğru zorlanırken, bu kez uçaklar yolu ile dünyaya yayılan virüsler insanlığı evlerine hapsolmaya zorlamıştır . Savaşlar ve barış girişimleri ile sonuç alamayan Atlantikçi Siyonistler, bu aşamada yeni bir ortaçağın kapısını virüs savaşları ile açabilmenin arayışı içine girmişlerdir . Evdeki hesabın çarşıya uymaması üzerine geliştirilmeye çalışılan yeni atılımlar ile Büyük İsrail İmparatorluğu oluşturmak doğrultusundaki Siyonist planın önü bugün biyolojik savaşlar yolu ile açılmaya çalışılmaktadır .

Normal koşullarda barış ya da savaş politikaları ile yola devam etme şansı bulamayan İsrail devleti kendi hazırlamış olduğu yol haritasına devam etmek üzere, Bill Gates vakfı gibi bazı Siyonist lobiler aracılığı ile bugün gelinen son aşamada bütün dünyayı bir biyolojik savaş senaryosu ile karşı karşıya getirmişlerdir . Kendisine bağlı lobiler üzerinden barış ortamlarında yol haritasının başlangıç kısmında yolunu bularak ilerleme sağlayan Siyonist devlet , Britanya ve Amerikan imparatorlukları gibi büyük devletlerin destekleri ile barışın bittiği yerde savaş dönemini başlatmış ve bu doğrultuda akla gelen her türlü savaş senaryosu, merkezi coğrafyayı ele geçirmek üzere gizli servisler aracılığı ile birbiri ardı sıra uygulama alanına getirilmiştir . Devletin kurulmasından hemen sonra komşular ile başlatılan savaş senaryolarına daha sonraki aşamada tüm bölge devletlerinin katılması sağlanarak , batı emperyalizminin gücü Orta Doğu devletlerini çökertmek ve parçalamak doğrultusunda kullanılmaya çalışılmıştır . Dünya tarihinde her zaman önde gelen bir yere sahip olan Musevi lobilerinin tek bir Siyonist merkez tarafından yönlendirilmeye başlanması ile, yol haritası daha istikrarlı bir biçimde çizilerek ve uluslararası konjonktürün kaos ortamına doğru sürüklenmesinden yararlanarak , bölge devletleri ile oynayan ve bunların ortadan kalkmasına yol açabilecek siyasal senaryoların devreye sokulması ile, her şeye rağmen İsrail’in yol haritasında Siyonist ilerleme devam etmektedir . Büyük İsrail Projesinin önüne çıkan her türlü engel , uluslararası dengeler ve siyasal senaryolar aracılığı ile aşılmakta ve böylece İsrail’in yol haritasında Siyonist planlar doğrultusunda yola devam edilmektedir .

İki bin yıllık maceranın başladığı zaman diliminden bu yana Orta Doğu’daki kutsal topraklarına dönerek , orta dünya merkezli bir büyük dünya devleti kurma senaryosu doğrultusunda Kudüs’ü başkent ilan eden yaklaşım , şimdi bu şehri önce Orta Doğu’nun sonra da dünyanın başkenti olarak ilan etmeye çalışmaktadır . Kudüs her yerin başkenti olmaya doğru hazırlanırken geçen yüzyıldan gelen ulus devletler yıkılmaya çalışılmakta ve ulusların yerine kentleri devreye sokarak ortaçağın yaşam modeli olarak şehir devletleri yeniden oluşturulmaya çalışılmaktadır . Kudüs’ün resmen yeni başkent ilan edildiği aşamada İstanbul, Ankara , Bakü, Tahran, Bağdat , Şam ve Kahire gibi eski başkentlerde yeniden yapılanma çalışmaları öne çıkarılmakta ve bölge devletlerinin başkentleri üzerinden bölgesel güç haline gelme planları uygulama alanına getirilmeye çalışılmaktadır . Bölge kentlerini karşı karşıya getirmek ve kent merkezli yeni bölgesel yapılanmaları ortaya çıkarabilmek için Kudüs üzerinden geliştirilen bölgesel federasyon projesi, kentleşme görünümünde bütün bölge ülkelerine zorla uygulattırılmaya çalışılmaktadır . Kentsel dönüşüm projeleri sadece eski binaların yıkılıp yeniden yapılanması hedefi ile yapılmamakta , aynı zamanda bazı kentler yeni bölgesel merkez olmaya doğru yapılandırılarak özerk eyalet devletleri üzerinden federasyonlaşma oluşumu , merkezi coğrafyadaki eski Osmanlı toprakları üzerinde gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır . Bu doğrultuda Büyük İsrail projesi uygulamada Büyük Kudüs oluşumuna dönüştürülerek ve bölgedeki ulus devletlerin başkentleri devlet merkezi olmaktan çıkartılarak ,yeni federasyon çatısı altında yer alacak eyalet devletleri kurmak için çaba sarf edilmektedir . Irak’ın üç eyalete bölünmesinden sonra şimdi sıra Suriye’den üç , İran’dan beş ,Arabistan’dan beş ve Türkiye’den yedi eyalet çıkmasına gelmiştir . Bu doğrultuda bölge başkentleri devre dışı bırakılırken ulus devlet ülkesi içinde yer alan devletin ülkesi yeni bölgeselleşme planları üzerinden, şehir devletlerine doğru dönüştürülmek istenmektedir . Batı emperyalizminin ordularının bölerek işgal ettiği topraklar üzerindeki askerlerinin geri çekilme zamanı gelirken , terör örgütleri ve işgal ordularının yerine bölgesel kantonlar kurulmaya çalışılmaktadır . Geleceğin bölgesel federasyonuna doğru Orta Doğu ülkeleri zorlanırken, Siyonist dünya imparatorluğu planı aksatılmadan yürütülmektedir .Bu aşamada her şey Büyük İsrail planının gerçekleştirilmesine bağlı olarak yönlendirilmeye çalışılmaktadır .

Soğuk savaş yıllarındaki gizlilik ortamında Siyonist plan gizlice uygulanırken , Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra küreselleşme ortamına girilmiştir. Bu küresel merkez ilan edilen Açık Toplum Enstitüsü üzerinden açıklık ilkesi bütün dünya ülkelerine benimsetilmeye çalışılırken , Kutsal kitaplardaki senaryolara dayanan Siyonist proje de yeni dönemde basın ve medya organlarında açıktan konuşulmaya başlanmıştır . 1980’ler döneminde Sosyalist sistem yıkılırken Siyonist sistemin kurulması ile ilgili plan resmen açıklığa kavuşturuluyordu . 1852 yılında Britanya İmparatorluğunun başbakanı olan Benjamin Disraelli aslında iki asır öncesinden merkezi alandaki Osmanlı sonrası yeni yapılanma modelini ortaya koymuştu . O dönemde Osmanlı sonrası Orta Doğu olarak hazırlanmış olan bu yeni yapılanma projesi , Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sevr planı olarak gündeme getirilmiş ve küreselleşme sonrasında da bu plan Büyük İsrail Projesi olarak öne çıkarılmıştır . Balkanlar’daki küçük devletçiklerin oluşumu ile ortaya çıkan Balkanizasyon planının , yeni dönemde İsrail’in öncülüğünde Orta Doğu’ya taşınması, Büyük İsrail İmparatorluğunu oluşturmak ve bölgedeki ulus devletler düzeninin yıkmak amacıyla zorunlu görünüyordu . İngiliz başbakanı Disraelli Büyük İsrail’in kurulmasına giden Siyonist planı yüz yıl öncesinden açıklarken , Britanya Krallığı ile Amerikan imparatorluğunun gelecekteki misyonlarının da sınırlarını çizmiş oluyordu . Osmanlı devletini geçici bir devlet olarak gören Atlantik emperyalistleri , Osmanlı sonrasının hazırlıklarını iki yüz yıl önceden yapıyorlardı . Emperyalistler bu coğrafyada Avrupa tipi ulus devlet istemezlerken , gelecekteki küresel emperyalizm düzeninin temeli olacak biçimde kent merkezli eyaletler üzerinden , bölgesel İsrail federasyonun alt yapısını hazırlıyorlardı . Bu çerçevede geçmişten gelen uluslararası birikim ve büyük devletler ile güç merkezlerinin merkezi bölgeyi kontrol etme istekleri , yirminci yüzyılın bölgedeki düzeninin ortadan kalkmasına neden olarak yeni Siyonist yapılanmanın önünü açıyordu.

Oded Yinon isimli Amerikalı bir Yahudi Orta Doğu uzmanı , “I980’li yıllarda İsrail için bir strateji” isimli çalışmasını I981 yılında Amerikan Yahudi lobilerinin dergisi olan Kivinum isimli bir yayında dünya kamuoyuna açıklıyordu . Oded Yinon aslında bu çalışması ile , Benjamin Disraelli’nin 1852 tarihli yeni Orta Doğu planını yirminci yüzyıla taşıyarak , 21. Yüzyılın Siyonist planına zemin hazırlıyordu . Oded Yinon planı , İsrail’i çevreleyen bütün devletlerin parçalanmasına dönük olduğu için bölgede yeni oluşturulacak Fas, Tunus ve Cezayir benzeri şehir merkezli eyaletler aracılığı ile , Kudüs merkezli bir Büyük İsrail Federasyonunu gerçekleştirmeyi hedefliyordu . Soğuk savaş sonrasında merkezi alandaki savaşlar aracılığı ile önce Irak daha sonra da Suriye devletlerinin iç savaşlar aracılığı ile parçalanmaları gündeme gelmiş , ayrıca en sonunda merkezi alanının iki büyük devleti olan Türkiye ve İran’ın parçalanması doğrultusunda terör ve savaş rüzgarları bu iki ülkenin üzerine doğru yönlendirilmiştir . Türkiye’deki laik ve dinci kesimler sürekli kışkırtılarak mezhep çatışmaları üzerinden bir yeni savaş senaryosu Türk-İran savaşı olarak hazırlanmış ve bu doğrultuda provakasyonlar bir biri ardı sıra uygulama alanına getirilmiştir . Ayrıca Suudi Arabistan , Mısır, Yemen , Ürdün ve Libya gibi bölge devletlerinin de Balkanizasyonun Orta Doğuya taşınması doğrultusunda iç savaşlar ve terör kışkırtmaları ile bölünmesi planı ,ABD ve İsrail destekli olarak bölge devletlerinin üzerine yeni yapılanma atılımı olarak empoze edilmeye devam edilmiştir . İşte bu aşamada ABD’yi yönlendiren İsrail lobileri bu büyük ülkenin desteği ile, hem kendi kurdukları terör örgütlerini hem de gizli servislerini bölge devletlerinin parçalanmaları doğrultusunda yoğun bir biçimde desteklemişlerdir . İsrail bu aşamada yol haritasını bölge devletlerinin tümünün bölünmesi doğrultusunda yönlendirmeye çalışmış ve bölge devletlerinin kendilerini savunmalarına giden yolların dış destekler ile kesilmesine çalışmıştır. Orta Doğu parçalanırken genişletilmiş hegemonya projesi doğrultusunda Kuzey Afrika ülkeleri üzerinde de baskı ve yönlendirme siyasetleri gündeme getirilerek, Türkiye Kuzey Afrika ülkelerinde ABD çizgisinde kullanılmaya çalışılmıştır .

Eski Birleşmiş Milletler genel sekreteri olan Mısırlı Kıpti –Hırıstıyan diplomat Butros Gali ,bölgedeki sıcak olayların gelişmesi üzerine “Önce mikro milliyetçilik ,sonra makro devletçilik” diyerek İsrail’in başlatmış olduğu Siyonist imparatorluk projesine destek çıkan bir yaklaşımı öne çıkarmıştır . Bütün dünya bölgelerindeki İsrail lobileri var oldukları ülkelerde rüzgarlar estirerek Büyük İsrail projesine açıktan destek çıkan bir yeni atmosfer yaratmışlardır . Başta ABD olmak üzere Rusya ve Avrupa ülkelerinde etkin olan Siyonist lobilerin etkin çalışmaları sayesinde, İsrail yol haritasında ilerleme fırsatı bulmuş ve bölge ülkelerini içeriden ele geçirme şansını elde ederek , bölücü ve parçalayıcı planları doğrultusunda , Orta Doğu devletlerini yönlendirme işini yol haritasına uygun bir biçimde gerçekleştirmiştir . Merkezi coğrafyanın geleceği ile ilgili Siyonist planının bugüne kadar eksiksiz uygulanması gelecekte de bu plan doğrultusunda projenin tamamlanacağına dair bir görünüm yaratmaktadır . Özellikle dünya ülkelerindeki İsrail lobileri bu doğrultuda kendilerinden yana bir kamuoyu oluşturmaya öncelik verdikleri için , güçlü Siyonist örgütlenmenin sağlayacağı destekleri kullanarak , Siyonizmin yol haritasında İsrail devletinin Büyük İsrail projesi doğrultusunda yeni adımların atacağı görülmektedir . Her türlü olumsuz koşullar ve engellere rağmen iki yüz yıldır dikkatli bir biçimde izlenen ve yönlendirilen yol haritasına yeni gelişmelerle kesinlikle devam edileceği anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda Büyük İsrail planının gerçekleşeceğine dair dünya kamuoyunda karamsar bir beklenti ortamı yaratılmaktadır . Balkanizasyonun merkezi coğrafyaya taşınması demek bölgedeki ulus devletlerin alt kimlikli oluşumlar ile parçalanması anlamına gelmektedir. Böylesine bir durumu Osmanlı sonrası kurulmuş olan ulus devletlerin kabül etmesi mümkün olamayacağı için yeni bir savaş dönemi yaratılarak böyle bir plan doğrultusunda bölge devletlerinin parçalanması amaçlandığı için merkezi alanın geleceğinde gene savaşların zorlama yollar kullanılarak çıkartılacağı görülmektedir . İsrail’in yol haritasının bu nedenle geleceğe dönük bir çok savaş senaryosu ile dolu olduğu anlaşılmaktadır . İsrail önce komşularının ve daha sonrada bölge devletlerinin parçalanarak kent merkezli eyaletlere dönüştürülmesine öncelik vereceği için , saldırgan savaşlarla parçalayarak var olan devlet düzenlerini yok edici bir macera karşısında, ortaya çıkacak bir felaket senaryosuna dünya devletlerinin karşı duracağı görüldüğü için ,İsrail lobileri bir üçüncü dünya savaşı senaryosu ile hedefe ulaşılabileceği düşüncesi ile bir çok ülkenin kamuoyunda savaş kışkırtıcılığı yapmaktadırlar . Bir din devleti olan İsrail din tarihine dayanan senaryolar üzerinden bir üçüncü dünya savaşını günümüz koşullarında gerçekleştirmeye çalışmaktadır . Teknolojinin getirdiği yeni yapılar üzerinden yok edici bir cihan savaşının örgütlenmesine her alanda ortam yaratılmakta ve daha önceki iki büyük dünya savaşının uzantısı olarak üçüncü bir dünya savaşı, Siyonist lobiler aracılığı ile tezgahlanmaya çalışılmaktadır . Ekonomik ve siyasal alanlardaki savaş senaryolarına dinler ve mezhepler üzerinden yeni girişimlerin eklenmesi ile birlikte, merkezi coğrafyanın bütünüyle savaş alanı olacağı görülmektedir .

Günümüzde Büyük Orta Doğu adı verilen Büyük Orta Doğu Projesi aslında bir Amerikan projesi değildir . Bu plan iyi incelendiği zaman özünde Büyük İsrail Projesinin bulunduğu ve bunun ancak Amerikan desteği ile gerçekleşebileceği görüldüğü için böyle bir isim kullanıldığı anlaşılmaktadır . Günümüzün süper gücü olan ABD’nin Siyonizmin hedefleri doğrultusunda kullanılabilmesi için , bugün Büyük İsrail Projesi bir bölgesel oluşum planı olarak gösterilmeye çalışılmaktadır . Siyonist plan bütün dünya ülkelerine yayılmış olan Yahudileri bir ulus devlet olarak Büyük İsrail çatısı altında toplamayı hedef aldığı için, en az on milyonluk bir nüfus toplanması ile imparatorluğun çekirdek merkezi devletinin oluşumu ilk aşamada üniter bir yapıda düşünülmektedir . Bu doğrultuda önce Batı Şeria , Gazze ,Golan ve bütün Filistin alanlarının Kudüse bağlanması gündeme alınmaktadır . İkinci planda ise Lübnan’ın işgali ile Suriye’nin bölünmesi sonrasında Şam merkezli güney Suriye topraklarının da İsrail’e katılması amaçlanmaktadır . Bu aşamada İsrail’in gelecekte kendisinin korunabilmesi için kurulmuş olan iki tampon devleti işgal ederek ortadan kaldırması planlanmaktadır . Suriye’ye karşı tampon devlet olarak kurulan Lübnan’ın işgalinden sonra sıranın Irak’a karşı bir tampon devlet olarak kurulmuş olan Ürdün’ün işgaline geleceği anlaşılmaktadır . Hırıstıyan Araplar için kurulmuş olan Lübnan ile , Orta Doğu Çerkezlerini esas alan bir toplum yapısı ile Ürdün devletinin de işgal edilerek parçalanması sonraki aşamada planlanmakta ve bu küçük ülke nüfusunun yarısına yakınını oluşturan bölgedeki Çerkez ahalinin yeniden Kuzey Kafkasya’ya gönderilerek Rusya’ya karşı bir Müslüman kurtuluş hareketinin Kafkasya bölgesinde örgütlenmesi düşünülmektedir . Ayrıca Filistin’den kovulacak Arapların , beşe bölünecek Suudi Arabistan topraklarının kuzey bölgesinde kurulacak bir yeni Ürdün devletinin çatısı altında var olmalarını sağlayacak planlar da bu aşamada hazırlanmaktadır .Bir taraftan Arabistan topraklarında yeni Ürdün oluşturulurken , diğer yandan Ürdün’ün nüfus yapısı değiştirilmekte ve bu ülkedeki Çerkezler yeniden Kafkasya’ya gönderilirken yurtsuz kalmış olan Filistinlilerin yeni Ürdün devletinin çatısı altında toplanması sağlanarak Filistin bölgesinin bütünüyle İsrail devletine verilmesi düşünülmektedir . Böylece merkezde bir üniter Yahudi devleti federasyonun merkezi alanı olarak kurulurken ,ahali kaydırması yapılarak Çerkezler ve Filistinliler ile Hrıstıyan Araplar için yeni ülkelerin oluşturulması gündeme getirilmektedir .Suriye’nin beşe ya da üçe bölünmesi aşamasında Lübnan’daki Hrıstıyan Araplar için Suriye sahillerinde ayrı bir eyalet yapılanmasının hazırlandığı son gelişmeler ile ortaya çıkmıştır .

Suriye’nin parçalanması sonrasında Lübnan ve Ürdün’ün işgali , Filistinli Müslümanlar’ın yeni Ürdün’e aktarılması ile Hırıstıyan Lübnanlıların Suriye topraklarına sürülmesi birbiri ardı sıra gündeme getirilerek Kudüs merkezli Büyük İsrail’in bir an önce kurulabilmesine çalışılırken , Libya savaşının bütün Kuzey Afrika’ya yayılarak bölge devletlerini parçalaması ile ,Suriye ve Irak üzerinden başlatılacak yeni savaş senaryoları ile ,Türk-İran savaşının da çıkartılmasına çalışılacağı açıkça bu plan dahilinde gündeme geleceği şimdiden belli olmuştur .Bölgeye komşu olan Balkanlar’da, Anadolu ve Kafkasya’da Orta Doğu’daki çatışmaların ve hegemonya saldırılarının yansımaları olabileceği ve bu gibi olaylara Avrupa ülkeleri ya da Çin, Hindistan ve Rusya gibi büyük ülkelerin müdahale edebileceği söz konusu olursa, o zaman bölge devletlerinin saldırı ve işgali ile sürükleneceği sıcak çatışma ortamı daha sonraki aşamada yeni bir üçüncü dünya savaşı oluşumuna yol açabilecektir . Dünyanın gelmiş olduğu yeni dönemde her konunun açıklığa kavuşması doğrultusunda merkezi hegemonyayı ele geçirmeyi hedefleyen Siyonist planın esaslarının da, açıklığa kavuşturularak bölge ülkelerinin geleceği açısından tartışılmasında evrensel barış açısından gerek vardır . Osmanlı İmparatorluğunun tasfiyesi sonrasında bu bölgede kurulmuş olan devletleri yapay oluşumlar olarak gören batılı merkezler, bu devletlerin sınır değişiklikleri ile kolaylıkla ortadan kalkabileceğini dile getirmektedirler .B ölge devletlerini benzin istasyonu olarak gören ve alay eden batılı devletler kendi içlerindeki güçlü İsrail lobilerinin ağırlığı yüzünden Siyonizmin ortaya çıkardığı çöküş ve dağılma senaryolarını ciddi boyutlarda ele alarak tartışamamaktadırlar .İsrail genel bir yol haritası olarak bölge devletleri içindeki güçlü lobilerini yeni dönemde de kullanmanın girişimlerini düzenli olarak sürdürmektedir .

Sovyetler Birliği’ne karşı hür dünyayı temsil ettiğini söyleyen batı devletleri , sosyalist sistemin çöküşünden sonra bölünmüşler ve özellikle İsrail lobilerinin batı ülkelerindeki etkinliklerine kızan bazı batı devletleri ,ABD hegemonyası altında kurulmuş olan Nato savunma örgütünden çıkmayı planlamışlardır . Özellikle Fransa ve Almanya gibi büyük Avrupa devletleri İsrail kontrolü altına girmiş ABD’ye kızdıkları için Nato’dan ayrılarak bir Avrupa ordusu kurabilmenin arayışı içinde olmuşlardır . Rusya ile paslaşan Almanya’nın bu gibi girişimlerinden rahatsız olan ABD , bunun üzerine İsrail’in yardımları ile Orta Doğu’da bir Arap Nato’ su kurabilmenin yollarını aramıştır . İki bin yıllık bir süre içinde iki tek tanrılı din çekişmeleri devam ederken , bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kuruluşuna Hrıstıyan batı devletleri her zaman için karşı çıkmışlar ve bu yüzden İsrail Avrupa kıtası içinde değil ama Orta Doğu’nun Asya topraklarında kurularak devletleşme şansını elde edebilmiştir .ABD’de Siyonizme inanan Evanjelik tarikatının mensupları İsrail macerasının ilerlemesine yardımcı olurken , İslam devletlerin büyük çoğunluğu emperyal bir saldırı ile gelen Siyonist devletin kuruluşuna karşı çıkmışlar ve sonraki aşamada da genişleme amaçlı saldırı savaşlarına karşı her zaman için karşı çıkarak bölge devletinden yana olmuşlardır . Bu yüzden İsrail’in yol haritası ,merkezi alanda her zaman saldırı senaryoları ile birlikte savunma stratejileri ile de uğraşmak olmuştur .

Avrupa ordusuna karşı bir Arap Nato’su peşinde koşan ABD , İsrail’in güvenliği için bölgesel bir savunma örgütünü oluştururken ,İsrail’in komşuları ile barışmasına öncelik verilmiş ve ABD’nin arabuluculuğu ile İsrail ve Arap ülkeleri arasında yakınlaşmalar gündeme gelmiştir . Kuruluşundan sonra yarım yüzyıl bölge devletleri ile savaşmak zorunda kalan İsrail, sonraki aşamada ABD aracılığı ile Nato korumasından yararlanmıştır . Küreselleşme ile birlikte ABD ordusunun bölgeye gelerek sıcak savaşlara yönelmesi İsrail’i Arap ülkeleri ile savaştan kurtarmış ve ABD’nin öncülüğünde batı savunma sistemi Yahudi devletini bölgedeki İslam yoğunluğuna karşı koruma yoluna gitmiştir . Arap milliyetçiliğinin önderi Saddam Hüseyin’in öldürülmesinden sonra ,Arap ülkeleri arasındaki dayanışma ortadan kaldırılmış ve bölge devletlerinin el altından gizli yollar denenerek yakınlaşma içinde olmaları sağlanmıştır . İsrail’in güvenliği için İran’a yönelik saldırılar artırılırken İsrail küçük körfez ülkeleri ile yakınlaşmaya yönlendirilmiş , İran’a karşı bir sünni Arap bloku oluşturulurken küçük devletler sonrasında Suudi Arabistan ve Mısır gibi büyük Arap devletleri de ,ABD baskıları altında İsrail ile açıktan ilişkiler kurarak , Orta Doğu ‘da İsrail lobilerinin istediği gibi Amerika ve Arap dünyası yakınlaşmasını gerçekleştirmeye yönelmişlerdir . Bu arada gene ABD’nin baskıları ile bazı Kosova ve Sırbistan gibi küçük Balkan devletlerinin büyükelçiliklerini Kudüs’e taşıyarak İsrail ile yakınlaşmaya doğru yönlendirildikleri görülmüştür . Kudüs’ün çevre ülkeleri tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması sayesinde ,İsrail’in bölge ülkeleri nezdinde prestijinin artırılmasına ABD yardımcı olmuştur . Orta dünya’da Avrupa ülkelerinin etkin olmaya çalışmasına izin vermek istemeyen Amerika’nın , kendi kontrolü altında bir Arap ordusunun kurulmasına öncelik verdiği ve İsrail devletinin de kendi güvenliği için ABD ile ortak hareket ederek ,yeni dönemde Şii İran ile laik Türkiye’ye karşı Sünni bir Arap blokunun oluşumuna , ABD-İsrail ortaklığı kontrolü altında yönlendirildiği ortaya çıkmıştır .

Küçük İsrail devletinin kuruluşu için iki dünya savaşının çıkartıldığını tarihi gerçekler ortaya koymaktadır .Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin karşı çıkması yüzünden kurulamayan Yahudi devletinin oluşturulması için Siyonist hareketin Nazizimi örgütleyerek, Hitler’in öncülüğünde ikinci dünya savaşını çıkartması sayesinde İsrail’in kurulmasına giden yolun açıldığını tarih kitapları bugüne aktarmaktadır . Şimdi de aynı doğrultuda bir üçüncü dünya savaşının çıkartılmaya çalışıldığı olayların gelişimi ile göze çarpmaktadır . İki dünya savaşı sonrasında kurulabilen Siyonist devletin büyütülebilmesi için şimdi de bir üçüncü dünya savaşının çıkartılması gerektiği öne sürülmekte , böylesine bir savaşın çıkartılabilmesi için İran’a karşı bir mezhep savaşı kışkırtılmakta ama ,Türk-İran işbirliği ile bölgede bir mezhep savaşı çıkartılması önlenmektedir. Yeni dönemde ortaya çıkan Almanya öncülüğünde bir Avrupa ordusu oluşumunun , merkezi alanda etkin olmasının önlenebilmesi doğrultusunda bir Arap Nato’su , Hırıstıyan dünyasına yönelik kışkırtılarak , küçük İsrail’in büyütülmesi doğrultusunda bir Müslüman-Hrıstıyan savaşı tarihten gelen dinler arası çatışma çizgisinde yeniden bugünün dünyasında çıkartılması için her yol denenmektedir . Orta Doğu’daki çekişmelerin bu çizgide yetersiz kalması nedeniyle sıcak çatışma ortamının iki dünya savaşının yaşandığı Balkanlar’da tekrar gündeme getirilmesiyle, İsrail devletini büyütecek bir üçüncü dünya savaşının , savaş lobileri ve silah şirketleri aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışıldığı artık açıkça görülebilmektedir .Savaş lobileri her zaman için barış lobilerine karşı üstünlük sağlamaktadırlar .Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz kaynaklarının bulunduğunun anlaşılmasının bölgedeki jeopolitik dengeleri sarstığı yeni dönemde , bir Doğu Akdeniz devleti olarak İsrail Arap devletlerini yanına çekerek bölgedeki Arap ülkelerini merkezi coğrafya’nın Türk devletleri olarak tanınan , Türkiye ve İran’a karşı savaşa yönlendirmeye çaba göstermesi , yeni dönemde İsrail’in yol haritasını giderek netleştirmiştir . İsrail yakın gelecekte kendisini büyütecek bir üçüncü dünya savaşı çıkartabilmek üzere , Orta Doğu’da bir Arap-Türk savaşını tezgahlamakta ve bu doğrultuda yol haritasını gerçekleştirmek isterken , müttefiki olan Türkiye’yi açıkça karşısına almaktadır . Türkiye’de bu aşamada kendi yol haritasını gerçekçi bir biçimde barıştan yana oluşturmak zorunda kalmaktadır . Doğu Akdeniz ve Orta Doğu topraklarının fazlasıyla petrol ve doğal gaz kaynakları ile dolu bulunması nedeniyle bütün emperyalist devletler ve güçler yeni bir Akdeniz politikası geliştirmeye çalıştıkları yeni aşamada İsrail bölgedeki küçük Arap devletlerini yanına çekerek büyük Arap devletlerine karşı işbirlikçi bir cephe oluşturabilmenin arayışı içine girmiştir . Şii İran’a karşı geliştirilen Sünni bloklaşma projesi bütün bölge ülkeleri tehdit ederken, yıllarca savaştığı Sünni ve Arap kökenli halkları yanına çekerek ve İran’ı açıktan hedef göstererek üçüncü dünya savaşı doğrultusunda yol haritasını yeni bir yörünge üzerine oturtmuştur . Küçük Arap ülkelerinin zenginliğini İsrail kullanmaya başlamakta ve bir byük dünya savaşı planlanırken bu işbirliğini yeni barış projesi olarak kamuoyuna yansıtmaktadır . Böylece kutsal topraklar üzerinde bir büyük savaş barış görünümü altında çıkartılmaya çaba gösterilmektedir .

Türkiye bir bölge ülkesi olarak komşu devletler üzerinden geliştirilecek her türlü savaş senaryosunun tehdidi altında kalmaktadır . Kendini bilen bir devlet olarak Türkiye Cumhuriiyeti binlerce yıllık Türk tarihinin birikiminden gelen akıl gücü ile böylesine tehdit senaryolarına karşı çıkacak ve kendini koruyacak bir güce ve düzeye sahip bulunmaktadır . Bütün dünya ülkelerine yayılmış olan Evanjelik ve Siyonist lobiler savaş çığırtkanlığı yaparlarken , Türkiye’deki benzer lobiler de bu doğrultuda hareket edebilmektedirler . Türkiye yeni dönemde kesinlikle bölgeye saplanıp kalmamalı ve iki yüz ulus devletten oluşan dünya haritası üzerinde bütün , uluslar ve halklar ile işbirliği yaparak her türlü savaş senaryosuna karşı çıkabilmelidir . Türk devleti ile milletinin var olabilmesi ve Atatürk cumhuriyetinin ilelebet payidar kalabilmesi için her türlü provakasyon ve kışkırtma girişimlerine karşı gerekli olan önlemlerin alınması ve her alanda hazırlık çalışmalarının tamamlanması gerekmektedir . Dünya konjonktürü ile birlikte bölgedeki siyasal gelişmeler de birinci ve ikinci dünya savaşı sonrası gündemin etkisi altında bulunduğu için , üçüncü dünya savaşına giden yolda Türkiye komşuları ve akrabası olan ülkeler ile dayanışma içine girerek kendini korumasını iyi bilmelidir . Bugün yaşanmakta olan zaman dilimi içinde dünyada , bölgede ve ülkede yaşanan bütün siyasal gelişmelerin altında bu makalede dile getiren sorun ana mesele olarak vardır . Bu ana meseleyi görmezden gelen ya da bu konu ile ilgili senaryolara bulaşan toplum kesimlerinin, kendi ülkelerinin güvenliğini tehdit altına atabileceğini herkesin öncelikle düşünmesi gerekmektedir . Bütün dünya ülkeleri hiç kimseye düşman olmadan bir araya gelerek, dünya barışını kurtaracak ortak dayanışma ve yeni örgütlenmeleri günümüz koşullarında gerçekleştirebilmelidir . Gerekirse yeni uluslararası örgütlenmelere acilen gidilmelidir . Bu konuda Birleşmiş Milletler örgütünü dünya halkları acilen göreve davet etmelidir . Unutmayalım ki ,sadece İsrail’in değil Türkiye ve bütün dünya devletleri ile milletlerinin eşit koşullarda beka sorunu vardır. Dünyanın beka sorunun tüm insanlık tarafından acilen ele alınarak çözüme kavuşturulması gerekmektedir ,

Unutmayalım , sadece İsrail’in bekası , Türkiye’nin ya da bir başka devletin fedası olamaz .

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : KEMALİZM VE ÇİN


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : KEMALİZM VE ÇİN

Yepyeni bir döneme doğru giderken, başkent Ankara’da yapılan bir sempozyum sırasında söz alan Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ankara büyükelçisi, yeni öğrendiği Kemalizm’i çok beğendiğini ve artık kendisini bir Kemalist olarak tanıtmak istediğini açıkça söylemiştir. Basın mensuplarının soruları üzerine bu açıklamaları yapan Çin Büyükelçisi, bir anlamda Türk kamuoyuna temsilcisi olduğu dünyanın en büyük ülkelerinden birisi adına mesaj vermiştir. Geleceğin süper gücü olacak Çin gibi bir büyük devletin elçisinin yeni bir yıla girerken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun siyasal düşüncelerinden meydana gelen Kemalizm’i çok beğendiğini söylemesi, basın mensupları önünde övmesi ve kamuoyu üzerinden Türk ulusunun ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarih sahnesine çıkışını sağlayan kurucu siyaseti desteklediğini açıklamasının, bugünün koşullarında özel bir yeri ve anlamı bulunmaktadır. Uluslararası konjonktürde yaşanmakta olan büyük değişim süreci göz önüne getirilirse; Çin büyükelçisinin Kemalizm’e sahip çıkar bir çizgide desteklemesi ve kendisini bir Kemalist olarak ilân etmesinin ne anlama geldiği üzerinde durmak gerekmektedir.

Batılı Devletler, Kemalizm’i Dışlama Çabasındalar

İki ülke arasında on bin kilometreden daha fazla bir uzaklık bulunmasına rağmen, Çin gibi bir büyük ülkenin tıpkı ABD gibi uzaklardan gelerek Türkiye ile yakından ilgilenmeğe başlaması ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucu düşünce sistemi olan Kemalizm’e olumlu bir yaklaşım içerisine girmesi Türk ulusu açısından ele alınarak değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Özellikle, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra batılı kapitalist ülkelerin sosyalizm sonrasında bir Kemalizm yıkıcılığına soyunmaları ve bu doğrultuda Kemalist Türkiye’yi yok etmek, ya da kendi çizgilerinde çıkarcı bir yeni düzen dönüşümüne zorlamak gibi olumsuz bir durum, Türklerin aleyhine olarak hızla geliştirilmiştir. Avrupa ve Amerika’nın bütün başkentlerinden yükselen bir ortak ses sürekli olarak Atatürk ve Kemalizm karşıtlığını kamuoyu önünde tırmandırmıştır. Batının küresel sermayesinin denetimi altına giren tüm basın ve yayın organlarında böylesine bir antikemalist gidişin borazanlığını üstlenerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun aleyhinde ciddi bir yayın etkinliğini inatla bugüne kadar sürdürmüşlerdir. Türkleri ve Atatürk’ün cumhuriyetini tarih sahnesinden ve dünya haritasından silene kadar da bu karşıt yayıncılığın sürdürüleceği anlaşılmaktadır. Hemen hemen her gün bir liberal ya da dinci yayın organında Atatürk ile Kemalizm hakkında son derece olumsuz değerlendirmeler ve suçlamalar içeren yazı ve programları günümüzde görmeğe Türkler alıştıkları için, artık kabak tadı veren böylesine bir karalama kampanyasını görmezden gelerek, bu tür gazeteleri almamağa medya kanallarını da izlememeğe başlamışlardır. Böylesine bir ulusal refleks tepkisinin Türk halkının içinden ortaya çıkmasına rağmen batılı emperyalistleri kendi gelecek projeleri doğrultusunda Atatürk ve Kemalizm düşmanlığı stratejilerini sürdürmeğe kararlı görünmektedirler.

Küreselleşmeyi ekonomik sömürü düzeni ile tüm ulus devletlere dayatmağa devam eden ABD’nin bu yoldan geri dönmesi düşünülemeyeceği için, Türk ulus devletinin kurucusu olan Atatürk’e karşı eskiden bu yana gelen ciddi bir Atatürk ve Kemalizm karşıtlığı bugün de devam etmektedir. ABD bu karşıt politikasını sürdürürken, yanı başında güçlü bir ulus devlet görmek istemeyen Avrupa Birliği de gene aynı doğrultuda Atatürk ve Kemalizm karşıtlığında ABD ile yarışa girişmekte ve sürekli olarak Atatürk ya da Kemalizm’i ortadan kaldırmağa dönük kararlar almakta ya da uygulamalarını bu yönde ısrarlı bir biçimde sürdürmektedir. Batı emperyalizminin merkez bölgeye armağanı olan İsrail devleti ise, Büyük İsrail projesine yöneldiği bu aşamada Atatürk’ün ulusal ve laik üniter devletini kendisi açısından önemli bir rakip görerek bunu tasfiye etme doğrultusunda elindeki bütün olanaklarını seferber ettiği anlaşılmaktadır. İki kutuplu dünyanın soğuk savaş günlerinde, Stalin’in toprak talepleri yüzünden kendi güvenliğini batı sistemi içinde aramak zorunda kalan Türk devletinin, yarım yüzyıl sonra bir batı sömürgesi konumuna gelmesi Türk ulusu açısından son derece üzücü bir durumdur. Türk ulusu yıllarca bağımsız yaşamağa alışmış bir toplum olarak bu durumu kabul etmemek için direnişe sürüklenirken, bir de devletin kurucusu olan Atatürk’e ve onun düşünce sistemi olan Kemalizm’e karşı bir batı düşmanlığı ile sürekli olarak mücadele etmek zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya Federasyonunun küreselleşmeye geçerken yıkılmasından sonra batı emperyalizminin Atatürk Cumhuriyetini hedef alarak, dünyanın merkezi coğrafyasında büyük bir özveri ile oluşturulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni de ortadan kaldırmak istemesi üzerine, Türkiye ile batı sistemi arasına bir güvensizlik ortamı girmiş ve bu olumsuz durum, mesafenin giderek açılmasıyla da günümüze kadar çeşitli olayların birbirini izlemesiyle devam ederek gelmiştir.

Batı emperyalizminin liberal sistemi, sosyalist düzeni tasfiye ettikten sonra Kemalizm’i de buna benzeterek ortadan kaldırmak istemesi ve ABD emperyalizminin isteklerini gerçekleştirmek üzere siyasette öne çıkartılmış bir bayan politikacı, okyanus ötesinden gelen baskıların sonucunda Atatürk Cumhuriyetini ortadan kaldıran adımları atarken, cahillikle son sosyalist devleti de ortadan kaldırdığını söyleyebilmiştir. Atatürk’ü iyi tanımayan, Kemalizm’i hiç bilmeyen birisi boğazdaki yalısından siyasal liderliğe taşınırken antisosyalizm alışkanlığı içinde bir de Kemalizm karşıtlığına soyunabilmiştir. Türkiye açısından son derece üzüntü verici böylesine durumlara benzeyen birçok olumsuz olay ya da gelişme, Atlantik Okyanusunun kıyılarından gönderilen politikacılar yüzünden Türk siyasetinde son dönemlerde fazlasıyla etkili olmuştur. ABD ya da Avrupa emperyalizmleri, sadece Atatürk ve Kemalizm karşıtlığının yeterli olmadığı anlaşılınca, bu kez uluslararası burslar sistemi ile kendilerine bağımlı Truva atı konumunda siyasetçileri yetiştirerek, bunların Türkiye’de iktidara gelmelerini sağlamış ve bunları kendi politik projeleri doğrultusunda taşeron olarak kullanarak. Atatürk’ü ve onun Kemalist sistemini zaman içerisinde tasfiye edebilmenin yollarını aramıştır. Halen Türk siyasetinin, bilim ve medya dünyasının içerisinde yer alan büyük bir sayıda Rockafeller, Fullbright ve Eisonhower bursluları Atlantik inisiyatifi doğrultusunda esen rüzgârlara uygun bir biçimde etkinliklerini ve çalışmalarını sürdürmektedirler. Atatürk ve Kemalizm karşıtı batı politikalarında bu düşünce sapması gösteren mandacı ve işbirlikçi okumuş kadroların gerçek Türk aydınlarının önünü keserek, medya ve siyaset dünyasında dışarıdan gelen desteklerle etkinliklerini sürdürdükleri ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk ile onun siyasal düşüncesi olan Kemalizm’i silmek üzere her yolu denedikleri görülmektedir. Liberal batı kapitalizmi, neoliberalizme kayarak yeni bir kapitalist dünya imparatorluğu projesine yöneldiği aşamada, merkezi coğrafyadaki Kemalist devlet modelini ve onun kurucusu Atatürk’ü açıktan hedefe oturtmak durumunda kalmıştır. Liberal batı, kendi emperyalizmine karşı çıkan ve bir ulusal kurtuluş savaşı veren Kemalist rejimi bir türlü kabul etmek istememiştir. Batı ülkelerinin geçtiği aşamalardan geçemeyen Osmanlı imparatorluğu nedeniyle farklı bir uluslararası konjonktürde gündeme gelen Kemalist rejim, batılıların hiç bir zaman anlamak istemedikleri yeni bir siyasal yapılanma olarak emperyalizmin karşısına dünyanın merkezinde dikilmiştir. Dünya kıtalarını kendi sömürgelerine dönüştüren batılı emperyalistler benzer bir durumu Anadolu’da gerçekleştiremeyince, bu kez Atatürk’e ve onun Kemalist cumhuriyetini açıkça karşı olmuşlardır.

Kemalist Türkiye batının emperyalist ordularını ülkeden kovarak bağımsız bir devlet yapısına kavuşunca bu kez, çağdaş uygarlığın batı dünyasında bulunması nedeniyle batılı ülkelere açık bir politika uygulamağa başlamıştır. Batı bloğu Türkiye gibi Müslüman bir halka sahip olan ülkeyi hiç bir zaman kendisine yakın görmediği gibi, Türkiye Cumhuriyetinin de batılı bir devlet olmasını anlayamamıştır. Kemalizm bir düşünce akımı olarak batılı bir ülkeden değil ama batının dışındaki bir ülke olarak Türkiye’den ortaya çıkmış ve tarih sahnesinde etkili olabilmiştir. Batılar kendilerinden çıkmayan hiç bir girişime batılı gözü ile bakmamışlar ve batının dışından gelen tüm akımlara ya da politikalara karşı dışlayıcı ya da yok edici bir tutumu ısrarlı bir biçimde izlemişlerdir. Kemalizm, batının yanı başındaki bir ülkeyi batılı anlamda çağdaş uygarlığın onurlu bir üyesi konumuna getirebilmek üzere yola çıkarken, batıdan esen karşıt rüzgârlara karşı sürekli bir kendini koruma mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Avrupa’nın yarısını beş yüz yıl yönetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi olan bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti her zaman için komşusu olduğu Avrupa’ya yakın olmak için çaba göstermiş, Avrupa’ya kendini kabul ettirebilmek için yarım yüzyıl bekleme odalarında direnerek siyasal mücadele sürdüren Atatürk’ün devleti, Kemalist yapısı ile Avrupa’ya kabul edileceğine aksine dışlanmış ve Avrupa ülkeleriyle beraber Birlik organlarından da sürekli olarak Kemalist Türkiye’nin Avrupa Birliğine üye olamayacağı açıklanmıştır. Kemalizm Türkiye’nin çağdaşlaşabilmesi için sürekli olarak Avrupa kökenli batı uygarlığına erişebilmenin mücadelesi içinde olmuş ama Avrupa kıtası sürekli olarak Türkiye’yi anlamazdan gelerek bu durumu görmek istememiştir. Atatürk devrimleri Türkiye’nin batılı bir ülke olması için art arda yapılırken, batılı ülkeler bu özverili çabayı küçümseyerek, Türkiye’nin Kemalist kimliğini tasfiye edecek girişimleri desteklemişlerdir.

Kemalizm kısaca tanımlanmak istenirse, ilk kez batının dışında bir ülkenin batılı bir ülke konumuna gelerek çağdaş uygarlık düzeyini yakalama çabası olarak tanımlanabilir. Avrupa’nın yanı başındaki konumu ile Türkiye, haritada Avrupa’ya çok yakın durmasına rağmen, batılı ülkelerin araya koydukları mesafeler ve engeller yüzünden bir türlü Avrupa Birliği ile bütünleşememiş ve artık kesin olarak Avrupa kıtasından dışlanmıştır. Böylesine olumsuz bir aşamaya gelinmesinde sorumluluğu olan batılı ülkeler, Türkiye’yi dışlayıcı tutumlarını daha da keskin bir biçimde sürdürerek Atatürk’ün ülkesinin üzerine gelmişlerdir. Türkiye, Avrupa’ya girememiştir ama Avrupa Türkiye’nin içine girerek her alanda at koşturma hakkını elde etmiştir. Her gün yeni bir alışveriş merkezi açılırken Türkiye biraz daha Avrupa pazarı olmakta ama Türk işçileri ya da vatandaşları Avrupa ülkelerine giderek çalışma hakkını elde edememektedirler. Böylesine tek yanlı bir tutumu yanı başındaki Türkiye’ye karşı kararlı bir biçimde uygulayan Avrupa Mustafa Kemal’in ülkesini kararlı bir biçimde Kemalist rejimden uzaklaştırmağa çaba gösteren bir politikayı sonuna kadar izlemekte kararlı görünmektedir. Avrupa yönetim organlarından her gün Atatürk aleyhine çıkan karalar ya da açıklamalar bu durumun en açık göstergesi olarak kamuoyuna sürekli olarak yansımaktadır. Kemalizm Türkiye’yi Avrupa’ya taşımayı hedeflerken, Avrupa’nın böylesine bir girişime karşı çıkması ve Türkiye’yi kıtanın dışında tutacak bir biçimde Kemalizm’i ortadan kaldırmak istemesi Atatürk’ün Cumhuriyetini yeni bir dönemeç noktasına getirmiştir.

ABD ya da İsrail açısından Türkiye’ye bakıldığı zaman tıpkı Avrupa’nın tutumuna benzer bir yaklaşım öne çıkmaktadır. Avrupa Türkiye’yi doğu bölgesi, Asya ve İslam dünyası ile arasında bir geçiş noktası ya da tampon ülke olacak doğrultuda köprü olarak tutmağa çaba gösterirken, ABD’de Türkiye’yi Avrasya’ya giriş kapısı ya da merkezi coğrafyaya dönük bir askeri üs olarak görmektedir. İsrail ise İslam dünyasının ortasında bir Yahudi devleti olarak kurulurken, Türkiye’yi şemsiye olarak kullanmış ama şimdi Büyük İsrail aşamasına geçerken tüm İslam coğrafyasına egemen olabilecek bir model olan ılımlı İslam uygulamasına dönük bir laboratuar ülke konumunda yeniden kullanabilmenin çabası içine girmektedir. Böyle bir durumda, Türkiye’nin batılı müttefiklerinin hiç birisi Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin bir merkezi devlet olarak Kemalist yapılanmasını kabul etmemekte ve bu devlet modelini ortadan kaldıracak girişimleri birbiri ardı sıra dıştan dayatarak zorlamaktadır. Türkiye’nin batı uygarlığına yönelmesi için ortaya çıkmış olan Kemalizm’in bizzat batı tarafından dışlanması, Türkiye Cumhuriyetini yok olma tehlikesi ile karşı karşıya getirmiştir. Eskiden güvendiği dağlara kar yağan Türkiye dünyanın ortasında yalnız kalmış, yeni dönemin emperyalist politikalarının hedefi olarak her geçen gün daha da ağırlaşan bir dönüşüme zorlanırken, iç ve dış gerginlikler ile daha fazla karşılaşmıştır. Batıdan gelen küresel demokrasi rüzgârları Türk cumhuriyetini tasfiye ederken, insan hakları görünümündeki etnik ırkçılık da Türk ulusunun tarih sahnesinden silinmesi gibi bir riski öne çıkarmıştır. Atatürk’ü bir türlü anlamak istemeyen batılı emperyalistler onun Türk ulusuna bir miras olarak bıraktığı Kemalizm’i ortadan kaldıracak her türlü girişimi demokrasi, insan hakları ya da küreselleşme gibi karşı çıkılamayacak kavramlar üzerinden Türkiye’ye zorla dayatmışlardır.

Çin, Kemalizm’e Yaklaştıkça Güçlenecektir

Küresel sermayenin güdümündeki medya üzerinden sürdürülen saldırılar nedeniyle bir türlü Kemalizm’i batılılara kabul ettiremeyen Türkiye, yenidünya düzeninde yalnızlığa mahkûm edilirken, batının dışında kalan ülkeler ile beraber aynı kaderi paylaşmağa başlamıştır. Batı bloğunun dışında kalan doğu ve güney ülkeleri sürekli olarak batının küresel emperyalizmi ile boğuşmak zorunda kaldıkları için, emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşı vererek bağımsız bir devlet kurmuş olan Atatürk’ün ülkesini yakından izlemeğe ve anlamağa başlamışlardır. İşte Çin büyükelçisinin tam bu aşamada Kemalizm’i çok beğendiğini söylemesi ve kendisini doğu bölgesinin en büyük temsilcisi bir ülkenin temsilcisi olarak Kemalist ilân etmesinin anlamı büyük olmaktadır. Yıllarca bir sömürge olarak batı emperyalizminin sömürdüğü Çin’in yirmibirinci yüzyılda bir büyük ülke ve kutup merkezi olarak öne çıkmasının arkasında batı emperyalizmine karşı bir direniş olduğu görülmektedir. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra geçen yirmi yıllık zaman dilimi içerisinde dünyaya kendisini tek kutup merkezi olarak kabül ettiremeyen Amerika Birleşik Devletlerinin karşısına Çin Halk Cumhuriyeti, bir karşı güç ve yeni bir süper devlet olarak ortaya çıkmaktadır. Batı emperyalizminin yüzlerce yıl sömürdüğü Çin’in bugün dünyanın yeni en büyük ülkesi olarak öne çıkması, küresel alanda bütün dengelerin bozduğu gibi daha farklı bir yenidünya düzenini de gündeme getirmektedir. Atatürk’ün söylediği gibi, güneşin doğudan doğduğu gibi, Çin mazlum ulusların içinden çıkarak, yeni dönemde eskiden batının sömürgesi konumunda olan doğu dünyasının temsilcisi olarak uyanmakta ve giderek büyüyen bir dev ülke olarak dünyanın kaderinde etkin olmaktadır. Yüzyıllarca bütün dünya ülkelerini sömürge olarak kullanan batılıların artık eskisi gibi emperyal politikalarına devam edemeyecekleri yeni bir döneme doğru gidilmektedir. Çin bu aşamada giderek büyüyen ekonomisi ile ABD’ye meydan okuyacak bir konuma gelmekte, bir doğulu ülke olarak da batılıların sömürgeci emperyalizmine karşı çıkmaktadır. Beş yıl içerisinde dünyanın en büyük ekonomik gücünün Çin olacağını bütün uluslararası kuruluşlar belirtmekte ve yenidünya düzeni kurulurken, Çin’in bir numaralı ülke olarak öne çıkacağı bir yapılanma yavaş yavaş dikkate alınmaktadır. Çin geleceğin büyük devi olarak hem batılı emperyalistlere karşı çıkmakta hem de yeni bir dünya düzeninin Çin merkezli oluşumu için bütün dünya ülkeleriyle çok yakın ekonomik ilişkilere girmektedir. Ucuz Çin malları Türkiye ile beraber tüm dünya piyasalarını giderek işgal etmekte ve bu yüzden ABD ekonomisi bile Çin’in izleyeceği politikalara bağımlı hale gelmektedir.

Günümüzde iki ayrı Çin yapılanması Çin devletinin çatısı altında bir arada yürütülmektedir. Bir tarafta eski sosyalist Çin devleti Pekin merkezli olarak varlığını sürdürürken, diğer yandan da Şangay merkezli bir yeni kapitalist Çin doğmaktadır. Tıpkı ABD’de olduğu gibi Washington’un yerini Pekin alırken, New York’un yerini de Şangay almaktadır. Batılı kapitalist sisteme karşı Asya ülkelerinin Çin’in öncülüğünde bir araya gelmesiyle oluşan Şangay örgütü her geçen gün gelişmekte ve tüm Asya kıtasını kapsayacak bir doğrultuda etkili olmaktadır. Hong-Kong gibi bir kapitalist devletin İngiltere tarafından Çin’e terk edilmesiyle başlayan yeni dönemde Çin, eski sosyalist devlet modelini korurken, diğer yandan da Şangay merkezli olarak sahil kentleri üzerinden deniz taşımacılığı ile dünya piyasalarına açılmaktadır. Rusya ile ABD’ye karşı başlatılmış olan yakın işbirliği giderek Şangay örgütü üzerinden bir büyük Asya birliğine doğru gitmekte ve iki büyük süper gücün dayanışmasıyla Asya kıtasının denetimi gene kıta güçleri üzerinde kalmaktadır. Bu nedenle kıtadan dışlanan ABD, Afganistan savaşı üzerinden kıtadaki varlığını korumağa çalışmakta ve bu aşamada Türkiye üzerinden Avrasya’nın Türk ülkelerini Çin, Rusya ve Hindistan gibi Asyalı devlere karşı kullanmağa dönük politikaları zorlamaktadır. Türkiye’nin ABD tarafından bir Truva atı olarak Türk ülkeleri üzerinden Avrasya bölgesine bir Truva atı olarak sürülmek istenmesi, gelecekte Çin’in önünü kesmek üzere bir Türk Birliğini Çin’in karşısına çıkarmaktadır. ABD bu durumu bilinçli olarak hazırlarken, Türkiye’yi bir askeri güç olarak Avrasya bölgesine sürerek, Afganistan üzerinden Çin’in önünü kesmeğe çalışmaktadır. Bu aşamada, yurtta ve dünyada barışı savunan bir Atatürk’ün antiemperyalist batı karşıtı savaşımının Çin açısından anlamı öne geçmektedir. Yüzyıllarca bir emperyalist saldırganlığı dünyanın merkezinde sürekli savaşarak sürdüren Osmanlı İmparatorluğuna karşı, Atatürk Türkiye’si antiemperyalist bir kurtuluş savaşı vererek barışçı bir politikayı merkezi coğrafyada batının saldırgan devletlerine karşı savunmuştur. Batı emperyalizmine karşı çıkmak ve buna karşı savaşarak bağımsızlığını elde etmek, bu doğrultuda direnişi sürdürerek batılı ülkelerin doğu bölgelerine gelmelerini önleme noktalarında Çin Halk Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti benzer politikaları izlemişlerdir. Atatürk’ün tam bağımsız bir ulus devlet kurabilmek için batının Hıristiyan emperyalistlerine karşı verdiği ilk kurtuluş savaşı, tüm mazlum uluslar için olduğu kadar Çin için de bir öncü savaş olarak tarihteki yerini almış ve Çin’in bağımsızlığa kavuşması aşamasında bu büyük ülkeye yön göstermiştir. Çin Atatürk sonrası dönemde, Türk devletinin kurucusunu örnek alarak hareket etmiş ve tarihin ilk antiemperyalist savaşı olan Türk ulusal kurtuluşunu Çin okullarında derslerde yeni yetişen kuşaklara bir örnek olay ve öncü savaş olarak öğretmiştir. Bugünün Çin’in de orta öğretim kurumlarında okutulan tarih kitaplarında Atatürk ve Kemalizm ders olarak öğretilmekte ve antiemperyalist Türk bağımsızlık savaşı ulusal tam bağımsızlıkçı bir devlet yapılanması açısından tarihsel bir örnek olarak Çin’in yeni kuşaklarına aktarılmaktadır. Sömürgelikten uzun bir mücadele ile kurtulan Çin Halk Cumhuriyeti, doğu dünyasının en büyük gücü olarak dünya sahnesinde bir numaralı süper güç konumuna gelirken, Atatürk ve Kemalizm Çin eğitiminde yer almakta ve yol göstermektedir. Çinliler gelecekte bütün dünyaya yayılırken ve Çin merkezli bir dünya düzeni için çalışırken, Atatürk’ten gelen antiemperyalist tutumu bilinçli olarak izlemek durumunda olacaklardır. Batılı güçleri devre dışı bırakacak bir Çin gücü, diğer doğulu ve güneyli mazlum uluslar ve devletler ile bir araya gelerek dayanışmacı bir yeni tür küreselleşmeyi, batının emperyal amaçlı dayattığı kapitalist küreselleşmeye karşı harekete geçirecektir. Atatürk’ün dile getirdiği doğunun mazlum uluslarının batılı emperyal saldırganlığa karşı bir araya gelmesi ve birlikte mücadele etmesi düşüncesi böylece gerçekleşme yoluna girecektir.

Batının değerini bilemediği Kemalizm’e Çin’in sahip çıkması, bu doğrultuda Çin büyükelçisinin Türkiye’yi anlamağa çalışması ve Atatürk’e hak vermesi, günümüz Türkiye’si açısından son derece büyük bir önem taşımaktadır. Kemalist kimliği ile batı tarafından dışlanan, Avrupa tarafından içine alınmayan, ABD tarafından İslam dünyasını ele geçirmek için kullanılmak istenen ve İsrail tarafından bir bölgesel yeni düzen oluşturulabilmesi için parçalanmağa çalışılan Türkiye’yi içine sürüklenmiş olduğu yalnızlık ortamında Çin’in anlamağa çalışması, büyükelçi tarafından Atatürk’ün büyüklüğünün vurgulanmasıyla Kemalizm’in doğruluğu ve haklılığının anlaşılarak desteklenmesi, ister istemez Kemalist Türkiye’yi fazlasıyla doğuya doğru yönlendirmekte ve Çin ile yakınlaştırmaktadır. Tam bu aşamada batılı emperyalistlerin Uygur bölgesinde kışkırtmalar düzenleyerek Çin devleti ile Uygur Türklerini karşı karşıya getirmesi gibi bir büyük provokasyon bile bu durumu önleyememiştir. Batıdan dışlanan ve batı emperyalizminin çıkarları için komşuları üzerinden bir doğu savaşına sürüklenmek istenen Türkiye’nin, Çin ile karşı karşıya gelerek savaşmasının Türkiye kadar Türk dünyasının çıkarları açısından doğru bir gelişme olmayacağını hem Türk hem de Çin kamuoylularının görmesi gerekmektedir. İsrail ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir İran savaşına sürüklenmek istenen Türkiye’nin İran’ın arkasında destek olan rusya ve Çin ile de karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz bir durumdur. Bu nedenle, batıdan dışlanan Türkiye Kemalist kimliği ile Çin ile yeni bir diyalog sürecine girerken, kesinlikle her türlü savaş oyunu ve senaryolarından uzak durmak zorundadır. Çin devleti, büyükelçisinin ağzından Türkiye’nin kurucusu olan Atatürk’e karşı saygılı bir tavırı Türk kamuoyuna yansıtmış, Türkiye Cumhuriyetinin Kemalist kimliğini de antiemperyalist ve barışçı bir tutumu sergilediği için destekleyen bir yaklaşımı sergilemiştir.

Batı merkezli olarak dünyaya bakıldığında bir doğu devleti gibi görünen Türkiye’nin Kemalist devlet modeli aslında Avrupa ya da batı tipi bir devlet olmanın ötesinde daha çık Asya tipi bir devlet modeline benzemektedir. İkinci dünya savaşı sonrasında gündeme gelen soğuk savaş yıllarında fazlasıyla tartışılan Asya tipi üretim tarzı ve doğu devleti sorunu açısından Atatürk Cumhuriyeti ve Kemalist devlet modeli fazlasıyla tartışıma konusu olmuş ve bu doğrultuda epeyce eleştiri getirilmiştir. Ne var ki, Kemalist modeli ile bir türlü batı dünyası içerisinde eşit koşullarda bir üye devlet olarak yer alamayan Türkiye Cumhuriyeti, zaman içerisinde yavaş yavaş Asyalı köklerine doğru bir dönüşe geçmiştir. Dünya haritalarında ve Atlaslarda, Asya minör olarak yer alan Anadolu yarımadası aslında tarihsel kökleri açısından tam bir küçük Asya’dır. Avrupa Birliği sürecinde ve soğuk savaş yıllarında İsrail ve ABD’nin çıkarları yüzünden açıkça söylenemeyen bu durum günümüzde yaşanan olayların ortaya çıkardığı sonuçlar açısından artık inkâr edilemez bir açıklığa kavuşmuştur. ABD ve İsrail ikilisi Türkiye’yi Avrupa’ya kaptırmamak üzere İslam dünyasına yönelik bir hegemonya planında ılımlı İslam yapılanmasıyla kullanmağa çalışırken, Türkiye’nin Asyalı kökenini ve Türk devletleriyle yakınlaşmasını görmezden gelmeğe çalışmıştır. Beş yıllık bir zorlamadan sonra iflas eden ılımlı İslam projesinden sonra, Türkiye hızla Asyalı kökenlerine doğru sürüklenmeğe başlamış ve bu aşamadan sonra da Sovyet hinterlandında yer alan Türk dünyası ile yakınlaşma girişimleri en üst noktaya gelmiştir. Dünya konjonktüründeki bu yeni gelişme batılı ülkelerde Türkiye’nin ekseninin kayması gibi gösterilmeğe çalışılmış, ama yüzyıldır Türkiye Cumhuriyetinin batı dünyasından ısrarlı bir biçimde dışlanması üzerinde hiç durulmamıştır. Dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin batıdan dışlanmasıyla kendisine doğu, güney ve kuzey hatları üzerinde yeni müttefikler arayacağı gibi bir alternatifin görülmek istenmemesi, böylesine bir şaşkınlık durumunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Türk devleti de tıpkı diğer devletler gibi sahip olduğu jeopolitik konumunu siyasal bir bilinçle kullanarak, batıdan dışlanmasının alternatiflerini aramağa yöneleceğinin önceden hesaplanması gerekmekteydi. Kemalist kimliği ile batıdan dışlanan Türkiye, kimliğini koruyarak Asya bölgesindeki yeni yerini alabilmektedir.

Sonuç

Liberal kapitalist yoldan bugünkü durumlarına gelen batılı ülkeler açısından Kemalizm belki bir anlam ifade etmemektedir. Batılı ülkelerin Kemalist olmaları mümkün değildir ama Türkiye gibi batı emperyalizmine karşı savaşan diğer doğu ve güney devletlerinin Kemalist olmaları mümkündür. Bu nedenle, Çin Kemalizm’i kendisine daha yakın görmekte ve büyükelçisinin ağzından bu mesaj Türk kamuoyuna iletilmektedir. Batı ile savaşarak dünya sahnesine çıkan Kemalist Türkiye’nin devlet modeli, Türk ülkeleri, İslam devletleri ve diğer Asya ülkeleri açısından örnek alınacak bir devlet yapılanmasıdır. Atatürk’ün zamanında yapmış olduğu girişimlerin benzeri var olma mücadelesini tüm doğu ülkeleri batı emperyalizmine karşı yürütmektedir. Bir anlamda onlarda tam bir Kemalist var olma mücadelesinin izleyicisi durumundadırlar. Mustafa kemal Atatürk kurmuş olduğu çağdaş cumhuriyet ve halk egemenliği modeliyle ve ulusal ve üniter devlet yapılanmasıyla doğunun bütün mazlum uluslarına olumlu bir örnek oluşturarak önderlik yapmıştır. Nehru, Tito ve Sukarno gibi ulusal önderler Atatürk’ün izinden giderek bağımsızlıkçı bir üçüncü dünya hareketini dünya sahnesine taşımağa çalışmışlardır. Kemalizm batı emperyalizmine olduğu kadar Sovyet yayılmacılığına da karşı çıkmış ve böylece üçüncü dünyacı bir doğu hareketinin gündeme gelmesini sağlayan antiemperyalist bir yönelişin önünü açmıştır. Sovyet sisteminin dağılmasından sonra öne çıkan Çin üçüncü dünyacı doğu hareketinin öncüsü konumuna gelmiş ve bu çizginin ilk önderi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün çizgisinde batı hegemonyasına karşı tam bağımsızlığın bayrağını taşımağa başlamıştır. Dünyanın en büyük ekonomik gücü konumuna gelmekte olan Çin’in önderliğinde yeni bir dünya düzeni kurulurken, Atatürk’ten miras kalan Kemalizm, bütün dünya halklarına ve ulus devletlerine barış içerisinde eşitlikçi ve dayanışmacı bir alternatif yenidünya düzeninin yolunu aydınlatmaktadır. Çin büyükelçisinin Kemalizm’e sahip çıkmasının arkasında böylesine bir tarihsel neden yatmaktadır. Çinlilerin gördüğü bu gerçeği Türk ulusunun tüm fertlerinin artık farkında olması gerekmektedir. Aksi takdirde, batılı emperyal devletlerin siyasal oyunlarına alet olmaktan Türkiye bir türlü kurtulamayacaktır. Atatürk’ün uyguladığı karma ekonomi modeli ile ABD’nin tekelci şirketlere teslim olmuş kapitalist ekonomisini geride bırakan Çin deneyinin başarısı, Kemalist çizgide bütün dünya ülkelerine yön göstermektedir. Çin’in güçlenmesiyle ve dünya sahnesinde öne geçmesiyle, Kemalizm daha çok konuşulmağa ve tartışılmağa başlanacak ve Atatürk’ün deneyimleri ile modeli tüm doğu ve güney ülkeleri için yol gösterici olacaktır. Batının dışladığı Kemalizm’e Çin’in öncülüğünde doğu ulusları ve devletleri sahip çıkacak ve böylece Türkiye cumhuriyeti de Kemalist modeli ile yirmi birinci yüzyılda yoluna daha kolay devam edebilecektir. Atatürk’ün, yurtta ve dünyada barış ilkesiyle Türkiye hem komşularıyla hem de Asya’nın doğulu ülkeleriyle işbirliği içerisinde daha güvenlikli bir ortama sahip olabilecektir. Yeni süper güç olarak Çin’in bu durumun farkına varması ve böylesine bir dayanışma düzeni için harekete geçmesi dünya barışı açısından olumlu katkılar sağlayacaktır. Yeni bir dünya düzenine geçilirken Çin’in önderliğinde bir doğu yapılanması dünya dengelerinin kurulması açısından öne çıkmakta ve Türkiye’nin Kemalizm uygulaması Çin ile birlikte tüm doğu ülkelerine yol göstermektedir . Çin’in yeni süper güç olarak dünyayı yönlendirme şansını elde etmesi , Çin’in Türkiye’deki Kemalizm deneyini dünya gündemine taşımasına giden yolu da açmaktadır . Kemalizm’in antiemperyalist ve laik ulus devlet modeli , sömürgeci batı modeline karşı Çin’in önderliğinde dünya ulusları için bir alternatif yol olarak öne çıkacaktır .

AKDENİZ BÖLGESİ DOSYASI /// Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu : Sorun Zincirinin Kritik Halkası Akdeniz ve Tükiye’nin Durumu


Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu : Sorun Zincirinin Kritik Halkası Akdeniz ve Türkiye’nin Durumu

16 Eylül 2020

Bugünlerde gerek Libya ve Suriye, gerekse Türkiye’nin Akdeniz’de geçen yılın son iki ayında ilan edip onadığı Libya-Türkiye Deniz Sınır Anlaşması ve doğal gaz aramaları yine çok taraflı müzakerelerin gündeminde.

Tarafların geçici veya kalıcı uzlaşma zeminlerinde buluşması, ortak bir strateji arayışına girmeleri, sıcak çatışmaların önüne geçmek için zaruri. Müzakere masalarına oturmadan önce, art niyet ve ön koşullardan vazgeçilmesi, karşılıklı sorun ve sıkıntıların ortaya konması, güven tazeleyici jestlerin teatisi ve tarafların birbirine eşit, dengeli ve makul zaman tanıması gerekli.

Doğu Akdeniz’de barışçıl çözüm odaklı bir yaklaşım geliştirilebilmesi için, önce sorunların kökenindeki gerçek amaçları saptamak, niyetleri okumak önemli. Türkiye ve Yunanistan; Türkiye ve Mısır; Türkiye ve İsrail arasındaki sorunlar sadece bir enerji kaynakları paylaşımı, deniz sınırları ve alanları rekabeti sorunu mu? Yoksa özellikle Yunanistan, Kıbrıs ve Türkiye açısından hem salgınla mücadelede, hem de ulusal ekonomi yönetimindeki beceriksizlikleri örtbas etmek için, bölgesel çatışmaları fitilleyerek ulusal kamuoylarını oyalama taktiği mi? Sorunlara karşı siyasilerin takındıkları ideolojik yaklaşım farklarının pragmatik amacında bu art niyetler görülürse, uzlaşmalar daha kolay sağlanır mı? Bu soruların hepsini ve aynı anda cevaplamak zor. Ama bildiğim bir şey varsa, o da hiç kimseye faydası olmayacak çatışmaların önüne geçilebilmesi için tarafsız bir mekanizma oluşturulması için geç kalınmamalı.

Eski Defterleri Yoklamanın da bir Mantığı Olmalı

Daha somut olmak gerekirse, çıkan, çıkarılan ve üzerine körükle gidilen yangınların ne kadarı çözümü zor topografik gerçeklere dayanmakta? Neden geçen yüzyılın anlaşmalarla sonlandırdığı düşünülen tarihi hesaplar, yeniden, siyasilere günlük malzeme oluyor? Ama bu sorunların ne kadarının kişisel kaprislerle, insanları ulusal hedefler etrafında saf tutmaya, muhalif düşünce ve açıklamaların önünü kesmeye, basit akıl yürütmeyi bile vatan haini ilan etmeye yönelik olduğunu ayırt etmek gerekli. Tabii en önemlisi siyasilerin iktidarlarını pekiştirmek için uzak veya yakın cephelerde çatışma çıkarmayı ve hatta bunları bahane göstererek seçim ertelemek, ömür boyu iktidarını ilan etmek girişimlerde bulunup bulunmayacaklarını düşünmek gerek. Ülkenin askeri ve sivil kaynaklarını, tam da küresel bir mali krizin, bölgesel,ulusal iktisadi, siyasi ve toplumsal inişin keskin yamacında, uzak cephelere tahsis etmenin amacı,orta veya uzun vadeli ali çıkarlar söz konusu olsa, bunun bir akil değerlendirmenin ve stratejik öngörünün ürünü olması gerekir.

Eğer, böyle bir öngörü olsaydı, Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları (DYA) ile ilgili sınır belirlemek için hiç on beş-on altı yıl beklenir miydi? Yoksa 2010 öncesinde, Suriye ile ilişkiler ortak bakanlar kurulu toplantısı yapacak kadar içli dışlı, Beşar Esat’a “kardeşim” diyecek kadar içten ve sıcakken, Suriye ve hatta Lübnan ile DYA anlaşmaları kotarılmaz mıydı?

Türkiye’ye karşı hiçbir vefa borcu hesabı gütmeyen ve hatta imparatorluğun Filistin cephesi yenilgisinde amil rol oynayan Filistin’in haklarını savunacağım diye, 2010 da Mavi Marmara harekâtı ile İsrail-Türkiye ilişkileri bam teli gibi gerilecek yerde, o ülke ile işbirliği yapmak mümkün değil miydi? Yoksa İsrail’i önce Kıbrıs, Mısır ve Yunanistan’ın, sonra da İran tehdidini bertaraf etsin diye Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin(BAE) kucağına atmak başka bir hesap mıydı?

Sudan’da El Beşir’i, Venezuela’da Maduro’yu desteklemekte ve Mali’ye darbe sonrasında heyet göndermekte beis görmezken, El Sisi’ye diktatör diye saldırmak yerine, Mısır ile işbirliği yapmanın ulusal menfaatlere katkısı daha fazla olmaz mıydı? Hem Mısır, hem İsrail ile 2010 öncesinde DYA anlaşmaları imzalanabilseydi, şimdi Türkiye daha mı güçlü olurdu?

Çözüme Odaklanmak için

Şimdi Fransa, İspanya, Yunanistan, Kıbrıs, Malta ve Portekiz Türkiye’ye karşı, geçen haftadan (9 Eylül 2020) beri saf tutmakta. Hal böyleyken Akdeniz’de tamamen yalnızlığın pençesinde kıvranmamak, sadece Rusya ve AB den kavga ile ayrılan İngiltere’den medet ummanın muhtemel maliyetlerinden kaçınmak için bir an önce Türkiye’nin ve Akdeniz’deki muhalif ve muhatapları ile atacağı adımlar olmalı. Çözüm önerileri yuvarlak masa toplantılarında sarahaten konuşulmalı ve ortak çıkar paydalarına odaklanılmalı. Tabii bunun için başta Yunanistan olmak üzere tüm Doğu Akdeniz kıyıdaş ülkelerinin de olumlu adımlar atması önemli. Bunlar:

Yunanistan Açısından: Yakın bir tarihe kadar Yunanistan ile Türkiye arasında Doğu Akdeniz’de doğrudan bir anlaşmazlığın olmadığını hatırlamalı (Girit güneyindeki Gavdos Adası hariç ki 1997 yılında kesin bir çözüme erişilmişti). Bu konuda Yunanistan kendi hesabına neden şimdi Türkiye ile doğrudan çatışma isteğine kapılmıştır?Bence bunu sorgulamalı. Ayrıca hem Türkiye, hem de Yunanistan 1999 depremi sonrasında ulaştıkları dostluk ve dayanışmayı hiç unutmamalı ve bu Papandreou-İsmail Cem mirasını gözleri gibi korumalı.

Geçen ay Yunanistan ile Mısır arasında imzalanan DYA belirleme anlaşması, Türkiye ile müzakerelerin sağlıklı başlayabilmesi için dondurulmalı. Buna karşılık Türkiye’nin Kasım 2019 da Trablus hükumeti ile imzaladığı, fiili önemi meşkûk DYA anlaşması da en geniş sınırı gösterecek şekilde, referans olarak alınmalı. Bu müzakerelerde dış sınır olarak kabul edilmeli ve etrafında uzlaşma alanları saptanmalı (nitekim Türkiye sismik araştırma gemisini belirlenmiş sınırın yaklaşık 300-340 km doğusuna göndererek kendisine göre bir iç sınır tespitinde bulunmuştur).

Tüm Doğu Akdeniz Kıyıdaş Ülkeleri Açısından: Tüm Doğu Akdeniz kıyıdaş ülkeleri ortak bir amaç saptamalı. Bunun için hepsine eşitlik, adalet ve nispi denge ilkeleri gözetilereken ortak çıkarı sağlayacak işbirliği alanları düşünülmeli. Hepsi için aynı kurallar geçerli olmalı.

Doğal gaz ve petrol aramaları pahalı ve zaman isteyen projeler olduğu cihetle aslında ulusal kaynakların israf edilmeden kullanılabilmesi için teknik, mali ve lojistik işbirliği açısından gayet uygun projelerin bulunabileceği açıkken çatışma psikolojisinden çıkılmalı.

Devletle rarasında 740-750 km den az kıyı mesafesi olduğunda(ve adalar dolayısı ile çakışma alanları varsa) deniz sınırlarının müzakere ile ve hakkaniyete dayanarak belirlenmesi esası makul ve kabul görmüş bir kural olarak yeniden hatırlanmalı. Bu nedenle, ince ayarın ikili görüşmelerle yapılması ve çok taraflı müzakerelere bu ayar ile gidilmesi iyi olur.

Çok taraflı görüşmelerde şahsen AB, ABD, Fransa, Rusya veya hatta Almanya’nın arabulucu olmasından, farklı nedenlerle bir fayda ummuyorum. Bu ülkeler sadece yaraya tuz basıp, koşulları kendi lehlerine yontmaya çalışacak özellikte ve her koşulda bölgesel çatışmalardan nemalanan ülkeler. Bu nedenle, eğer önümüzdeki haftalardaki ikili görüşmeler, yakın bir tarihte çok taraflı ve teknik görüşmelere imkân hazırlarsa, bunlara Japonya veya Güney Kore gibi bölge dışı ülkelerin yön vermesinin tarafsızlık açısından fayda sağlayacağını düşünmek iyi bir fikir olabilir.

Mısır Libya için oyun değiştirici ve Libya’nın iki tarafını barıştırıcı bir ülke rolü oynayabilir. Dolayısı ile El Sisi’nin tarihin bu dönemecinde, Mısır’ın Libya ile olan eski hesaplarını bir kenara bırakarak, Haftar ve Sarraj’ı uzlaştırmayı hedeflemesi, bunun için Tobruk temsilciler meclisi başkanı Akila Saleh’ten destek alması ve ateşkesin devamını güvenceye alması iyi olur.

Türkiye Açısından: Türkiye’nin Mısır ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi, kendisine önemli bir açılım sağlayacaktır.Akdeniz yalnızlığını hafifletecektir. Bu bağlamda, Türkiye “inatla murat olmaz”atasözünün değerini hatırlamak zorunda. Ama bunun için de Türkiye mutlaka Doğu Akdeniz Gaz Forumu’na(East Med Gas Forum) a katılmaya davet edilmeli. Bu daveti İsrail’in yapmasının uygun olduğu düşüncesindeyim.

Yeni bir İsrail-Türkiye yakınlaşması Doğu Akdeniz’de oyunun yönünü çatışmadan barışa doğru çevirebilir. Buna BAE’nin İsrail ile imzaladığı anlaşmanın da bir engel olduğunu sanmıyorum. Eğer istek ve kararlılık varsa, yolu da bulunur.

Aynı şekilde Türkiye, Mısır ile uzlaşmanın ve bu ülke ile ortak deniz çıkarlarının belirlenmesi için bir yol arayışı içine girmeli. Kişiselleşmiş siyasi güç rekabeti ile tırmandırılan güvensizlik, mesafeli ve ortak çıkar odaklı görüşmelerlerayına oturtulmalı. Bunun için öncü heyetler için Mısır’ın çok itibar ettiği isimleri kendi emekli dışişleri ve askeri kadrolarımız arasında bulabiliriz.

Türkiye- Libya DYA anlaşması özellikle Libya lehinedir. Tobruk yönetiminin ve General Halife Haftar’ın bunun ayırdında olmaması, anlaşılabilir bir şey değil. Dolayısı ile bir şekilde Haftar ile Sarraj hükumetinin uzlaşma şifresi, Haftar’ ın bu konuda ikna edilmesinden geçmektedir.

Türkiye- Libya anlaşması esas itibarı ile tüm Akdeniz kıyıdaş ülkelerine bu savaş yorgunu ve perişan Akdeniz ülkesinin DYA alanlarına saygı göstermeye davet olarak kabul edilmelidir. Bu nedenle Yunanistan ve Mısır bir an önce hiçbir ön koşul olmadan Libya ile DYA anlaşmaları imzalayarak, bu ülkenin deniz haklarına saygı gösterdiklerini ispat etmeliler.

Ayrıca bunu yapmadan Girit açıklarında herhangi bir arama faaliyetine girişmekten imtina etmeliler. Mısır ve Yunanistan’ın Libya ateşkesinden yana tavır sergileyerek Trablus ve Tobruk arasında bir uzlaşmaya zemin hazırlamaya yardımcı olması, bu iki ülkenin Türkiye ile uzlaşmasına da katkıda bulunabilecek bir adım olur. Tabii Türkiye de, Libya’da kanayan yarayı durdurmaktan yana ise.

Çatışmasızlık ve Barış, Çatışma ve Savaşa Tercih Edilmeli

Tabii bölünmüş bir Libya’yı ve perişan bir Suriye’yi Ankara siyasi ikbal aracı olarak görüyorsa, bu bakış açısı hatasından artık uygun bir diplomatik manevra ile geri atması ülke çıkarına olacaktır. Ne Libya, ne de Suriye veya Doğu Akdeniz Gaz paylaşım sorunları, Türkiye’yi bölgesel bir güç yapacak hamleler değildir. Hiçbir zaman da olmayacaktır. Çatışma alanları Türkiye’nin sadece ekonomik gücünü siyasi saygınlığını ve askeri güvenilirliğini aşındırmakta. Yeterince geri dönüşü olmayan adım atılmıştır. Yenilerinden özenle imtina edilmelidir.

Bununla birlikte, Türkiye hep Akdeniz’de adil ve hakça bir kaynak paylaşımından söz etmektedir. Haklı bir yaklaşımla, neden diğer kıyıdaş ülkeler, ellerini kollarını sallayarak sismik araştırmalar yapabilirken, kendisinin ve Kuzey Kıbrıs’ın bundan mahrum bırakılmak istendiğini anlayamadığını belirtmektedir. Doğu Akdeniz kıyıdaşlarından kaynaklanan engelleme çabalarını kabul etmemekte ve meşru haklarını her zaman savunacağını açıklamaktadır. Bu arada her zaman için kaynak paylaşımında, nispi yararlanma (proportionality) ilkesine ve eşit uzaklık koşullarına uyma sözü vermektedir. Bunlar Türkiye’nin taraflarla müzakere masalarına oturmak konusundaki iyi niyetini göstermektedir.

Ayrıca Türkiye, bir kuruluş ve varlık güvencesi olarak kabul ettiği Lausanne anlaşması kurallarını ihlal ederek ulusal kıyılarına sadece birkaç kilometre uzaklıkta bulunan adaları silahlandıran Yunanistan’ın bu faaliyetlerini durdurmasını istemektedir. Statüsü belli olmayan ada ve kayalıklara sivil, asker ve canlı hayvan çıkaran Yunanistan’ın bu girişimlerini ağır tahrik, kıyılarına ve Kuzey Kıbrıs’ın varlığına tehdit olarak kabul ettiğini mükerreren açıklamaktadır. Başta Birleşmiş Milletler, NATO, ABD ve AB nin bu açıklamalara duyarsız kalmasının nedeni anlaşılabilir bir durum değildir.

Ancak bu noktada, Türkiye’nin “gambot diplomasisi” ni kendisinin ve Kuzey Kıbrıs’ın güvenlik endişeleri yüzünden fiilen sürdürmekte olduğunun dünyaya anlatamamasının nedeni sorgulanmalıdır. Ankara’nın uluslararası platformlarda neden siyasi saygınlık kaybına uğradığı sorusu mutlaka ciddi bir şekilde ele alınmalıdır.

Ayrıca Türkiye ekonomik olarak güçsüzleştikçe, toplumsal olarak kamplaştırıldıkça ve ideolojik saplantıların peşine takıldıkça, karşısına çeşitli tuzaklar ve ayırımcı muameleler çıkmasının kaçınılmaz olduğu artık fark edilmeli ve artık salgın sonrasında gerçekleşebilecek bir toparlanma ile yeniden kazanacağı ekonomik gücünü, önce kendi ulusal refahı, insanının iyi ve çağdaş eğitimi için kullanması hedeflenmelidir.

Ama en önemlisi, Akdeniz’de silahlı bir çatışma mutlaka engellenmeli.

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Prof. Dr. Kemal İnat : Zehirli ilişkiler!


Prof. Dr. Kemal İnat : Zehirli ilişkiler!

16.09.2020

E-POSTA : info

Almanya ile Rusya arasındaki Navalny krizi her geçen gün büyüyor.

Almanya’daki bazı çevreler, Rus muhalifin zehirlenmesi olayının sorumluluğunu Putin yönetimine yükleyip Berlin’in buna tepki olarak gerekli adımları atmasını isterken, Rusya meseleyi kendisine karşı bir karalama kampanyasının ürünü olarak görüyor.

Navalny’nin zehirlenmesinin Almanya-Rusya ilişkilerini de zehirlediği kesin.

Bugüne kadar Rusya ile ilişkiler konusunda oldukça temkinli olan, Moskova ile doğrudan karşı karşıya gelmek istemeyen Berlin’in zehirlenen Rus muhalifi ülkesine getirirken bu ilişkileri de riske attığı açık. Almanya bu kararı, söz konusu riski bilerek alacak kadar tecrübeli bir başbakana sahip.

Bu durumda sorulması gereken soru, Navalny’yi tedavi için ülkesine getiren Almanya, bu eylemiyle birlikte Rusya ile ilişkilerinde yeni bir aşamaya mı geçti?

Bu sorunun cevabını vermek için Rusya ile “zehirli ilişkilere” sahip bir başka ülkeye bakmak aydınlatıcı olur.

İngiltere’nin Litvinenko ve Skripal olayları sırasında Rusya ile aşırı gerilen ilişkileri hâlen sorunlu bir şekilde devam ediyor.

Eski Rus ajanı Alexander Litvinenko’nun 2006 yılında İngiltere’de polonyum ile zehirlenip öldürülmesinin ardından İngiliz hükûmeti Rusya’yı suçlamış ve iki ülke arasında ciddi bir gerginlik yaşanmıştı. Bazı Rus diplomatlarının sınır dışı edilmesi ve Rus gizli servisi ile iş birliğinin sonlandırılması İngiltere’nin Moskova’ya karşı yaptırımlarından bazılarıydı. Ancak Rusya ile ekonomik ilişkileri çok fazla riske etmek istemeyen Londra daha fazla yaptırımdan kaçınmıştı.

2018 yılında Sergei Skripal ve kızı Julia’nın İngiltere’de bir tür sinir gazı olan noviçok ile zehirlenmesi olayı İngiltere ile Rusya ilişkilerinde daha büyük bir krize yol açmıştı. Litvinenko gibi, eski bir Rus ajanı olup sonrasında İngiliz istihbarat servisi MI6 için çalışan Skripal’in kızıyla birlikte zehirlenmesinden Rus yönetimini sorumlu tutan İngiliz hükûmeti hem kendisi Moskova’ya karşı yaptırım uygulamış hem de AB ve NATO müttefiklerini bu konuda harekete geçmeye çağırmıştı.

İngiltere 23 Rus diplomatı sınır dışı ederken Rusya da aynı sayıda İngiliz diplomatı sınır dışı ederek tepki vermişti. Ancak aralarında ABD’nin de olduğu birçok Batılı ülke İngiltere ile dayanışma hâlinde hareket edip Rus diplomatları sınır dışı ederek Moskova’ya karşı tavırlarını sertleştirdiler.

Buna rağmen yaşanan Navalny hadisesi Rusya ile Batılı ülkeler arasındaki ilişkilerin “zehirli” bir şekilde süreceğini gösterdi.

Litvinenko ve Skripal olaylarından farklı olarak bu defa zehirlenen kişi bir Avrupa ülkesi topraklarında değil, Rusya’da zehirlendi. Ayrıca Litvinenko ve Skripal taraf değiştirip İngiliz gizli servisi için çalışmışlardı. Navalny ise aktif bir şekilde Rusya’da siyaset yapan muhalif bir politikacı.

İngiltere için, İngiliz gizli servisine çalışan birilerinin kendi topraklarında zehirlenmesine tepki vermemek kaçınılmazdı. Ama Rusya ile yakın ekonomik ilişkilere sahip Almanya’nın Navalny meselesinde devreye girmesi bir zorunluluk değil tercihtir.

Eğer Navalny’nin Almanya’ya getirilmesi kararı acemice alınmış bir karar değilse Berlin’in Moskova’ya karşı politikasını sertleştireceğinin habercisidir. Bu olayın, yüzde 95’i tamamlanmış Kuzey Akım 2 doğalgaz boru hattına muhtemel etkileri daha şimdiden Almanya’da yoğun bir şekilde tartışılıyor.

Bu gelişmeyi gerekçe göstererek söz konusu boru hattını iptal edip bu konudaki Amerikan yaptırımlarından kurtulmayı düşünenlerin sayısı her geçen gün artıyor.

Öte yandan Almanya’nın, Putin’in en ciddi rakibi olarak gösterilen Navalny’yi destekliyor görüntüsü Moskova’da ciddi bir rahatsızlığa neden oluyor.

Almanya-Rusya ilişkilerini zorlu bir kriz bekliyor. Bu krizin nasıl seyredeceği bütün Avrupa-Rusya ilişkilerini ve hatta Almanya’nın ABD ile ilişkilerini etkileyebilir.

Bu krizden etkilenmesi muhtemel ülkelerden biri olan Türkiye’nin de Rusya’nın Almanya ve diğer Avrupa ülkeleriyle “zehirli ilişkilerini” yakından takip etmesi gerekiyor.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// PROF. DR. ANIL ÇEÇEN : Kültür Başkenti Ankara


PROF. DR. ANIL ÇEÇEN : Kültür Başkenti Ankara

Kent Ve Kültür

Türkiye yeniden kentleri ve kent sorunlarını tartışılmaya başladı. Cumhuriyet rejiminin getirdiği çağdaşlaşma akımı ülkemizde kentleşme olgusunu da öne geçirmiştir. Özellikle son yıllarda nüfusun hızla artmasıyla beraber kentleşme olduğunun da daha yoğunlaştığını ve ülkemizdeki gelişmelerde belirleyici ana etkenlerden birisi durumuna geldiğini görebiliyoruz. Kent deyince akla altyapıdan başlayarak hemen hemen her konu gelmesine karşın, kentleşmenin temelinde yatan kültür olgusu nedense görmezden gelinmiştir. İllerin özel veya genel yönetimlerinin yanı sıra yerel yönetimlerin de kültür konusuna yeterince eğildikleri ve üzerlerine düşen kültürel işlevleri gerektiği gibi yerine getirdikleri söylenemez. Başlı başına kültür olayı olan kenti ve kentleşmeyi kültürel süreç dışında düşünebilmek olanaksızdır.

Yeni göreve gelen yerel yönetimler artık, kent yönetimini daha çok kültürel ağırlıklı biçimde ele almak durumuyla karşı karşıyadırlar. Her türlü baskıya ve engele karşın gene de Türk kültürü önemli gelişmeler göstermekte ve ulusal düzeyde etkin olmaktadır. Kültür Bakanlığını yeniden örgütleyerek bu gelişmelere gereken önemi veren devletin yanı sıra yerel yönetimlerin de benzer bir yaklaşım izlemesi ve kültür konusuna gelecekte daha fazla önem vermesi beklenmektedir. Aslında Belediyeler yasasının belediyelerin görevlerim sayan ilgili maddeleri, diğer alanların yanı sıra belediyelerin kültürel görevlerine de yer vermektedir. Belediyelerin yüze yakın görevleri arasında gençler için tesisler kurmak, tiyatro, sinema, müze ve benzeri kuruluşları açmak, halk için kitaplık ve okuma salonları açmak, özel yeşil alanlar oluşturmak, sokak ve meydanları özel planlara göre yeniden düzenlemek gibi işlevler yasada sayılmıştır. Kültürel gereksinmeler açısından yetersiz sayılsa bile, yasa koyucu yerel yönetimlerin kültürel işlevi olduğunu ve bu alanda belirli görevleri bulunduğunu kabul etmiştir. Toplumsal gereksinmeler kadar yasal düzende yerel yönetimlerin kültürel görevlerine ağırlık vermesine karşın günümüze kadar izlenen belediyecilik deneylerinde ciddi bir kültürel etkinlik yürüten örnek olaylar pek görülememiştir.

Belediyeler, kültür denince daha çok festival veya şenlik düzenlemeyi hizmet olarak görmüşler ve her bölgenin özelliğine göre çeşit çeşit organizasyon çirkinlikleri ve ilkellikleri gündeme gelmiştir. Yağlı güreş düzenlemeden karpuz festivaline, turistik şenlikten Atatürk’ün geliş gününü kutlamaya kadar çok farklı uygulamalar birbirini izlemiş ve Kültür Bakanlığının kültürel etkinlikleri destekleme fonu yerel yönetimlerin gelişi güzel festival düzenleme talepleri ile işlevi dışında kullanılmaktadır. Bakanlık yönetimi de siyasal nedenlerle bu tür taleplere karşı yeterince kararlı bir tutum izleyememekte ve ülkedeki diğer ciddi kültürel etkinliklerin desteklenmesi için ayrılan önemli miktardaki fonlar belediyeleri siyasal amaçlı düzenlemeler ile amaç dışı kullanılmaktadır. Demokratik süreç içinde ortaya çıkan bu olumsuz gelişimin olumlu bir yöne aktarılması konusunda şimdiye kadar ciddi bir uygulama göze çarpmamaktadır. Artık, bakanlığın yetersizliği karşısına yerel yönetimlerin daha düzeyli ve kültürel ağırlıklı tutumları şenlikler yozlaşmasına karşı düzeyli seçenekler geliştirebilmelidir.

Ülkemizde demokrasinin gerçek anlamda beşiği olan yerel yönetimler kendi yörelerinin halkı ile beraber kültür ile de bütünleşmelidirler ama giderek yozlaşma eğilimleri gösteren kitlesel kültüre de siyasal gelişmeler nedeniyle teslim olmamalıdırlar. Nitekim son yıllarda bölge halkını hoşnut kılmak amacıyla panayır veya festival düzenlemenin adı çok siyasal veya ekonomik yaklaşım içinde değerlendirilmesi beraberinde yozlaşma eğilimlerini de gündeme getirmiştir. Babalar düzeninde inşaat işçileri yıldız sanatçı durumuna gelebilmekte, eğlence dünyası toplumun gereksinmelerini geri plana atarak kendi gelişme eğilimleri doğrultusundaki sanatçıları ve sanatı topluma empoze edebilmekte magazin basınının öne çıkardığı ve bu yük merkezlerdeki sermayedarların yatırım yaptıkları kültür giderek toplumda yayılmakta, bilinçli kültür politikasından uzak bulunan yerel yönetimlerde bu tür bir gidişe teslim olarak kendilerinden beklenen kültür ve sanat görevlerini yerine getirememektedirler. Kitle kültürü popüler kültürü arka plana sürerlerken, halkın gerçek temsilcisi olmak durumundaki belediyelere kendilerinden beklenen önlemleri alamamaktadırlar.

Zamanımızda hemen hemen tüm siyasal araştırmalar birer kültür sistemi analizi biçiminde yönlendirilirken ülkemizdeki bilim ve yönetim merkezleri bu düzeyin çok gerilerinde kalmaktadırlar. Geleceğin dünyası ve toplumun oluşmasında kültür yeni yeni işlevler kazanırken, Türkiye çok önemli katkılar sağlamış olan bilinçli kültür politikalarından ülkemiz halen yoksun bulunurken yerel yönetimlere bu boşluğu doldurmak açısından önemli görevler düşmektedir. Bir türlü kurumlaştıramadığımız demokrasinin kültürün öncelikle yerel yönetimler aracılığı ile toplumsal tabana yaymak gerekmektedir. Bu açıdan belediyeler kendi çatılan altında geniş kültürel örgütlenmelere gitmek ve yörelerindeki kültür sanat adamları ile işbirliği düzeni oluşturarak halkın gereksinmeleri doğrultusunda harekete geçmelidir.

Yerel yönetimlerde oluşturulacak kültür birimleri, sanatın her dalında çalışmalar yapabilmek için alt birimlere sahip olmalıdır. Uzman sanatçı ve bilim adamlarından oluşturulacak kültür komisyonları sürekli çalışmalı ve yerel yönetimlerin etkinliklerini planlama ve programlama işlevini üstlenmelidir. Her belediye kendi bölgesinde bir kültür merkezi açmalıdır. Büyük ve çeşitli etkinlikler için elverişli yapılarda açılacak kültür merkezleri yörenin önemli merkezi düzeyine getirilmeli, belde halkının tanışması, kaynaşması ve dayanışma içine girebilmesi açısından etkin bir çalışma düzeni içine sokulmalıdır. Bölgenin önde gelen özel sektör kuruluşlarının desteği ile belediyeler belde kültürünü üst düzey de örgütleyecek ve siyasal gelişimlerin dışında yürütecek birer vakıf kurmalı ve vakfa önemli bir maddi kaynak yaratmalıdırlar. Vakıf düzeni ile bölge kültürünün daha bağımsız ve iç dinamikleri doğrultusunda özünde uygun gelişmeler gösterebilmesi sağlanabilir. Şirketlerin kazanç düşüncesi, derneklerin istikrarsız yapısı nedeniyle vakıf modeli kültürün bağımsız ve özgün gelişebilmesi açısından son derece yararlıdır. Yerel yönetimlerin öncülüğü ve desteği ile böylesine vakıflar yaygınlaştırılmalıdır.

Her bölgenin kendi özel yapısı ve koşullarına göre bazı öncelikli kültürel projeler hazırlanabilir ve uygulamaya aktarılabilir. Ülkemizin tarihsel zenginliği göz önüne alınırsa, bölgedeki tarihsel zenginliklerin korunması, ortaya çıkarılması ve turistik amaçlı düzenlenmesi müzelerinin oluşturulması ve bu amaçla tarihsel binaların restore edilerek yeniden kullanılmasına ağırlık verilebilir. Kent içindeki tarihsel binalar yeniden düzenlenerek birer kültür merkezi veya turistik yapı olarak halka açılabilir. Bölgenin geleneksel sanatlarını ve kültürel değerlerini sergileyen kültürel merkezler kurulabilir. Sanatçılar ve sanatla uğraşanlar için kentin belirli bölgesinde özel semtler kurulabilir. Kentin önemli yollan veya meydanları sanatsal amaçlı olarak yeniden yaya bölgesi olarak düzenlenebilir. Doğal güzelliklerin olduğu yerlerde kurulacak park ve bahçelerin içinde kültür ve sanat yapılarına yer verilebilir. Tarihsel anıtsal ulusal parklar içinde yeniden düzenlenerek gezi alanı biçiminde turizme açılabilir. Eskiden kalma büyük binalar halk kitaplığı biçiminde çalıştırılabilir. Kurulacak kültür vakıfları belediyelerin ilgili birimleri ile beraber hem de bu tür tesislerin işletilmesini hem de festival gibi düzenlemeleri yürütebilirler.

Her belediye kendi bölgesi için bu tür projeleri bir an önce uygulamaya aktarırsa başarısı daha da artacaktır.

Kültür Başkenti Olmak İçin

Yetmiş yıl önce Anadolu halkı adına Atatürk’ü karşılayan küçük bir kasaba olan Ankara, Kuvayı Milliye kadrosunun önderliğinde cumhuriyet Türkiye’sinin yükselen simgesi olmuştur. Yüzyıllar önce kurulmuş olan bu orta Anadolu kenti, cumhuriyet dönemine kadar geri planda kalmış, cumhuriyetin ilanı ile beraber öne çıkmıştır. Misakı Milli sınırları içinde, yeni devletin başkenti aranırken ilk olarak akla gelen kent Ankara olmuştur. Anadolu’nun diğer kentleri tarhin çeşitli dönemlerinde öne çıkarken, Ankara cumhuriyet rejimi ile beraber önem kazanmış ve Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş başkenti olmuştur. Ulusal Kurtuluş Savaşının zor günlerinde Kuvayı Milliye güçlerine ev sahipliği yapan kent daha sonraki yıllarda da cumhuriyet devletine başkentlik yapmıştır. Ülkemiz ve Türk ulusunun çağdaş konumu açısından Ankara’nın vazgeçilemeyecek bir önemi vardır.

Mustafa Kemal ve arkadaşları her alanda yenileşmeyi savunurken yeni bir başkentte çalışmaya önem vermişler birçok tarihsel kentimizin bulunmasına karşın Ankara’nın yeni dönemin simgesi olmasında ısrarlı olmuşlardır. Aradan geçen bunca zaman, Kemalist kadronun ne denli haklı olduğunu ortaya koymuş ve bozkırda yeni bir başkent fışkırmıştır. Zaman içinde Ankara bir Orta Doğu kenti olmanın ötesinde gelişmeler göstermiş ve artık Avrupa’nın sayılı kentleri arasında yerini de almıştır.

Ankara toplumsal ve ekonomik alanlarda önemli gelişmeler gösterilirken, aynı zaman yıllar içinde oluşan önemli bir kültür birikimine de sahip olmuştur. Çeşitli alanlarda öğretim yapan altı üniversitenin yanı sıra, birçok kültür ve sanat kuruluşu da Ankara’da çalışmalar yürütmekte ve ulusal kültürümüzün zenginleşmesine önemli katkılar getirmektedirler. Başkent nüfusunda önemli bir ağırlık oluşturan memur ve öğrenci kesimi ile beraber Ankaralı aydınlar da kentteki kültür ve sanat etkinliklerinin sürekli izleyicisi ve destekleyicisi olmuşlardır. Ekonomik alanda meydana gelen zenginleşme süreci içinde yavaş yavaş toplumun diğer kesimleri de kültür ve sanata ilgi göstermeye başlamıştır. Ülkemizin hem siyasal hem de yönetsel başkenti olan Ankara’nın artık kültür alanında da başkent olması aşamasına gelinmiştir. Son yıllardaki toplumsal ve ekonomik gelişmeler, Cumhuriyetin başkenti Ankara’ya önemli kültürel sorumluluklar ve yükümlülükler getirmiştir. Bu durumun önemli bir gereksinme düzeyine ulaştığına inananlar Ankara’nın kültür ve sanat birikimini temsil eden kesimin birer üyesi olarak, Ankara Büyükşehir belediyesinden ve diğer ilçe belediyelerinden "KÜLTÜREL BAŞKENT ANKARA İÇİN" seferberlik ilan etmelerini ve bazı önemli kültür ve sanat projelerine öncelik vererek kısa zamanda Ankara’nın ülkemizdeki kültürel ağırlığının artırılmasını ve dış dünyaya bir "Kültür Kenti" imajının yaratılmasını talep etmişlerdir. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, son seçimlerde, Ankara’nın Kültür Başkenti olması için çalışacağını bir program olarak Ankara halkına sunmuş ve bu doğrultuda destek olarak seçilmiştir. Ne var ki aradan geçen uzun zamana karşın, Ankara Büyükşehir Belediyesinin ve diğer ilçe belediyelerinin seçim prog-ramlarında ilan edilen ve daha sonraki yıllarda da uygulama planlarına alman önemli kültür ve sanat projelerine öncelik vermediklerini, zaman içinde kültür ve sanat projelerinin geri planda kaldığı ve giderek devre dışına çıktıklarını üzülerek görmüş bulunuyoruz.

Ankara’mızın geleceğine dönük yeni bir kültürel yapılanma daha fazla zaman yitirilmeden gündeme getirilmelidir. Ankara Belediyeleri Ankaralılarla bütünleşmedikçe, kentimizin geleceğine dönük yeni bir yapılanmanın sağlıklı olabilmesi olanaksızdır.

Ankara Büyükşehir belediyesinden ve diğer ilçe belediyelerinden Ankara’nın Kültür Başkenti olması için yapılması gerekenler:

1- İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı benzeri, büyük bir kültür ve sanat vakfının "ANKARA KÜLTÜR VE SANAT VAKFI" adı altında, Ankara Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde bir an önce kurulmasını ve İstanbul’da oluşturulmuş bulunan çağdaş Özerk yapının biran önce Ankara’da da kurulması,

2- Ankara’da kent içinde bulunan tarihsel değeri olan tüm yapıların bir an önce Büyükşehir Belediyesince kamulaştırılmasını ve bunların yeniden onarılarak, Ankara’nın önde gelen kültür ve sanat kuruluşlarına tahsis edilerek bu tarihsel yapıların Batı ülkelerinde olduğu gibi yaşayan kültür merkezlerine dönüştürülmesi,

3- Belediye tarafından başlatılmış olan tiyatrolara yardım girişiminin geliştirilerek, diğer kültür ve sanat kuruluşlarına da her yıl belirli bir program çerçevesinde maddi yardım sağlanması,

4- Ankara’da yeni yeşil alanlar yaratma çalışmalarında, park ve bahçelerin kültürel mekânlarla beraberce ele alınmasını ve her yeşil alanda yeni kültürel mekanlar yaratılmasını,

5- Ankara Kültür ve sanat Vakfının öncülüğünde gelecekte bîr "ANKARA FESTİVALİ" yapılabilmesi için başkentin tüm olanaklarının seferber edilmesini, çağdaş dünyanın önde gelen kentlerinde her yıl düzenli olarak yapılan kültür ve sanat festivallerinin benzerini Ankara’da da yapılmasının sağlanması,

6- Belediye Kanununun 15. maddesinde "Belediyelerin Görevleri" arasında yer alan, halk için kütüphane ve okuma salonları açmak, belediye tiyatroları ve sinemaları kurmak, halk müzeleri açmak, kültürel amaçlı eğlence yerleri ve spor merkezleri kurmak gibi yasal görevlerin öncelikli olarak ele alınmalarını ve İstanbul’da yıllardır başarıyla uygulanan "Şehir Tiyatroları" benzeri bir uygulamanın büyükşehir ve ilçe belediyeleri çatısı altında başlatılması,

7- Ankara’nın giderek bir sayfiye semti durumuna gelen Gölbaşında, konumu elverişli olan bir tepenin kamulaştırılarak "ANKARA SANATÇI KÖYÜ"nün çağdaş ülkelerdeki benzerleri düzeyinde kurulması,

8-Genel merkezleri başka kentlerde olan kültür ve sanat kuruluşları merkezlerinin Ankara’ya taşınabilmesi için Büyükşehir Belediyesinin harekete geçmesini ve bu kuruluşlar için elverişli yapıların başkentin olanakları ölçüsünde tahsis edilmesi,

9- Yeni bir proje ile restore edilen Ankara Kalesinin, başkentimiz için yeni bir kültür alanı olarak Belediyece düzenlenmesini, bu alandaki ekonomik yapılanmanın kültürel yapılanmayı bozmasının önlenmesi,

10- Eski konservatuar binası ile eski Milli Kütüphane binasının yeniden düzenlenerek Ankara halkının yararlanabileceği kültür merkezlerine dönüştürülmesi,

11- Yakında taşınacak olan Ankara şehirlerarası otobüs terminalinin yerine Büyükşehir belediyesini "Ankara Kültür Merkezi" adı altında yeni bir yapılanma sağlanmasını ve bunun Atatürk Kültür Merkezi ile uyumlu olarak organize edilmesi,

12- Doğalgazın gelmesi nedeniyle kalkacak olan Maltepe Gaz tesislerinin yerinde, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinin geleneksel kültür ürünlerini yansıtacak olan bir "ULUSAL FOLKLOR MÜZESİ"nin bir yeşil alan içinde düzenlenerek açılması,

13- Kentin en merkezi yerinde bulunan SARAÇOĞLU EVLERİ’nin Belediye tarafından devralınması ve bu alanda kültürel yapılara sahip bir yeşil alan düzenlenmesi,

14- Başkentimize yaraşacak genişlikte yeni bir konser salonunun Atatürk Kültür Merkezi alanı içinde yapılanması,

15- Başkentteki özel tiyatro ve sinemaların sahip oldukları sorunların çözüme kavuşturulmasını ve bu konularda, Belediyelerin destek sağlamaları,

16-Büyükşehir ve ilçe belediyelerini kültür müdürlüklerinin bölgelerindeki sanat galerilerinin sorunları ile yakından ilgilenmelerini, galerilerin daha etkin çalışmalar yürütebilmeleri için destek sağlamaları,

17- İlçe belediyelerinin kendi bölgelerinde büyük kültür merkezleri oluşturmalarının, Büyükşehir Belediyesini BELDEEVLERİ projesinin kültür evlerinde hayata geçirilmesi,

18- Gençlik Parkı’nda Nikâh Salonu olarak faaliyet gösteren eski Göl Gazinosu’nun bir sanat lokali olarak düzenlenmesi ve kentin önde gelen kültür, sanat kuruluşlarından birine tahsisi edilmesi,

19- Demirtepe’de bulunan eski Tapu Kadastro Lisesi binasının kamulaştırılarak Büyükşehir Belediyesince bir sanatçı yetiştirmeye dönük kültür ve sanal okulu biçiminde yeniden düzenlenmesi,

20- Çağdaş teknolojiyi ve bilimsel birikimi yansıtacak bir Ankara Kilim ve Teknoloji merkezinin kentin uygun bir yöresinde açılması,

Atatürk’ün başkenti olan Ankara’nın gerçek anlamda başkent olabilmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin kültürel birikimini de yansıtabilmesi için atılacak adımlar bunlardır. Bundan sonra yapılacak olan, Ankara Belediyesinin bu girişimleri bir an önce gerçekleştirmesidir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : KEMALİZM VE SOSYAL DEMOKRASİ


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : KEMALİZM VE SOSYAL DEMOKRASİ

Kemalizm ve sosyal demokrasi ilişkisi son günlerde Türkiye’de önde gelen tartışmalardan birisi durumuna geldi. Özellikle Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Atatürk’ün partisinin sosyalist enternasyonal adını taşıyan uluslararası organizasyondan atılmak istenmesi nedeniyle bu tartışmanın daha da alevlendiği görülmüştür. Devletin ve cumhuriyet rejiminin kurucusu olan Atatürk’ün partisinin yeterince sosyal demokrat olmaması gibi bir gerekçe ile uluslararası bir yapılanmanın dışında bırakılmak istenmesi her yönü ile üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun yaratmıştır. Geçen yüzyılın başlarından buyana devam edip gelen bir enternasyonal yapılanma içerisinde biraraya gelen sosyalist ve sosyal demokrat partiler, Batı kapitalist sisteminin halk kitlelerini ezmesine ve dünya ülkelerini sömürgeleştirmesine karşı biraraya gelerek güçlerini birleştirme yoluna gitmişler ve daha sonra da örgütlü bir mücadele ile uluslararası kapitalist emperyalizme karşı dünya konjonktüründe yeni dengeler oluşturmağa çalışmışlardı. Atatürk’ün partisi de, kurucusundan gelen halkçılık, devrimcilik, devletçilik gibi ilkelerin öncülüğünde dünya halklarının kardeşliği ve dayanışması doğrultusunda böylesine bir uluslararası yapılanmanın içinde yer almıştır. Sosyalist enternasyonalin şimdiye kadar yapmış olduğu bütün çalışmalarda en üst düzeyde yer alan Atatürk’ün partisi, bu kuruluşun anti emperyalist çizgide geliştirmiş olduğu yeni yaklaşımlara katkıda bulunmağa çalışmış ve sömürgeci batı emperyalizminin daha fazla haksızlık ve adaletsizlik yaratmaması amacıyla dünya halklarının ve ülkelerinin kardeşliği doğrultusunda yeni bir tür küreselleşme anlayışını dayanışmacı bir yaklaşım doğrultusunda evrensel alanda geçerli kılabilmek üzere her türlü çabayı göstermiştir. Kuruluşu itibarıyla bir sosyal demokrat parti olmayan Atatürk’ün partisinin, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra, sosyalist ve sosyal demokrat partiler arasındaki evrensel dayanışma düzenine katılmasının nedeni, giderek etkisin artıran batı emperyalizmine karşı Türk halkının çıkarlarını savunmak ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin küresel emperyal güçlerin baskıları altında ezilmesini önlemeyi gerçekleştirmekti. Dünya giderek batılı ülkelerin emperyalist hegemonya girişimleri doğrultusunda daha haksız bir düzene doğru sürüklenirken, evrensel düzeyde hak ve adalet arayışının yeni merkezlerinden birisi olarak ortaya çıkmış olan Sosyalist enternasyonal, Batı emperyalizmine karşı bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vererek kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan siyasal partiye de kucağını açarak, Atatürk’ün partisini de içine almaya kabul etmiştir. Giderek tekelleşen Batı şirketlerinin güdümündeki emperyalizmin dünya halklarını daha fazla ezmemesi için Sosyalist Enternasyonalin önderliğinde yürütülen uluslararası çalışmalara, bu doğrultuda katılan Atatürk’ün partisi, Ulusal Kurtuluş Savaşından gelen anti emperyalist bir bilinç ile Türk halkını böylesine bir evrensel platformda şimdiye kadar başarıyla temsil etmiştir.

Sovyetler Birliği uluslararası bir sistem olarak varlığını sürdürürken, Batı bloğuna karşı sosyalist ülkelerin biraraya gelmesinden oluşan bir doğu bloğu iki kutuplu dünya düzeni çerçevesinde dünya dengelerinde etkin oluyordu. Rusya’nın önderliğindeki bir sosyalist sistem doğu bloğu olarak Batı dünyasının önüne çıkınca, buna karşı batı bloğu sosyalizmi doğu bloğuna bırakmamak üzere bir sosyalist enternasyonal örgütlenmesine gitmiştir. Sovyetler Birliği sosyalist sistemin öncüsü olarak varlığını sürdürürken, Batı ülkelerinde Moskova merkezli komünist ya da Marksist partilerin öne çıkmaması için, demokratik sosyalist ya da sosyal demokrat partiler kurulmuş ve Batılı devletler tarafından Sovyet tipi bir sosyalizme karşı alternatif olarak desteklenmiştir. Rusya’nın önderliğindeki uluslararası sosyalist partiler dayanışması komünist enternasyonal olarak evrensel düzeyde örgütlenince, buna karşı olarak batı bloğunun önderliğinde bir sosyalist örgütlenme, bu kez sosyalist enternasyonal adı altında gündeme getirilmiştir. Komünist enternasyonal daha çok Marksist ve Sovyet tipi bir sosyalizmi savunurken ve evrensel düzeyde bir komünist devrimi savunurken, buna karşılık batı ülkelerindeki sosyalist ya da sosyal demokrat partiler biraraya gelerek sosyalist enternasyonal çatısı altında batı tipi bir demokrasiyi kabul eden ve sosyalist uygulamaları böylesine bir rejimin çatısı altında gerçekleştirmeğe çalışan daha yumuşak bir modeli topluca savunmuşlardır. Sovyetler Birliğinin öncülüğündeki uluslararası sosyalist sistem devam ederken, Batı emperyalizmine karşı komünist enternasyonal iki kutuplu dünya dengesinin oluşturulmasında önemli ölçüde etkin çalışmalar yapıyordu. Ne var ki, sosyalist sistemin dağılmasından sonra bu denge değişmiş ve batılı emperyalistler kendi hegemonyalarını bütün dünyada geçerli kılmak için atağa kalktıkları yeni aşamada bütün eski sosyalist ülkeleri batının sömürgesi konumuna getirmek istemişlerdir. Bugün böylesine bir saldırganlık ve çıkmaz içerisinde dünyada yeni bir düzen kurulamamaktadır.

Sosyalist sistemin dağılması üzerine, komünist enternasyonale denge sağlamak üzere batı bloğu çerçevesinde oluşturulmuş olan sosyalist enternasyonal de sağa kaymıştır. Adı sosyalist olmasına rağmen, Batı emperyalizminin yeni ideolojisi olan neoliberalizm, bütün Batı ülkeleriyle beraber bu ülkelerdeki sol,sosyalist ve sosyal demokrat partileri esir almıştır. Sosyalist görünümlü bir çok batı ülkesinin partisi zaman içerisinde liberal politikalara kaymışlar ve bir anlamda batı hegemonyasının neoliberal manifestosunun emir eri olarak uygulayıcıları konumuna düşmüşlerdir. Batı ülkelerinin Hıristiyan dünyasının bir parçası olması nedeniyle ve uluslarası Yahudi lobilerinin bu ülkelerdeki etkili çalışmaları doğrultusunda yeni duruma uyum gösterilmeğe çalışılmış ve Batı ülkelerinin sosyalist partilerinin sesleri, sosyalist enternasyonal aracılığı ile kısılmağa çalışılmıştır. Batı bloğunun üstünlüğü ve bütün dünyada bir batı emperyalizmi hegemonyası çerçevesinde, postsovyet dönemde yeni bir uyum arayışının sosyalist enternasyonel üzerinde etkili olmağa başladığı aşamada Türkiye gibi batının dışında kalan ülkeler açısından yeni sorunlar ortaya çıkmıştır. Hıristiyan kültürünün birleştiriciliği çerçevesinde batının kapitalist ve sosyalist partileri bir araya gelirken, Türkiye gibi Müslüman coğrafyasının içinden çıkan ülkeler zor durumlarda kalmışlardır. Hıristiyanlığın birleştirici unsurundan yoksun kalan Müslüman ve doğulu ülkelerin sosyalist enternasyonel içerisinde temsil edilmeleri her geçen daha da zorlaşmıştır. Böylesine bir aşamada kendiliğinden bir dışlanma sürecini Türkiye gibi ülkeler yaşamışlar ve bu durumda da enternasyonel içerisinde doğulu ve Müslüman ülkeleri temsil eden partiler yeni sorunlarla karşılaşmışlardır .

Atatürk’ün partisinin bir ulusal kurtuluş savaşı içerisinden çıkmış olması, batı emperyalizmine karşı bir varolma savaşı veren ülke ve de ulusun temsilcisi olması nedeniyle, küreselleşme döneminde en zor durumda kalan ülkelerden birisi Türkiye olmuş, Türkiye’nin temsilcisi olarak yer alan Atatürk’ün partisi de neoliberal manifestoya teslim olmamak için elinden geldiğince direnmiş ama Hıristiyan dünyasının ortak kültürü içerisinde biraraya gelen batının demokratik sosyalist ya da sosyal demokrat partilerinin kışkırtmaları ile baskı altına alınmıştır. Tam bu aşamada sosyalist enternasyonelden atılmak gibi bir durumun ortaya çıkmasının ana nedeni, uluslararası alanda gündeme gelen yeni durumdur. Atatürk’ün partisinin hiç bir biçimde tutum ya da tavır değişikliğinin söz konusu olmadığı bir aşamada, sosyalist enternasyonalden atılmak gibi bir tehdit ile karşı karşıya kalmasının ana nedeni, Türkiye’deki ulusal savunmaya katkıda bulunmasıdır. Küresel emperyalizmin dünyanın merkezi coğrafyasına gelerek yerleşmek istemesi, ve bu doğrultuda bölgedeki ulus devletleri tasfiye ederek çok uluslu ve kültürlü bir bölgesel federasyona yönelmesi noktasında, Atatürk’ün partisi tarihten gelen kimliğinin doğrultusunda hareket ederek anti emperyalist bir tavır almak zorunda kalmaktadır. Sosyalist enternasyonal üyesi olan batılı sosyal demokrat partiler neoliberalizmin manifestosuna teslim oldukları için hiç bir biçimde batılı çokuluslu tekellerin güdümündeki emperyalizme karşı çıkmamaktalar, aksine onların oluşturmağa çalıştıkları küresel imparatorluk düzeni içerisinde kendilerine biçilen rolü kabul ederek yeni dönemin koşullarında pasif bir teslimiyetçi yaklaşımı izlemektedirler. Böylesine bir edilgenliği, batı emperyalizmine karşı bir ulusal kurtuluş savaşının içinden çıkmış olan Atatürk’ün partisinden beklemek gerçekci olmayacaktır. Nitekim tam bu aşamada Atatürk’ün partisinin sosyalist enternasyonalden çıkartılmasını gündeme getiren çevrelerin emperyalizmin uzantısı oldukları ve neoliberal küresel imparatorluk projesi doğrultusunda ulusal,üniter ve laik bir cumhuriyet olan Türk devletini teslim almağa çalıştıkları görülmektedir. Türkiye Cumhuriyetini bölgesel hegemonya planları ve de projeleri doğrultusunda tasfiye etmek isteyenlerin , ülkesinde bir anti emperyalist direniş göstererek devleti ve ülkeyi kurtarmak isteyen Atatürk’ün partisini cezalandırmak doğrultusunda sosyalist enternasyonalden atılma konusunu gündeme getirdikleri görülmektedir.

Mustafa Kemal’in çağdaş uygarlığa ulaşma hedefi doğrultusunda batıya ve Avrupa’ya yakın duran Türkiye Cumhuriyetinin son elli yılı Avrupa Birliğine girme mücadelesi ile geçmiştir. Ne var ki, tam üyelik için her türlü özveriyi gösteren, kendisinin varlığından ve devlet modelinden bile vazgeçme aşamasına zorlanan Türk devletinin Avrupa kıtasının dışında bırakılmasıyla yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Batı tipi sosyal demokratların egemen olduğu bir sosyalist enternasyonal sonunda bir batı bloğu yapılanmasıdır. Avrupa Birliğinin dışında bırakılın Türkiye ise artık bir Batı ülkesi görünümünden çıkmaktadır . Çağdaş anlamıyla sosyal demokrasi ya batı tipi oturmuş rejimlerde, ya da sadece Avrupa ülkelerinde görülebilmekteki. Avrupa’nın dışında kalan ülkelerde gerçek anlamıyla sosyal demokrasi olamaz. Batılı anlamıyla sosyal demokrasinin ortaya çıkabilmesi için belirli bir gelişmişlik ve zenginlik düzeyi esastır. Bu da ancak batının ileri ülkelerinde görülebilmektedir. Batı bloğu hal böyle olmasına rağmen bütün dünyaya hükmedebilmek üzere, üçüncü dünya ülkelerindeki demokratik sosyalist partileri de sosyalist enternasyonalin içine almıştır. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Asya’dan dünyanın diğer bölgelerine uzanan bir yayılma politikası çerçevesinde, batılı sosyal demokrat partiler ile, batının dışında kalan ülkelerdeki demokratik sosyalist partilerin ortak bir çatı beraberliği içinde oldukları görülmektedir. Aslında batı emperyalizmine karşı bağımsızlığı korumak durumunda kalan , üçüncü dünya ülkelerinin demokratik sosyalist partileri de anti emperyalist bir çizgi izlemektedirler. Bu doğrultuda Atatürk’ün partisi ile, batının dışında kalan ülkelerin demokratik sosyalist partilerinin birbirlerine paralel bir tutum içinde oldukları anlaşılmaktadır. Ne var ki, Asya ve Afrika ülkelerinden enternasyonale katılan demokratik sosyalist partilerin anti emperyalist politikaları tartışma konusu yapılmazken , Türkiye’yi bu evrensel çatı altında temsil eden Atatürk’ün partisinin anti emperyalist ve ulusal çıkarlara öncelik veren tutumunun mesele yapılmasını iyi niyetli olmayan bir yaklaşım olarak görmek gerekmektedir. Batılılar gene Hıristiyan olmayan bir ülke olarak Türkiye’ye karşı çifte standartlı bir tutumu kararlı bir biçimde izlemekte ve diğer ülkelerin özel konumlarına göstermiş oldukları hoşgörülü tutumu Türkiye Cumhuriyetinden esirgemektedirler. Böylesine bir haksızlığı hiç bir zaman hak etmeyen Türkiye ve onun temsilcisi olarak Atatürk’ün partisi artık sesini yükselterek, batının dışındaki diğer ülkelerin ve onların temsilcisi olan demokratik sosyalist partilerin desteklerini yanına alarak yeni dengeler oluşturmak zorundadır. Böylesine bir yeni denge oluşturulamazsa, sosyalist enternasyonal üzerinden Türkiye ve Atatürk’ün partisi üzerine yeni emperyal oyunların gündeme getirilmesi muhtemeldir

Atatürk’ün partisi, içinden çıkmış olduğu ulusal kurtuluş savaşının temsilcisi olarak, Atatürk ilkelerine dayanan yapısı ile Kemalist bir partidir. Partinin Kemalist kimliği seksensekiz yıllık Türk devletinin her aşamasında ortaya çıkmış ve kesinlik kazanmıştır . Devlet kuran bir Kemalist parti olarak Atatürk’ün partisi soğuk savaşın son dönemlerinde ortanın solu tartışmalarının içine girmek durumunda kalmıştır . Yeni bir anayasa ile sosyal devlet yapısına kavuşan Türkiye Cumhuriyetinde ilk kez bir Marksist parti seçimler yolu ile parlamentoda temsil edilince, ülkedeki sola açılışa paralel olarak, Atatürk’ün partisi de belirli bir tartışma sürecinden sonra kendi yerini ortanın solu olarak ilan etmiştir. Atlantik ötesinde yetişmiş olan bir gazetecinin önderliğinde başlatılan yeni ortanın solu hareketi, Türkiye’de parlamentoya girmiş olan Marksist partinin önünü kesmek üzere gündeme getirilmiş ve belirli aşamadan sonra da Atatürk’ün Kemalist partisinin ana görüşü olarak benimsenmiştir. Egemen güçlerin Sovyetler Birliğinin komşusu olan bir ülkede Marksist bir sosyalizm uygulaması istememeleri üzerine, ortanın solu siyaseti zaman içerisinde Kemalizm’in yerini almıştır. Bu hareketin önderi Atatürk’ün partisini Kemalist çizgiden uzaklaştırmak üzere ortanın solu siyasetini kullanmış, belirli desteklerle Marksist sosyalist partiler devre dışı bırakılırken, ortanın solu ile Türkiye’de yeni bir denge oluşturulmağa çalışılmıştır. Ortanın solu sağ çevreler tarafından Moskova yolu olarak ilan edilirken, o dönemde yeni başlayan Avrupa Topluluğu sürecine Türkiye’nin yakınlaşmasını sağlamıştır. Ortanın solu siyaseti Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin sosyal demokrat partileri aracılığı ile kurulan ilişkiler doğrultusunda geliştirilmeğe çalışılırken, bu partilerin aracılığı ile de Türkiye’de ilk sosyal demokrasi tartışmaları başlamıştır. Almanya’ya giden aydınların öncülüğünde Avrupa sosyal demokrasisi Türkiye’ye tanıtılırken, Atatürk’ün partisinde başlatılmış olan ortanın solu hareketi de zaman içerisinde bir sosyal demokrasi anlayışına doğru dönüşmeğe başlamıştır. Ortanın solu kavramının belirsiz içeriği Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin ilkeleri ve uygulamaları ile doldurulmağa çalışılmış ama Türkiye’nin çok farklı koşulları nedeniyle bu yaklaşımlarda başarı elde edilememiştir. Tam bu noktada Türkiye’de Asya tipi üretim tarzı tartışmaları başlatılmış ve Avrupa’nın dışında kalan bir ülke olarak Türkiye’nin Asyalı özellikleri dolayısıyla, ancak bir demokratik sosyalist yaklaşımın gerçekleşebileceği zaman içerisinde anlaşılmağa başlanmıştır. Ortanın solunun belirsizliği ve geçiciliğinden sonra Atatürk’ün partisinde Kemalizm’den uzaklaşma süreci devam etmiş ve askeri dönemlerin araya girmesinden sonra eskisinden çok farklı bir aşamaya gelinmiştir.

Kemalizm’den uzaklaşma çizgisinde ortanın solunun liderliğine soyunan Atlantikçi gazetecinin askeri dönemler sonrasında Atatürk’ün partisini terkederek, Kemalist geleneğin dışında yeni bir yaklaşımı Türk siyasetinde örgütlemeğe çalıştığı görülmüştür. Sovyetler Birliğinin kontrolü altında bir Marksist sosyalizme karşı , Atatürk’ün partisini ortanın solunda ilan eden yeni lider, bu açılımı Avrupa sosyal demokrasisinin desteği ile kurumlaştırmağa çalışmış ama zaman içerisinde Avrupacı bir sosyal demokrasiye teslim olmak istemediği için ne olduğu belli olmayan demokratik sol diye yeni bir kavramı geliştirmeğe çalışmıştır. Marksizm’e ve Avrupa tipi bir sosyal demokrasiye alternatif olarak gündeme getirilen demokratik sol kavramının asıl hedefinin Kemalizm’i ortadan kaldırmak olduğu bir süre sonra anlaşılmış, Kemalist gelenek terk edilirken, Marksist sosyalizme giden yolların önü kapatılırken, Avrupa tipi bir sosyal demokrasiye izin verilmemiştir. Daha sonraki dönemlerde devreye girecek olan Atlantik emperyalizminin merkezi coğrafyaya egemen olma planları doğrultusundaki Büyük Orta Doğu Projesine ve onun siyaseti olan ılımlı İslamcı yaklaşıma geçiş, Kemalist geleneği devre dışı bırakan demokratik sol politika ile sağlanmağa çalışılmıştır. Demokratik sol politikaların Avrupa Birliğine karşı çıkan ve Atlantikçi bir Orta Doğu yapılanmasına yönelen yeni politikaları doğrultusunda, Türkiye’de bir de sosyal demokrasi ve demokratik sol çekişmelerine neden olmuştur. Türkiye’de merkez sol bir sosyal demokrasi-demokratik sol tartışmasına çekilirken iki ayrı partili yapı gündeme gelmiş, Atlantikçi gazetecinin Büyük Orta Doğu’ya yönelen demokratik solculuğu, Atatürk’ün partisinin hem Kemalist yapısına hem de Avrupa Birlikçi sosyal demokrasi yaklaşımlarına karşı çıkmıştır. Türk solu böylesine bir kargaşaya emperyal güçlerin yönlendirmeleri ile sürüklenirken, atı alan Üsküdar’ı geçmiş ve Türkiye sürekli bir merkez sağ yönetimin elinde küresel emperyalizmin yarı sömürgesi durumuna düşürülmüştür. Sol politikalar emperyalizme karşı ulusal egemenliği güçlendirecek ve sosyal devlet uygulamalarını artırarak kapitalist emperyalizmin haksızlıklarını giderecek yerde, iç kavga ve çekişmelerle halk nezdinde itibarını yitirerek, Atatürk’ün cumhuriyetini sürekli bir sağ yönetime mahkum etmiştir. Sosyal demokrasi ve demokratik sol ayrılığını bir türlü gideremeyen Türk solu son dönemlerde sürekli olarak seçim yenilgilerine sürüklenmiştir. Ortanın solu Kemalizm’den uzaklaşmayla beraber Türk solunu daha sonraki dönemlerde sosyal demokrasi ve demokratik sol çekişmesi gibi tartışmalara düşürerek ülkeye zarar vermiştir.

Çağdaş anlamda bir sosyal demokrasinin ancak Avrupa kıtası içinde mümkün olabileceği ve kesinlikle Avrupa’nın dışında kalan ülkelerde ciddi bir sosyal demokrasi uygulaması olamayacağı artık iyice belli olmuştur. Batı dünyasının patronu durumunda olan Amerika Birleşik Devletlerinde bile bir sosyal demokrat partinin bulunmaması , Amerikan hegemonyası ardında koşan emperyalistlerin hiç bir biçimde eski Avrupalı sömürgeciler gibi sömürgelerden kazandıklarını ve artı değeri çalışan kitleler ve işçi sınıfı ile paylaşmağa razı olmaması nedeniyle Amerika’da bile sosyal demokrasi uygulamaları söz konusu olmamaktadır. Amerikanın sosyal demokrasi hiç takmayan tutumuna rağmen Avrupalı ülkeler sosyal demokrasiyi çok ciddiye almaktalar ve geçmişten gelen sosyal devlet yapılanmalarını korurken sosyal demokrat partilere ve uygulamalara öncelik vermektedirler. Amerika merkezli neoliberalizmin bugün Avrupa ülkeleri tarafından kabul edilmemesi ve sosyal devlet uygulamalarında Avrupa Birliğinin ısrar etmesi nedeniyle, Avrupa tipi sosyal demokrasiler günümüzde ciddi bir alternatif olarak varlığını sürdürmektedirler . Bu tür uygulamaları gündeme getiren Avrupa’nın sosyal demokrat partileri de Avrupa kıtasının kendine özgü koşullarında çalışmalar yaparak başarılı olabilmektedirler. Çağdaş anlamıyla sosyal demokrasinin beşiği olan Avrupa’nın bir kıtasal birliğe yöneldiği aşamada geçmişten gelen sosyal devlet yapısını koruması ve sosyal demokrat uygulamalarla yoluna devam etmek istemesi bir anlamda Amerikan hegemonyasına meydan okumak anlamına gelmektedir. Küresel emperyalizm ile bir dünya imparatorluğu oluşturmak isteyen ABD’nin bu durumu önlemek üzere Avrupa Birliğinin içine de neoliberal politikaları Hollanda ve İngiltere gibi ülkeler aracılığı ile empoze etmeğe çalıştığı, ama Almanya ve Fransa gibi geçmişten gelen ciddi sosyal devlet yapıları olan büyük Avrupa ülkelerinin bu duruma karşı çıktıkları görülmektedir . Avrupa kıtası sosyal demokrat yapıda bir kıtasal birliğe yönelirken, Türkiye Cumhuriyetinin böylesine bir büyük birlik içerisinde tam üye olarak yer alamaması ciddi sorunlar yaratmaktadır. Türkiye yarım yüzyıl büyük bir çaba sarf etmesine rağmen böylesine bir birliğin dışında kaldığı aşamada, sosyal demokratların haksız eleştirileri ile karşı karşıya kalmaktadır.

Avrupa Birliğine tam üye olamayan Türkiye Cumhuriyeti yeniden eski Asyalı konumuna dönmektedir. Çağdaş sosyal demokrasi anlayışı ve uygulamaları sadece Avrupa kıtası içinde mümkün olduğu içindir ki, bu kıtasal birliğin dışında kalan Türkiye Cumhuriyeti açısından sosyal demokrasi önemini yitirmekte ve yeniden Kemalizm öne geçmektedir. Avrupa Birliği organlarından çıkan kararlarda sürekli olarak Kemalizm eleştiri konusu olurken, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kurtuluş savaşından gelen ulusal,üniter ve merkezi devlet yapısının değiştirilmek istendiği, yeni bir Yugoslavya tipi dağılma modelinin Türkiye üzerinde uygulanmak istendiği artık iyice kesinlik kazanmıştır. Avrupa kıtasının ortasında yer alan bir büyük devlet olan Yugoslavya dağıtılarak küçük eyaletler halinde Avrupa Birliğine alınırken benzeri bir uygulama, Türkiye Cumhuriyetinin ulusal,üniter ve merkezi yapısı üzerinde denenmek istenmiştir. Türkiye’yi olduğu gibi kabul etmeyen, kendi hazım kapasitesi doğrultusunda parçalayarak yutmak isteyen bir Avrupa Birliği, Türkiye için bir medeniyet projesi olmaktan çok yeni bir emperyal projeye dönüşmüştür. Hiç bir Avrupa ülkesi sosyal demokrasi için bölünmeyi göze almamıştır. Türkiye’de parçalanarak bir sosyal demokrat dünya içerisinde yer almak istememektedir. Türkiye’yi ayrı bir devlet, bağımsız bir siyasal yapılanma olarak ortaya çıkaran Kemalizm, ülkenin ve devletin birliğinin ve bütünlüğünün güvencesidir. Bu nedenle, bir sosyal demokrat yapılanma olan Avrupa Birliği içerisine girmek isteyen Türkiye Cumhuriyeti Kemalizm’in yanısıra sosyal demokrat bir yapılanma ile daha da güçlenmek ve tamamlanmak arayışı içine girmişken, emperyalist baskılarla karşı karşıya kalınca duraklamak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin batı ile olan bu macerasını batılı ülkelerin anlaması pek de mümkün görünmemektedir. Kendi sosyal demokrat dünyaları içerisinde sosyal devlet güvencesinden yararlanan Avrupa’nın partileri ve devletleri Türkiye’nin bulunduğu alandaki fırtınalar coğrafyasından habersiz görünmekte ve Türkiye Cumhuriyetinin sanki bir güvenlik sorunu yokmuş gibi hareket etmektedirler. Böylesine hayalci bir sosyal demokrat yaklaşım , Türkiye’nin kendi Asyalı koşullarının bilincine varan Kemalist anlayış ile tamamen ters düşmektedir. Türkiye Cumhuriyetini Kemalist devlet modeli ile içlerine almayan Avrupa’nın emperyal devletleri, yeniden Asya kıtasının savaş koşullarına sürüklenen Türkiye’yi anlamamakta ısrar etmektedirler. Avrupa Birliğinin dışında bırakılan Türkiye yeniden yirminci yüzyılın başlarında olduğu gibi bir çekişme alanı durumuna düşürülmüştür . Avrupalı güçler içlerine almadıkları Türkiye’yi istedikleri biçime dönüştürmeğe çalışırlarken, küresel imparatorluk ardında koşan Amerika Birleşik Devletleri de Türk devletini İslam coğrafyası ve Avrasya bölgesinde bir üs ya da taşeron ülke olarak kullanabilmenin arayışı içindedir. Avrupa dışında kalan Türkiye savaş ve çekişme alanına doğru itilirken, sosyal demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan barıştan ortamından giderek uzaklaşmaktadır .

Sosyal demokrasinin çağdaş anlamıyla gerçekleşebilmesi için en alt düzeyde koşulların gerçekleşmesi gerekmektedir. İlk koşul, gelişmişlik düzeyidir. Belirli bir gelişmişlik düzeyine gelmemiş olan ülkelerde sosyal demokrasi olamaz. Ancak gelişmiş ve zengin ülkelerde devlet sahip olduğu zenginliği sosyal devlet uygulamalarıyla orta ve alt sınıflara dağıtabilirse o ülkede ciddi anlamda bir sosyal demokrasiden söze dilebilir. Bunun içinde devletin barış koşulları içinde bulunması kesinlikli hiç bir biçimde savaşa girmemesi gerekmektedir . Dünya tarihinin gösterdiği gibi savaş koşullarında sosyal demokrasi olamaz ancak askeri diktatörlük gündeme gelebilir. Türkiye Cumhuriyeti de Avrupa kıtasından dışlanırken, Orta Doğu’da İsrail’in, Avrasya’da Amerika Birleşik Devletlerinin savaş maceralarına alet edilmek istenmektedir. Bu nedenle ,giderek büyüyen bir savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türkiye’de artık sosyal demokrasiden değil ama yeniden Kemalizm’den söz etmek mümkün olabilmektedir. Türk devleti kendisini var eden ulusal kurtuluş savaşının içinden çıkmış olan Atatürk ilkelerinin ve bunların bir bütün halinde oluşturduğu Kemalizm’in eseri olduğunu hatırlamak zorundadır, aksi durumda batılı sosyal demokrasi hayalleri ile Türkiye Cumhuriyetinin bir yerlere gidemeyeceği anlaşılmaktadır. Devleti yönetenler devlet aklını, Atatürk’ün partisini yönetenler ise parti aklı ile beraber Atatürk’ün aklını uygulamakla yükümlüdürler. Bütün dünyanın ciddi bir değişime dışarıdan zorlandığı bu aşamada, değişim adına yok olmayı ya da başkalaşmayı kabul etmek hatasını Türkiye Cumhuriyeti göstermemelidir. Türkiye bir yandan savaşa sürüklenirken, ekonomisi de tümüyle batı kapitalist sistemi tarafından esir alınarak orta tabakalar çöküşe mahkum edilmiştir. Orta tabakaların çöktüğü çalışanların asgari ücrete mahkum edildiği, devletin ekonomik kaynaklarının çok uluslu şirketlere peşkeş çekildiği bir aşamada, sosyal demokrasinin esası olan bir sosyal devlet yapılanmasından söz edebilmek mümkün olamamaktadır. Bir avuç insan dolar milyarderi olurken, milyonlarca insan işsizliğe ve açlığa mahkum edilmektedir. Böylesine bir ortamda ne sosyal devletten ne de sosyal demokrasiden söz edebilmek mümkün değildir. Savaş koşullarında yoksul halk kitlelerinden oluşan bir toplum yapısı içinde Türkiye devlet ve millet olarak kendisine kurtarabilmek üzere yeniden Kemalist politikalara dönmek zorundadır. Atatürk’ün partisi de bu durumu yerinde gördüğü içindir ki, batı tipi sosyal demokrasi ya da liberal anlayışa dayanan demokrat görünümlü politikalar yerine ülkeyi ve halkı kurtaracak ulusal politikalara öncelik vermekte, çöken orta tabakaların kurtuluşu için yeniden bir ulusal ekonomik yapılanmayı gündeme getirmektedir. Ekonomiye devletin alma görünümü altında bütünüyle çok uluslu tekellere devretmek Türkiye’yi bir yarı sömürge ülke konumuna getirmiştir. Atatürk ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir ekonomik kurtuluş savaşına yönelerek ülkede devlet merkezli bir ulusal ekonomik düzen kurmuştu. Türkler bu sayede çağdaş uygarlık düzeyine kısa zamanda geçme şansını elde etmişlerdir. Şimdi ise bunun tamamen tersi yapılmakta, Türkiye yeniden sömürgeleştirirken Türk halkı açlığa mahkum edilmekte ve savaş zorlamalarıyla da karanlık bir geleceğe doğru sürüklenmektedir. Türkiye’nin bu çıkmazını barış içindeki gelişmiş Avrupa ülkeleri anlayamamaktadır. Bir sömürge ülkede sosyal demokrasi olamayacağı gibi Sosyal devletin tasfiyesi aşamasında yoksul kitlelere sosyal demokrasi ile değil ama Kemalist devlet politikaları ile hizmet etmek mümkündür. Türk halkının sosyal demokrasi umutlarını yok eden emperyal güçler, şimdi de Türklerin yeniden Kemalizm’e dönerek toparlanmasını ve yeniden dünya sahnesini çıkışını engellemek için her yolu denemektedirler. Atatürk’ün partisinin sosyalist enternasyonelden atılmak istenmesinin ana nedeni bu durumdur. Sosyalist enternasyoneli yöneten kesimler, siyasal empati yöntemi ile kendilerini Türklerin yerine koyarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu iyice anlamalılar ve ondan sonra, Atatürk’ün partisi ile ilgili bir karar vermelidirler .

Atatürk’ün partisi, küçük Asya üzerinde bir Türk devleti kurulurken, Kemalist bir siyasal örgüt olarak ortaya çıkmış, uzun süren batı hayalleri sürecinde sosyal demokrasi tartışmaları ile oyalandıktan sonra içinde bulunduğu koşulların gerçek jeopolitiği ile karşı karşıya kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Avrupanın dışında bir Asya ülkesi olarak Orta Doğu coğrafyasında Kemalizm sayesinde çağdaş bir ulus devlet olarak kurulabilmiştir. Avrupa’nın dışında bırakıldığı bu noktada Türkiye yeniden eski Asyalı koşullarına geri dönmüştür. Yeniden Asya konjonktürüne Türkiye dönerken, Avrupa tipi bir sosyal demokrasiyi Türkiye’de beklemek mümkün değildir. Bundan sonra Türkiye’de sol ancak Kemalist bir anlayış ile mümkün olabilecektir çünkü Türk devletini var eden bu düşüncenin savunulmasıyla, çağdaş ve laik bir ulus devletin İslam ve Asya coğrafyasında yoluna devam edebilmesi mümkün olabilecektir. Ne olduğu belli olmayan aksine, Atlantik emperyalizminin hegemonyasının önünü açarak Türkiye’yi Kemalist çizgiden uzaklaştıran demokratik sol politikalar da bu aşamada ciddi bir alternatif olmaktan çıktmaktadır. Bugünün Asya ve Afrika ülkelerinde sol partiler olarak batı tipi sosyal demokrat yapılanmalar değil ama, halk kitleleri ile çalışan sınıfların ciddi olarak temsil edildiği sosyalist partiler çalışmalarını sürdürmektedirler . Atatürk’ün partisi sahip olduğu Kemalist ideoloji doğrultusunda,Asya ve Orta Doğu koşullarını yerinde değerlendirebilmeli ve Asya’nın sosyalist partilerine benzer bir biçimde halk kitleleri ile kucaklaşarak demokratik yoldan iktidara gelebilmelidir. Ancak bu yoldan Türkiye’nin sömürgeleşmesi ve çöküşü önlenebilecektir. Asyalı sosyalist partilerin radikal programları doğrultusunda devletleştirme,kamulaştırma gibi uygulamalarla, çok uluslu tekellerin emperyalist baskılarına karşı direnecek ulusal ekonomik yapılanmalar yaratılmalıdır. Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşı sonrasında emperyalizmi kovmak üzere gerçekleştirmiş olduğu uluslaştırma programlarının Atatürk’ün partisi aracılığı ile yeniden gündeme getirilmesi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığını koruyabilmesi açısından yaşamsal önem taşımaktadır. Kemalizm bu yoldan Türk devletini yoktan var edebilmiştir.

Sosyalist enternasyonal giderek batılı emperyalist devletlerin ve çok uluslu tekellerin dümen suyunda bir liberal sosyal demokrasiye kayma süreci içersindedir. Bağımsız hareket edebilme yeteneğini yitirmiş olan sosyalist enternasyonalin batı emperyalizminin tamamlayıcısı konumundaki çıkışlarını dikkatle izlemek ve sosyalizm adına emperyalizme alet olan tutumlarını kamuoyuna sergilemek gerekmektedir. Türkiye’nin önünde yeni dönemde artık sosyal demokrasi değil ama Kemalizm bulunmaktadır. Bu gerçekliğin hem Türkler hem de dış dünya tarafından bilinmesinde yarar bulunmaktadır . Kemalist Türkiye Cumhuriyetinin Batı tipi sosyal demokrasi aldatmacalarıyla oyalanma dönemi artık sona ermektedir. Dünya haritası üzerinde ortaya çıkan yeni durumun dikkatle izlenmesiyle,Türkiye’nin Kemalist yapısı daha iyi anlaşılabilecektir. Dünyanın merkezi coğrafyasında bir merkez devlet olarak Türkiye’nin yeni konumu ele alındığı zaman daha gerçekci bir yaklaşım ile Kemalist Türkiye aracılığı ile bu bölgede barışın,düzenin ve istikrarın kurucusu ve koruyucusu Türkiye Cumhuriyetinin olacağı anlaşılacaktır. Kemalizm ve sosyal demokrasi birbirlerini benzer düşünce sistemleri olmalarına rağmen ayrı coğrafyaların ürünleridir. Avrupa’nın dışında bırakılan Türkiye yeni dönemde artık sosyal demokrasi alanında değil ama İslam coğrafyasında ve Avrasya bölgesindeki karanlıklar alanının içerisinde yeniden bir Kemalist varolma mücadelesi verecektir. Bu alanda, Türk devletinin varolabilmesi ve yoluna devam ederek bölgenin yeniden yapılanmasında merkez ülke olarak öne geçebilmesi ancak Kemalist devlet modelinin korunmasıyla mümkün olabilecektir. Sosyal demokrasi biterken Kemalizm yeniden devreye girmektedir.

AKDENİZ BÖLGESİ DOSYASI /// Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu : Akdeniz’e Taşınan Körfez ve Dahada Yal nızlaşan Türkiye


Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu : Akdeniz’e Taşınan Körfez ve Daha da Yalnızlaşan Türkiye

15 Ağustos 2020

Israil ve Birleşik Arap Emirlikleri(BAE) arasında imzalanan“ilişkilerin normalleştirilmesi”anlaşması, İsrail’i Körfez’e, Umman ve Suudi Arabistan yanı sıra, zaten Libya’da aktif olan BAE’i, bir kez daha Akdeniz’e taşımış oldu.

Yeni bir Bölgesel İşbirliği Dinamiği

BAE-İsrail anlaşmasının zamanlaması, Trump’ın Amerikan kamuoyuna, Biden’in, müstakbel yardımcısını seçmesine karşı verdiği bir mesaj. Ama Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) için yeni bir işbirliği dinamiği. Bir kere, kişiselleşmiş iktidarların egemen olduğu MENA coğrafyasında, şimdi Körfez’in pırıltılı zekâsı ön planda. Muhammed bin Zaed (MbZ), Körfez İşbirliği Konseyi (GCC) nin etkisini yitirmesinin ardından, Suudi Arabistan’a da yön veren beyin. Muhammed bin Salman’ın (MbS) ülkesinde yapmaya çalıştığı reformlarda olduğu kadar, Akdeniz çevresine barış ve istikrar getirme kararlılığının arkasında da MbZ in parmağı olduğu bir gerçek. İran Körfezindeki 7 emirlik piramidin[1] tepesindeki MbZ, 10 milyon nüfuslu petrol ve doğal gaz zengini ülkesini, ekonomik olarak çeşitlendirme kararlılığını artık İsrail ile birlikte sürdürecek. Liman işletmeleri, nitelikli sınai bölgeler, turizm ve otelcilik, teknoloji, telekomünikasyon, sağlık ve spor alt yapısı zaten hazır olan BAE nin İsrail’den beklentisi daha çok savunma sistemleri, yenilenebilir enerji alanları, tarım ve sulama teknolojileri ve akıllı şehir Mastar’ın hızla hayata geçirilmesi ile ilgili mühendislik desteği.

BAE nin nükleer enerji hamlesinin İsrail’de nasıl değerlendirildiğinin yankıları zaman içinde su yüzüne çıkacaktır. Ancak belki BAE’ye, Israil’in eskiyen Dimona nükleer santralini takviye etmesi için yeşil ışık yakılmıştır.Belki de BAE zaten o santralı İsrail ile birlikte işletecektir.Öte yandan İsrail için BAE ve Suudi Arabistan ile işbirliğinin, İran’a, hatta Türkiye’nin güvenilmez ve ideolojik olarak hasmani tutumuna karşı ABD nin de desteği ile elde edilmiş bir kalkan olduğuna şüphe yok.İran tehdidi ve Türkiye’nin uzlaşmaz tutumu devam ettiği sürece, İsrail gibi pragmatik bir ülke MbZ ve MbS nın dostluğunu korumaya özen gösterecektir.Bu bağlamda 2017 yılından beri gelişen temaslarla, Trump yönetiminin son anda yaptığı hamle, işlevsel ve bir “taşla bir kaç kuş vuran” bir hamle.

Mısır da Aynı Denklemin Önemli bir Parçası

Mısır ve İsrail ilişkileri zaten hem ticaret, hem siyaset, hem Doğu Akdeniz münhasır ekonomik alanları (MEA), hem de Sina ve Filistin terörü ile ortak mücadele bağlamında yakın ve daha fazla işbirliğini kaldırır nitelikte. Mısır’ın 2017 yılında Kızıldeniz Tiran ve Senafir adacıklarını Suudi Arabistan’a devri ile yeniden bu ülkeyle kurduğu dostluk bağları da şimdi İsrail’in hizmetinde.

Ayrıca Mısır-Suudi yakınlaşması, Suudi Arabistan’dan Mısır’a iyi bir kaynak akışı sağladı. 2013 ile 2016 yılları arasında Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt Mısır’a 30 milyar dolar mali yardım yaparak, el Sisi yönetimine Arap baharı sonrası rahat bir nefes aldırdı.Ayrıca bu üç ülke Körfez’de, Mısır için önemli birer ihracat pazarı olduğu gibi, işsiz Mısırlı için iş alanı. Her yıl ortalama 25 milyar dolarlık işçi döviz transferinin[2]bu ülkelerden Mısır’a mali imkân yaratması, BAE ve Suudi Arabistan’ın Mısır üzerinden de Akdeniz’e nüfuzu için açılan paralı yol gibi. İşte şimdi İsrail ve Mısır, yaptıkları anlaşma ve eriştikleri uzlaşma ile Körfez-Doğu Akdeniz işbirliğini yeni bir bölgesel işbirliği haline getirmek yolunda ilerlemekte. Suudi Arabistan ve BAE nin laikleşen çizgisi ve Müslüman Kardeşlere karşı birleşik bir cephe olma tutumu, Mısır için de, İsrail için de makbul. BAE ve Suudi Arabistan ikilisi, Libya’da da Mısır için bir rejim güvencesi ve sınır güvenliği. Bu işbirliği bir tek, İsrail, Filistin topraklarında yeni yerleşim alanları açmayı yeniden gündeme koyarsa yara alır. Belki de Arapların Filistin hassasiyeti Türkiye gibi olmadığı için ruhları bile duymaz, gözleri bile görmez veya belki umursamazlar dahi.

Türkiye’ninİyice Rakım Kaybeden “ Değerli Yalnızlığı”

Bölgenin tek laik ve demokratik ülkesi olarak tebarüz eden Türkiye, uzun bir süre bunu başarılı piyasa ekonomisi ile birleştirerek MENA için bir model olmuştu. 2001 krizinden başarı ile çıktığı yıllarda hep bunu nasıl başardığı sorgulanıyordu. Ama Türkiye özellikle 2010 dan sonra hem laiklik, hem de demokrasi açısından başka yöne savrulurken, bir de kısmen dış konjonktür, kısmen de kendi hataları sonucu ekonomik krizlerin pençesine takılınca, rakiplerine geniş bir alan bıraktı. Hele “sıfır” sorundan, çok cephede çoklu sorun sathı mailine girince, içine düştüğü yalnızlıkla bu alan daha da daraldı. MENA’nın iddialı, ancak maddi imkânları sınırlı ülkesi Mısır’ın laikleşme mücadelesi bu boşluğu dolduramaya yetemezdi. Ama BAE ve Suudi Arabistan’ın, modernleşmeyi laikleşen eğitim ve kadın hakları ile teşvik etmesi, Türkiye’nin rolünü kapmaya hazırlandıklarının işaretiydi. Aynı zamanda Umman Sultanlığından başlayarak, BAE ve Suudi Arabistan’ın, İran’ı yalnızlaştırmak ve İran tehdidine karşı safları sıkılaştırmak için İsrail ile yakınlaşmanın yollarını aramaya başlaması, genel olarak MENA’ya, özellikle de Doğu Akdeniz’ e, yeni işbirliği kapılarını araladı. Onlar birlikte kazanmanın yolunu seçerken Türkiye, MENA bölgesinde ve Doğu Akdeniz’de yalnız kaldı.

Katar ile birlikte yürüdüğü yollar,2010 yılından bu yana“bölgesel siyasi istikrar ve ekonomik refah için işbirliği” hedefini aşıp, ideolojik bir saplantıya dönüşünce, Katar siyasi olarak kaybedip, ekonomik olarak kazanmaya devam etse bile, Türkiye’ye her iki açıdan da kaybettirmeye başladı. Özellikle Libya’da Katar ile birlikte sürdürülen ve bölünmüş ülkeyi birleştirmekten ve tarafları uzlaştırmaktan çok, Trablus ve Tobruk yönetimleri arasındaki fayı derinleştiren Katar-Türkiye işbirliği, hem bölgenin, hem de AB nin tepkilerini Türkiye üzerinde yoğunlaştırdı.

Katar Türkiye’ye sıkışınca, 15-20 milyar dolarlık mali imkân sağlıyor olabilir.Buna karşılık, Türkiye ve Katar yönetimleri arasındaki kişiselleşmiş ilişkiler, Türkiye’ye karşı ciddi bir güven aşınması yaratmakta. Katar ile kol kola yürürken ana yoldan sapan Türkiye belki de BAE ve Suudi Arabistan’ı İsrail’e yakınlaştıran etkenlerden bir başkası. Açıkçası Katar hariç Körfez’in diğer ülkeleri, şimdi Türkiye’ye fersah fersah uzak.

[1]Abu Dabi, Dubai, Şarja, Acman, Um el-Kuvain, Fucayra ve Ras el Khaimah

[2] David, Butter (20 April 2020) “Egypt and the Gulf: Allies and Rivals”, https://www.chathamhouse.org/publication/egypt-and-gulf-allies-and-rivals

DOĞAL AFETLER DOSYASI /// Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ : Giresun’da Yaşanan Sel Felaketi İnsan Aklını Yaratığı Eserlerin Bir Sonucudur


Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ : Giresun’da Yaşanan Sel Felaketi İnsan Aklını Yaratığı Eserlerin Bir Sonucudur

Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ, Çukurova Üniversitesi, iortas

Giresun’a geçmiş olsun. Yaşanan sel felaketinde yaşamını yitiren, yaralı olan ve kayıp olan yurttaşlar var Kent ve bölgede ciddi maddi ve manevi zararın olduğu ekranlara yansıyor. Neredeyse şehrin silueti değişmiş. İnsanların yalnız malı mülkünü değil kim bilir hangi başka özele eşyaları, anıları ve değerleri sel ile birlikte Karadeniz’in soğuk sularına aktı gitti.

Görüntülere çok yabancı değiliz, Daha önceden Rize, Artvin, Hopa, Trabzon’da benzeri doğanın normal akışına karşı yapılan yapılanmada gördüklerimiz. Binaların altı oyulmuş, sokaklar dere yataklarına dönmüş. Görüntüler doğa-çevre ve bilimsel sorgulayıcılığı olanlar için çok şey söylüyor. Ancak Fuzulinin " söylesem kar etmiyor söylemesem içim rahat etmiyor" ifadesi ile kendi haline bırakalım. Vatandaşlarımızın acısını ve çaresizliğini anlıyorum. Her tarafı ranta dönüştürülmüş, imar afları, 2-B’ler vs. sonuçlar beklenmedik değil. Üzüldüğüm yine beylik sözler ve vatandaşa verilen sakinleştirici güzel ifadeler. Ancak anlamadığım yıllardır çevre, jeoloji, biyoloji tarım bilimcileri duyarlı yurttaşların uyarıları dikkate alınmıyor. Hatta bu tür uyarıları yapanlarda kötü insan olarak yaftalanıyor.

Türkiye Toprakları Erozyon Altında, Bu Gerçek Bilinmese Sorunlara Çözüm Geliştirilemez

Karadeniz’de doğal bitki örtüsünü yok edip fındık ve çay alanlarına dönüştürme ve arkasından aşırı gübreleme ve topraktan çıkan ve ortamın esas sahipleri olan doğal bitkilerin çapalanarak ölçülmesi sonucu toprakların yapısı bozulmaktadır. Erozyon diye çok söylenen Türkiye topraklarının % 75’inde hüküm süren edikleri toprakların yerinde aşınması olayıdır. Diğer bir ifade ile bitkilerin durak ve beslenme yeri toprağın canlılığının yok olması yani ölümüdür erozyon.

Bunu önlemenin çaresi ölümün karşısına yalnız doğanın bitkilerce örtülmesidir. Her tarafı yerleşime açılmış, betonla doldurulmuş alanlarda bir karış yağış yağsa bile toprağa nüfuz etmediği için doğal olarak önüne ne katarsa gücü oranında alıp götürmektedir. Bu dünyanın iklim değişimleri ve ekosistemin canlılığı için zorunludur. Doğa yoksa bizde yokuz, yaşamda yok. Doğal çeşitlilik yoksa korona virüs var, hastalık var, kılık var. Yoksulluk ve göç var. Ne olursunuz biraz anlayın artık şu toprağın, bitkinin doğanın önemini.

Doğada İntikam Veya Merhamet Yok

Karadenizli, Akdenizli, doğulu, batılı fark etmez bu tür olaylar dünde dün yaşandı yarında yaşanıyor olacaktır. Bize düşen bu olguları anlamaktır. Anlamaz ve doğaya uygun hareket etmesek doğa bizi takmaz. Doğada intikam veya merhamet yok. Kimsenin kimseye acıdığı veya taraf tutuğu yok. Doğanın kendisi kuralları var. Lütfen artık ciddi bir doğa eğitimi ile herkes dünyanın ve sosyal dinamikleri kavrasın ve nerede hangi koşulların içinde yaşadığını anlasın. Ayrıca tek başına bu dünyanın efendisi olmadığını da öğrensin.

Bir köylü çocuğu olarak topraktan doğdum, ömrümü hemen hemen doğa ile iç içe yaşadım. Sonrada tarım eğitimi özelde de toprak bilimi ile çalışarak olup bitenlerin nedenlerini meleğim gereğince anlıyorum. Bugünle kadar öğrendiklerimden ülkemizin bu tür felaketleri önleyecek tedbirleri içindeki ormanlarımızın, doğamızın, kentleşme anlayışı ve hayatı kavrayış anlayışımız maalesef yetersiz görülüyor. Yine maalesef sık sık yaşanalar bize durumun çok kötü ve sorunların çözümüne katkı sunacak durumda olmadığımızı gösteriyor. Yalnız Karadeniz’in değil diğer bölgelerde de batıda yanan, kesilen ormanlar, nehirlerin üzerine yapılan HES’ler yapılırken bunların olası olumsuz etkileri konusunda çok insanda ve çevre bakanlığının ilgililerin de derin bir sessizlik var. Sanki bu topraklar, ormanlar, sular, hava canlılar bizim yaşamımızın bir parçası değilmiş gibi. Kamu yaranına korumak yerine nüfuslu kişilere peşkeş çekildiği sıkça vurgulanıyor. Her gün ülkemizin bir beldesinde jandarma ile karşı karşıya gelen köylülerin çilesini ve çığlıklarını görüyoruz. Bu anlayış ve korumacılık olmadığı için bugün bu felaketler yaşanıyor.

Yaşan Olay Bizim Yaptıklarımızın Bir Sonucudur

Karadeniz’deki dağların, kıyaların ve derelerin doğal yapısının nasıl oluştuğunu bilmediğimiz için yönetimini de bilmemiz mümkün olmayacaktır. Karadeniz’de denize paralel yayılan dağların eteklerine vadilere çayların içine yerleştirilmiş evlerin şekillendiği çarpık kentleşme ve plansızlık sonucu oluşmuş bir yapılanma hâkim.

Yaşanan olayın sebep sonuç ilişkisini iyi kavrayamadığımız için yaşadığımız değerlerin kıymetini de bilmiyoruz. Doğanın işleyişini anlamadığımı için bu acı sorunları yaşayıp duruyoruz. Anlayışımızı değiştirmesek ve böyle giderse yakında başka bir yerde benzer bir durum kesin yaşanır.

Doğanın ve Sosyal Olguların Dinamizmini Topluma Kazandırmak için Ciddi Bir Doğa Eğitiminin Sağlanması Şart

Bölgenin jeomorfolojik yapısı gereği dağlardan denize doğru çok sayıda dere bulunmakta ve çoğu yerleşim yerinin ismi de dere ile bitiyor. Taşkınlar milyonlarca yıldır belirli periyotlarda belirli debilerde akmaktadır. Derenin yapısına bakıldığında burada geçmişte ne denli büyük sellerin geçtiği bilinir. Bu bağlamda en az 100 yıllık derenin akışı hızı ve genişliği dikkate alınarak yapılanmaya gidilmesi beklenir. Vatandaşın bilinci yetmese bile devletin bu tür yerlere iskân izni vermemesi gerekir. Her olaydan sonra devletin eski-yeni yetkililerinin yaptığı açıklamalar artık vatandaşları teskin etmeye yetmiyor. Demezler mi, devlet olarak göreviniz değil mi göz göre göre olacak bu felaketlerin tahribatını.

Önümüzdeki dönemlerde iklim değişimleri sonucu daha ani yağışlar, susuzluklar, kuraklıklar, doğal orman yangınları, hastalık ve zararlılar, bitkisiz çöllerin olacağını bugünden bekleyelim ve ona göre yaşam anlayışımızı düzenleyelim.

Unutmayalım bu doğa, bu topraklar, sular, ormanlar, kimsenin değil hepimize yani insana, kurda kuşa, börtü böceğe ait. Hepimize, bizim ait. Kıymetini hep beraber bilelim ve koruyalım.

Bu doğayı anlamaz ve hoyratça küçücük çıkarlarımıza kurban edersek bu dünya bize bir gün ar gelir. Doğayı, toprağı ormanı bitirmeden- tükenmeden dünyamızı gelecekteki felaketlerden kurtarmak bizim elimizde. Kızılderili Reis bizi daha önce uyarmıştı “toprak insana değil, insan toprağa aittir”. Yaşar Kemal bir ödül sonrası yaptığı konuşmada “şunu çok iyi bilmeliyiz, doğanın yok olduğu gün insanlık da yok olacaktır. İnsansız bir dünyayı düşünebiliyor musunuz?” diyordu. Boşuna doğaya müdahale etmeyin demiyoruz. Ağaç dikin, çevreyi yeşillendirin demiyoruz.

Kabahat Kimin, HEPİMİZİN

Unutmayalım dünyadaki toprak ve bitki varlığı şimdilik insanlığın karnını doyuracak yeterliliktedir. Dünya daha iyi yönetilseydi mutlaka daha barışçıl bir yaşamı yaşıyor olurduk. Sonra Dünya kötüde yaratılmış değildir. Ancak kötü yönetildiği muhakkaktır. Biz insanlar kendi çıkarımıza göre planlar programlar yapıyoruz. Çoğu zaman anlamadan yaptığımız birçok işlemin sonucu ağır olmaktadır. İnsanlar yer yüzeyindeki bugün ki farklılaşmanın nedenidirler. İnsan düşünerek, doğa- insan eksenli bir yapılanma gerçekleştirdiyse orası yaşanabilir, değilse yaşanılamaz durma gelmektedir.

Bu yaşanılamaz durum bizim eserimiz. İnsanlık uygarlığı geriye doğu bakıldığında insanın iyi ve kötü diyeceğimiz birçok eseri ile doludur. Tarihte nerede ve nasıl anılmak istediğimizi biz belirliyoruz. Afet riski bir bölgemizde yerel veya ulusal düzeyde bütüncül bir afet yönetimi ve/ya afet riskinin azaltılmasına yönelik planlama hazırlığımız var mı? Bu konuda devlet olarak vatandaşlar afete karşı uyarılmış mı? Eğitimler verilmiş mi? Yoksa sorunlu kim? Ölenlere Allah rahmet eylesin.

23 Ağustos 2020, Adana

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : ATATÜRK VE ECEVİT


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : ATATÜRK VE ECEVİT

(Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Ocak 2007, Sayı: 100)

Atatürk gibi büyük bir kurtarıcı ve devlet adamı ile beraber bir siyasal lider olarak Ecevit’i bir araya getirmek ve karşılaştırmalı bir değerlendirme yapmak belki zorlama bir yaklaşım gibi görülebilir; ama ikisinin de aynı partinin genel başkanlık koltuğuna oturduğu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran siyasal partinin başkanları olarak en azından bir siyasal örgüt çerçevesinde aralarında tarihsel ve siyasi bağ bulunduğu dikkate alınırsa, o zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze kadar geçen süreçte belirli bir siyasal çizgi açısından karşılaştırma yapılması seksen beş yıllık devlet yaşamı açısından zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu siyasal partinin üçüncü genel başkanı Ecevit olmuştur. İkisinin arasında Kurtuluş Savaşı’nın ikinci adamı olan İsmet İnönü yer almıştır. İnönü, Atatürk’ün eserini yaşatmak ve geleceğe dönük kurumlaştırmak için tam yarım yüzyıl uğraşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun yolunda ilerlemesi ve O’nun ilkeleri doğrultusunda çağdaş uygarlığın bir üyesi olması konusunda İsmet İnönü ikinci adam olarak, Atatürk sonrası dönemde önemli bir mücadele vermiştir.

Devletimizin kurucusu olan siyasal parti, ulusal kurtuluş savaşı sırasında kurulmuş olan kuvayı milliye ve Müdafaa-i Hukuk kuruluşlarının bir araya gelmelerinden sonra tarih sahnesine çıkmıştır. Ulusal kurtuluş savaşını yürüten halk iradesinin daha sonra bir bütünsellik içinde örgütlenmesiyle, devletimizin kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası adı altında tarih sahnesine çıkmıştır. Halkın gücünü bir Cumhuriyet devleti kurmak üzere yönlendiren bu partinin ilk genel başkanı kurucu önder olarak Mustafa Kemal olmuş, daha sonra da İsmet İnönü ikinci adam olarak Atatürk sonrasında hem genel başkan hem de ulusal önder olarak devlet başkanı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan Türkiye’yi kurtaran bir siyasal önder olan İsmet İnönü yirminci yüzyılın ikinci yarısında demokrasiye geçişi örgütlemiş ve bu aşamadan sonra Atatürk’ün partisinde Bülent Ecevit adında bir genç, milletvekili olarak meclise girmiştir.

Robert kolej mezunu olarak basın yayın genel müdürlüğüne giren Ecevit, daha sonra bir üniversite tahsili yapamamıştır. Kayıtlı olduğu fakülteyi bitiremeyen Ecevit sahip olduğu kolej İngilizcesinin yardımı ile İngiltere’nin başkenti Londra’ya basın ataşesi olarak gönderilmiştir. Böylece, İstanbul doğumlu Bülent Ecevit Atlantik okyanusunun kıyılarına adım atmıştır. Londra’da birkaç sene kaldıktan sonra Türkiye’ye dönmüş ve bu arada bir yaz döneminde birkaç aylığına ABD’ye davet edilerek, Henry Kissenger’ın öncülüğündeki kurslardan geçerek siyasal bir eğitim almıştır.

1957 seçimleri öncesinde ABD’den dönen Ecevit, İsmet İnönü’nün damadı olan Amerika’ya yakın bir gazeteci olan Metin Toker’in yerine Ankara’dan milletvekili adayı gösterilerek meclise girmiştir. Üniversite tahsili olmayan birisinin tepeden inme paraşütle politikaya girmesi, Türkiye’de pek de görülmeyen bir olay olmasına rağmen, Metin Toker gibi Amerika’ya yakın bir gazetecinin organizasyonunda gerçekleşmesi, sonraki gelişmeler dikkate alındığında pek de tesadüfe benzememektedir. İsmet İnönü gibi bir muhalefet liderinin damatlığına Celal Bayar’ın refakat muhabirliğinden gelen Metin Toker, daha sonraki dönemlerde bir kontenjan senatörü olarak meclise girme şansını elde edebilmiştir; ama Ecevit kendisini meclise sokan arkadaşını hiçbir zaman yanına almamıştır. Genel başkan olarak partisinin listelerini düzenlerken Metin Toker’i dışlaması, Ecevit’in karakteri ve siyasal üslubu açısından son derece ilginç bir örnektir. Siyasal basamakları arkadaşlarının ve yakınlarının omuzlarına basarak tırmanan Ecevit hiçbir zaman dönüp arkasına bakmamış ve kendisini o noktaya getiren yakınlarını her zaman ihmal ederek, yalnız adamlık misyonunu tercih etmiştir.

Soğuk Savaş döneminin ikinci yarısında, Türkiye demokrasiye geçerken ciddi bir Atlantik çıkartması ile karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile beraber ilk olarak bölgeye gelen Atlantik gücü İngiltere olmuştur. Onu Fransa izlemiş ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı coğrafyasının haritasını bu iki büyük Atlantik emperyalisti çizmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte ABD 1946’da bölgeye gelmiş ve diğer Atlantik güçlerinin desteği ile Orta Doğu’da iki bin yıl sonra yeniden bir Yahudi devletinin kurulmasını sağlamıştır. Daha savaş yıllarında Türkiye’de etki kurmak isteyen ABD, İngiltere ile işbirliği yapmış ve bu durumdan yararlanan Siyonistler de savaşın hemen sonrasında İsrail’i kurmuşlardır. ABD bölgeye geldikten sonra Türkiye’yi merkez üs olarak seçmiş, dünyanın merkezi ülkesini ele geçirmek üzere hazırlık ve girişimlerini Türkiye üstünden yürütmüştür. 1950’li yıllarda Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle beraber Atlantik emperyalizmi gücünü artırmış ve bu doğrultuda genç kadrolar ABD’ye davet edilerek yetiştirilmiş, Türkiye’de bir yerlere getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda Türkiye’nin yönetiminde etkili olan iki siyasi liderden birisi Rockefeller, diğeri Eisonhower bursu ile yetiştirilmiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye adeta Atlantik emperyalizminin Eisonhower ve Rockefeller kıskacına sürüklenmiştir. Merkez sağın önderi Eisonhower, merkez solun lideri Rockefeller bursu ile yetiştirilip Türkiye’ye gönderildikten sonra Atatürk’ün Cumhuriyeti Atlantik merkezli bir siyasal yönetime kaydırılmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bu durum Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bağımsız kıldığı Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden Osmanlının son dönemindeki gibi yarı sömürge durumuna düşürmüştür.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atlantik emperyalizminin kıskacına düşen Türkiye hem bağımsızlığını yitirmiş hem de Atlantik güçlerinin dünyanın merkezini ele geçirme girişimlerinde kullanılmıştır. On bin km öteden ABD bu merkezi bölgeye gelerek yerleşirken Türkiye’deki NATO üslerini kullanmıştır. ABD için bölgeye giriş kapısı olarak kullanılan Türkiye aynı zamanda İsrail için de bir şemsiye olmuştur. Küçücük İsrail Orta Doğu’da Arap ve Müslüman çoğunluğa karşı ayakta kalırken Türkiye’yi lobileri aracılığıyla kullanmış, bir Müslüman ülke olan Türkiye Cumhuriyeti’nin komşuları ile düşmanlığa sürüklenmesine neden olmuştur. Türkiye’nin ulusal çıkarlarına açıkça aykırı düşen bu durum İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atlantik emperyalizmi ve siyonizmin etkisi altında kalan Türk hükümetlerinin basiretsizliği yüzünden ortaya çıkmıştır. Eisonhower ve Rockefeller kıskacı bu aşamada Türkiye’nin yarı sömürgeleşmesine giden yolu açmıştır.

Atlantik emperyalizmi, Siyonizm ile işbirliği yaparak, dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirirken Türkiye’nin Avrupa’dan uzak kalmasını sağlamıştır. Eisonhower ve Rockefeller çizgisindeki yönetimler Türkiye’yi Atlantik emperyalizminin etkisi altına sürüklenirken, Atatürk’ün çağdaş uygarlığa yönlendirdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni Avrupa’dan uzak tutmuşlardır. Elli yıllık çabaya rağmen bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin AB’nin dışında kalmasında diğer başbakan ve hükümetlerle beraber Ecevit’in de sorumluluğu bulunmaktadır.

Ecevit Avrupa’yı zaman zaman ırkçılıkla suçlarken Siyonistlerle aynı paralele düşmüş, bu çağdaş uygarlığın beşiği olan kıta ile ilişkilerini İskandinav ülkeleri üzerinden yürütmeyi tercih etmiştir. İsrail’in Ortadoğu barışı için çalışmalarını Oslo gibi kuzey ülkelerinin başkentinden yürüttüğü gibi Bülent Ecevit de Norveç ve İsveç gibi kuzey ülkeleriyle yakınlaşarak, Avrupa’nın merkezi ülkeleri olan Almanya ve Fransa’ya mesafeli durmuştur. AB’yi hiçbir zaman ciddiye almamış, Avrupa’nın geçmişten gelen sorunlarını zaman zaman öne çıkararak Türkiye’nin Avrupa’dan uzak kalmasına çaba göstermiştir.

Atatürk, Osmanlı imparatorluğunun sona ermesi Anadolu’yu işgale kalkışan Atlantik emperyalistleriyle savaşarak, Türkiye’yi bağımsız bir ülke konumuna getirmiştir. Ne var ki, ikinci dünya savaşı sonrasında bu kez ABD öncülüğünde bölgeye gelen Atlantik emperyalizmi savaşarak değil ama kendine bağlı kadrolarla Türkiye’yi içerden ele geçirmiştir. Bülent Ecevit’in tarih sahnesine çıkması ve görev yaptığı dönem Atlantik emperyalizminin Atatürk Cumhuriyetini kıskaca aldığı aşamadır. Soğuk savaşın bütün baskısı sürerken, Sovyet tehdidi Türkiye üzerinde giderek etkisini artırırken o dönemin politikacıları ABD’ye yakın durmayı bir çıkış noktası olarak görmüşler ve bu yüzden Türkiye bir yarı bağımlı ülke haline gelmiştir.

Atatürk bağımsızlık sürecinin önderi olarak tarih sahnesine çıkarken Ecevit bağımlılık döneminin siyasal liderlerinden birisi olarak siyaset sahnesinde etkinliğini göstermiştir. İki liderin ortaya çıktığı dönemler farklı olduğu için politikaları da birbirinden farklı olmuştur. Atatürk’ün partisinin genel başkanı olmak, Ecevit’in Atatürk çizgisinde politika yapmasını sağlayamamıştır. Siyasete paraşütle inen Ecevit, Atatürk’ün partisinin üçüncü genel başkanı olmasına rağmen, Atatürk’ten çok ayrı çizgide bir politikanın hazırlayıcısı ve uygulayıcısı olmuştur. İsmet İnönü’nün yanında yetiştikten sonra eline geçen ilk fırsatta İnönü’yü devre dışı bırakmış, hızla kendine bağlı kadrolar kurarak partinin geleneksel çizgisini izleyen eski kadrolarını tasfiye etmiştir.

27 Mayıs askeri dönemi sonrasında demokrasinin savunucusu olarak bu döneme karşı çıkan Ecevit koalisyon hükümetlerinde Çalışma Bakanı yapılarak ülkedeki işçi ve çalışan kitleler potansiyelinin onun inisiyatifine geçebilmesi için elverişli bir ortam hazırlanmıştır. Onun Çalışma Bakanlığı sırasında iş ve sendika yasalarının gene tepeden inme ve hiçbir mücadele verilmeden çıkartılması da Ecevit’e çalışan kesimlerin önderliği konumunu kazandırmıştır. Bu durumdan fazlasıyla yararlanan Ecevit Zonguldak gibi bir işçi merkezinin milletvekili olarak toplumsal potansiyeli ile beraber Türkiye solunun önderliği konumunu yakalamıştır. İnönü’yü tasfiye ettikten sonra daha önce başlatmış olduğu ortanın solu politikasını batı tipi bir sosyal demokrasiye dönüştürmüş ama Avrupa’nın merkez ülkelerinden uzak kalabilmek için İskandinav sosyalizmini örnek alarak hareket etmiştir. Sık sık İskandinav ülkelerine gidip gelen Ecevit SSCB’ye karşı ortanın solu politikalarını sosyal demokrat çizgide tutmaya özen göstermiştir. Ne var ki, Türkiye’yi Avrupa’dan uzak tutmayı hedeflediği için hiçbir zaman Avrupa solu anlamında bir sosyal demokrasiyi benimsememiştir. Sosyalist enternasyonali bu aşamada bir denge unsuru olarak kullanmış, Sovyet sistemi dışında kalan dünya ülkelerindeki sol partilerle yakınlaşarak Avrupa ve Sovyet sistemlerinin dışında kalmaya özen göstermiştir. Sovyet tipi bir sosyalizmin, Türkiye’de gelişmesini önleyebilmek amacıyla halk tabanındaki sola kayışı ortanın solu çizgisinde tutmaya çaba göstermiş ama bu tür çalışmalarında er zaman için Avrupa’nın dışında hareket etmiştir. Brand ve Kreisky gibi liderlerle olan kişisel dostluklarını bu alandaki hareket serbestîsini koruyabilmek için başarıyla kullanmıştır. Siyasal uzaklığını kişisel yakınlıklarla dengeleyerek yoluna devam eden Ecevit her zaman için Atlantik inisiyatifini izlediği çizgiye dikkat ederek hareket etmiştir.

Önceleri 27 Mayıs hareketini çağdaş bir atılım olarak destekleyen Ecevit daha sonra demokrat kesilerek bu harekete karşı çıkmıştır. Onun 27 Mayıs sonrasında Ulus gazetesinde yazdıkları bu çelişkili tutumun açık kanıtları olarak ortadadır. Daha sonraki askeri dönemlerde de karşıt tutumunu sürdürerek demokrat görünümü ile halk kitlelerinin desteğini almasını bilmiştir. Gazeteci kimliği ile dünya basınını yakından izlediği için dünya konjonktürünün Türkiye’ye yansımasını iyi hesap ederek her zaman için suyun üstünde duran bir tutum izleyebilmiştir. 9 Mart girişimine karşılık 12 Mart muhtırası verilince bunu kendisine karşı bir hareket ilân ederek bu bölgedeki İsrail ve İngiltere çekişmesini görmezden gelmiştir. Almanya ve Fransa karşıtı tutumunu pekiştirirken, soğuk savaş döneminin dengelerinden yararlanmasını bilmiştir. Atlantik inisiyatifinin desteğindeki askeri rejimlere karşılık tam olarak tavır almamış ama halk kitlelerini arkasında tutabilmek için karşıt bir tutumu basın aracılığıyla kamuoyunda sürdürmüştür.

Basından geldiği için, basını en iyi kullanan genel başkan olmuş, teknolojik gelişmeler medya olgusunu öne çıkardığı zaman Türkiye’nin ilk medyatik lideri olmuştur. İyi bir medya izleyicisi olarak, medya kanallarını kendi politikalarını yaymak için kullanmıştır. Şiir yazmasını şairlik olarak göstermiş, üniversite mezunu bir meslek sahibi olmamayı şairlik iddiasıyla dengelemeye çalışmıştır. Edebiyat otoriteleri onu şair olarak kabul etmemelerine rağmen, medya kanallarındaki görüntüsünü şairlikle süslemesini bilmiştir. Entelektüel bir görüntü vermeyi medyada daha etkin olabilmek için her zaman sürdürmüş ve medya aracılığı ile her zaman politik rakiplerine üstünlük sağlayabilmiştir. Onun bu başarısında Atlantik emperyalizmine bağlı mandacı kadroların büyük etkisi olmuştur.

Ecevit yanındaki bütün politikacı ve arkadaşlarını dışlarken medya yardımı ile halk desteğini yanında tutabilmiştir. Sürekli olarak eşi ile beraber bir yalnız adam görüntüsü vermeye çalışmış, değişen koşullarda çevresine hesap vermemek için yalnız adamlığını sürdürmüş ve bu durumu da eşini yanında tutarak dengelemeye çalışmıştır. Tepeden inme geldiği Atatürk partisini ele geçirirken ve daha sonra yönetirken, bu partinin geleneksel kadrolarını ve ekolünü zaman içinde tasfiye etmiş, dışarıdan getirdiği kadrolarla siyasetini sürdürmenin yollarını aramıştır. Politikada vefa duygusunun olmadığını gösteren bir tutumla sürekli olarak kadro değiştirmiş, getirdiği kadrolar politikada yer yapmaya başlayınca yeni isimleri politikaya sokarak kendi üstünlüğünü koruyabilmenin çabası içinde olmuştur. Bu nedenle, Ecevit’in siyasal yaşamına genel olarak bakılırsa harcanan insanlar kalabalığı görülecektir. Siyasetin her aşamasında sürekli olarak yeni isimlerle yola devam eden Ecevit, Türk siyaset sahnesinde en çok adam harcayan önder sıfatını kazanmıştır.

Türk siyaset sahnesinde yerini sağlamlaştırmak için Atatürk’ün partisini kullanan Ecevit, 12 Eylül NATO harekâtı olunca hemen Atatürk’ün partisini terk ederek bu siyasal kuruluşun tarihsel misyonunu tamamladığını ilan etmiştir. Askeri rejimlere karşı çıkarken, kendisini önder konumuna getiren Atatürk’ün partisini hemen terk etmesi kendisine inanan çevrelerde kızgınlığa yol açmış ve bu aşamadan sonra Atatürk’ün partisi ile Ecevit’in yolları ayrılmıştır. Atatürk’ün partisi ile beraber Ecevit Atatürkçülerle de yollarını ayırmış ve kendine göre bir misyon izleyerek küreselleşme döneminde yeni yüzü ile ortaya çıkmıştır. Atatürk’ün partisinin siyaset sahnesine kazandırdığı Ecevit’in ilk fırsatta bu partiyi terk etmesi ve bu partinin tarihi misyonunu tamamladığını ilan etmesi aslında Ecevit’in Atatürk’ten ne kadar uzak olduğunu gösteren bir olaydır. Atatürk’ün koltuğunu yıllarca işgal etmiş, O’nun partisine uzun bir süre genel başkanlık yapmış birinin en küçük bir zorluk aşamasında bu partiyi ve geleneği terk etmesi üzerinde geleceğin siyaset bilimcilerinin önemle duracağı açıktır. Dünyadaki değişim rüzgârları bu bölgeye doğru eserken, emperyalizm saldırılarına karşı koymak için kurulmuş olan Atatürk’ün partisinin terk edilmesi bir anlamda antiemperyalist gelenekten vazgeçilmesi anlamına geliyordu.

NATO harekâtı ile Türkiye’yi tam kontrol altına alan Atlantik emperyalizmi, Türkiye’nin siyasal yapısını tümüyle değiştirebilmek için bütün siyasal parti ve kuruluşları kapatmıştır. Daha sonra yeniden normal koşullara dönüldükten sonra eski partilerin ve geleneklerin ortaya çıkmaları önlenmek istenmiş, bu doğrultuda siyasal vetolar kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletini Türk ulusu adına kurmuş olan Atatürk’ün partisi bu NATO harekatı döneminde kapatılarak Türkiye bütünüyle Atlantikçi güçlerin eline geçmiştir. Ara rejim sonrasında yeniden normal koşullara geçilirken, yeni siyasal partiler ve önderlerin çıkması istenmiş, bu aşamada Ecevit Atatürkçü kadroları dışlayarak yeni insanlarla kendi partisini kurmuştur. Avrupa tipi sosyal demokrasiye karşı olduğu için bu ismi partisine koymamış, Avrupa’nın dışındaki sol partiler gibi bir parti kurmaya çalışırken sosyalizm kavramından da uzak durmuştur. Bu nedenle içi boş bir kavramı partisi için ad olarak seçmiştir. Her tarafa çekilebilecek bu yeni kavramla beraber, Atatürk geleneğinin dışında, Atlantik rüzgârlarına uygun düşecek bir başka gelenek yaratabilmenin çabası içine girmiştir. Türkiye’yi Avrupa kıtası ve Sovyet sisteminin dışında tutan bu yaklaşım aslında yeni Orta Doğu ya da Büyük Orta Doğu planlarının istediği noktaya doğru çekmeye uygun düşüyordu. AB ya da İslam dünyası dışında kalacak bir Türkiye Atlantik güçlerinin yeni Orta Doğu planlarının bu uygulama merkezi konumuna sürükleniyordu ki Ecevit’in açılımı bu sürece paralel bir doğrultuda ortaya çıkmıştır.

Ecevit yeni partisini kurarken, Atatürk’ün partisi daha yeniden açılmamıştı. Eski partisinin kadrolarını dışlayan Ecevit, oluşturmak istediği yeni geleneğe uygun olarak yepyeni isimleri siyaset sahnesine taşımıştır. Partiyi kurarken kullandığı kişileri daha sonra meclise sokmamış, partisini ile meclis grubunu birbirinden ayrı tutarak siyasal inisiyatifi hiçbir partili ile paylaşmamıştır. Parti yönetiminde etkili olmak isteyen herkesi devre dışı bırakan Ecevit, sürekli olarak yeni ve deneyimsiz insanları yanına alarak devam etmiştir. Siyaseti hiç bilmeyen insanlar, medyanın büyüttüğü Ecevit imajı altında küçülerek ezilmişler ve Ecevit’in kemiksiz politikasına alet olmuşlardır. Aradan geçen yıllar Ecevit adını büyüttükçe, politikaya yeni giren deneyimsiz kadrolar Ecevit’in tek adamlığına teslim olmuşlardır.

Ecevit Atatürk’ün partisine genel başkan olmuştur ama hiçbir zaman Atatürkçü olmamıştır. Türkiye İşçi Partisine karşı ortanın solu ile tavır alırken, bu kavramın içini tam olarak doldurmamış, Marksist anlamda sosyalizm gelişirken buna karşı Kemalizm’i ideolojik bir yapılanmaya götüren Doğan Avcıoğlu hareketine uzak kalmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Atatürk Cumhuriyeti kendine bir yol ararken ortaya Yön Hareketi çıkmış ama Ecevit, eski Kemalistlerin devamı olarak ortaya çıkan bu harekete de karşı çıkarak, Atatürkçülüğün yeniden yorumlanma ya da günün koşullarına uygulanması denemelerine sürekli olarak mesafeli durmuştur. Atatürk’ün partisine genel başkan olduğu yıllarda bile, O’nun düşünce ve siyasal sistemine uzak duran bir yaklaşım benimseyen Ecevit, günün değişen koşullarına göre belirlediği farklı politikaları gündeme getirmiştir. Bu nedenle de kemikleşen bir tutumun izleyicisi hiçbir zaman olmamıştır.

Atatürk’ün partisine genel sekreter olur olmaz, Atatürk’ün gazetesini kapatan Ecevit, içinden yetiştiği bu ocağı söndürürken, geçmişin tüm değerlerine son vermenin ilk örneğini gösteriyordu. Daha sonraları partiyi terk ederek yeni bir partiye yönelirken de aynı tutumu ısrarla izlediği görülmektedir. Ecevit’in Atatürk ile en büyük ilgisi O’nun hakkında bir kitap yazmak olmuştur. "Atatürk ve Devrimcilik" adını taşıyan bu kitabında Ecevit Atatürk devrimlerini küçümseyerek onları bir üst yapı reformu olarak gördüğünü açıklamıştır. Atatürk’ün diğer ilkeleri dururken devrimcilik ilkesini öne çıkaran Ecevit, devrimciliği Atatürkçülüğe son vermek olarak algılamıştır. Devrimlerin sürekliliğini öne sürerken, Atatürk’ün geride kaldığı ve O’nun ilkelerinin artık geçersiz olduğu ifade edilmek istenmiştir. Atatürk’ün yarattığı Kemalist Türkiye’nin geride bırakılmasında Ecevit’in Atatürk’e mesafeli yaklaşımının önemli etkileri olmuştur. Atatürk devrimciliğinin, Atatürkçülüğün tasfiyesi için kullanılması Türk siyasal yaşamı açısından talihsiz bir girişim olmuştur.

Ecevit resmi günler dışında Atatürk’ün adını ağzına almamaya dikkat etmiş, devleti kuran partinin geleneksel kadrolarının Atatürk’ü referans gösteren tutumlarına uzak bir yaklaşım sergilemiştir. Atatürk’e karşı olan din kesimleri ile diyalog kurarken Atatürkçülük ya da Atatürk ilkeleri yokmuş gibi hareket etmiştir. Özellikle son zamanlarda Atlantik emperyalizmi ve siyonizmin BOP ya da BİP doğrultusunda, laiklik yerine ılımlı İslam’a yakın duran bir dinlere saygılı laiklik kavramını geliştirmeye çaba göstermiştir. Vatandaşların dini inançlarına saygı göstermeyi geleneksel laiklik anlayışından vazgeçme biçiminde anlayan Ecevit, Atlantik güçlerinin koruması altındaki bazı din adamları ile görüşmekten de çekinmemiştir. Atatürk’ün laiklik ilkesi ile uygarlığın beşiği Avrupa’ya yönelen Türkiye Cumhuriyeti daha sonraları Ecevit’in önderliğinde dini inançlara saygılı bir yaklaşım ile BOP çerçevesinde ılımlı İslam uygulamalarına yakın duran bir politikaya doğru yol almıştır. Sağ kanat partilerini etki altına alan din çevreleri ve cemaatler, Ecevit’in dinlere saygılı yaklaşımı ile sol kesimleri de ılımlı İslam’ı benimsemeye yönlendirmiştir. Bazı cemaat yayın organlarında bu durumun açık göstergesi olan yayınlar kamuoyunu etkilemek için yapılmıştır. Atatürk laikliğe yönelirken, Ecevit dinsel yaşama yönelen bir tutum geliştirmeye çalışmıştır.

"Halkçı Ecevit" sloganı ile kendisine kamuoyunda yer yapan Ecevit, uzun süre halk sektörünü halk kitlelerinin ekonomik ve sosyal çıkarları doğrultusunda savunurken, daha sonraki aşamalarda bu tutumundan vazgeçmiştir. Avrupa’ya giden işçilerin dövizleri ile oluşturulması planlanan halk şirketleri Atatürk’ün halkçılık anlayışına son derece uygun düşerken, sonraki dönemlerde Ecevit bu politikasından da vazgeçmiş ve Atlantik güçlerinin savunduğu liberal politikaların öne çıkmasına yol açan bir durum yaratmıştır. Ecevit eğer Atatürk’ün halkçılık anlayışını savunsaydı halk sektörü projelerini sonuna kadar takip ederek bunların gerçekleşmesi için çaba gösterirdi. Ne yazıktır ki, küreselleşme döneminde küresel ekonomi politikalarına alternatif olabilecek politikalar üretmeden partisinin liderliğini yapan Ecevit, neoliberal politikaları savunan sağ partilerle koalisyon yaparak, halk kitlelerinin zarar görmesine, orta sınıfların çökmesine yol açmıştır. Atatürk halkçılığı halk kitlelerinin yararını öne çıkarırken, liberal partilerle koalisyon, Ecevit’i bu çizginin tam aksine çekmiştir. Halkçı Ecevit, iktidar dönemlerinde halk kitlelerinin yararına olabilecek ciddi bir girişim gerçekleştirememiştir. Halk sektöründen vazgeçerken, halk kitlelerinin gerilemesine seyirci kalmıştır.

Atatürk’ün partisinin kapalı oyduğu ara dönemde Ecevit kendi partisini kurarken, Atatürkçüleri dışlamıştır. Atatürk geleneğinin dışında, Atlantik ve BOP arasında bir sol çizgi oluşturmaya çalışırken, hem Atatürkçüleri dışlamış hem de Atatürkçü kesimlerin örgütlenmesini önlemeye çalışmıştır. Ecevit Atatürkçüleri dışlayarak kendi partisine örgütlerken, Atatürkçüler de kendi başlarının çaresine bakmak için Atatürkçü Düşünce Derneği’nde bir araya geliyorlardı. Kemalist Türkiye’yi dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirmek için tasfiye etmek isteyen emperyal güçler Atatürkçüler bir dernek çatısı altında bir araya gelirken, toplumun tanıdığı Kemalist yazar ve bilim adamları terör olaylarına hedef olmuştur. Bu aşamada Atatürkçü Düşünce Derneği’ni yakından izleyen Ecevit, bu derneğin yöneticilerini çağırarak onlarla konuşmuş ve Atatürkçüleri ayrı bir dernek çatısı altında örgütlenmekten vazgeçirmeye çalışmıştır. Atatürkçüleri partisine almayan Ecevit, onların ayrı bir kuruluş çatısı altında örgütlenmelerini de önlemek istemiş ve bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunmuştur.

Seçimlerde Atatürkçü kadroları listesine almayan Ecevit, zaman zaman genelgeler yayınlayarak ve sözlü uyarılarda bulunarak Atatürkçü Düşünce Derneği üyelerinin partiye alınmamaları konusunda kendi örgütünün yöneticilerine baskılar uygulamıştır. Atatürk’ü tarihin tozlu sayfalarına havale etmek isteyen Ecevit, Atatürkçülüğü yaşatacak kadroların yeniden Atatürkçü bir örgütlenme ile Türk halkının karşısına çıkmasını engellemek istemiştir; çünkü Atatürkçü gelenek devam ettikçe kendisinin yeni bir geleneği yaratamayacağını iyi biliyordu. Daha sonraları Vehbi Koç’un girişimleriyle yeniden kurulan Atatürk’ün partisinin kuruluş aşamasında Ecevit yeniden devreye girerek bu oluşumu önlemek istemiş, önleyemeyince de bir ara başına geçmek istemiş; fakat başarılı olamamıştır. Kendi partisinin başında iken Atatürkçü Düşünce Derneği’ne sürekli olarak uzak durmuş, Atatürk ilke ve devrimlerinin korunması için hiçbir zaman ADD ya da Atatürkçü bir kuruluşla ortak çalışma içine girmemiştir. Zaman içinde Atatürkçü Düşünce Derneği’nin hızla Türkiye’nin en büyük kitle örgütü haline gelmesi, Ecevit’in Atatürkçü geleneğin dışlanması çabalarını boşa çıkarmıştır. Günümüzde Atatürkçü Düşünce Derneği, birçok siyasal partiden daha büyük ve etkin bir konumdadır. Ecevit gibi bir politikacının girişimleri bile Atatürk geleneğinin tasfiyesini sağlayamamıştır. Ecevit’in dışladığı bu gelenek günümüzde Ecevit sonrası dönemde de daha güçlenerek varlığını sürdürmektedir. Ecevit sonrasında partisinin sahipsiz bir biçimde ortada kalması, onun bütün çabalarına rağmen Atatürk geleneğine alternatif olabilecek yeni bir gelenek oluşturamadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Ecevit bir pazar günü Ankara’yı gezerken, başkentin çok büyüdüğünü artık daha fazla büyümemesi gerektiğini öne sürmüştür. Bu düşüncesini öne çıkarırken, Ankara’nın iki misli büyümüş olan İstanbul’u görmezden gelmiştir. Eski bir İstanbullu olarak Ankara’ya gelerek devlet yöneten Ecevit’in Ankara’nın büyümesinden rahatsız olması üzerine düşünmek gerekir. Bugün başkenti İstanbul’a taşımak isteyen küreselciler Ankara düşmanlığı yaparken, konu artık iyice açığa çıkmakta ve batı emperyalizminin artık Ankara’yı başkent olarak görmek istemediği ortaya çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’ne 4 kez başbakanlık yapmış olan Ecevit,’in başkent Ankara’nın büyümesinden rahatsız olması ve bu arada İstanbul’un Ankara’nın iki misli büyüklüğe eriştiğini görmezden gelmesi küreselleşme döneminin genel eğrilerine paralel görülmektedir. Yıllarca Türkiye Cumhuriyeti’ne başbakanlık yapan Ecevit, Ankara’nın büyümesinden rahatsız olurken acaba Türk devleti ve onun başkenti İstanbul’u geçici olarak mı görüyordu? Kalıcı olan Büyük Ortadoğu Projesi miydi? Bu soruların yanıtlarını zaman içerisinde Türk vatandaşları gelişmeler karşısında değerlendirmeler yaparak vereceklerdir,

Ankara’nın büyümesinden rahatsızlık, Türkiye Cumhuriyeti’nin de geçici bir devlet olarak görülmesini gündeme getirmektedir. Bu doğrultuda Türkiye’nin güneydoğusundaki ayrılıkçı gelişmeler öne çıkmaktadır. Ecevit kendi partisini kurduktan sonra açıktan bir güneydoğu karşıtlığı yaparak meclise girme şansını elde etmiştir. Güneydoğu Bölgesi ile ilgili olarak emperyal güçler bir Kürdistan devletini Türkiye’ye dayatırken, güneydoğu halkının karşıya alınması bu bölgenin Türkiye’den kopmasına giden yolu açmaktadır. 1991 seçimleri sırasında Ecevit’in yeni partisi ile böylesine kopuşa karşı dışlayıcı tutum izlemesi ulusalcı kesimlerde ve Atatürkçü taban üzerinde çok ciddi kuşkular yaratmıştır. Ayrıca Ecevit bir gün demeç verirken, "Kuzey Irak’ta çağdaş bir devlet doğuyor" diyerek Irak’ı ve daha sonra Türkiye’yi bölecek olan müstakbel Kürdistan’ sanki onaylıyormuş gibi yaklaşım sergilemiş ve bu nedenle Türkiye’de çok ciddi tartışmalara yol açmıştır. Irak’ı ve Türkiye’yi yeni bir devlet oluşumunu çağdaş bir oluşum diye açıklamak böylesine bir gelişmenin onaylanması anlamına gelmektedir. Bu noktada, Ecevit’in Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşı vererek Türk ulusu ile beraber çizmiş olduğu Misak- Milli sınırlarının korunmasında Atatürkçüler ve ulusalcılar kadar hassas olmadığı görülmüştür. Bu durumda, sanki onun yeni bir Ortadoğu istediği ve bu yeni yapılanmada Kürtlere de ayrı bir devlet istediği biçiminde yorumlanmıştır. Ayrıca yaşamının son yıllarında babasının Kürt asıllı olduğunu açıklaması da, Kuzey Irak’taki oluşumu neden çağdaş bir gelişme olarak gördüğünü açıklığa kavuşturan yeni bir demeç olarak görülebilir.

Ecevit sürekli olarak ulusalcı olduğunu söylemiş ama partisinin adını koyarken bu sıfatı kullanmamıştır. Demokratik kelimesi her türlü anlamlandırmaya ve harekete açık olduğu için yeni partinin politikasının belirlenmesinde Ecevit’e önemli ölçüde hareket serbestisi kazandırmıştır. Atatürk gelecek için belirli ilkeler koyarak kendi düşüncesini bir ilkeler bütününe kavuşturmayı hedeflerken, Ecevit tamamen aksi yönde hareket etmiş ve belirli ilkelerle kendisini bağlamamıştır. Türkiye bugün her aşamada Atatürk ilkelerini tartışmaktadır ama günümüzde Ecevit sonrası için bir ilkeler bütününden söz etmek mümkün değildir. Demokratik sol gibi ne olduğu belli olmayan ve her anlama çekilebilecek esnek bir kavram ile hareket etmek Ecevit’e gelecek için değişen koşullara göre hareket etme şansını kazandırmıştır. Demokrasi içinde her tür düşünceye yer olduğu gibi demokratik kavramı da her türlü anlama çekilebilecek bir yapıya sahiptir. Ecevit bu kavramın genişliğinden yararlanarak bazen ulusalcı, bazen halkçı, bazen liberal, bazen laik, bazen dini inançlara saygılı, bazen batıcı, bazen çağdaş, bazen gelenekçi politikalarla halk kitlelerinin önüne çıkabilmiş ve değişen dönemlerde kalıcı ve sürekli olabilmek için esnek bir yaklaşımı kararlı bir biçimde sürdürmüştür. Bu sayede ülkenin Atatürkçü ve ulusalcı kadrolarından uzaklaşarak kendine yeni bir siyasal taban yaratmıştır.

Atatürk ilkelerinden önde gelen devletçilik anlayışına Ecevit her zaman karşı çıkmıştır. Böylece Atatürkçü geleneği yumuşatarak özel sektörde gelişmenin önünü açmıştır. Kendisine halkçı dedirtmesine rağmen, özel sektör ağır basınca halk sektöründen vazgeçebilmiştir. İsrail türü Kibotzlar ya da Sovyet türü Sovkhozlara benzeyen Köykent modelini ise bir şair ruhu ile ütopik olarak sürekli bir biçimde savunmuştur. Devletçiliği dışlarken Atatürk’ün altı ilkeden oluşan sisteminden de uzak durmuştur. Hiçbir zaman tam anlamıyla bir altı ok savunuculuğu yapmamış, batılı entelektüeller gibi liberalizmden yana olmuştur. Bu doğrultuda ulusalcılıkta da ısrarcı olmamış, ancak sıkışınca ya da zor durumlarda ulusalcılığa sahip çıkar görünmüştür. Gerçek anlamda bir ulusal solcu olsaydı, ortanın solu aşamasında olduğu gibi bu isimle kitap yazardı ya da yeni partisinin adında ulusal sol kavramını kullanırdı. Ecevit aynı zamanda Avrupa tipi sosyal demokrasiye de mesafeli davranırken bu düşüncenin Marksist kökeninden uzak durmuş, Türkiye’yi Avrupa’ya mesafeli kalabilmesi için de demokratik sol kavramını öne çıkarmıştır. Avrupa dışı sol genel olarak demokratik sosyalizm kavramı ile kendisini adlandırırken, Ecevit sosyalizm kavramını kullanmamış ama genel anlamlı bir sol kavramı içinde günü değişen koşullarına uygun düşen politik yaklaşımlar geliştirmiştir. Bu çerçevede Ecevit sonrasında demokratik sol düşüncenin gelişebilmesi ve kalıcı olabilmesi için bu görüşün öncüsü sağlam bir temel kurmamış ve kendinden sonrası için de Atatürk gibi yeni bir gelenek oluşturamamıştır.

Kıbrıs Barış Harekatı sırasında bir ara ikinci Atatürk ilan edilen Ecevit bu yakıştırmalara hiç sahip çıkmamış, Atatürk sonrasında yeni bir yapılanmanın peşinde koşmuştur. Atatürk Türkiye’sinin bugünü ve geleceği açısından Ecevit’in girişimlerinin yararlı olup olmadığı bugün çok tartışmalıdır. "Bu Düzen Değişmelidir" adında bir kitap yayınlayarak politikaya giren Ecevit, bu düzeni değiştirmeyi bırakarak, "Ben değiştim" açıklamasıyla dış güçlerin İMF reçeteli hükümetlerine bile başkanlık yapmıştır. Düzeni değiştiremeyince kendisi değişmek gibi kolay bir yola giren Ecevit, halk kitlelerini bu haksız sömürü düzeninin değiştirileceği umuduyla arkasına çekerken, IMF reçeteleri ile halk kitlelerinin ekonomik ve sosyal çöküntüye sürüklenmelerine seyirci kalmıştır. Son başbakanlığı döneminde bir IMF komiserine ülkeyi terk etmesi tam anlamıyla bir teslimiyet olarak Türk siyaset tarihine geçmiştir. Kapitalist emperyalizmin dişlileri arasında her gün biraz daha ezilen Türk halkı Ecevit’i bir umut olarak görmüş ve dağlara taşlara onun adını yazarak umudun iktidarında kurtuluş aramıştır. Ne var ki, bu kadar uzun süren umudun sonu hüsran olmuş, halk sektörü iddiasıyla yola çıkan Ecevit, halk kitlelerini ezen IMF programlarının uygulayıcısı konumuna düşmüştür.

Atatürk ve Ecevit isimleri, bir partinin genel başkanları olarak tarihte yerlerini almıştır. Ne var ki, Atatürk sonrasında O’nun koltuğuna gelen Ecevit’in Türkiye’nin kurtarıcısının yolundan gitmesi beklenirken, O’nun geleneğinden saparak Atatürk gelenegini devre dışı bırakacak girişimlerde bulunması Türk ulusunun Atatürkçü yapılanmasında derin yaralar açmıştır. Türkiye’yi Avrupa’dan uzaklaştırmak, BOP ya da BİP ‘e çekebilecek gelişmeler sürecinde Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden Atatürk yoluna dönmesi beklenirken, Ecevit’in başka denemeleri gündeme getirmesi, yeni bir Kemalist uyanışı engellemiştir. Kendisinden sonra partisi ve destekçilerinin sahipsiz kaldıkları görülmektedir. Şimdi bu kesimlere düşen görev, yeniden çıkış noktası olan Atatürkçülüğe geri dönmektir. Ecevit dönemi bir ara dönem olarak geride kalacak ve orta solun tabanı yeniden Atatürk çizgisinde bir araya gelecektir. Atatürk çizgisi antiemperyalist bir politika olarak Avrupa emperyalizmine olduğu kadar Atlantik emperyalizmine de karşı çıkmaktadır. AB’nin dışladığı Türkiye Cumhuriyeti’nin Atlantik emperyalizminin işgal ve senaryolarına alet olmaması için yeniden kurucusu Atatürk’ün yoluna dönmesi gerekmektedir. Türk ulusunu tarih sahnesine çıkaran, Türkiye Cumhuriyeti’ni bağımsız bir devlet olarak kuran, Cumhuriyetimizin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk bugün ilke ve düşüncesi ile yine Türk ulusuna yol göstermektedir. Ecevit’in girişimleri yeni bir siyasal gelenek yaratamamıştır. Bu aşamada, yeniden Atatürk çizgisine yönelmek Türk ulusunun içinde bulunduğu dar boğazdan kurtulması için tek çözüm olarak görülmektedir. Atatürk devrimciliği süreklidir ve Ecevit’i de geride bırakacak kadar güçlüdür. Ecevit bir kuyruklu yıldız gibi kayarak tarihe mal olmuştur. Atatürk ise bir kutup yıldızı gibi Türk ulusuna yön göstermeye devam etmektedir.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : ATATÜRK VE ENVER PAŞA


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : ATATÜRK VE ENVER PAŞA

Türk tarihinde birbiri ardı sıra çok önemli görevler üstlenmiş olan bu iki tarihsel kahramanı birlikte ele almak ve bugünün koşullarında ortak bir çerçevede değerlendirme yapmanın zamanı gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra ortaya çıkan otorite boşluğu alanının geleceğe dönük olarak ele alındığı bu aşamada, giderek Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığının hızla tırmanması, Amerika Birleşik Devletleri’nin hegemonyası altında yeni bir Avrasya sürecinin başlatılması, Yeni Osmanlı vizyonu ile kamuoyunda tırmandırılmaktadır. Bir anlamda yeniden bir Osmanlı İmparatorluğu yapılanmasına gidilmek istenmekte ama bu kez, Türklerin egemenliğinde değil, ABD’nin öncülüğünde bir Osmanlı yapılanması özlenmektedir. Amerikanın, Osmanlı İmparatorluğu süreci Okyanus ötesi rüzgârlarla tırmandırılırken, Kemalizme savaş açılmakta, Postmodern Kemalist dönem görünümünde, yeniden eski Osmanlı hinterlandına Amerikan gücü ile geri dönülmek istenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti ulus devletine karşı çıkılırken, Osmanlı topraklarında daha geniş bir bölgesel federasyonunun oluşum süreci öne çıkarılmakta, Atatürk karşıtlığı tırmandırılırken, Osmanlı dönemine olan övgüler artırılarak bir anlamda Osmanlı‘ya geri dönüş özendirilmektedir. Saltanat ve hilafetin yasalarla kaldırılmış olduğu unutularak, dıştan destekli cemaatler aracılığı ile Osmanlı özlemi her geçen gün daha yüksek düzeyde basın ve medya aracılığı ile toplumun önüne çıkartılmaktadır.

Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm’in kontrolünde bütün dünyaya dayatılan küreselleşme akımı doğrultusunda postmodernizm akımı öne çıkarılmakta, bu çizgide Atatürk’ün modern Türk devleti ve çağdaş cumhuriyeti geride bırakılarak, Post Kemalist dönem adı altında Osmanlı‘ya geri dönüş, ABD ve İsrail öncülüğünde bütün Osmanlı coğrafyasına empoze edilmektedir. Bu durumdan en fazla zarar görmekte olan Atatürk Cumhuriyeti, giderek yeni bir saltanat ve cumhuriyet çekişmesinin içine iteklenmektedir. Bugünün öne çıkan değerleri olarak postmodernizm çizgisinde görüşleri savunan, işbirlikçi ve mandacı gayrimüslim okumuşlar topluluğu, büyük patronların ve emperyalizmin istekleri doğrultusunda yeni Osmanlıcılığa soyunarak, Atatürk ve cumhuriyet karşıtı koronun içindeki yerlerini almaktadırlar. Bu doğrultuda, Osmanlı hanedanı öne çıkarılmakta, İsrail’in din devleti olması nedeniyle Türkiye’nin laik rejiminin devre dışı bırakılmasıyla, yeniden İslam dünyasını tekelden merkezi olarak kontrol edebilecek bir halifelik rejimi arayışına yönelinmektedir. Osmanlı hanedanının geri dönüşü ve halifelik rejiminin yeniden oluşturulması tartışmaları arasında Osmanlı devletinin son hükümetini oluşturan İttihat ve Terakki Partisi ile onun önde gelen yöneticileri de, günümüzün tartışmaları içerisinde fazlasıyla yer almaktadırlar. İttihat ve Terakki örgütünün üç önemli adamı olan Enver, Talat ve Cemal Paşalar günümüzde yeniden hortlatılan Ermeni ve Kürt sorunları nedeniyle, yürütülmekte olan tartışmaların fazlasıyla içinde yer alarak, Türkiye Cumhuriyetinin ortadan kaldırılmasından sonra yeniden Osmanlı’ya dönüş aşamasında izlenecek yolların belirlenmesi ve geçmişin muhasebesi sırasında Atatürk ve arkadaşlarıyla karşı karşıya getirilerek değerlendirmelere ve geleceğe dönük yeni plân ve programlara konu yapılmaktadırlar.

Tam bu aşamadaOsmanlı İmparatorluğu’nun son dönem yönetimini temsil eden İttihat ve Terakki Partisinin lideri olan Enver Paşaile Kuvayı Milliye hareketinin önderive Türkiye Cumhuriyetinin kurucu cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün karşılaştırılmasının yapılmasında, Türk devletinin vetoplumunungelecekteki ulusal çıkarları açısından yarar bulunmaktadır. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, Enver Paşanın naşının Orta Asya steplerinin bulunduğu Tacikistan’dan getirilerek, İstanbul’da bir anıt mezar çatısı altında koruma altına alınmasının, günümüzün siyasal koşulları açısından son derece anlamlı olduğu açıktır.Enver Paşa yıllarca sadrazam olarak yönettiği ama batışını önleyemediği Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olan İstanbul’a dönerken, Yeni Osmanlı vizyonu gündeme gelmiş ve Türkiye Cumhuriyetinin sınırları dışına yönelerek Osmanlı hinterlandında yepyeni bir siyasal yapılanmanın arayışı tırmandırılmıştır. ABD’nin Avrasya hegemonyası ve İsrail’in Orta Doğu bölgesinde kendine bağlı bir federasyon oluşturma projeleri doğrultusunda, Enver Paşa figürü, Atatürk ve arkadaşlarının öncülüğünde son Osmanlı Meclisince alınmış bir Milli Ant doğrultusunda çizilen ulusal sınırların daha kolay aşılabilmesini sağlamıştır. İstanbul’un gayrimüslim burjuvazisi ve sermayesi, Atatürk’ün milli devletine karşı çıkarlarken, İsrail öncülüğünde bölgenin Müslümanlarını ikna edebilmek için geliştirilen Yeni Osmanlı vizyonunu kendi çıkarları doğrultusunda Yeni Bizans projesine dönüştürerek kullanmağa çalışmışlardır. Bir anlamda Atatürk geride bırakılırken, Enver Paşa imajı öne çıkarılmış ve O’nun gerçekleştirmeğe çalıştığı bir Avrasya hegemonyası arayışına girilmiştir. Eski Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının merkezi olan İstanbul’da yaşayan gayrimüslim azınlıklar sahip oldukları zenginlikler aracılığı ile Adriyatik kıyılarından Çin Seddine kadar, yayılmış olan Türk ve Müslüman nüfus çoğunluğundan yararlanarak, ABD ve İsrail öncülüğünde tam bir Avrasya hegemonyası arayışına girişmişlerdir. Böyle bir tutum değişikliği, kendiliğinden Atatürk’ten uzaklaşmayı ve Enver Paşa arayışını siyasal gündemin önüne çıkarmıştır. Türk kamuoyu yıllarca soğuk savaş döneminin batı kaynaklı yönlendirmeleriyle oyalandığı için, bu yeni yaklaşım hemen anlaşılamamış ve yeniden Atatürk ile Enver Paşa karşılaştırmaları yapılmağa başlanmıştır. Küreselleşmeden yana olan gayrimüslim azınlıklar, sermaye çevrelerinin güdümündeki liberal kesimler ile dini cemaatler elbirliği içinde, Yeni Osmanlıya doğru yön değiştirirlerken, Atatürk cumhuriyeti ile ulus devlet karşıtlığını daha da artırmışlardır.

Hedefte Atatürk Bulunmaktadır

Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’in Avrasya ve Orta Doğu hegemonya plânları doğrultusunda gündeme getirdikleri Yeni Osmanlı yaklaşımı çerçevesinde Atatürk’e karşı bir alternatif arayışında, Enver Paşa figürünün kullanılmağa başlandığı görülmektedir. Dünyanın merkezi coğrafyasında koskoca bir imparatorluk batıran bir adamın, bu yıkıntılar içinden yepyeni bir devlet kuran Atatürk ile karşılaştırılmak istenmesi tamamen emperyalist plânlara uygun olarak gündeme getirilmekte ve Türk devletinin kurucusunun Türk ulusu içindeki olumlu imajı yıkılmak için uğraşılmaktadır. Orta Doğu ve Avrasya coğrafyalarının merkez ülkesi konumundaki Türkiye’yi, bu alanlarda kendi emperyalist projeleri için kullanmak üzere zorlayan Siyonistler ve emperyalistler, Atatürk’ün devlet modelini devredişi bırakabilmek üzere ellerinden gelen her yolu denemeğe kalkışmaktalar ve bu doğrultuda geliştirdikleri politik yaklaşımları da Türk kamuoyuna baskı ile empoze ederek Türk devletinin gücünü ve olanaklarının kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirmek istemektedirler.

Atatürk‘ün Türk halkının gözünde küçük düşürülmesi sağlanırken, ulusal cumhuriyet devleti için de kötülemek ve çökertmek operasyonları birbiri ardı sıra uygulamaya konulmaktadır. Yasalar her gün zorlanırken, Anayasal rejim ve hukuk devletinin asgari düzeydeki varlığı tartışma alanına getirilmekte, devletin temel çekirdeğini oluşturan anayasanın değişmez maddelerinin bile ortadan kaldırılması için birbiri ardı sıra girişimler öne çıkarılmaktadır. Atatürk ile beraber onun öncüsü olan devletin kurucu partisi köşeye sıkıştırılarak etsiz duruma getirilirken, Osmanlı İmparatorluğu’nu batıran son hükümetinin kurucusu olarak Enver Paşa ve İttihat Terakki partisi göklere çıkarılmaktadır. Enver Paşa’nın İstanbul’da anıt mezarının kurulmasından sonra, artık bütün Avrasya hegemonyası plân ve programlarında örnek lider ve devlet adamı olarak Enver Paşa öne çıkarılmakta, Atatürk’ün adı bile ağızlara alınmamağa çalışılmaktadır.

Binlerce yıllık Türk tarihinin önde gelen kahramanlarından birisi olarak Enver Paşa, cemaatçi ve Osmanlıcı kesimler tarafından yüceltilirken, Osmanlı İmparatorluğunun topraklarının beşte biri oranında orta boy bir ülkede, çağdaş bir ulus devlet kurmak başarısını, her türlü olumsuz koşula rağmen başarmış olan Atatürk küçümsenmeğe çalışılmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün böylesine bir haksızlığa uğratılmasına ve dıştan güdümlü bir senaryo ile Türk halkının gözünden düşürülmesine hiç bir vatansever Türk vatandaşının izin vermesini beklemek mümkün değildir. Mustafa Kemal dışarı, Enver Paşa içeri diyenlerin gerçekçi değerlendirmeler yapabilmeleri açısından, bu durumu dikkate almalarında büyük yarar vardır.

Enver Paşa Kimdir?

Türk halkı devletimizin kurucusu olarak Atatürk’ü iyi tanımasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Birinci Dünya Savaşını kaybederek batmasına neden olan Enver Paşa hakkında yeterince bilgisi olmadığı görülmektedir. Türk kamuoyu Enver Paşa’nın kim olduğunu daha iyi bilirse o zaman emperyal projeler doğrultusunda Enver Paşa figürünün kullanılması aldatıcı biçimlerde kullanılması mümkün olamıyacaktır.

Atatürk ile beraber aynı tarihte İstanbul’da doğmuş olan Enver Paşa, Makedonya kökenli bir aileden gelmektedir. Manastır’da büyümüş olan Enver Paşa, İstanbul’da Harp Okulunu bitirdikten sonra Makedonya ve Balkan bölgelerinde önemli askeri görevlerde bulundu. Paris merkezli Jön Türk hareketinin Selanik’te kurduğu İttihat ve terakki cemiyeti’ne kurucu olarak üye oldu. Makedonya’da görev yaparken, Abdülhamit’in baskıcı ve haksız yönetimine isyan ederek ilk dağa çıkan birliklerin öncüsü olarak protesto hareketinin önderliğini yaptı. Enver Paşa ve İttihat terakki Cemiyeti’nin girişimleri sonucunda II.Abdülhamit yeniden anayasayı yürürlüğe koyarak ikinci kez Meşrutiyet döneminin ilan edilmesine karar verince, Enver Paşa ve arkadaşları o dönemde gerçekleşen bir isyan hareketini gerekçe göstererek İstanbul’a baş kaldırmışlar, Selanik’te kurulan Hareket Ordusu Enver Paşa ve arkadaşlarının yönetiminde başkente gelerek iktidarı padişahın elinden almışlardır. İtalyanların, Libya’ya saldırısı üzerine Kuzey Afrika’da, daha sonra da Balkan savaşları sırasında Balkanların çeşitli bölgelerinde askeri görevler yapan Enver Paşa, Balkan savaşları sonrasında Babıâli baskını ile iktidarı ele geçirerek, Osmanlı devletinin yönetiminde egemen olmağa başlamıştır. Padişah’ın kızı ile evlenerek saraya damat olan Enver Paşa böylece hanedanın desteğini alarak daha güçlü bir konuma gelmiştir. Balkan savaşının yitirilmesi üzerine Osmanlı ordusunda reform yaparak bütün askeri birlikleri yeniden düzenlemiştir. Böylece yaklaşmakta olan dünya savaşına Osmanlı ordusunun hazırlanması işlemlerini yürütmüştür. Büyük güçler arasındaki çekişmeleri dikkate alarak, askeri hazırlıklarının Alman devleti ile anlaşarak tamamlamıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’ya giderek Almanların desteği ve gönderdiği yardımlar aracılığı ile Osmanlı ordusunun güçlenmesini sağlamıştır. Alman generallerin katkılarıyla Çanakkale Savaşlarında İngiliz ve Fransız donanmalarının geri püskürtülmelerini sağlayınca, büyük itibar kazanarak Osmanlı yönetiminde en etkili kişi konumuna gelmiştir.

Çanakkale savaşları sırasında Almanya ile kurulmuş olan askeri ittifakı sonradan devam ettiren Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı devleti teslim olunca iki arkadaşı Talat ve Cemal Paşalarla beraber, bir Alman denizaltısına binerek Odesa üzerinden Almanya’ya kaçmıştır. Savaş sonrasında kurulan Divanı Harp’ta,Osmanlı imparatorluğunun batırılmasına neden olan bu üç komutanının rütbeleri ortadan kaldırılarak cezalandırılmışlardır. Enver Paşa Almanya’da kaldığı iki yıl içinde İttihat ve Terakki Partisini yeniden örgütleyerek eski Osmanlı topraklarında yeniden siyasal çalışmalar yapmak istemiştir. Berlin’de o dönemin komünist önderlerinden olan Karl Radek ile tanışınca, onun yardımı ile Moskova’ya giderek Sovyetler Birliği yönetimi ile geleceğe dönük siyasal plânları doğrultusunda temaslar yürütmek istemiştir. Ankara Hükümetinin, Sovyet yönetimi ile temaslarını yürütmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Dışişleri Bakanı olarak gelen Bekir Sami Bey ile Moskova’da görüşerek, Atatürk ile bağlantı kurmağa çalışmıştır. Sovyet yönetiminin desteği ile İslam İhtilal Komitelerinin kurulduğunu Moskova’da açıklayarak bu yeni siyasal yapılanmanın önderi olarak kendisini tanıtmıştır. Müslüman halk kitleleri içinde Sovyet devriminin benzerini yapmak üzere Halk Şuraları Fırkasını kurarak harekete geçmiştir. Daha sonraki aşamada Anadolu’ya gelerek yeni siyasal yapılanması doğrultusunda geleceğe dönük bazı çalışmalar yapmak isterken, Eylül 1920 tarihinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı kurucusu olduğu Halk Şuraları Fırkası adına katılmıştır. Atatürk, Birinci Bakü Kurultay’ına, Ankara Hükümetinin temsilcisi olarak, İbrahim Tali Öngören’i göndermiştir. Doğu halklarının ve dünyanın merkezi coğrafyasının kaderini belirleyecek olan bu uluslararası kurultaya eski Osmanlı hükümetinin başı olarak yeni siyasal partisi ile gelen Enver Paşa, Ankara hükümeti adına gelen Atatürk’ün temsilcisi olarak İbrahim Tali Bey ile karşılaşmıştır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı nedeniyle bu kongreye katılamadığı için temsilcisini gönderirken, Enver Paşa bizzat katılarak Sovyet devriminin gücünü arkasına alabilmek için çaba göstermiştir. Sovyetler Birliği Kızıl Ordusu ile Hıristiyan bölgeleri denetimi altına alırken, Yeşil Ordu ile de Müslüman ülkeleri kendine bağlamak istemiştir. İşte bunu gören Enver Paşa, kurmuş olduğu Halk Şuraları Fırkası ile Sovyet devriminin Müslüman Anadolu ülkesindeki temsilcisi olarak yeniden öne çıkmak istemiştir. Bakü Kurultayında; Sovyet devriminin merkezi olan Rusya’yı dünyanın yeni önderi olduğunu söyleyerek, bütün sosyalist bloğun desteğini arkasına almağa çalışan Enver Paşa, Anadolu’daki kurtuluş hareketinin öncüsü olabilmek için yeniden Almanya’ya giderek silâh alımları yapmış ve Moskova’ya dönerek Rus desteği ile Anadolu yarımadasına çıkabilmenin olanaklarını araştırmıştır. Bu arada Ankara Hükümetinin Moskova elçisi olan Ali Fuat Cebesoy’dan yardım istemiş ve Atatürk’e mektup göndererek işbirliği önermiştir. Atatürk işbirliğine yanaşmayınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi içinde yer alan bazı eski İttihatçıları, Atatürk karşıtı bazı girişimler için kışkırtmıştır.

Ankara hükümeti ile istediği doğrultuda temaslar kuramayan Enver Paşa daha sonraki aşamada Acaristan’ınBatum kentine giderek, burada bir İttihat ve Terakki Cemiyeti kongresi toplamıştır. Bu kongrede bir durum değerlendirmesi yapan Enver Paşa, Sovyetlerin desteğini alarak bir Türk ve Müslüman ordusu kurmak üzere hazırlıklara başlamıştır. Balkanlar’dan kovulan Osmanlı İmparatorluğu’nun eski hükümet başkanı olan Enver Paşa, Anadolu’nun kurtuluşu için hazırlıkların Kafkasya bölgesinde yürütülmeyi plânlamıştır. Anadolu halkı yerine, bu bölgenin Türk ve Müslüman nüfusuna güvenmiştir. Bu düşünce ile Azerbaycan’da yüz bin kişilik bir Türk ve Müslüman ordusu kurmuş, Anadolu’ya girmeyi ve Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk’ün elinden alarak, batılı işgal güçlerini eski Osmanlı topraklarından kovmayı düşünmüştür. Avrupa ülkelerinde örgütlenmeğe başlamış olan Turancı akımların desteği ile böylesine bir emperyalist projeyi gündeme getiren Enver Paşa, kongre düzenlediği Batum’dan sonra Azerbaycan’a geçerek ordu kurma hazırlıklarını genişletmiştir.

Yeniden Bakü’ye geçerek Müslüman Türk ordusu hazırlıklarını burada yürütmeğe çalışan Enver Paşa, istediği sonucu bu ülkede alamayınca bu kez daha doğuya giderek Türkmenistan üzerinden Buhara’ya geçmiştir. Genç Buharalılar Partisi Moskova’nın etkisiyle Sovyet devriminden yana çıkınca, Enver Paşa istediği orduyu Azerbaycan’dan sonra Özbekistan’da kuramaz hale gelmiştir. Bağımsızlıktan yana olan Özbek partisinin lideri olan Zeki Velidi Togan ile bağlantı kurmağa çalışan Enver Paşa, daha sonra silahlı bir birlik ile Afganistan’ın güneyinde Bolşeviklere karşı savaşan Basmacılar hareketine katılmıştır. İstediği destek ve yardımları Moskova yönetiminden alamayınca, Bolşeviklere karşı bağımsızlık savaşı yürüten Türk ve Müslüman Basmacılar isyanına yardımcı olmayı tercih etmiştir. Kısa zaman içerisinde Basmacı hareketin desteği ile Tacikistan’ın başkenti olan Duşanbe kentini ele geçiren Enver Paşa, buradaki Sovyet askeri birliklerini esir almıştır. Kendisini bu bölgede “Seyit Enver” ilân ederek otuz bin kişilik düzensiz ordunun başında Horasan’a doğru yola çıkmıştır. Hive ve Buhara hanlıklarını ele geçiren Enver Paşa, daha sonra Türkistan orduları başkomutanı sıfatı ile Sovyetler Birliğine bir kesin uyarı göndererek, Kızıl ordunun Türkistan topraklarından geri çekilmesini resmen talep etmiştir. Ancak Kafiran bölgesindeki savaşı Türkmen ordusu yitirince Kızıl Ordu birlikleri yeniden Türkistan topraklarını ele geçirmiştir. Sayıca ve silahça çok daha üstün durumda olan Sovyet birlikleri Türkmenistan’dan sonra Tacikistan’a da girince Enver Paşa, Balçuvan bölgesindeki savaşta kesin olarak yenilmiş ve vurularak Kızıl ordu tarafından öldürümüştür. Vurulduğu yere çok yakın olan Çeken köyünde toprağa gömülen Enver Paşa için orada daha sonra bir anıt mezar yapılmıştır. 4 Temmuz I922 tarihinde Tacikistan’da toprağa verilen Enver Paşanın naaşı, Sovyetler Birliğinin dağılmasından hemen sonra I990’lı yılların başlarında İstanbul’a getirilerek kendisi için yeni bir anıt mezar, eski Osmanlı başkentinde yapılmıştır. Böylece son Osmanlı hükümetinin başı olan Enver Paşa’nın, Makedonya’da başlayan ve orta Asya’da sona eren macerasında yeni bir dönem başlamıştır.

Ön Asya’daki Türk İmparatorluğunu batıran adamın, sonraki aşamada Orta Asya’da Türkistan merkezli yeni bir imparatorluk kurma macerasına kalkışması, üzerinde durulması gereken bir konudur. Balkanlar’dan Çin sınırına kadar tüm Avrasya coğrafyasında devam edip giden büyük Türk ve İslam dünyasının doğu ve batı olarak tarihsel süreç içerisinde ayrılıklar göstermesi nedeniyle, Ön Asya’da sona eren Türk egemenliğinin devamı macerası Orta Asya stepleri üzerinden Çin sınırına kadar dayanabilmiştir. Yenilenlerin savaşa doymaması gibi Enver Paşa’da, Birinci Dünya Bavaşında yenildiği için bir türlü savaşa doygunluk içinde olamamış, sürekli olarak yeni ordular kurarak elinden kaçmış olan Türk imparatorluğunu yeniden kurabilmenin yollarını araştırmıştır. Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan üzerinden yürütmüş olduğu bu tür çalışmaları doğrultusunda ancak Tacikistan’da sonuç alabilmiştir. Tacikistan üzerinden oluşturduğu askeri gücü Horasan bölgesinin ele geçirilmesi için kullanma aşamasına gelince Sovyetler Birliğinin tepkisi ile karşılaşarak, Kızıl Ordu engelini aşamamıştır.

Makedonya’dan Orta Asya’ya uzanan bir siyasal çizgi üzerinde sonuç almağa çalışan Enver Paşanın tarih içindeki yerini ve misyonunu iyi değerlendirmek gerekmektedir. Özellikle günümüzde Bosna’dan Kırgızistan’a kadar bir büyük Türk ve Müslüman egemenliği peşinde koşanların yeniden Enver Paşa olgusunu gündeme getirmeleri ve bütün Avrasya kıtasını kapsayacak bir hegemonya düzeni oluşturma plânlarında Enver Paşa çizgisini öne çıkarmaları konusunda Türklerin ve Osmanlı İmparatorluğunun yasal varisi konumunda bulunan Türkiye Cumhuriyetinin söyleyecek birçok sözü olması gerekmektedir.

Enver Paşa kendi maceracılığı sürecinde bir kuyruklu yıldız olarak tarih sahnesine çıkmış ve kaybolmuştur. Atatürk ise bir gerçekçi önder olarak, bu coğrafyanın tam ortasında orta büyüklükte bağımsız bir Türk devleti kurabilme başarısını göstermiştir. Günümüzde Atatürk kurduğu devlet ile yaşamakta, Enver Paşa ise batırdığı imparatorluk ile tarihin tozlu sayfalarındaki yerini almaktadır. Atatürk’ün kurmuş olduğu Türk devleti nasıl bugün bir gerçek ise, Enver Paşanın batırmış olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda tarihte kalmış eski bir olgudur ve günümüzün gerçekliği ile hiç bir ilgisi bulunmamaktadır. Enver Paşa, Atatürk’ten onbeş yıl kısa olan ömründe birçok tarihsel olay ile karşı karşıya kalmış ve dünyanın çağ değiştirme aşamasında birbiri ardı sıra önemli olaylar ve görevlerle uğraşmıştır. Ne var ki, giriştiği bütün işlerde başarısız kalmış ve hiç bir biçimde istediği sonuçları alamamıştır. Tarihin kırılma noktasında kahraman olma fırsatları teker teker önüne çıkmasına rağmen hiç birisini değerlendirememiş, hepsini boşa harcayarak, Orta Asya steplerinde Kızıl ordu kurşunlarıyla hayata veda etmek zorunda kalmıştır. Dünyanın ortasında bir büyük imparatorluğu yönetme fırsatı eline geçmesine rağmen yanlış adımlar ve girişimler sonucunda hem dünya savaşı kaybedilmiş hem de Türklerin merkezi coğrafyadaki hegemonyasının temsilcisi olan büyük bir imparatorluğun çöküşüne meydan verilmiştir. Türk tarihi açısından affedilmeyecek kadar büyük bir hata, tarih önünde Enver Paşa ve arkadaşları tarafından yapılmış ve onların bu zayıflıkları nedeniyle sonraki dönemde büyük Türk dünyası emperyalizmin baskı ve hegemonyalarına tutsak bir olumsuz duruma düşürülmüştür. Sovyet rejimi tam yetmiş beş yıl bütün Türk dünyasını sosyalist görünümlü bir hapishaneye mahkûm etmiştir. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra içine girilen küreselleşme sürecinde Türk dünyası daha neyin olduğunu anlayamadan bu kez de Amerika Birleşik Devletlerinin bir Avrasya hegemonya plânına alet edilmek istenmektedir. Tam bu aşamada Rus hegemonyasına karşı Amerikan hegemonyası, Enver Paşa imajını Türk ve Müslüman toplulukların yeniden yapılandırılmasında kullanmak istemektedir. Bu nedenle, Amerikaya bağlı olarak çalışan bazı işbirlikçi çevreler Enver Paşa’nın mezarının İstanbul’a taşınmasında öncülük yapmışlar, ABD üzerinden yönetilmekte olan Özbekler Tekkesi aracılığı ile İstanbul üzerinden orta Asya’nın geleceği için Enver Paşa aracılığı ile bir mesaj verilmek istenmiştir. ABD dünya hegemonyasını geliştirerek devam ettirme doğrultusunda, Orta Asya bölgesine Rusya, Çin ya da Hindistan’ın girmesini önlemek istemekte ve bu bölgenin Türk ve Müslüman kimlikli nüfus çoğunluğunu Türkiye üzerinden kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmek amacıyla her türlü girişim öne çıkarılmaktadır. Soğuk savaş döneminden kalma, Türk-Amerikan ittifakı yeni dönemin koşullarında Orta Asya’ya yönelik olarak kullanılmağa çalışılmakta, İstanbul’a yerleşmeğe çalışan ABD, Türkiye üzerinden Ön Asya’da oluşturmağa çalıştığı hegemonya düzenini Orta Asya bölgelerine de taşımak istemektedir. Böylesine bir strateji için en uygun düşen figür, tarihsel olarak Enver Paşa olduğu için, bu eski sadrazamın imajı parlatılarak öne çıkartılmaktadır. Türkiye’deki bütün Amerikancıların Enver Paşa çizgisine yönelmeleri de bu doğrultuda basın ve medya organlarında birbiri ardı sıra sergilenirken Atatürk imajının yıpratılmağa çalışıldığı açıkça belli olmaktadır.

Duygusallık Yerine Akılcılığı Yeğleyen Atatürk

Günümüz koşulları açısından geriye doğru bakılırsa ortada, Enver Paşanın batırdığı imparatorluk düzeni ile Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet yapılanması görülmektedir. Anadolu halkına hiç güvenmeyen Enver Paşa batı ülkelerindeki Turancı örgütler ve akımların etkisiyle doğunun Türk ülkelerinde örgütlenerek ve büyük bir ordu kurarak yeniden dünyanın merkezi coğrafyasını fethetmeğe yönelmiştir. Atatürk ise, Enver Paşanın bu tür girişimlerini hayalci bularak, Anadolu halkına güvenmiş ve kısa bir süre içerisinde yapmış olduğu hazırlıkları tamamlayarak Samsun’a çıkış ile beraber Anadolu’da bir Ulusal Kurtuluş Savaşı başlatmıştır. Atatürk Samsun’a gitmeden önce, son Osmanlı Meclisinden Misakı Milli kararının çıkmasını beklemiştir. Eski bir devletin bitiş noktasında onun en yetkili organından çıkan karar, yeni dönemde devlet çizgisinin nasıl devam edeceğini ortaya koymuştur. Misakı Milli kararı sonrasında başlatılan Ulusal Kurtuluş Savaşı tamamen Anadolu’nun kendi olanakları çerçevesinde yürütülmüştür. Savaş sırasında Rusya ve Hindistan Müslümanlarının para yardımları olmuş ama bunun dışında dış güçlerle ilişkilere geçilmemiştir. Bağımsızlık savaşı zafer ile sona erince, bu kez de dünyanın yeni dengeleri doğrultusunda bir uluslararası barış konferansı Lozan’da toplanarak, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin resmen devletler hukukuna göre tanınması sağlanmıştır. Bütün bu aşamalarda Atatürk, sınırlar ötesindeki Türk ve Müslüman toplumlarla beraber yeni bir imparatorluk oluşturma peşinde koşmamıştır. Turancılık ya da Pantürkizm, Enver Paşayı hayalciliğe sürüklerken, Mustafa Kemal bu tür sapmalardan uzak durmasını gerçekçi bir biçimde bilmiştir. Tarihi çok iyi inceleyen Atatürk Türk dünyasının doğu ve batı olarak her dönemde ikiye ayrıldığını görmüş ve hiç bir zaman hayalci bir büyük birlik ardında politika yapmamıştır.

Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisini açış söylevinde açıkça Panturanizm, Pan Türkizm ve Panislamizm akımlarına karşı mesafeli davranılacağını belirterek, hiç bir yoldan emperyal amaçlar peşinde koşulmayacağını açıkça ortaya koymuştur. Böylece o dönemin dev ülkesi olan Sovyetler Birliği ile beraber, diğer bölge ülkeleri ve emperyal güçlere karşı açıkça barıştan yana bir tavır sergilenmiştir. Atatürk yurtta ve dünyada barışı bir ana hedef olarak yeni Türk devletinin izleyeceğini söylerken, o dönemin koşullarında batılı emperyal güçler tarafından kışkırtılarak araziye sürülen Enver Paşa’dan çok farklı bir yolun izleneceğini açıkça ortaya koyuyordu. Atatürk’ün yüz yıl önceki temkinli tutumunun bugünler içinde örnek olması gerektiği açıkça ortadadır. Elindeki bir büyük imparatorluk gücünü yitirmiş olan Türklerin, yeniden Osmanlı İmparatorluğu gibi bir büyük dev siyasal yapılanmayı ortaya çıkarabilmeleri fazla gerçekçi görülmemektedir. Bu doğrultuda Amerikanın, İsrail’in ya da Avrupa’nın Avrasya stratejilerinde Türkiye’nin Truva atı olarak kullanılması gündemdedir. Zaten bu nedenle Amerikancı gayrimüslim çevreler, Türkiye’yi Çin, Rusya ve Hindistan üçgenin de Avrasya coğrafyasında kendi piyonları olarak kullanabilmenin arayışı içindedirler. Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği sonrasında karşısına çıkan Avrasya sürecinde iki çizgi arasında kalmıştır. Birinci çizgi Enver Paşa hayalciliği ile Avrasya coğrafyasına, batılı emperyalistlerin öncü gücü olarak dalmaktır. Böylesine olumsuz bir girişim sonucunda, Türkiye, Rusya, Çin ve Hindistan gibi dünyanın yeni büyük güçleri ile karşı karşıya kalacaktır. İkinci çizgi ise, Atatürk’ün izlemiş olduğu gerçekçi yaklaşımdır. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti önce kendi sınırları içinde sağlam ayakta duracaktır. Batılı emperyalistlerin plânları doğrultusunda Türkiye Avrasya’da kendisinin olmayan plânlara sürüklenirse bu kez kendi ülkesini kaybetmek durumunda kalabilir. Atatürk bu gerçeği gördüğü için, Misakı Milli sınırları dışında hiç bir maceraya kalkışmamıştır ama İran ile işbirliğine giderek güney Avrasya hattı üzerinde, Afganistan’ı da içine alan bir bölgesel işbirliği ittifakı olarak Sadabat Paktını gündeme gerçekçi bir biçimde getirebilmiştir. Bu nedenle, bütün dünyanın Avrasya bölgesine yöneldiği bu aşamada, Türkiye Cumhuriyeti Enver Paşa hayalciliği ile emperyalistlerin oyuncağı olmamalı, ama kurucusu Atatürk’ün gerçekçiliği ile Türkiye merkezli bir Avrasya stratejisini komşuları ve akrabaları olan ülkelerle işbirliği içerisinde uygulamaya başlamalıdır.

BEYRUT DOSYASI /// Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ : HER YANI BARUT ve KAN KOKUYOR. YAZIK OLDU BEYRUT’A


Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ : HER YANI BARUT ve KAN KOKUYOR. YAZIK OLDU BEYRUT’A

Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ, Çukurova Üniversitesi, iortas

Lübnan ve Ortadoğu Bir Kan Gölü

Ağustos 2020 tarihinde dünyanın en büyük patlamalarından biri Lübnan’ın başkenti doğunun Parisi-İsviçresinde Beyrut’ta patladı. Haberler patlamada en az 150 kişinin ölümüne ve 5 binden fazla kişinin de yaralanmasına, 300 bin kişinin evsiz kalmasına ve kentin güzelliklerinin yerle bir olmasına yol açan patlamada infilak eden 2 bin 750 ton amonyum nitratın neden olduğu yönünde. İddia odur ki amonyum nitratın Mozambik’te bir madende kullanılmak üzere sipariş edildiği, yükü taşıyan gemi Beyrut’ta bazı belgelerin eksik olması nedeniyle gümrüğe takılır ve yoluna devam etmesine müsaade edilmez. Sonrasından mürettebatın maaşını ödeyemeyen gemi limanda bırakıldı ve sonunda bu talihsiz kaza oldu. Tabii kaza mı yoksa bir ateş yumağı olan bölgede patlatıldı mı?

Neden her neyse patlama anının görüntüleri ve sonrasındaki manzaralar tam bir felaket ve içler acısı. Bilincimin oluştuğu son 40 küsur yıldır duyduğum bölge insanı din, mezhep, kültüler arası iç çatışmalar nedeniyle acı içinde yaşamaktadır. Başta Avrupa olmak üzere, Avusturalya, Kanada ve ABD’de çok sayıda Lübnanlı ile tanıştım. Hepsi o güzelim ülkeyi terk etmenin acısını yaşadıklarını belirtirler.

Basına yansıyan patlamadan önce ve sonrası fotoğraflar kahrediyor.

İnsanlığın Çoğaldığı ve İnsan Olma Yolunda İlerlediği Bölge Mezopotamya

Hepimizin bildiği gibi bölge verimli ay diye bilinen bereketli toprakların merkezi olan Mezopotamya’nın sınırları içindedir. İklimi, coğrafi konumu nedeniyle belki de insanlığın ilk geliştiği yerlerin başında gelmektedir. Buğday, arpa, baklagillerin ana vatanı, binlerce endemik bitkinin merkezî, tarihin şekillendiği yerdir Ortadoğu. Sümerlerin il yazıyı geldirdikleri, çanak çömlek yaptıkları, tuğla yaprak bina yaptıkları, matematiğin geliştiği bölgedir Ortadoğu. Ortadoğu insanın insanla çatıştığı, çok tanrılı ve tek tanrılı semavi dinlerin doğduğu topraklardır. Kültürler arası çatışmalar, kanunların ve devletlilerin ilk filizlerinin atıldığı topraklardır Ortadoğu. Dinler öncesi başlayan kabile kavgaları, işgaller, yağmacılık, insanın insanı köleleştirmesi bu topraklarda başladı. İnsanın insana yaptığı zulümleri maalesef bitmedi ve son 200 yıldır da petrolün bölgede bulunması sonrası İsrail devletinin kurulması ile huzur iyice bozuldu. Benim hatıramdaki ilk Ortadoğu bilgisi petrol boykotu ile ilgili. Daha sonraları bilimsel çalışmalarım gereği ziyaret ettiğim Ürdün, Kuveyt, Filistin, İsrail sonrası bölgenin zorlu coğrafi yapısı insan dokusunu da yakından tanıma şansım oldu.

Ortadoğu Bugün İç Çekişmeler İle Can Çekişiyor

Bugün bölgedeki bütün ülkeler tam bir savaş meydanı. Her tarafta Müslümanlar Müslümanlar ile çatışıyor. Nedeni ve niçin’i çok bilinmeyen 2000 yıl önce Arap çöllerindeki kabile ve dinler, mezhepler arası iktidar kavgaları bugün birer yaşam biçimine dönmüş ve insanlar birbirine iktidar gücü kullanmaya çalışıyorlar. Dışarıdan bakınca insan çok üzülüyor bu savaşlara. Tabii işin içine din girince doğru dürüst konular eleştirel düzeyde işlenmiyor. Konular nedenler ve niçinler ancak bölge dışında herkesin konuya nerden baktığına ve çıkar ilişkileri bakış ile işleniyor. Altında petrol ve çıkar ilişkisi olan savaşlara din alet edildiği için bazen tartışılması da yanlış anlaşılıyor. Ancak işin tezat tarafı din insana kavgayı değil barışı önerir, ancak bölge yüzlerce yıldır dinler ve dinler içi çatışmaya dönüşmüştür.

Bölge ülkelerindeki bu kavga ve savaşlar ile toplumların eğitim düzeyi, genel kültürel birikimi arasındaki ilişki doğrusal geliyor bana.

Bölgenin Sorunu Eğitim ve Organize Olmaması

Bölgede bilimsel toplantı ve kurs vermeye gittiğimde bölge ülkelerinin eğitimli insanlarını daha yakından tanıma imkânım oldu. Birleşmiş Milletler Gıda Örgütü FAO benden Arap yarımadasının gıda güvencesi ve iklim değişimlerini analiz etmemi istemişti. Kuveyt’teki üst düzey toplantı için hazırlık yaparken o zaman bölgenin üretim potansiyelinin ne denli çökük olduğunu anladım. Ürdün ve Kuveyt izlenimlerim sonrası bende oluşan kanı mevcut eğitim ve iş tutma alışkanlıkları ve anlayışları bir ileriye taşınması çok zor. Kuveyt toplantısı sonrası bölgenin en üretken düzenli verisi olan tek ülkenin Türkiye olduğunu çalışarak öğrendim ve gördüm. Atatürk’ün ve Cumhuriyetin kazanımlarının önemini o zaman çok daha iyi anladım.

Bakarsan Bağ Olur, Bakmasan Dağ Olur Mis hâli

Beyrut’ta patlayan kimyasal madenin yaratığı etki akla malzemeyi hangi amaçla kullandığına bağlı öz değişini getirdi. Bir toprak bilimci olarak amonyum nitratı ve bitkilerin beslenmesi için önemini çalıştığımız için iyi biliriz. Bu kadar gübreyi Lübnan çiftçileri tarlalarına uygulasalardı bölge daha yeşil, meyvesi sebzesi tahılı daha bol olurdu. Patlayınca da ülke bir kez daha acı savaşlardan daha yıkıcı şekilde yıkıldı.

Ürdün vadisinin akan Ürdün nehrinin İsrail ve Ürdün-Suriye yakaları arasındaki yeşilliklerin farkını görünce şoke oldum. Irmağın İsrail tarafı yem yeşil, Karşı taraf kuru, sararmış birkaç ot görüntüsü. İster istemez insan düşünüyor. İsrail işgalindeki Filistin topraklarında İsrailler ile Filistin ve Arapların yan yana yerleşim yerleri aynı keza insanı derinden sarsıyor. Yolun bir tarafında birkaç Arap evi, eşeği, devesi, derme çatma iki göz ev, 200 metre ileride İsrail yerleşim yerinde villalar, önünde yeşillikler son model arabalar. Görüntüler insan faktörünün önemini ne ortaya koyan en açık fotoğraflardır.

Ortadoğu denilince geçmişte müzik, edebiyat, şiir gelirdi. Şimdilerde Arap kültürü can çekişiyor. Çok sayıda eğitimli entelektüel insan bu kargaşa ve iç çatışmalardan dolayı ayrıldılar. Yazık oldu hem de nasıl yazık oldu. Umarım bu gelişmeler ders olur. Geçmişte aklımda kalan en eski şarkılardan bir aşağıda Feyruz’ un okuduğu Beyrut şarkısı gelir. Beyrut’un ne denli güzel bir kent olduğu anlatılır. Feyruz’ un aşağıdaki dizleri ve uzantıdaki şarkısını bir kez daha o güzel ülkenin anısına dinleyelim.

LİNK : https://www.youtube.com/watch?v=jo3KcpkzmW0

Beyrut…

Kalbimden selamlar sana ey Beyrut…

Öpücükler denizine ve evlerine…

Eski bir denizci yüzü gibi olan bir taşına…

İnsanların ruhundan yapılmıştır o.. Şaraptan…

Şekerdendir… Bir ekmek ve Yasemenden…

Şimdi tadı ne hale geldi?

Ateş ve duman tadı artık…

Beyrut küllerin şanına sahip şimdi…

Şehrim söndürdü ışıklarını;

Elinin üstünde tuttuğu bir çocuğun kanıyla…

kapattı kapılarını ve gökyüzünde yalnız kaldı…

Geceyle beraber…

Sen benimsin, sen benim…

Ahh kucakla beni…

Benimsin sen…

Bayrağımsın, yarın taş…

Ve bir seyahatın dalgaları…

Halkımın yaraları büyüdü..

Ve anaların gözyaşları…

Sen benimsin, sen benim…

Ahh kucakla beni…

5 Ağustos 2020

Adana

ARAŞTIRMA DOSYASI /// PROF. DR. ANIL ÇEÇEN : KÜLTÜREL ÇATIŞMALAR VE KİMLİK KRİZİ


PROF. DR. ANIL ÇEÇEN : KÜLTÜREL ÇATIŞMALAR VE KİMLİK KRİZİ

Kültür insanlığın yaptığı her şeydir. İnsan emeğinin ürünü olan kavramlar, simgeler, varlıklar, düşünceler ve her türlü maddi olguların oluşturduğu bütüne genel olarak kültür adı verilmektedir. İnsan çalışan, üreten ve yeni maddeler ya da düşünceler üreten yapısı ile var olan kültürel yapıların yaratıcısıdır. İnsanlığın gelişim süreci içinde bilgi üretimi ile kültürel yapılar arasında doğrudan doğruya ilişkiler kurulmuş ve her türlü üretim bir araya geldiğinde, insan toplumlarının değişim süreci içinde yeni kültürel yapılanmalar ile karşı karşıya geldikleri görülmüştür. Bilim hayatında var olan birikim ve bunlar arasında gündeme gelen yeni yapılanmalar, toplumların içinde yaşadıkları kültürel ortamları etkilediği gibi, zaman içerisinde toplumu dönüşüme zorladığı ve bugüne yönelik etkilenmeler yarattığı her dönem gündeme gelen gelişmeler ile doğrulanmıştır. İnsan toplumları geçmişten gelen geleneksel kültürel yapıları içinde yaşamlarını sürdürürken, bilimsel çalışmalar ve araştırmaların sonucunda ortaya çıkan yeni yapılar doğrultusunda eskisinden çok daha farklı bir yeni kültürler yavaş yavaş ortaya çıkmış ve zaman içerisinde kendisini yaşayan toplumsal yapılara kabul ettirerek, eski kültürlerin karşısına yeni kültürel oluşumlar olarak çıkmıştır. Tarihin her döneminde eskisinden çok farklı kültürel ortamlar birbirini izleyerek insanlığın bugüne kadar gelişerek gelmesini sağlamıştır. Kültürel yapılar insanlığın geçmişinden gelen zenginlikler olarak bugünlere gelmiştir.

Yeryüzünün her bölgesinde yayılan ve zamanla ayrı toplumlara dönüşen insan kalabalıkları çok farklı kültürel yapılar ile karşılaştığı zaman, geçmişten gelen farklı kültürel yapıların çekişme ve çatışma aşamalarına doğru kaydıkları görülmektedir. Sonunda her ülkede işbaşına gelen siyasal iktidarlar devletlerin insan unsurunu temsil eden toplumsal yapıları, var olan rejimlerin sosyolojik tabanını oluşturma doğrultusunda geçmişten gelen karışık kültürel ortamları düzelterek, ülkenin kültürel yapısında bir bütünleştirme çabası içine girdikleri görülebilmektedir. Ülkeden ülkeye değişen durumlar dikkate alındığında var olan devlet yapısının homojen bir toplumsal temele dayandırılmaya çalışıldığı ve bu doğrultuda birbiri ardı sıra devreye sokulan bütünleştirme çabalarının zaman içerisinde birbirine uyumlu kültürel oluşumlara doğru değiştiği görülmektedir. Ülkelerin ve devletlerin kendi iç alanlarında müdahale ederek oluşturmaya çalıştıkları homojenleştirme girişimlerinin sonucunda, ulus devletlerin çatısı altında ulusal kültür oluşumlarına doğru geçildiği görülmektedir. Ne var ki, ülkelerin kendi iç koşullarının ürünü olan ulusal kültürlerin zaman içerisinde dışa açılmaları ve evrensel kültür ile bir etkileşim sürecine yöneldikleri aşamada iç ve dış kültürler arasında karşılıklı etkileşim kademeleri ortaya çıkmakta ve bu nedenle de bütün kültürel yapıların aralarında bulunan farklılıklar yüzünden, çekişme ya da çatışma ortamlarına doğru sürüklendikleri görülmektedir. Bu tür gidişlerin sonucunda da kültürel çekişmeler daha da ileri giderek zamanla çatışma ortamlarına dönüşebilmektedirler.

Değişik toplumların sahip oldukları özel koşullar ortaya birbirinden çok farklı kültürler ortaya çıkarabildiği gibi, değişik toplumların ürettikleri kültürel yapıların da birbirlerinden farklılaşarak uzaklaştığı da göze çarpmaktadır. Yerel kültürler arasındaki farklılıklar, ortaya kültürel görecelik kavramı ile ifade edilen bir ayrışma olgusunu çıkarmaktadır. İnsanların yaptığı her şeyin toplamı olan kültür, bir insanlar arası etkileşim yaratarak insan toplumlarının bütünleşmesine çeşitli katkılar da bulunmaktadır. İnsanlar kendi kültürlerini ürettikleri gibi zaman içerisinde biriktirerek ve koruyarak toplumsal yaşamın insani boyutlarının belirlenmesinde kültür alanının simgelerinden yararlanırlar. İnsanların kültürün hem yaratıcısı hem de kullanıcısı konumundan gelen yaşam düzeni, her kültür kendi yapılanmasının özelliklerini taşıyan simgelere sahip olmuş ve kültürel çalışmalar yürütülürken kültür eserleri aracılığı ile simgesel birikimlerin süreklilik içerisinde kullanımlarına önem verilmiştir. Tüm insanlığın malı olan ortak kültürel ögeler olduğu gibi, bir kültürden diğerine geçerken değişen ögeler de vardır. Kültürün bir kısmı evrenselliğe doğru yönelirken diğer kısımları ülkesel ya da ulusal özellikler doğrultusunda yerel alanlar da etkinlik kazanabilmektedir. Batı emperyalizmi bütün dünyaya yayılırken, kendi kültürünün önde gelen simgelerini kullanmış ve bu yoldan dünyanın diğer bölgelerinde uzun dönemler boyunca etkinlik sağlanmıştır. Böyle bir durumun yaratılmasında batı dünyasında gerçekleştirilen bilimsel devrimlerin olumlu katkıları olmuştur. Çeşitli bilim dallarında yapılan araştırmalar ve deneyler bilimsel gelişmeleri beraberinde getirirken, kültürel alanda da yakın etkiler ve dönüşümlerin önünü açmıştır. Bilgi üretimi ile kültür üretimi aslında iç içe geçmiş olan süreçlerin bir bütünüdür. Batı hegemonyasının gündeme getirdiği bilimsel gelişmeler, kültürel alanda dönüşümleri zorlarken bu aşamada eski ve yeni kültürler ile birlikte iç ve dış kültürler ya da ulusal ve evrensel kültürler arasında bir farklılaşma da kendiliğinden ortaya çıkarak, çok yönlü kültürel çatışmaların önünü açmakta ve kültürel zenginlikler giderek kaos ortamına dönüşmektedir.

Kültürler arasındaki farklılıklar zaman içerisinde çekişme ve çatışmalara dönüşürken, dünya düzeni açısından da yeni handikapları ortaya çıkarmaktadır. Emperyalizm ve sömürgecilik batı kültürünü en üst düzeyde geçerli kılmaya çalıştığı için iç ve dış ya da ulusal ve evrensel ve de en üst düzeyde geçerli ya da en alt düzeyde geçersiz kültürler olarak, farklı kültürel yapılanmaların tartışma alanına gelmesine yol açmaktadır. Farklılıkların çatışma ortamına sürüklediği ayrı kültürel yapılar arasındaki yarışın hiçbir zaman kazananı olmamıştır, çünkü insanlık zamanla bilinçlendikçe hiçbir kültürün en üst düzeyde olması ya da hiçbir kültürün diğerlerinden üstün olamayacağı gibi bir gerçeklik genel anlamda kabul görmeye başlamıştır. Gelişmiş ülkeler kendi ileri kültürlerini bütün dünya ülkelerine empoze ederken, insanlığın dünya kıtalarını ve adalarını keşfetme süreci içinde geri kalmış bölgelerde de son derece özgün yapılara sahip olan ileri düzeye gelmiş geleneksel kültürlerle de karşılaşılmıştır. Bütün yerkürenin keşifleri tamamlanınca hiçbir kültürün birbirinden üstün olmadığı ama aksine birbirlerinden çok farklı oldukları için dünya platformunu bir çiçek bahçesi görünümünde rengarenk bir ortama getirdiği anlaşılmaktadır. Birbirinden çok farklı özellikler taşıyan yeryüzü coğrafyaları, doğal olarak birbirinden çok farklı kültürel ortamlar yaratmakta ve iklimler ile doğal yapıların etkinliği doğrultusunda insanların birbirlerinden çok farklı çizgilerde kavrama, anlama, düşünme ve değerlendirme yeteneklerini ortaya çıkarmaktadır. Böylece kültürel alanın doğal olarak göreceli bir saha olduğu ve bu yüzden de her kültürü diğer kültürler ile karşılaştırırken, görelilik kriterini öncelikle dikkate almak gerekmektedir.

İnsanlar sanıldığı gibi sadece doğrudan doğruya fiziksel çevresi ile nesnel bir ilişki içinde değildir. İnsan maddi bir varlık olduğu gibi sahip olduğu manevi değerler üzerinden de bir kültür ortamının belirlediği kimliklere sahip kılınmaktadır. İnsanlar içinde yaşadıkları fiziksel çevreyi daha iyi anlamak ya da kendi yaşam biçimlerine uygun bir duruma getirmek için, toplumsal değer yargıları ile yakından ilgilenmekte ve bunlar üzerinden de kendi toplumlarının kültürel yapısının farklı bir kimlik kazanmasına aracı olmaktadırlar. Kültürel alanın toplumsal yapı üzerine otururken kültürlerin simgelerinden yararlanmaları doğal olarak öne çıkmaktadır. Gerçeklik ortamının özellikleri ile kültürel alanın simgeleri her zaman için uyumlu olmayabilir. Gerçek dünyanın nesneleri ile uğraşmak genellikle kültür ortamının simgeleri ile ilgilenmekten çok daha zor bir uğraştır. Düş dünyasının ürettiği düşsel simgeler kültür yaratma işini sürdürürken, var olan yaşam düzeninin dayandığı gerçeklikler, bütünüyle farklılıklar dünyası yarattığı için, kültürel alanda istenmeyen belirsizlikler ortaya çıkmaktadır. Nesnelere oranla simgelerle uğraşmak çok daha kolay bir iş olduğu için kültür alanındaki gelişmeler gerçeklik dünyasındaki yeniliklere oranla daha hızlı bir biçimde devreye girmektedir. Simgelerin en önemli özellikleri çok daha büyük kavramları ya da geniş boyutları bulunan konuların ele alınarak açıklanmalarında önemli katkılara sahip olmalarıdır. Simgelerin fiziksel dünyada bulunan nesnelere karşı çıkması ya da karşı çizgide bir varlık alanı yaratmaları söz konusu olamayabilir. İnsan için tek evren sadece fiziksel alan değil ama simgelerle ifade edilen diğer alanlar da alternatif alanlar olarak devreye girmektedir. Dil, din, sanat, mitoloji ve efsaneler de insanlık için alternatif evrenleri gündeme getirirken, kültür denilen çok yönlü alana doğru bir yöneliş gündeme gelmektedir. Farklı simgelerin ele alınışı ya da kendiliğinden ortaya çıkışları, insanoğlunun birbirinden çok farklı evrenlerde yaşadığının en açık göstergesi olarak görülmektedir.

Kültürel yapıların dayanak noktası olarak gördüğü simgelerin birbirinden çok farklı olması kültür alanında da homojen bir yapılanma yaratabilmeyi mümkün kılmamaktadır. Simgeler evreninin değişkenliği, insanoğlunun yer yüzünde toplumdan topluma farklılık gösteren simgesel oluşumlar içerisinde yaşadığını göstermektedir. Bir simgenin insanlık için anlamlı olabilmesi için simgeler arasındaki bağlantıların düzenli olarak kurulması gerekir. Simgelerin birbirleriyle olan ilişkilerine dayanarak anlam çıkarabilmek için her türlü bağlantıların bir sistem içerisinde ele alınması gerekir. İçi boş kalıplar konumundaki simgelere anlam verilebilmesi için, belirli yaklaşımlar çerçevesinde içerik kazandırma çalışmaları yapılmaktadır. Simgelere anlam kazandırmak için her zaman için yeni düzenlemelere gereksinme vardır. Her simgesel sistem, kültürel ya da sanatsal kurgular olarak belirli doğrultular da içerik ya da anlam kazanırken, ülkelerin toplum düzenleri içerisinde yer alan kültürel oluşumların da önleri açılabilmektedir. Kültürel yaklaşıma göre simgeler fiziksel gerçeklikten az ya da çok uzaklaşabilirler. Nesnelere oranla simgelerle oynamak daha kolay bir iş olduğu için onları ele alarak yeni anlatımlar ya da sanatsal eserler yaratmak mümkündür. Toplumun ve insanlığın çeşitli sorunlarının ele alınarak farklı anlatımlarla dile getirilmesi düşünce boyutuna ulaşabilmektedir. İşte bu aşamadan sonra bilim ile kültür arasındaki ilişki düzeni değişmekte ve farklı yaklaşımlar birbiri ardı sıra öne çıkmaktadır. Bu durumda kültürler arasında var olma yarışı çekişme üzerinden çatışma aşamasına gelebilmektedir. Her simgesel sistem özerk bir biçimde kendi yapısına ya da kurallarına göre değişim içindedir. Toplumsal yapıların kültürler arasındaki farklılıkları artırdığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Evrensel olduğu öne sürülen kültürlerin de bazen bir ülkeden diğerine önemli ölçülerde farklı çağrışımlar yaptığı görülebilmektedir. Bir kültürden diğerine geçerken simgeler arasındaki eski ilişkiler gelişerek çok daha farklı bir biçimde değişme aşamasına gelmektedir.

Genel anlamda insanlar içinde yaşadıkları çevreye uyum gösterecek biçimde kültürel çevre tarafından donatılırlar. Donanımı öngören eğitim süreci insanın doğumu ile başlayıp yaşamı boyunca sürüp gider. Davranış biçimleri birey tarafından bazen bilinçli bazen de bilinç dışı yollardan kazanılır. İnsan kültürel çevresi ile sürekli etkileşim altındadır. İnsanlar bir yandan çevresinin kültürel değerlerini, davranış biçimlerini ve kavramayı kolaylaştırıcı simgeleri öğrenirken, öte yandan da kişisel becerileri oranında öğrendiklerini zenginleştirerek yaşam çevresine sunarlar. İnsanlar içinde doğdukları toplum yapısının kültürel değerleri ve simgeleri ile kendiliğinden karşı karşıya geldikleri aşamada, karşılıklı etkileşimler ile yeni kültürel bakış açıları ve değerleri devreye girerek bu alandaki simgesel yapılanmanın daha da zenginlik kazanmasına yardımcı olurlar. Her insan kuşağı kendilerine kaldığı gibi kültürü bir miras gibi kullanarak ve çeşitlendirerek ve zenginleştirerek yeni kuşaklara bu yapıyı devrederler. Toplumda yaşayan bireylerin birbirlerinden çok farklı davranışlara yönelmesi sosyal bir kaos ortamı yaratacağı için, bu aşamada kültürün işlevi bireylerin davranışlarını ortak bir zemin ve doğrultuda tutma çabası olarak tanımlanabilir. Her kültürel yapının kendine göre bir insan modeli tümüyle doğal karşılanması gereken bir durumdur. Bu yoldan ortaya çıkarılan insanlar, etkileşim aracılığı ile içinde yaşadığı kültürün evrimleşmesini sağlayan iç dinamiklere katkı vererek, içinde bulunduğu çevresini zenginleştirecek ve zamanla toplumsal yaşama katkıda bulunacak ekonomik bir değer yaratacaktır. Toplum içinde bu gibi gelişmeler ortaya çıkınca kültürün kurumlaşması ya da örgütlenmesi adı verilen bir gelişmeler gündeme gelerek, daha kalıcı bir yapılanma içinde kültürün yeni bir düzene kavuşturulması için çaba gösterirler. Kültür örgütleri büyük bir organizma olarak yapısallık kazanan toplumun sosyal çalışma ya da etkinlik örgütleri olmak durumundadırlar. Kültür dünyasının uzantısı olarak gerçeklik kazanan kültürel yapılanmalar, toplumların üst ve alt yapıları ile uyumluluk içinde oldukları aşamada, sosyal sistemin çatısı altında varlıklarını daha güçlü bir konumda sürdürebilmektedirler. Geleceğin kültürünün daha ileri bir düzeyde gelişebilmesi için toplumsal güç kazanma önemli bir unsur olarak öne çıkmaktadır.

İnsanlar ile örgütlerin dayandıkları varsayımlar farklı olduğu için makro düzeydeki çalışmalarda bunlar arasındaki ayrılıklar kendiliğinden gündeme gelebilmektedir. Kültür örgütleri açık sistemler olarak sosyal çevreler ile yakın ilişkilerini sürdürmektedirler. Son dönemlerde çok hızlı bir biçimde ortaya çıkan teknolojik yenilikler doğrultusunda çevresel kültür alanında önemli değişiklikler gün ışığına çıkmıştır. Bilim ve teknik alanlarında yaşanmakta olan hızlı değişim belirsizlikleri artırdığı için sosyal çevrelerin yeniden oluşumunda, gücü temsil eden bilgi eskisine oranla daha çok belirleyici bir aşamaya gelmektedir. Yeni gelinen bu aşamada kültürel farklılaşma kaçınılmaz bir biçimde örgütlerin çalışmalarını da etkilemektedir. Yöneticiler böylesine ortamlarda kültürel işlevlerini ortak değerlere bağlı kalarak yürütmek zorunda kalmaktadırlar. Toplum içindeki merkezlerin arasında bulunan güç mesafelerinin böylesine durumlarda, kültürel değerleri eskisinden farklı bir biçimde ele almasıyla birlikte yeni kültür değerleri insanlığın gündeminde yerini almaktadır. Dünya haritasına bakıldığı zaman her ülkenin kendi kültürünü yaratarak evrensel alanda öne geçmeye çaba gösterdiği anlaşılmaktadır. Büyük gelişmiş ülkelerin sahip oldukları bilgi birikimi ile dünya ülkelerine yönelik bir kültür emperyalizmi içerisine girmeleri, dünyanın gelişim çizgisi üzerinde yönlendirici baskılar yaratmıştır. Bir kültürün temel yaratıcısı olarak emperyalizm her açıdan etkin olarak kültürler arasındaki çatışmaları tırmandırmaktadır. Emperyal merkezler diğer ülkeleri kendilerine bağlama doğrultusunda kültürü siyasal baskı aracı olarak kullanmaktadırlar.

Kültür açısından hava ve su kadar yaşamsal önem taşıyan konulardan birincisi özgürlük sorunudur. Burada özgürlüğün insanlarla olan bağlantısı ile toplumlar üzerindeki yönlendirici etkilerinin kültür dünyasını n biçimlenmesinde birinci derecede yansımaları olduğu söylenebilir. Ülkelerin siyasal sistemleri içerisinde özgürlük kavramı en önde gelen bir doğal hak olarak görülmektedir. Özgürlüklere tam olarak sahip olmak isteyen toplumlar bu doğrultuda bağımsızlık savaşlarına kalkışarak hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır. Tam anlamıyla özgürlükler düzeni kurulmadan kültür ve sanat özgürlüklerine normal koşullarda sahip olabilmek mümkün değildir. Özgürlüklerin politik olduğu kadar sosyal ve düşünsel boyutları da olduğu ve böylesine bir bütünlük içerisinde konu ele alındığı zaman ancak bazı sorunların aşılabileceği anlaşılmaktadır. İnsanlığın gelişim süreci içerisinde batı dünyasının gelişmişlik düzeyine gelmesi uzun mücadeleler sonucunda gerçekleşmiştir. İnsan doğasına uygun bir yaşam biçimi bugünün kültür dünyasını yaratmıştır. Kapitalist toplumlarda bireyciliğin öne çıkartılması beraberinde özgürlük sorununu da getirmiştir. Ne var ki, toplumsallığın ağır bastığı durumlarda ise kitlesel yaşam düzenleri öne çıkmıştır. Halk yığınlarının bir toplum olarak birlikte yaşamalarıyla öne çıkan bugünkü devlet yapıları ve siyasal düzenlerin devam edip gitmesinin hukuk devletlerinin ve kamu düzenlerinin öncelik kazanmasına yol açtığı aşamalarda ise, özgürlüklerin geride bırakıldığı ve daha çok düzenlilik içinde bir toplumsal yapı doğrultusunda kültürel oluşumların gündeme geldiği görülmektedir. Kültür ve doğa ilişkilerinin belirli soyutlamalardan uzak tutulması, kültürlerin çeşitliliği ile sosyal yapıların farklılığını daha belirgin olarak ortaya çıkarmaktadır. Toplumsal geleneklerin devam ettiği bir ortamda kültürel alandaki yenilikler öncelikle karşıtlık ortamlarına doğru gidişi örgütlemektedir.

Bilimsel gelişmeler özgürlük ortam içinde gerçekleştiği gibi kültürel hak ve özgürlükler gelişme yolunda ilerleyebilmek için de bilim gibi ortak bir özgürlük alanı ararlar. Bilimin gelişmesi ile birlikte ilk çağlardan gelen inançlar devre dışı kalmış ve bilimsel yaşama uygun bir çizgide yeni kültürel oluşumlar ortaya çıkmıştır. Özgürlük genel anlamda bir haktır ama bütün haklar özgürlük değildir. Özgürlük bütün hakların ortak kökeni olduğu kadar, kişilerin toplum içerisindeki hareket alanını da belirlemektedir. Özgürlük kişilerin toplum içinde sahip olduğu bağımsızlık alanıdır. Kültür ise insanlığın temel taşı olarak toplumların geleceğini yönlendirmektedir. İnsanların içinden geldikleri toplumsal yapıların birbirinden farklı ve özgün özellikleri kültürel alanda belirleyici olmaktadır. İnsanların bilinç ürünlerinin toplamı kültür kavramının karşılığını oluşturmaktadır. Kültürlerin yaratılmasını, aşılanmasını ve yeni nesillere aktarılmasını eğitim disiplini gerçekleştirmektedir. Kültür bir yaşama biçimi olarak, insanların doğal olaylardan ve zorunluluklardan kurtulmasıyla ortaya çıkmıştır. İnsanların düşünce ve yaratıcılık etkinlikleri kültürleri yakından ilgilendirmektedir. Toplumları ulus yapan ögelerin başında yer alan kültür olgusu yıllarca yaratıcılık ile beslenmiş ve günden güne de bilimsel gelişmelerin etkisiyle çağdaşlaşamamıştır. Kültürler karmaşık bir yapıya sahip oldukları için toplumların kaynaşmasında vazgeçilmez rollere sahiptir. Kültürlerin çok yönlülüğü bireylerin çok farklı çizgilerde topluma açılabilmelerini ve değişim sürecine değişik katkılar ile katılma şanslarının da gerçekleşmesine destek sağlayabilmektedir. İnsan toplumlarının her şeyi barındıran çok yönlü yapılanmaları açısından kültür de benzeri bir yapılanma doğrultusunda sosyal oluşumlara katkıda bulunmaktadır. Bilgi, düşünce ve değer yargılarının bir araya gelmesiyle oluşan kültürel modeller bir anlamda toplumsal geleneklerin bütünü olarak görünmektedir. Toplumsallaşma ve uluslaşma süreçlerinin belirginlik kazanması noktasında, kaynaklık yaparak destek olan kültürlerin her türlü sosyal oluşum açısından belirleyici bir etkisi olmaktadır. Her toplum için, sosyal yaşam düzeni aynı zamanda kültürel yaşam yapılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve kültürün birbiriyle çok yakın bir konumda olması nedeniyle, eğitim kültürün yaygınlaşmasında birinci derece rol sahibidir.

Küreselleşme akımı bütün dünyayı tek bir dünya devletinin çatısı altında toplamaya çalışırken, her şeyin küreselleşmesi aşamasında kültürel alanın da globalleşmesi gündeme gelmiştir. Var olan ulusal kültürler dışlanırken, yüzlerce yıl öncesinden gelen geleneksel toplum ve devlet düzenlerinin karşıya alındığı, hatta bunların zaman içinde tasfiye edilmesine çalışıldığı, yeni dönemde siyasal ve askeri savaşlara benzer bir biçimde kültürel çatışmaların da dünya kamuoyu önünde gerçekleşmeye başladığı anlaşılmıştır. Küreselleşme akımı ile birlikte dünya küçülürken, çok çeşitli kültürlere gerek olmadığı ve bu doğrultuda bütün dünya için geçerli olacak tek bir küresel kültürün oluşturulmasına öncelik verilmiştir. Yerel sınırların aşıldığı, yer ve zaman kavramlarının önemsizleştiği, farklı kültür yapılarının dışa açılarak birbirleriyle çok yönlü ilişkilere girdiği bir küresel kültür oluşturma dönemine geçilmiştir. İletişim alanında gerçekleştirilen devrim niteliğindeki yenilikler, küresel kültüre geçiş aşamasında son derece belirleyici olmuş ve bunun sonucunda iletişim araçları ile birlikte küresel kültür hem oluşturulmuş hem de bütün dünya ülkelerine yayılmıştır. Bütün dünyayı tek bir küresel köy olarak tanımlamaya çalışan küresel emperyalistler, sahip oldukları ekonomik ve teknolojik güçleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak küresel bir kültürü insanlığın önüne sermek için yıllarca yoğun çabalar göstermişlerdir. Ulusal devletlere karşı çıkan bir çizgide gündeme gelen küreselleşme akımı, ulusal kültürleri dışlayarak bunların yerine her yerde geçerli olacak bir küresel kültürün yaratıcısı olmaya çalışmıştır. Merkezden çevreye yayılan batı kültürü kurulmakta olan küresel kültürün çekirdeği olarak işlenmiş ve yeni oluşturulan küresel değerler batı kültürü üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır. Küreselleşme akımı baskıcı bir biçimde sürdürüldükçe, bu doğrultuda bir homojenleşme eğilimi ortaya çıkmış ve bütün insanlığın tek tip bir kültürel oluşum içerisinde yerini almasına çalışılmıştır. Her alanda küreselleşme emperyalizmin baskılarıyla sürdürüldükçe, kültür alanında da dışarıdan yönlendirmeli ve baskıcı bir oluşum süreci örgütlenerek, tekdüze bir sisteme dayanan dünya devletine giden yol açılmaya çalışılmıştır. Medya yolu ile bütün dünyaya pazarlanan küresel kültür oluşumu bugünün bütün ulus devletlerin kültürel yapılarını dışlayarak, kapitalizmin demir yumruğu altında her yerde geçerli kılınmaya çalışılmaktadır.

Ulus devletler ile birlikte ulusal kültürler devam ederken küresel kapitalizmin bütün dünyaya tek bir devlet ile birlikte tek bir kültür empoze etmesi bugünün dünyasında önemli bir kültür çatışması yaratmıştır. Şimdiye kadar, iç-dış, alt-üst, yerli-yabancı gibi farklı kimlikler üzerinden kültürel çatışmalar devam ederken, son dönemde ortaya çıkartılan küreselleşme akımı çerçevesinde şimdi de ulusal-küresel ayırımı çerçevesinde yeni bir tür kültürler arası çatışma ortamı yaratılmıştır. Her kültürün özgün olduğu ve birbirinden çok farklı değerler taşıdığı ve hiçbir kültürün diğerinden üstün olamayacağı gibi bilimsel doğrular devam etmesine rağmen, eskiden bu yana devam eden kültürler arası çatışma ortamına bir de ulusal ve küresel kültürler arasındaki çelişkilerin eklenmiş olması, insanlık açısından kabul edilemeyecek bir olumsuz durumdur .Kültür alanında geçmişten gelen çelişki ve çatışmalar devam ederken , bir de ulusal ve küresel çatışmaların ciddi biçimlerde çatışma ortamları yaratması yeni bir kaos ortamını da beraberinde getirmiştir . Soğuk savaş sonrası dönemi bir kaos ortamı olarak değerlendiren küresel merkezler, kültür alanını da kendi hegemonya alanı olarak seçtikleri bu yeni aşamada, kaosu derinleştiren yolda emperyalist yollarını sürdürmek istemektedirler. Bu amaçla tam bir çıkarcı ve komplocu siyaset sonuna kadar zorlanmaktadır.

Çatışan kültürlerin çok ciddi boyutlarda kimlik krizleri yarattığı birçok ülkede göze çarpmaktadır. Özellikle beş yüz yılı bulan bir geçmişe sahip olan ulus devletlerin, kendi toplumları ile birlikte ortaya çıkardıkları ulusal kültürlerinden vazgeçmelerinin kolay kolay mümkün olamayacağı son zamanlarda ortaya çıkan gelişmeler ile birlikte anlaşılmaya başlanmıştır. Tarihsel dönüşüm süreçlerinde ortaya çıkmış olan ulus devletlerin kendi ulusal toplum yapıları ile yüzlerce yıl birlikte yaşamaktan ileri gelen ortaklıklarının görmezden gelinmeyecek bir kenetlenme yarattığı görülmekte ve küresel saldırılara karşı ulus devletler kendi ulusal toplumları ile iş birliği yaparak direnmektedirler. Ulus devletlerin yüzlerce yıllık birlikte yaşamaktan ileri gelen ulusal kimliklerinin gurur ve onur ile sürdürüldüğü bir aşamada ulusal kültürlere saldırılması çok büyük rahatsızlık yaratmaktadır. Bir ulusun oluşumu sırasında o toplum içinde var olan vatandaşlar uluslaşma ile birlikte ulusal kimliklerine kavuşmuşlardır. Dış güçlere ve emperyalist devletlere karşı bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek kurulmuş olan ulus devletlerin kahraman vatandaşları, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra ulusal kimliklerini bir gurur ve onur yansıması olarak taşımayı sürdürmeye çalışmakta ve hiçbir biçimde bu ulusal kimliklerinden vazgeçmeyerek bu statülerini sonuna kadar korumaya çalışmaktadırlar. Böylece ulus devletlerin ulusal vatandaşları, küresel emperyalizmin tek dünya devletine yöneldiği yeni aşamada hem ulusal kültürlerine hem de ulusal kimliklerine sahip çıkarak ve gerektiğinde ulusal bir dayanışma içinde hareket ederek, küresel emperyalizmin bölücü ve yıkıcı saldırılarına karşı her yönden direnişe geçmektedirler .Bu çerçevede bugünün ana çelişkisi olarak ulus devletler ile küresel şirketler çatışmasının ortaya çıktığı yeni aşamada , ulus devlet kimliği ya da ulusal vatandaşlık küreselci kimliğine ters düşmekte ve küreselcilerin seçtiği ya da satın aldığı işbirlikçi kadroların küresel kimliklerinin daha henüz dünya halklarını temsil eden bir aşamaya gelemediği görülmektedir.

Her kültür farklı koşulların sonucu olduğu için hiçbir kültür birbirine benzememektedir. Bu nedenle de kültürel yapılar arasında her zaman için çelişkiler, çekişmeler ve çatışmalar doğal olarak ortaya çıkmaktadır. İç-dış, alt-üst, geleneksel-modern, yerel-ülkesel, ulusal ya da küresel ayırımları devam ettiği sürece, farklı kültürlerin çatışma içinde olması kaçınılmazdır. Hiçbir kültürün üstün olmadığını bilerek bütün kültürlere eşit mesafede durulduğu zaman, kültürler arasındaki çatışmaları sona erdirecek bir hoşgörü ortamı yaratılabilecektir. Bugünün ana meselesi olan emperyalizmin küresel kültür dayatmasına karşı, bütün ulusal ve ülkesel kültürlerin kendini koruma ve direnerek var olma hakları olduğunu bir kez daha tekrarlamakta ulusal yarar vardır. Kültürler çekişir, çatışır ama birbirlerini yok edemez. Her kültürel yapının birbirine saygılı davranmasının güvence altına alınması uluslararası kültürel mirasları koruma sözleşmeleri doğrultusunda kaçınılmazdır. İnsanlık tarihi boyunca sürüp giden savaşların devletlerarası rekabet yarattığı noktalarda, devletler karşı tarafa zarar vermek için kültür eserlerine saldırmakta ve bunların yıkılmasına giden yolda bombalamalar ile insanlığın ortak mirası olan kültür eserlerini yok etmektedirler. Çağdaş uygarlık düzenleri geçmişin birikimi üzerine kurulu olduğu için, kültür adına ne varsa bunların koruma altına alınması ve müze ya da kültür merkezi gibi yerlerde saklanarak gelecek kuşaklara zarar görmeden aktarılmaları, bilimsel bilgi birikimi için gerekmektedir. İnsanlık adına geçmişin kültür mirasına sahip çıkılırken, bugünün siyasal ortamında savaş gibi sıcak çatışmaların kültürel yapılara zarar vermesi kesinlikle önlenmelidir.

Her kültür bir toplumsal yapılanma olarak, toplum içinde yaşamını sürdürmekte olan insanlara o toplumun kimliğini kazandırmaktadır. Aynı toplum içinde birlikte yaşayan ve birbirinden çok farklı değişik kimliklere sahip olan vatandaşların, kimliklerinin birer kültürel zenginlik olarak kabul edilmeleri ile birlikte, çağdaş demokratik rejimler gerçeklik kazanabilmektedir. Bu durumun tersi bir doğrultuda herkes kendi alt kültürüne uygun bir toplum düzeni kurmaya kalkıştığı zaman ise kültürler arası çekişmelerin çatışmaya dönüştüğü ve zamanla güçlü toplumsal kesimlerin kendi kültürlerini esas alan ulus devletleşme sürecine yöneldikleri görülmektedir. Ulus devletler toplumun büyük kesiminin kültürüne bağlı olarak kurulurken, aynı toplum içinde yaşayan diğer grupların kültürel yapıları da demokratik düzen anlayışı çerçevesinde varlıklarını koruyabilmektedirler. Bu gibi durumlarda egemen kültürel yapının diğer kültürlere karşı hoşgörü göstermesi ile birlikte, daha küçük toplum kesimlerinin içinden çıkacak olan azınlık kültürlerinin de, bölücülükten uzak durarak çok kültürlü bir yaklaşım çizgisinde önce birlikte yaşamayı ve daha sonra da bir toplumsal mutabakat çerçevesinde, barış içinde birlikte yaşamayı savunmaları ile ülke, bölge ve dünya barışı açısından toplumsal barışın korunabilmesi için zorunlu bir durum olarak acilen öncelik kazanmaktadır. Eğer var olan devlet düzenleri içinde barış içinde birlikte var olma süreci başarıyla gerçekleştirilebiliyorsa, o zaman her ülkenin durumuna göre, var olan devlet düzeni çatısı altında gündeme gelen ortak yaşam düzeninin, zaman içerisinde oluşturabileceği kültür ortamı içinde devlet gerçekliğine dayanan bir ortak vatandaşlık kültürü oluşturulabilmekte ve siyasal kimlikler de bu ortak kültürel kimlik temel alınarak tanımlanmaktadır. Çatışan kültürlerin iç ve dış savaşlara dönük olumsuz gelişmelere yol açmasının önlenebilmesi ve zaman içinde kimlik krizlerinin ülke düzenlerini bozmaması için, kültür zenginliğinin yarattığı hoşgörü ortamları acilen demokratik siyasal düzenlere dönüştürülmelidir. Böylece barış içinde birlikte var olma ve yaşama şansı uygulanarak tüm insanlığa barış getirecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

BİYOGRAFİ DOSYASI /// Prof. Dr. İbrahim Maraş : 20. ASRIN KÜRŞAD’I VE CEDİTÇİSİ ŞEHİT ENVER PAŞA HATIRASINA


Prof. Dr. İbrahim Maraş : 20. ASRIN KÜRŞAD’I VE CEDİTÇİSİ ŞEHİT ENVER PAŞA HATIRASINA

Gündem 4 Ağustos 2020

Enver Paşa kimdir? Enver Paşa’nın 98. ölüm yıl dönümü…

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasında öncü olan Enver Paşa’nın 98. ölüm yıl dönümü. Enver Paşa’nın hayat hikayesi merak ediliyor. Osmanlı Devlet’inde çeşitli pozisyonlarda yer alan Enver Paşa’nın yaşamına dair merak edilenler…

Enver Paşa’nın ölümünün 98. yılı nedeniyle hayat hikayesi merak ediliyor. Osmanlı Ordusu’nun çeşitli kademelerinde yer alan Enver Paşa kimdir? İşte hayat hikayesi…

ENVER PAŞA KİMDİR?

Enver Paşa 1881 yılında İstanbul’da doğdu. Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi’nde tahsil gördü. 1903’de Harp Akademisi’nden kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. Daha sonra Selanik’te bulunan 3. Ordu’ya atandı. 1906 senesinde binbaşılığa terfi etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasında öncü oldu. II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinde de büyük rol oynayan Enver Paşa, Makedonya Genel Müfettişliği’nde önemli görevlerde bulundu.

Trablusgarp’da bulunduğu sırada İtalyan kuvvetlerine karşı mücadele etti. 1912’de yarbaylığa yükseldi. 23 Ocak 1913 tarihinde İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından düzenlenen Babıali Baskını’nda yer aldı. Bunun yanında Edirne’yi düşman işgalinden kurtararak albaylığa ardından da tuğgeneralliğe yükseldi. 1914’te Sait Halim Paşa hükümetinde Harbiye Nazırı olarak görev yaptı. I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanmasının ardından bazı arkadaşlarıyla birlikte Berlin’e geçti.

1920’de Bakü şehrinde Doğu Ulusları toplantısına katıldı. Batum’da Türkiye Şuraları Partisi’ni kurarak, Türkistan’ı kurtarma hareketini başlattı. Fakat büyük bir hezimete uğrayarak 4 Ağustos 1922 tarihinde Tacikistan’ın Belcivan yakınlarında girdiği bir çarpışmada öldürüldü.

Bugün, Türk İslam âleminin kurtuluşu ve bekası için son damla kanına kadar birçok cephede savaşan Şehitlerin Önderlerinden Enver Paşa’nın şehadet günü (1922). Enver Paşa, Osmanlı’nın ve Türkistan’ın giderek kararan bahtını açmak için her türlü mücadeleyi yapmaktan çekinmedi. Onu çok seven eşi Naciye Sultan’ın, şehit olacağını bildiği halde, ona, büyük davasında destek olarak, “kesinlikle gelme” dediği büyük bir mücahitti. O, sadece emperyalistlere ve onun uşaklarına karşı mücahede etmedi, aynı zamanda Türk ve İslam dünyasının yenileşmesi, yeniden uyanması, milli kimliğini, bağımsızlığını kazanması için mücadele eden Kursavilerin, Mercanilerin, Gaspıralıların, Musa Carullahların, Abdülhamit Süleymanoğlu Çolpanların, Mustafa Çokayların, Abdullah Karilerin, Osman Hocaların, Behbudilerin ceditçi düşüncelerine karşı direnen, sefilce yaşamayı en büyük Müslümanlık gören mutaassıp, kabileci/bedevi ve cahil Müslümanlarla da savaştı. Gerçek anlamda kendi destanlarını yazmaya çalışan Ceditçilerle, Basmacılarla birlikte olup, sadece Rus zulmünü değil, aynı zamanda kadimci/gelenekperest bağnazların hâkim kılmaya çalıştığı karanlıkları da dağıtmaya gayret etti. Enver Paşa, gerçek anlamda kendi destanımızın, devlet-i ebed müddetin nasıl olacağını Kürşad’dan bugüne en iyi bilenlerden biriydi. Bugün böyle büyük bir şehidin aleyhinde konuşan klavye mücahitlerinin kim olduğuna baktığımızda yeni Türk İslam medeniyetinin kurulmasına en büyük engel teşkil eden değişim ve milli kimlik karşıtı; bağnaz, mutaassıp ve cahil kişiler oldukları açıkça görülür. Bunların Enver Paşa ile çarpışan kadimci/gelenekperest Müslümanlardan hiçbir farkı yoktur. Ya ahmak, ya işbirlikçidir. Bu mülevves cepheye karşı daima “Enver Paşa Ruhu”nu taşımamız gereklidir. Onun dediği gibi, “kurtuluş ve bağımsızlık için ölmeyi göze alamayan milletler, köpekçe bir hayatı seçmiş olurlar”. Büyük şehidimizin ve bütün şehitlerimizin ruhu şad olsun.

Prof. Dr. İbrahim Maraş

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN : ATATÜRK VE YUSUF AKÇURA


Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN : ATATÜRK VE YUSUF AKÇURA

Dünyanın merkezi bölgesinde bir Türk devletinin kuruluşunda son derece etkili olmuş olan bu iki isim, tarihsel süreç içerisinde bir dönem beraber bulunmuşlar ve bu dönemde bir işbirliği içerisinde olarak geleceğe dönük planlarının Anadolu üzerinde gerçekleşebilmesi için çaba göstermişlerdir . Günümüz koşullarında her yönden eleştiri konusu olan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu sırasında son derece etkin olmuş olan bu iki isimin beraberce ele alınarak ortak bir değerlendirme içerisinde ele alınmasının bugünün tartışmaları açısından yararlı sonuçlar vereceği düşünülebilir . Türk devletinin kuruluşundan doksan yıl sonra , kuruluş sırasında etkin çalışmalar yapmış olan bu iki isim arasındaki bağlantının siyasal yönleriyle ortaya konulmasında , Anadolu’da bir Türk devletinin kuruluşunun arkasında yatan nedenlerin belirlenmesi açısından zorunluluk vardır . Anadolu’da Türk devletine karşı çıkanlar , eski imparatorluk coğrafyasından göç eden bir çok topluluğun bugün Türkiye’de birarada yaşadığını öne sürerek , bir Türk ulusundan sözedilemiyeceğini ve bu doğrultuda Türk ulusu olmadığı için de , Türklerin kurmuş olduğu bir Türk devletinin gerçeklere uymadığını açıkca savunmaktadırlar . Bu nedenle son zamanlarda başta iktidar partisinin ileri gelenleri olmak üzere Türk kimliği rededilerek , yeni bir kimlik türü olarak Türkiyelilik gibi bir kavram öne çıkarılmaktadır . Küresel emperyalizmin güdümüne girerek , Yeni Bizans,Büyük İsrail ya da Yeni Orta çağ gibi plan ve projelere angaje olanlar , merkezi alandaki Türk devletini ortadan kaldırabilmek için redettikleri Türk kimliğinin silinmesi sürecinde Türkiyelilik kimliğini bir ara yaklaşım olarak geliştirmeğe çalışmaktadırlar . Bütün bu gibi saçmalıkların sona erebilmesi için , Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna öncülük eden iki büyük isimin beraberce ele alınarak bugünün koşullarında yeniden değerlendirilmeleri gerekmektedir .

Anadolu’da Türkçülüğün öncüsü Yusuf akçura , Türk devletinin kurucusu da Mustafa Kemal Atatürk’tür . Eğer bugün bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti adı altında bir Türk ulus devleti varsa ,Türk ulusunun fertleri böylesine bir oluşumu bu iki büyük öndere borçlu bulunmaktadırlar . Türk ulusunun bütün bireyleri , ulusal eğitim programı içerisinde devletin kurucusu Atatürk ile ilgili her konuyu öğrenmelerine rağmen ,ne yazıktır ki , Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Türkçülük akımını bu topraklara getiren Türkçülüğün öncülerinden habersiz kalmaktadırlar . İsteyen bu konularda kütüphaneler dolusu kaynaklara erişebilmektedir ne var ki eksik eğitim sistemi nedeniyle Türkçülük akımının öncüleri ile bilgiler , eğitim sistemi içerisinde yeni kuşakların bilgilerine sunulmamaktadır . Atatürk ile ilgilinen ve kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan bir çok kişinin bu nedenle Türkçülüğün öncülerini bilmedikleri hele Yusuf Akçura’yı tanımadıkları görülmektedir . Türkçülük denilince akla önce Ziya Gökalp gelmekte ama , Türkçülüğü bu ülkeye getiren Yusuf Akçura ile beraber İsmail Gaspıralı,Zeki Velidi Togan,Sadri Maksudi Arsal ve Ahmet Ağaoğlu hatırlanmamaktadır . Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olarak kendilerini Türk kimliği tanımlayan Türk vatandaşlarının ,Türkçülüğün öncülerini ve tarihini bilmemesi bu ülkede çok ciddi bir bilgi eksikliği yaratmıştır . Türkçülüğün kurucularının bilinmemesi , Atatürk’ün neden Türk devleti kurduğunun halk kitlelerince anlaşılamamasına yolaçmıştır . Balkanlar’da doğmuş ve büyümüş bir Mustafa Kemal’in Osmanlıların Balkanlar’dan kovulmasından sonra ,Anadolu yarımadası üzerinde bir Türk devleti kurmasının arkasında , Yusuf Akçura ve arkadaşlarının başlatmış olduğu Türkçülük akımının önemli bir rolü bulunmaktadır . Türkçülük olmasa Atatürk ve Atatürkçülük de olamazdı .

Yusuf Akçura ve arkadaşlarının Kırım üzerinden Türkçülük akımını İstanbul’a taşımalarından önce , Avrupa ülkelerine giderek yabancı eğitimi alan gençlerin Osmanlı devletinde başlatmış oldukları JönTürk hareketinin de ülkenin geleceğinde önemli rolleri olmuştur . Yeni Osmanlı hareketi tutmayınca yerini JönTürk akımı almış ve Avrupa ülkelerindeki ulus devlet akımı bu topraklara yansıyınca , çok uluslu siyasal yapıdan tek uluslu bir ulus devlete yönelirken , ikinci Meşrutiyet yıllarında Yusuf Akçura ve arkadaşlarının önce Türk cemiyeti sonra da Türk Ocakları aracılığıyla önemli ölçüde katkıları olmuştur . Jön Türk akımının yaratmış olduğu ortamı iyi kullanan Türk Ocakları örgütlenmesi , Yusuf Akçura’nın önderliğinde imparatorluktan ulus devlete geçişi gerçekleştiren siyasal odaklar olmuştur . Kırım doğumlu Tatarlar’ın öncülüğünde kurulmuş olan Türk Cemiyeti ve Türk Ocakları , çok kültürlü bir toplum yapısından sonra ulus devlete geçişte ana merkezler olarak hareket etmişler ve ülkede emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş savaşının öncülük misyonunu yerine getirmişlerdir . Yusuf Akçura bütün bu oluşumların başlatıcısı olarak Türk tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur .Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Yusuf Akçura’nın önemli bir kilometre taşı olduğu hatırlanırsa , günümüzün bir çok tartışmasına açıklık getirilebilecektir . Atatürk gibi bir ulusal devlet kurucusu önderin tarih sahnesine çıkışının perde arkasında , yılların Türkçülük birikiminin taşıyıcısı ve bu topraklara getiricisi olan Yusuf Akçura’nın önde gelen bir rolü bulunmaktadır .

Atatürk ile aşşağı yukarı benzer tarihlerde doğan ve yaşayan Yusuf Akçura, bir Tatar Türk ailenin evladı olarak Tataristan’ın başkenti olan Kazan kentinde doğmuştur . Kazan asıllı bir Tatar olmasına rağmen yaşamının önemli bir kısmı Kırım ve Rusya’nın çeşitli kentlerinde geçmiş ve daha sonraki aşamada da kuzey bölgelerinde elde ettiği Türkçülük birikimini güneye taşımak üzere İstanbul’a gelmiştir . Rusya’da I905 devriminde milliyetçi bir önder olarak rol aldıktan sonra , 1908 tarihinde ikinci meşrutiyetin ilan edilmesi üzerine İstanbul’a gelerek önce Türk Cemiyetini sonra da Türk Ocakları’nı kurmuştur . Eski Hazar İmparatorluğu döneminden kalma önemli bir Türk asıllı nüfusun Rusya’da yaşaması nedeniyle , Yusuf Akçura’nın yaşamı Rusya ve Türkiye arasında gidip gelmelerle geçmiş ve her iki ülkedeki Türk potansiyelinin beraberce varolabilmesi ciddi bir PanTürkçülük akımını Yusuf Akçura geliştirerek savunmuştur . Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu çatıları altında yüzyıllarca yaşayan Türk asıllı kitlelerin biraraya gelerek ortak bir büyük Türk devletini tarihte olduğu gibi yeniden kurmaları ,Yusuf Akçura ve arkadaşlarının amacı olmuş ve bu doğrultuda başlattıkları Türkçülük çalışmalarını Pan Türkizm doğrultusunda geliştirerek sürdürmüşlerdir . Fransız devrimi sonrasında başlamış olan milliyetçilik cereyanlarının Rusya’ya ulaşması Ruslar’da güçlü bir milliyetçilik başlatmış , Rus olmayanlara karşı baskılar artınca Tatarların öncülüğünde bütün Türk asıllı boyları içine alan geniş ve güçlü bir türkçülük akımı rusya topraklarında Rus milliyetçiliğine karşı başlatılmıştır . Rusların Ortodoks fanatizmi ile karşılarına aldığı Yahudi toplulukları da ülkede denge kurabilmek üzere Türkçülüğü desteklemişler ve bu yoldan Rus milliyetçiliğinin aşırılığa kaçması önlenerek birlikte yaşamın yolları aranmıştır . Ne var ki , Rus milliyetçilerinin önce Yahudi soykırmına yönelmeleri daha sonra da Tatarları ülkeden kovmaya yönelmeleri üzerine tatarların öncülüğünde başlatılan Türkçülük hareketleri kısa zamanda gelişerek bölgenin geleceğin de gene eskisi gibi Hazar devleti zamanındakine benzer biçimde etkili olmağa başlamıştır . Ne var ki , Rus milliyetçiliğinin daha sonraları emperyalizme yönelmeleri üzerine önce Tatarlar ve Türkler ve daha sonra da Çerkezler bulundukları bölgelerden kovulmuşlardır . Rusya’dan kovulanlar güneye inerek Ak ülke olarak gördükleri Anadolu topraklarında yerleşmeğe başlamışlar , Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu bölgede bir Türk devletinin kurulabilmesi için canları ve başlarıyla çalışmışlardır . Yusuf Akçura ve Tatar asıllı arkadaşları , Türkçülüğün kuzeyden güneye inmesinde ve Ak ülkede bir Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda önde gelen bir taşıyıcı rolü yerine getirmişlerdir. Bir anlamda Atatürk’ün bir Türk devleti kurmak üzere tarih sahnesine çıkmasına giden yolu açmışlardır .

Yusuf Akçura Türkiye’ye yerleştikten sonra zman zaman Rusya ve Avrupa ülkelerine giderekm dünyadaki siyasal hareketleri hem izlemiş hem içinde olmağa çalışmıştır . Bu nedenle Rusya ve Osmanlı ülkesini çok yakından izleyerek hareket etmiş ve Avrupa ülkelerindeki çalışmaları da yakından izleyerek bunlardan yararlanmanın çabası içerisinde olmuştur . Bir anlamda ondokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçilirken , dünyadaki değişimi kavramağa ve bu sürecin içinde yer alarak değişimi Türkçülük doğrultusunda yönlendirmeğe çalışmıştır . Ruslar ile Türkler arasında yaşanan savaşları ve gerilimleri yakından izleyen Akçura , Avrasya bölgesinde yaşamakta olan bütün Türk asıllı toplulukları biraraya getirecek PanTürkizm akımını geliştirmeyi hedeflemiştir .Avrupa ülkelerinde Jön Türkler ile tanışan ve onlarla ortak çalışmalar yapan Yusuf Akçura , Türkçülük birikimini bu genç kadro aracılığı ile Osmanlı ülkesine taşımak istiyordu . Rusya’daki Tatar topluluğunun erken uyanması ve gelişmesiyle öne çıkan Türkçülük birikimini Akçura Jön Türklere aktarmak ve bunları örgütleyerek bütün Avrasya bölgesine yönelik bir PanTürkizmin hazırlığını yapıyordu . Tatar reformculuğunun getirdiği Türkçü birikim Osmanlı devletinde Osmanlıcılık akımından Türkçülük akımına geçişi sağlıyordu . Dilde ,fikirde ve işte birlik ilkesi doğrultusunda, Türk kökenli toplulukların biraraya gelmeleri ve ortak hareket ederek bir Büyük Türk Birliğini gerçekleştirmeleri düşünülüyordu . Rusların Panslavizmine ve Ortodoksçuluğuna karşılık PanTürkizmin de aynı zamanda Panislamizm ile işbirliği yapması gerektiği düşünülüyordu . Böylece Almanya’nın elinden Panislamizm akımı alınarak Rusya’nın Pan Ortodoksculuğuna karşı Avrasya bölgesinde etkinliği artırmak üzere kullanılması planlanıyordu .Yusuf Akçura hem Rus emperyalizmine hem de Avrupa ülkelerinin Avrasya’ya girmelerine karşı Türklerin ve müslümanların beraberce ortak hareket etmelerinden yana bir PanTürkizm çizgisi izliyordu . İşin içine müslümanlar da girince Türkçülük akımının çalışma alanı kendiliğinden Rusya’dan Osmanlı ülkesine kayıyordu . İslamcılığın yanısıra kültürel milliyetçiliğin de savunulması emperyalist saldırılara karşı daha güçlü bir Türkçülük akımının öne çıkmasına yardımcı oluyordu . Böylece savaş sonrasında bir Türk devletinin kurulabilmesinin şansı artıyordu .

Üç tarzı siyaset ismini taşıyan makaleyi Mısır’ın başkenti Kahire’de yayınlanan bir dergide Yusuf Akçura kamuoyunun dikkatlerine sunduktan sonra , merkezi coğrafyada Osmanlı devleti sonrası yeni siyasal yapılanma bu yazı doğrultusundaki tartışmaların etkisiyle biçimlenmeye başlamıştır . Osmanlıcılığın olamıyacağı belirlenince İslamcılık denenmek istenmiş ama buna da gayrimüslim kesimler karşı çıkınca geriye tek alternatif olarak Türkçülük kalmıştır . Hırıstıyan Balkan ülkelerinin elden gitmesinden sonra Abdülhamit’in Şam merkezli bir İslyam İmparatorluğunu Anadolu ve Arap yarımadası üzerinde kurmağa çalışmasına Almanlar destek verince , İngilizlerin desteği ile Selanik’ten Hareket ordusu İstanbul’a gönderilerek Abdülhamit’in tahttan indirilmesi sağlanmış , İngiliz gizli servislerinin örgütlemesiyle Arnap milliyetçiliği öne cıkınca , islama dayanan bir büyük devletin Orta Doğu’da kurulabilmesi ihtimali devredışı kalmıştır . Üç tarzı siyasetin ikincisi olan İslamcılık akımı da böylece devredışı kalınca , bu kez üçüncü yol olarak Türkçülük akımı öne geçmiş ve Yusuf Akçura’nın örgütlediği Türk Ocakları sayesinde Türkçülük akımı Anadolunun her köşesinde hızla örgütlenerek geleceğin Türkiye Cumhuriyetinin temelleri atılmıştır . Tarihsel süreç içerisinde Üç tarzı siyasetten tek tarzı siyasete geçiş kendiliğinden meydana gelmiş ve Türkçülük Osmanlı sonrası dönemde merkezi topraklarda tek geçerli düşünce akımı olarak yeni kurulacak devletin siyasal yapısını belirlemiştir . Faydacı ve pragmatik bir düşünce yapısına sahip olan Yusuf Akçura gerçekleşemeyecek hayaller yerine ,gerçekleşebilecek hedeflerle uğraşmaya öncelik vermiş ve onun bu gerçekci tutumu nedeniyle kısa zaman sonra bir Türk devleti dünyanın merkezinde kurulmuştur . Kahire’de yayınlanan Türk isimli gazetede yayınlanan üç tarzı siyaset makalesi , Osmanlı sonrası için bütün merkezi bölge halklarına ve ülkelerine bir anlamda yön gösteriyordu . Bir Osmanlı milleti yaratılamayınca , geniş alanlara yayılmış Türk asıllı toplulukların sahip olduğu Türk kimliğinde birleşilmesi en gerçekci yol olarak görülüyordu . Yusuf Akçura dilleri ,ırkları,gelenekleri,kültürleri ve dinleri aynı olan bütün Türklerin birliğini savunarak, bir büyük Türk imparatorluğunun yeniden oluşabilmesi için yoğun çaba harcıyordu . Türk dünyasını hedef alırken Türklüğü ve Türkçülüğü geliştirmeğe çalışıyor , güçlü bir Türkçülük akımı sayesinde büyük bir Türk devletinin kurulabileceğini öne sürüyordu .

Akçura sayesinde PanTürkizm akımı Osmanlı İmparatorluğu sonrası için Türklere ve Müslümanlara bir gelecek planı sunuyordu , o da bir büyük Türk devletinin çatısı altında biraraya gelmekti . Osmanlı İmparatorluğunun çok uluslu yapısı çerçevesinde Türkçülük ya da PanTürkizm akımı değerlendirildiğinde gayrimüslimlerin böylesine doğu kökenli bir akımın uzağında durmağa çalıştıkları görülüyor , hırıstıyan toplulukların dışlandığı bir aşamada müslüman kökenli topluluklar Türk kimliği çatısı altında biraraya gelmeğe davet ediliyorlardı . Bu aşamada Yahudiler ikiye ayrılıyor , bir kısmı gizlice Yahudi kimliğini sürdürme yolunu seçerken , daha büyükçe bir kesimi de dönmeliği kabül ederek müslüman toplum içerisinde bu toplumun kurallarına ve geleneklerine göre yaşamayı ilke olarak kabül ediyordu . Osmanlılar imparatorluk topraklarından geri çekilirken , merkezi ülke konumuna gelen Anadoluya bir çok yerden milyonlarca insan göçediyor ve göçmenler de Türk kimliği çatısı altında yaşamayı, kendi gelecekleri ve güvenlikleri açısından doğal karşılıyorlardı . Böylece , Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sevr antlaşmasının imzalanması üzerine Hırıstıyan ülkeler Anadoluyu işgale yöneliyorlar , göçeden müslümanlar Türk kimliği altında emperyalizme karşı savaş veriyor lar, dinlerinden dönmüş görünen Yahudi toplulukları da Hırıstıyanlara karşı müslümanların yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşını destekleyerek bağımsız bir Türk devletinin kuruluşunu , bölgedeki Arap ve Rus nüfus çoğunluğuna karşı denge oluşturabilmek doğrultusunda destekliyorlardı . Rusya’daki milli hareketin başından Anadolu’daki Türkçü harketin başına geçen Yusuf Akçura , bütün bu gelişmelerde ön planda etkili oluyordu . Yeminindeki Osmanlı ve İslam kavramları nedeniyle , İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğini kabül etmeyen Yusuf Akçura , tıpkı Atatürk gibi bu cemiyete uzak duruyor ve İttihatçıların orducu tutumlarına karşı daha halkçı bir örgütlenmeyi Mustafa Kemal gibi askeri kesimin dışında kalarak gerçekleştirmeğe çalışıyordu . Zaman içerisinde Jön Türkler ile de ters düşen Akçura daha bağımsız ve gerçekci düşüncelerle Türkçülük akımını geçerli kılmağa çalışıyordu . Ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Atatürk’ün hızla sivil bir rejim kurmasında ve orduyu siyasetin dışına çekmesinde böylesine bir tutumun fazlasıyla yararı olmuştur .

Atatürk’ün gerçekleştirdiği Kemalist devrime kadar batıcı ve yenilikçi hareketler hep Tanzimat döneminin birer uzantısı olarak gündeme gelmiştir . Jön Türkler’de kendilerini Tanzimatın modernleşmeci kadrosu olarak gördüklerinde ,Yusuf Akçura bu duruma karşı çıkarak Atatürk gibi daha kökten bir reformculuğu savunmuştur . Atatürk Tanzimatın tatlı su reformculuğundan uzaklaştıkça , bir Türk devletinin çatısı altında ulusal siyasal yapılanma için kökten reformcu girişimler zorunlu olmuştur . Tanzimat ülkede halk ile aydınlar ve zengin burjuvazi arasında ikilik yaratınca bir Türk ulusu yaratabilmenin çabası içinde olan Yusuf Akçura ve arkadaşları halkın içinde ve yanında olmuşlardır . Dili ,dini ve kültürü bir bütün olan Türk dünyasının büyüklüğünü savunan Yusuf Akçura , böylesine bir hedefi gerçekleştirebilmek üzere , Rusya’daki Tatarların erişmiş oldukları gelişmişlik düzeyini Türkiye’ye taşıyabilmenin arayışı içine giriyordu . Osmanlı Türklerinin Rusya’da yaşayan kardeşlerinin gelişmişlik düzeyini örnek almaları gerektiğini sürekli olarak savunan Akçura , çıkardığı dergiler ve yazdığı makaleler aracılığı ile bu durumu Anadoluya taşıyabilmenin mücadelesini yapıyordu . Akçura’nın bu çabaları sonucunda , Ziya Gökalp Üç tarzı siyaset benzeri bir kitabı kaleme alıyor ve bunun adını da” Türkleşmek ,İslamlaşmak ve Muassırlaşmak “ biçiminde belirleyerek Akçura’nın izinde bir çizgi izliyordu . Ziya Gökalp’in devreye girmesiyle beraber Akçura yalnızlıktan kurtuluyor ve Türkçü çizgide bir kadro oluşumu gerçekleştirilerek , toplumun hızla Türkleştirilmesi sağlanıyordu .

Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde başlamış olan PanTürkizm akımı ,Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra Kemalist Türkiye’ye yardım ve katkı misyonunu üstleniyor ve Türk dünyası için örnek ülke olarak kurulmuş olan Türkiye cumhuriyeti üzerinden PanTürkizm akımını sürdürmek aşamasına geliniyordu . Anadolu’da bir milli devletin Türkiye cumhuriyeti olarak kurulmasında son derece önemli katkılar sağlamış olan Yusuf Akçura ,sonraki aşamalarda Kemalist Türkiye’nin hızla gelişebilmesi için çalışmalar yapıyordu . Osmanlı sonrasında batı dünyası için gündeme gelmiş olan Doğu sorunun çözümünde Türkiye merkezli bir yolun izlenmesi için Yusuf Akçura öne çıkıyor ve Türk ile Slav toplulukları arasında sürüp gelmekte olan çekişmenin çözüme kavuşturulabilmesi için, güçlü bir Türkiye’nin yaratılmasına öncelik veriliyordu . Anglosaksonların,Fransızların,hırıstıyanların ve Rusların bölgedeki hesaplarına karşı Türklerin güçlenebilmeleri için Almanya ile işbirliği yapmaları düşüncesi Akçura’ya tıpkı Abdülhamit ve İttihat Terakki gibi cazip geliyordu . Dar kapsamlı Tatarcılık yerine geniş kapsamlı bir Türkçülüğü Türk dünyasının geleceği açısından daha doğru bulan Yusuf Akçura , Türkiye Cumhuriyetini böylesine güçlü bir yapılanmanın merkez ülkesi olarak görüyordu . Bu nedenle devletin ve yeni Türk üniversitesinin kuruluş çalışmalarında yer almış Ankara’daki devleti desteklemek üzere Ankara Hukuk Fakültesi ile Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde dersler vererek ,yeni Türk devletini yönetecek güçlü kadroların yetişebilmesi için çaba gösteriyordu .Ankara ve İstanbul’da yapılan bilimsel toplantılara delege olarak katılarak , yeni Türk devletinin bilimsel açıdan güçlenebilmesi doğrultusunda yoğun çaba harcıyordu . Devleti kuran partiye üye olarak önce İstanbul ve daha sonra da Kars milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinde görev yapmıştır . Bu arada , dil ve tarih kurumlarının kuruluş çalışmalarına katıldı , daha sonra da Türk Tarih Kurumu başkanlığına seçildi . Böylece, Yusuf Akçura sahip olduğu bütün bilgi birikimini hem bilimsel kurumlarda hem siyasal organlar da Türkiye’ye aktararak kısa zamanda türkiye Cumhuriyetinin önemli bir gelişme göstermesine ciddi katkılar sağlamıştır . Bu tür çalışmalarla Cumhuriyetin onuncu yılı büyük coşkularla kutlanmıştır . Yusuf Akçura almış olduğu bilimsel ve siyasal görevler aracılığı ile Kemalist hareket içinde bir nefer olarak görev yaptı ve bütün birikimini Atatürk’e bir danışman olarak aktarma fırsatını buldu . Türkiye Cumhuriyetinin kurucusunun az zamanda büyük işler başarmasında Yusuf Akçura gibi önemli bir siyasal ve bilimsel birikime sahip olan danışmanın katkıları büyüktür . Akçura Rusya ve Avrupa ülkelerinde edindiği bilgileri ve gördüklerini sürekli olarak Mustafa Kemal’e aktararak O’nun bir Türk devleti kurarken tarihsel bilgi birikimine uygun olarak hareket etmesini sağlamıştır . Atatürk’ün büyük başarılarının perde arkasında var olan önemli uzmanlardan birisinin de Yusuf Akçura olduğu söylenebilir çünkü , cumhuriyetin ilanından ölümüne kadar uzun bir süre parlamentoda milletvekili olarak hep ön sıralarda yeralmıştır .

Atatürk , ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir Türk devleti kurmayı kabül etmiş ama Yusuf Akçura’nın PanTürkizm düşüncesini benimsememiştir . Daha çok bir ideale dayanan bu yaklaşım , Anadolu coğrafyasının jepolitiğine o dönemin koşullarında pek uygun düşmüyordu . Bir asker olan Atatürk , jeopolitiğin inceliklerini iyi bildiği için bir bilim adamı olan Yusuf Akçura’dan bu açıdan ayrılıyordu . Atatürk daha işin başında Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında Pantürkizm,Panislamizm ve de PanTuranizm gibi yayılmacı akımlardan uzak kalacaklarını , yalnızca Misakı milli sınırları içerisinde egemenlik haklarını savunacaklarını ,kesinlikle Osmanlı İmparatorluğu gibi emperyalist bir politika uygulamıyacaklarını söyleyerek , Yusuf Akçura’nın bütün Türk dünyasını biraraya getirme hedefinden uzaklaşıyordu . Türk devletinin halkçı ve çoğulcu bir yapıya dayanması gerektiğini savunan Akçura ,ise geleceğe dönük olarak Türk dünyasının birlikteliğini Sovyetler Birliği emperyalizmine karşı savunuyor ve yaptığı tarih araştırmaları ile Türk dünyasının sosyalist rejime karşı ayakta kalabilmesinin hazırlıklarını yürütüyordu . Akçura’nın yasal olarak vatandaşı olduğu Kemalist devlet , O’nun özlemlerini tam olarak yansıtmıyordu ama gene de geleceğe dönük olarak çalışmaların sürdürülmesi gerektiğine inanarak , Türkiye’de kalmağa ve çalışmalarını ısrarla kamuoyuna taşımağa kararlı görünüyordu . Yaratacısı olduğu PanTürkizm’in gerçekleşemiyeceğini anlamasına rağmen bu doğrultudaki çalışmalarından vazgeçmiyor ve Türkiye Cumhuriyetini bu doğrultuda güçlendirebilmenin yollarını arıyordu . Türklerin tarih sahnesine çıkmış olduğu Orta Asya stepleri ile Rusya arasında yaşamakta olan türk topluluklarının ortak geleceğini Osmanlı ülkesinde dağınık bir biçimde yaşamakta olan Türk boyları ile beraber düşünmek , Yusuf Akçura için vazgeçilemiyecek bir kutsal düşünce idi .

Atatürk’ün Misakı Milli sınırları içerisinde Anadolu Türkçülüğü ile yetinmesi bir yönü ile asker kişiliğinden gelen gerçekci bir yaklaşımın sonucu idi . Bunu gören Yusuf Akçura PanTürkizm açısından umutsuzluğa sürüklense de anadolu Türkçülüğüne katkıda bulunmağa devam ediyordu . Yusuf akçura’nın emperyalist Türkçülük anlayışı Atatürk’un ulus devlet içinde demokratik Türkçülük anlayışı ile tam olarak uyuşmuyordu . Ziya Gökalp’in zaman zaman öne çıkması Atatürk ile Yusuf Akçura arasındaki mesafenin dengelenmesi açısından yararlı oluyor ve bir anlamda milli sınırlar içerisinde ülke Türkçülüğü ile o dönemin koşullarında yetiniliyordu . Atatürk, Avrupa kıtasının yanıbaşında çağdaş bir cumhuriyet rejimi ve buna temel olarak da modern bir ulus devlet kurarken , her türlü emperyalist yaklaşımın ötesinde hareket etmek zorunda kalıyordu ,çünkü Türkler bir imparatorluk kaybetmişti. Ruslar ise bir eski imparatorluk çökertmelerine rağmen yeni dönemin koşullarında yepyeni bir ideolojik imparatorluğun merkezi ülkesi olarak ayakta kaldıkları için Türkler’ den daha avantajlı bir konuma sahip bulunuyorlardı .Osmanlı ve Rusya türkleri ayrı dünyaların insanları olarak bir türlü biraraya gelemiyorlar ve bu nedenle de Yusuf Akçura’nın idealize ettiği büyük Türk birliğine giden yol açılamıyordu . Atatürk bu durumu iyi bilen bir önder olarak geleceğe hazırlanıyor ve Sovyetler Birliğinin yıkılacağı günlere hazırlıklı olmak gerektiğini , cumhuriyetin onuncu yılındaki konuşmalarında dile getiriyordu . Türk Ocaklarında örgütlenen bazı Türkçülerin de sosyalist düşünce de olması , Moskova merkezli kurulmuş olan Türkiye Komünist Partisinin ,Rusya ve Türkiye’de Türkçü çalışmalar yapması da Atatürk’ü kuşkuya düşürüyor ve bu nedenle aşırı bir Türkçü görünüm vermeden hareket etmeyi doğru buluyordu . Sovyetler birliği gibi bir büyük dev devlet yapılanmasının merkezi konumundaki Rusya’yı karşısına almayan Mustafa Kemal , Anadolu Türkçülüğü ile yetinirken , Rusya’daki Türkleri dile getirerek bir Rus tepkisi ile karşı karşıya kalmamağa dikkat ediyordu . Bu durum daha sonraki yıllarda Türk ocaklarının kapatılarak yerlerine Halkevlerinin açılmasına neden olacaktır ,çünkü Türk Ocakları sürekli olarak Rusya’da yaşayan Türk topluluklarını dile getirdiği için , Rusya’nın büyük bir baskısı sonucunda imparatorluktan ulus devlete geçiş aşamasının bu köprü kuruluşları kapatılmış ve milli sınırlar içerisinde bir toplum entegrasyonuna öncelik veren Halkevleri projesi devreye sokulmuştur . Bu gibi değişikliklere rağmen , Anadoludaki Türk devletinden umudunu kesmeyen Yusuf Akçura , Anadolu Türklüğünün gelişebilmesi için Türk kültürü doğrultusunda bir ulusculuğun ülkede etkili olmasına çalışıyordu . Atatürk milliyetçiliği doğrultusunda yapılan ulusalcı çalışmalarda Yusuf Akçura’nın sürekli olarak ön planda yer aldığı görülmüştür . Akçura ,Türk Tarih Kurumunun kurucusu ve başkanı olarak Türkiye’de ilk ulusal tarih kongrelerini düzenlemiş ve Türklerin tarihten gelen kökenlerinin daha iyi belirlenebilmesi için çeşitli araştırma projelerini devreye sokmuştur . Türk Ocaklarının dergisi olan Türk Yurdu’ndan sonra Tarih kurumunun bilimsel yayın organı olan Belleten dergisinin de kuruculuğunu ve yöneticiliğini yaparak , Türk tarihi açısından önemli çalışmalara öncülük yapmıştır . Atatürk’ün istediği konularda araştırmaların yapılmasını , Atatürk’ün tarihe olan büyük merakının karşılanması konusunda gerekli kaynakların sağlanması gibi işleri hep Yusuf Akçura üstlenmiştir . Bir anlamda Atatürk’ün geniş bir tarih kültürüne sahip olmasını sağlayan uzmanlardan birisi olarak da Yusuf Akçura’nın o dönemde öne çıktığı görülmektedir . Atatürk de bu nedenle Akçura’ya güvenerek kendisinin tarih kurumunun kurucu başkanı olmasına yardımcı olduğu görülmektedir . Akçura ve mustafa kemal birlikteliği ve diyalogu sayesinde Anadoludaki Türk devletinin tarihsel açıdan doğru temeller üzerinde kurulduğu görülmektedir . Bu nedenle, bir çok büyük soruna ve emperyal baskıya rağmen Türk devletinin doksan yıldır ayakta kalması temellerinin sağlam atılmasıyla açıklanabilir. Temellerin sağlam olmasının yanısıra gene tarih bilinci ile doğru bir devlet modelinin seçilmiş olmasının da bu başarılı sonucun alınmasında etkili olduğu söylenebilir .

Türk devletinin kuruluşu sırasında Atatürk’e çok yakın bir konumda olan Yusuf Akçura’nın Kemalizm’in biçimlenmesinde de etkili olduğu söylenebilir . Atatürk’ün düşünceleri ve yaptıklarının sistemli bir bütünü olan Kemalizm’in bir siyasal sistem ve akım olarak ortaya çıkmasında Yusuf Akçura bir uzman danışman olarak önde gelen katkılar sağlamıştır . Türk devletinin resmi tarih anlayışının oluşumunda , Güneş Dil Teorisinin geliştirilmesinde ,milli bir Türk kültürünün yaratılmasında en önde gelen uzmanlardan birisi her zaman Yusuf Akçura olmmuştur . Kemalist laiklik uygulamasının , Rusya’daki Türklerin ulusal kurtuluş hareketi olan Cedidizm’den farklı olması karşısında Yusuf Akçura’nın daha mesafeli hareket ettiği görülmüştür . Akçura ,Medrese eğitimine müslüman halk kitlelerinin gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda devam edilebileceğini , Tataristan kökenli bir müslüman olarak savunabilmiştir . Devletin kuruluş aşamasında , Kazan ve Kırım kökenli Tatarlar ve Karayların müslüman yapıya daha hoşgörülü bakmalarına rağmen , Selanik kökenli göçmen Sabatayların İslama daha mesafeli bakmaları nedeniyle , iş bir anlamda din kavgasına dönüşme eğilimi göstermiş , bu nedenle de Kemalist rejim sonraki aşamada daha sert bir laiklik anlayışının uygulayıcısı olmuştur . Rusya’da ortaya çıkan sosyalist rejimin katı bir Ateizm politikasını resmen uygulaması da Kemalist laiklik anlayışının sertleşmesinde önemli bir rol oynamıştır . Rusların hırıstıyanlığına karşı Rusya Türkleri müslümanlığı kendi kimliklerini korumak açısından daha yakın görmüşler , bu nedenle Tatar ve Karay kökenli göçmenler Türkiye’de İslama daha yakın durmuşlardır . Makedonya kökenli Sabataylar ise , Yahudi kökenleri nedeniyle İslama daha mesafeli durmuşlar ve bu doğrultuda daha katı bir laiklik uygulamasından yana olmuşlardır . Rusya Türklerinin hırıstıyan dünyası içinde yaşamaları , Osmanlı Türklerinin ise müslüman bir ülkede yaşamaları nedeniyle ortaya çıkan farklılık , Türkiye’de yeni rejimin oluşumu sürecinde etkili olmuştur .ve Türk dünyasının geleceğinde dinin rolü üzerinde önemli fikir ayrılıklarının doğmasına yol açmıştır .

Atatürk ve Yusuf Akçura , tarihin aynı döneminde birlikte yaşamışlar ve ondokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla doğru bir değişim aşamasının içinde yer alarak geleceğe doğru Türk dünyasının belirlenmesinde birlikte etkili olmuşlardır . O dönemin koşullarında gündeme gelen Sovyetler birliği modeli dışında kalarak , Osmanlı ülkesinin Türkleri ile beraber geleceğe doğru bir bağımsızlık düzenini yakalamışlar , Sovyet emperyalizminin esir aldığı Rusya Türkleri için fazla birşeyler yapamamışlardır . Komünist rejimden kaçanların sığınağı konumuna gelen Türkiye Cumhuriyeti Sovyetler Birliği ile sınır komşusu olduğu için soğuk savaş döneminin zor koşullarında fazla hareket edememiş ve Orta Asya ile Rusya bölgelerinde yaşamakta olan Türkler için demirperde engeli nedeniyle ortak çalışmalar geliştirilememiştir . Bunu gören Atatürk , Türk ulusuna ,Sovyetler Birliğinin dağılacağı günlere hazırlıklı olmak gerektiğini bir siyasal vasiyet olarak bırakmıştır . Yirmi yıl önce Sovyetler birliği dağılmış olmasına rağmen , batı emperyalizminin baskıları nedeniyle , Türk devleti Atatürk ve Yusuf Akçura’nın ortak özlemi olan Türk dünyasının geleceğe dönük birliği için fazla birşey yapılamamıştır . Sovyet sonrası dönem küreselleşme aşaması olarak ilan edilmiş ve sürekli olarak batı merkezli politikalar Avrasya bölgesi için dışarıdan empoze edilmeğe başlanmıştır . Avrupa,Amerika ve İsrail merkezli batı üçgenine sıkıştırılmış olan Türkiye Cumhuriyeti, gelecekte Anadolu Türkleri ile Orta Asya ve Rusya Türklerini biraraya getirecek çalışmaları bir türlü gerektiği gibi devreye sokamamıştır .Artık Atatürk’ün Türkiyesinin Yusuf Akçura’nın özlemleri doğrultusunda bütün Türk dünyasının biraraya gelebilmesi doğrultusunda etkili çalışmalar yaparak hem merkez hem de öncü ülke konumuna gelmesi gerekmektedir . Türkiye cumhuriyeti devleti kendisini bu doğrultuda yönetecek siyasal iktidarları yıllardır beklemektedir . Batılı emperyalistlerin her türlü engellemesi aşılarak ,Türk devletini bu doğrultuda yönetecek yeni bir iktidarın bir an önce işbaşına gelmesini sağlayacak mekanizmaları artık Anadolu Türklerinin daha fazla zaman yitirmeden devreye sokmaları gerekmektedir . Türk dünyası da bu doğrultuda Türkiye’ye yardımcı olmalıdır .

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : ATATÜRK VE SULTAN GALİYEV


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : ATATÜRK VE SULTAN GALİYEV

Giriş

Ön Asya Türklerinin kurtuluş savaşçısı Mustafa Kemal Atatürk ile Orta Asya Türklerinin bağımsızlık önderi Sultan Galiyev aynı yıllarda yaşayan ve etkili olan önderlerdir. Atatürk’ten bir yıl önce doğan ve Atatürk’ün ölümünden bir yıl önce idam edilen Sultan Galiyev, Doğu Türklüğünün temsilcisi olarak bağımsız bir Turan İmparatorluğu peşinde koşmuştur. Atatürk, dünyanın jeopolitik merkezi olan topraklarda, Ön Asya Türklüğünün egemenliğinin simgesi olarak Türkiye Cumhuriyetini kurarken, Sultan Galiyev’de Orta Asya ve Doğu Türklüğünün yaşadığı topraklarda egemenliğinin göstergesi olacak olan bir bağımsız devlet kurabilmenin çabası içerisindeydi. Bazen İdil-Ural, bazen Tatar-Başkırt bazen da Turan adını taşıyan devlet modelleri ardında koşmak, Doğu Türklüğünün ve Müslümanlığının önde gelen temsilcisi olarak Sultan Galiyev’in başlıca işi ve tarihsel misyonu olmuştur. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Avrupa merkezli dünyanın doğusunda yer alan üç büyük imparatorluk çökerken, bu siyasal yapıların içerisinde yer alan halklar kendi başlarının çaresine bakmak üzere yeni devlet modelleri üzerinde durmuşlar ve her topluluk kendi devlet modelini kurmak için uğraşırken , diğer toplumlar ve halklarla karşı karşıya gelmiştir. Bu nedenle , Birinci Dünya Savaşı öncesinde Doğu Avrupa’daki Osmanlı topraklarında küçük halklar kendi ulus devletlerini kurma mücadelesine girince, Balkanizasyon denilen dağılma ve parçalanma süreci Osmanlı ve Avusturya İmparatorluklarını yıkmıştır. Aynı dönemde ise Rus Çarlığında milliyetçi ayaklanmalar gündeme gelince Rus devleti şiddete yönelen bir halkçılık akımını destekleyerek, Balkanizasyonun Rus Devletini parçalamasını önlemiştir. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı sürecinde Rus İmparatorluğu çökme noktasına gelince, bu büyük yapı dağılmış ve sonrası için halklar arasında çekişme başlayınca, yirminci yüzyılın başlarından itibaren Rusya sınırları içerisinde yaşamakta olan Türk asıllı halk kitleleri kendi geleceğini aramağa başlamıştır. İşte bu mücadelenin ortaya çıkardığı Asya Türklüğünün bağımsızlık önderi Sultan Galiyev olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkler, kendi devletlerinin kurucusu olan Mustafa Kemal’i çok iyi bilmelerine rağmen, Orta Asya ve Doğu Türklüğünün önderi olan Sultan Galiyev’i yeterince bilmezler çünkü, emperyalizm Orta Asya Türklüğü ile Ön Asya Türkleri arasındaki bağı kesmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen Sovyet Devrimi, bütün Kafkasya ve Orta Asya bölgelerini sınırları içerisine alırken, Asya Türklerini bir açık hava hapishanesine demirperde uygulaması sayesinde hapsetmiştir. Dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan büyük Türk devleti olarak Osmanlı imparatorluğu da çökünce, geri çekilen topraklardan göçüp gelen Türk boyları Ön Asya Türk egemenliğinin merkezi olan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşamlarını sürdürmeğe çalışmışlardır. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan büyük Türk dünyası yirminci yüzyılın koşullarında ikiye bölünmüş, Ön Asya Türkleri Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında özgür bir biçimde bağımsızlığa kavuşurken, küresel dünya dengelerinin gündeme getirmiş olduğu Sovyet devrimi sayesinde Rus hegemonyasının egemen olduğu Sovyetler Birliği gibi bir büyük imparatorluk coğrafyasına Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde yaşamakta olan bütün Doğu Türkleri katılmak zorunda kalmışlardır. Ön Asya Türkleri Atatürk sayesinde özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına sahip olurken, Orta Asya’nın Doğu Türkleri ise Rus hegemonyası altındaki bir baskı rejimine demirperde gerisinde kalarak yetmiş beş yıl süre ile mahkum olmuşlardır. Bunun da nedeni, Doğu Türklüğünün simgesi olan Sultan Galiyev’in Atatürk gibi başarılı olamamasıdır. Ayrı coğrafyalarda Türk ve Müslüman asıllı halk topluluklarının bağımsız geleceği için mücadele eden iki büyük önderden Atatürk’ün batı emperyalizmine karşı başarılı olarak zafer elde etmesi Sultan Galiyev’in ise, Rus emperyalizmine karşı yürüttüğü bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini kaybetmesi nedeniyle böylesine bir ayırım ortaya çıkmıştır. Atatürk’ün kurmuş olduğu bağımsız Türk devleti bu sene doksanıncı yılına girerken, Sovyet İmparatorluğunun dağılmasından bu yana yirmi yıl geçmesine rağmen, bütün Doğu Türkleri ve Müslümanları hala kendi bağımsız ve özgür geleceklerini aramaktadırlar. Yüzyılların Rus hegemonyasını sürdürmek isteyen Rus devleti bugün bile sınırları içinde veya yakınında yaşamakta olan Türk topluluklarına ya da devletlerine bağımsız olma hakkını tanımak istememektedir.Tarihi iyi bilen Ruslar, bugün egemen oldukları geniş topraklarda uzun yüzyıllar Türk asıllı devletlerin ve imparatorlukların hüküm sürdüğünü çok iyi bilmektedirler.

Tarihsel Süreç

Milattan önce iki binli yıllarda başlayan göçler sayesinde Orta Asya Türkleri anakaralar boyunca yayılırken, bugünkü Rus topraklarında önce Hun İmparatorlukları daha sonra da Avar ve Hazar İmparatorlukları yüzyıllarca birer Türk devleti olarak hüküm sürmüşlerdir. Ruslar, Milat yıllarında bugünkü Ukrayna’nın başkenti olan Kiev dolaylarında bir küçük prenslik iken, Türkler Hazar imparatorluğu olarak bugünkü Rus coğrafyasının mutlak egemeni konumundaydı. Üçüncü yüzyıldan onuncu yüzyıla kadar devam eden büyük Hazar İmparatorluğu yedinci yüzyılda Avrupa’ya zorlanan Türk göçleri nedeniyle zayıflamağa başlayınca, Kiev’den Moskova’ya taşınan Rus Prensliği zamanla büyümüş ve bir Çarlık rejimi altında sonraki yıllarda bölgesel bir büyük imparatorluğa dönüşmüştür. Yedinci yüzyıl sonrasında göçler devam ettikçe Hazar ülkesi zamanla Rus ülkesine dönüşmüştür. Onuncu yüzyılda Hazar imparatorluğunun yıkılmasıyla da, bütün Hazar topraklarının Rus hegemonyasına seçtiği görülmüştür. Bugünkü Çek Cumhuriyetini, Finlandiya’yı, Estonya’yı, Macaristan’ı ve Bulgaristan’ı Avrupa kıtasında bağımsız devlet olarak oluşturan Türk kökenli halklar, Hazar topraklarını terkettikçe Rusların önü açılmış ve zaman içerisinde eski Türk topraklarında büyük bir Rus egemenliği gündeme gelmiştir. Bu nedenle, Asya’nın kuzey bölgesinde tarih boyunca bir Rus ve Türk hegemonya çekişmesi yaşanmıştır. Yüzyıllarca süren büyük göçlere rağmen Türk asıllı halklar Asya’nın kuzeyinde, ortasında ve doğusunda varlıklarını sürdürmüşler, yirminci yüzyılın büyük devleti olan Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra da varlıklarını ayrı devletler halinde koruyabilmişlerdir . Bugün Rusya Federasyonu çatısı altında seki, Orta Asya ve Kafkasya’da beş ve Avrupa Birliği çatısı altında da beş olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC ile beraber günümüzde tam yirmi adet Türk devleti bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli devletlerin sınırları içerisinde yaşayan farklı Türk toplulukları da günümüzde çeşitli bölgelerde görülebilmektedir. Türkler bugün Asya ve Avrupa kıtalarının çeşitli bölgelerinde yaşamağa devam ederken, Türkiye Cumhuriyeti de bu iki kıtanın tam ortasında bir doğu ve batı köprüsü olarak varlığını sürdürmektedir. Atatürk’ün eseri olan Türk devleti bağımsızlığını korurken, Sultan Galiyev’in aynı doğrultuda bir büyük Turan İmparatorluğu çatısı altında bir araya getirmek istediği Orta ve Kuzey Asya Türkleri ile Müslümanları hala günümüzde de bağımsız geleceklerini aramağa devam etmektedirler. Bununda başlıca nedeni, Atatürk’ün batı emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesini kazandığı zaman diliminde, Sultan Galiyev’in Rus emperyalizmine karşı yürütmüş olduğu bağımsızlık mücadelesini kaybetmesidir. Eğer Sultan Galiyev’de Ruslara karşı yürüttüğü mücadeleyi kazanarak bağımsız bir Turan devleti kurabilseydi, bütün Avrasya kıtasında Türk egemenliği kurulmuş olacaktı. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bugünkü avrasya kavgası o zaman çıkmayacaktı. Türklerin dağınık olmaları ve bir türlü Ruslar gibi merkezi yönetime sahip olamamaları yüzünden, Rusya ve Asya Türk toplulukları bir büyük devlet çatısı altında bir araya gelememişlerdir.

Hedef, Büyük Türk Coğrafyası

Atatürk ile Sultan Galiyev beraberce ele alındığında ilk yapılması gereken; tarihsel süreç içerisinde bu iki önderin bir ortak değerlendirmeye konu edilmesidir. Yirminci yüzyılın başlarında Ön Asya Türklerinin merkezi coğrafya da bağımsız bir devlet kurma şansına sahip olabilmeleri ile Kuzey ve Orta Asya Türklerinin böylesine bir şansı yakalayamamaları üzerinde durmak ve iki ayrı bölge Türklerinin neden bir ortak dayanışma içerisinde bir büyük Avrasya yapılanmasını kendi egemenlikleri altında yakalayamadıkları konusunu irdelemek gerekmektedir. Burada tarihsel koşullar ile beraber uluslararası konjonktürün önde gelen etkilere sahip olduğunu görmek gereklidir. Ayrıca, Atatürk’ün bir asker olarak sahip olduğu bilgi birikimini ve devlet aklını ustalıklı bir biçimde bağımsız yeni bir devlet için kullanması ile Sultan Galiyev’in ise bir öğretmen olarak sahip olduğu entelektüel bilgi birikimini büyük Türk coğrafyasında devlet kurucusu olarak kullanamamasının üzerinde durmak gerekmektedir. İki ayrı coğrafyanın kendine özgü jeopolitik konumlarını Atatürk yerinde değerlendirebilirken, Sultan Galiyev bu konuda yetersiz kalmıştır, Sultan Galiyev’in çalıştığı alanın Türkiye topraklarının on misli büyüklüğünde olması faktörü dikkate alınırsa o zaman Atatürk’ün daha küçük bir ülkede yürütmüş olduğu bağımsızlık savaşında, Galiyev’den daha şanslı olduğu görülmektedir. Tarihin köşe başında doğu imparatorlukları çökerken, merkezdeki Türk devleti dağılmış ve İstanbul başkent olmaktan çıkmıştır. Türkler büyük devletlerini ellerinden kaçırırken, Ruslar Çarlık rejimi çökmesine rağmen gene de ayakta kalmışlar ve Moskova merkezli imparatorluk coğrafyasını yeni dönemde gene Moskova merkezli bir büyük ideolojik siyasal yapılanma çerçevesinde sürdürebilmişlerdir. Bu dönemde bütün Kuzey ve Orta Asya Türk toplulukları Sovyet imparatorluğu çatısı altında Rus hegemonyasına mahkum edilmişlerdir. Üç çeyrek asır devam eden ideolojik imparatorluk, Rusya Türkleri için tam bir demirperde hapishanesine dönüşmüş, sosyalist sistemin çöküşü üzerine, bir kısım Türk devletleri bağımsızlıklarını yakalayabilmiş, diğerleri ise gene Rus hegemonyası altında federasyonun sınırları içerisinde Çeçenistan gibi baskı altına alınmışlardır. Sultan Galiyev’in denemiş olduğu üç tür devlet yapılanmasının devam edememesi nedeniyle, Rusya Türkleri hala Rus baskısı altında yaşam mücadelesi vermektedirler. Hazar’ın kuzey bölgesinde bir İdil-Ural ya da Tatar-Başkurt devletlerinin kurulması veya Orta Asya ile kuzey Asya Türklerini bir araya getirecek olan bir büyük Turan İmparatorluğunun kurulmuş olması, Türk dünyasının daha özgür ve bağımsız bir geleceğe yönelmesini sağlayabilecekti. Ne var ki, Sultan Galiyev dönemindeki mücadeleyi Rusların kazanması ve Türklerin yitirmesi yüzünden ortaya çıkmış olan dağınık tablo bugün değişmediği için mazlum Türk topluluklarının esareti günümüzde de devam etmektedir. Orta Asya ve Kafkasya Türkleri bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen, Rusya ve kuzey Asya Türk toplulukları gene Rusya Federasyonunun çatısı altında yaşamağa zorlanmaktadırlar. Türk devletlerinin yarısı bağımsız yaşarken, geri kalan yarısı da Rusya hegemonyası altında gene eskisi gibi esarete zorlanmaktadırlar. Sultan Galiyev ve arkadaşlarının Birinci Dünya Savaşı sırasındaki mücadeleyi kaybetmeleri nedeniyle ortaya çıkan olumsuz tablo yirmibirinci yüzyılın başlarında da devam etmektedir. Rusya Türklerinin Atatürk’ün elde etmiş olduğu zaferi sağlayamamaları yüzünden, büyük Türk dünyası Rus hegemonyasının baskılarına terkedilmiştir. İdeolojik imparatorluğunu elinden kaçıran Rus devleti, yeni dönemde gene eskisi gibi imparatorluk macerasını sürdürmek istediği için, sınırları içerisinde yer alan Türk ve müslüman asıllı toplulukların bağımsızlıklarını bir türlü kabul etmemektedir. Özellikle, Çeçenistan’a karşı uygulanan ağır baskı ve katliam girişimleri böylesine bir olumsuz tutumun en açık göstergeleri olarak dünya tarihi içindeki yerini almıştır. Benzeri bir biçimde bağımsızlığa yönelen Tataristan’a karşı da Rus emperyalizmi elinden gelen tüm yolları deneyerek, Tatar Türklerini gene kendi çatısı ve baskısı altında tutmağa çalışmaktadır. Tüm halklar ve ülkeler bağımsız bir geleceğe doğru yönelirken, eskiden kalma baskı düzenleri içerisine Asya ve Rusya Türklerini hapsetmenin ne derece ters bir durum olduğu her geçen gün daha fazla ortaya çıkmaktadır. Sultan Galiyev yerine Stalin’in galip gelmesi ve tüm karşıtlarını temizlemesi sonucunda ortaya çıkan Türkler için esaret tablosunun günümüzde eskisi gibi sürdürülmek istenmesi geleceğin Rusya’sı bir çekişme ve çatışma alanına dönüştürecek gibi görünmektedir.

Lenin ve Stalin karşısında mücadeleyi yitiren Sultan Galiyev bir öğretmen olarak son derece bilgili ve kültürlü bir siyasetçiydi. Hapishanede kendisini anlatan bir kitap yazan Galiyev yoksul geçen bir çocukluk döneminden sonra kendisini okumaya ve yetiştirmeye vermişti. Tatar öğretmen okulunu bitirdikten sonra tatar Sosyalist Örgütünü kurarak siyasal önderliğe başlayan Galiyev, Tatar milliyetçiliği ile beraber sosyalist girişimlerini de sürdürüyordu. Daha sonra Kazan’a geçerek Mollanur Vahidov’un kurucusu olduğu Müslüman Sosyalistler Komitesine katıldı. Rusya’da yaşayan bütün Müslümanları sosyalist bir devlet çatısı altında biraraya getirmeyi hedefleyen bu komitede Mollanur Vahidov sonrasında Galiyev başkanlığa geldi ve bu görevini uzun süre yürüttü. Devrim sonrasında Moskova’da toplanan Komünist Partisinin kongresinde bütün milli komitelerin kapatılması karar altına alınınca, bu komitenin çalışmaları durduruldu. Sultan Galiyev komite başkanı olarak girişimlerini sürdürmeğe devam etti ve böylece Moskova ile ters düştü. Tatar-Başkurt Meclisinin almış olduğu İdil-Ural devleti kurma projesi, yeni dönemde Moskova merkezli sosyalist sistemin tüm ülkeye egemen olmasıyla beraber duraklamıştır. Orta ve kuzey Asya Türkleri ile Müslümanları için öncü bir örnek hareketi örgütlemek için uğraşan Tatarlara karşı Rusların tepkisi giderek artmış ve belirli bir aşamadan sonra Tatar-Rus karşıtlığı tırmanmağa başlamıştır SSCB yönetimi ülke içindeki iç savaşı gerekçe göstererek merkezi yönetim dışındaki bütün yerel ve bölgesel siyasal yapılanmaları yasaklamıştır. Moskova’nın direktifiyle Tataristan, Başkurdistan ve Çuvaşistan ayrı devletler olarak kurularak Rusya Federasyonu içerisinde eyalet statüsüne sahip oluyorlardı. Böylece Rusya’da Sultan Galiyev’in başlattığı girişimlerin ters tepmesiyle ulusal sorun daha da büyüyerek ülkenin gündemine oturuyordu. Merkeze bağımlı eyalete yapılanmasına karşı çıkan Tatarların ulusal özerklik talepleri Galiyev tarafından dile getirilince; Stalin, Tatar hareketine karşı yeni önlemler almak zorunda kalıyordu. Rus hegemonyasına karşı bütün doğu halklarının desteğini arkasına almak isteyen Sultan Galiyev bu doğrultuda I920 yılının Eylül ayı içinde Azerbaycan’ın başkenti olan Bakü kentinde bir Doğu Halkları kurultayını Moskova desteği ile gerçekleştiriyordu. Batı emperyalizmine karşı bütün doğu halklarını bir büyük Turan İmparatorluğu çatısı altında biraraya getirmeyi hedefleyen Birinci Bakü kurultayı hem Rusya’da hem de savaş sonrasında bütün dünyada önemli etkiler yaratmıştır. Bu kurultaya Osmanlı devletinin son hükümetini temsilen Enver Paşa ile Anadolu hareketinin oluşturduğu Ankara hükümetinin temsilcisi olarak İbrahim Tali Öngören ‘de katılıyordu. Sultan Galiyev’in öncüsü olduğu bu kurultaya Türkiye Büyük millet Meclisi hükümeti ilgisiz kalmıyor ve yeni kurulan Türk devletinin başkanı olarak Atatürk kendi adına bir temsilciyi Bakü Kurultayına göndererek Doğu Halkları içerisinde yer alıyordu. Rus komünistleri Enver paşayı emperyalistlerin adamı olarak görürken, Kemalist Türkiye’nin temsilcisi olan İbrahim Tali Bey’i bir anti emperyalist ve Doğu Halklarının temsilcisi olarak selamlıyorlardı. Galiyev Bakü Kurultayında ortaya çıkan ortamdan yararlanarak bütün Doğu Halklarını bir Mazlumlar ya da Sömürgeler Enternasyonali adı altında bir araya getirmeyi planlıyordu. Moskova rejiminin sosyalist enternasyonali bir Rus hegemonyasına sokması üzerine Galiyev buna tepki olarak Doğu Türkleri ve Müslümanlarının egemenliğinde yeni bir Mazlumlar Enternasyonali arayışını gündeme getiriyordu.

Sultan Galiyev’in sürekli olarak Moskova ile ve Rus hegemonyası ile ters düşen girişimleri sonucunda Bolşevik partiden atılması gündeme geliyordu. Sürekli olarak Stalin ile karşı karşıya gelen Galiyev partiden atıldıktan sonra gene anti Rus çizgide çalışmalarını sürdürüyor ve Tatarların öncülüğünde bir büyük Türk birliğini Turan devleti çatısı altında gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Sovyetler Birliğini Büyük Rusya’ya dönüştürmek isteyen Bolşeviklere karşı mücadele başlatan Sultan Galiyev bu doğrultuda bütün doğu halklarının desteğini arkasına almak istiyordu. Stalin ile ters düşen Galiyev denge kurmak için Troçki’ye yanaşıyordu. Bu durumu önlemek isteyen Stalin milliyetçilik suçlusu olarak Sultan Galiyev’i hapse attırıyordu. İşçi sınıfı diktatörlüğü için proleterya felsefesine inanarak çalışan Bolşevikler, Sultan Galiyev’i hem milliyetçi hem de burjuva görerek mahkum ediyorlar ve bu doğrultuda hapse attırarak Doğu türklerinin Moskova’dan kopmasını önlüyorlardı. Rus hegemonyasına karşı Pantürkizm ve Panislamizm akımlarını bir büyük Turan yapılanması doğrultusunda savunan Sultan Galiyev bir anlamda hem parti suçlusu hem de ideolojik hain olarak görülüyordu. Sonraki yıllarda partiye dönme isteği reddedilen Sultan Galiyev önce idama mahkum edildi ve daha sonra da on yıl zorunlu çalışma cezası ile Kuzey denizindeki Solovki adasına gönderildi. Bir ara serbest bırakılan Sultan Galiyev daha sonra yeniden yakalanarak hapse atıldı. Türkiye Komünist Partisi başkanı Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürüldüğü gün Kazan’da kurşuna dizilerek öldürüldü. Ülkesinden kaçmayı hiç bir zaman düşünmeyen Sultan Galiyev bir anlamda siyasal mücadelesinin kurbanı oluyordu. Rus hegemonyasında oluşturulan bir ideolojik diktatörlük her türlü ulusalcı hareketi tehlike olarak görürken, büyük Türk ve İslam milliyetçisi Sultan Galiyev’i ölüme mahkum etmekten hiç çekinmiyordu. Sovyetler Birliği gibi bir sosyalist sistemin zaman içerisinde Rus diktatörlüğüne dönüşmesine karşı çıkan Sultan Galiyev, Rus düşmanlığı yapmıyor ama bir tatar olarak temsilcisi olduğu Türk ve İslam dünyasının eşit haklarını dile getirerek bunlar için yaşamını feda ediyordu. Lenin döneminin kısa sürmesi, Troçki’nin bir lider olmaktan çok aydın kimliği ile yetinmesi Stalin gibi katı faşist bir diktatörün önünü açıyor ve bu doğrultuda Sultan Galiyev de ortadan kaldırılması gereken bir engel olarak hedef alınıyordu. Eski yardımcısı olan Mustafa Suphi’nin başına Karadeniz’de bir motor faciası düzenlenirken aynı gün ve saatlerde toplumdan soyutlanmış olarak hapislerde çürüyen Sultan Galiyev’de kurşuna dizilerek bir anlamda kim vurduya götürülüyordu. Böylece, Bakü Kurultayı ile başlatılmak istenen Doğu halklarının kurtuluşu ya da Asya Türklerinin özgürlüğü bir başka bahara erteleniyordu.

Sultan Galiyev çok okumuş bir Tatar aydını olarak, Türkçülük, İslamcılık ve Sosyalizm gibi üç akımı kendi şahsında birleştiren yeni bir akımın temsilcisi olarak tarih sahnesine çıkıyordu. Rus milliyetçiliğine karşı tepki olarak Rusya topraklarında Tatarların öncülüğünde doğan Türkçülük akımının Rus nüfus çoğunluğuna karşı başarıya ulaşabilmesi için Müslümanların da bu harekete katılması gerekiyordu. Bu doğrultuda Rusya Müslümanlarına da seslenen Galiyev, Rusya’da Bolşevik hareketi ile gündeme gelen sosyalizme karşı da ilgisiz kalamazdı. Rus asıllı bir sosyalizme karşı Türklerin ve Müslümanların da sosyalizmi savunmaları söz konusu idi. Bu durumda Sultan Galiyev, Rusya Türkleri ve Müslümanlarının kurtuluşu hareketini her üç ideolojiyi birlikte bütünleştirerek savunuyordu. Büyük bir Turan İmparatorluğu hedeflendiği için bu doğrultuda bütün Türk ve Müslüman toplulukların sosyalist bir rejim ile yönetilen Turan Federasyonu çatısı altında biraraya gelmeleri söz konusuydu. Turan Birliği bir anlamda Koloniler Devrimi ya da Sömürgeler Enternasyonali’nin başlangıcı olacaktı. Rus hegemonyasına karşı inatçı bir biçimde direnen Galiyev’e göre doğu halklarının eşit katılyımı olmadan sosyalist bir dünyanın kurulabilmesi mümkün değildi. Doğu halkları ile beraber bütün mazlum ulusların birleşmesi gündeme getiriliyordu. Galiyevcilik bir anlamda bütün mazlum ulusların bir araya gelme ve birleşme teorisi olarak öne çıkıyor ve anti emperyalizm doğrultusunda savunuluyordu. Rus hegemonyacılığının daha sonraları bir Rus sosyal emperyalizmine dönüşmesi nedeniyle Galiyev’in başlatmış olduğu mazlum doğuculuk felsefesine Mao Zedung sonrasında komünist Çin yönetimi sahip çıkmağa çalışmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Rusya’ya karşı ABD ve diğer batılı emperyalist ülkeler tarafından desteklenen Maoculuk akımı, Sultan Galiyev’in geliştirmiş olduğu anti Rusçuluk çizgisinde doğunun mazlum uluslarının özgürlüğünü ve bağımsızlığını savunmuştur. Doğulu Türklerdin ve Müslümanların bir büyük çatı altında batı emperyalizmine ve Rus hegemonyasına karşı bir araya getirilmesi hem Galiyevciliğin hem de Maoculuğun temel düşüncesi olmuştur. Atatürk Türkiyesi ise batıya karşı ortaya çıkan Sovyetler Birliği güdümündeki sosyalist blok arasında hem tarafsızlığını hem de bağımsızlığını koruyabilmek için, Maoculuk gibi Rus düşmanlığı yapmamıştır. Galiyev’in Rus hegemonyacılığına karşı çıkan tutumunu Atatürk izlememiş, aksine Rus gücünü batı emperyalizmine karşı bir denge unsuru biçiminde kullanarak merkezi coğrafyada yaşayan Ön Asya Türklerine bir bağımsız devlet kazandırmıştır. Rusya ve Türkiye’nin birbirinden çok ayrı olan jeopolitik konumları nedeniyle, Atatürk ve Sultan Galiyev’in Rusya’ya karşı tutumları arasında ciddi bir ayrılık görülmüştür.

Atatürk’ün Akılcılığı

Sultan Galiyev’in düşüncesinde top yekun bir batı karşıtlığı bulunmaktadır. Her türlü emperyalizme karşı çıkan ve Türkler ile Müslümanların bağımsızlığını savunan bir yaklaşım içerisinde hem batı hem de Rus emperyalizmine açıkça karşı koyan Galiyev’in bu tutumunu Atatürk izlememiştir. Mustafa Kemal , Türkleri ezmek ve yok etmek isteyen batı emperyalizmine karşı Galiyev gibi karşı çıkarken, Sovyetler Birliğini bir batı karşıtı merkez ve blok olarak görmüştür. Kendisi de sol ve sosyalist düşüncelere açık bir önder olan Mustafa Kemal kurmuş olduğu devleti iki kutuplu dünyada bir merkezi model olarak oluştururken, iki kutba karşı eşit mesafede kalmış ve her iki kutbun ilkelerinden yararlanarak bir karma yapı ile siyasal bir sentezi ulus devlet çatısı altında gerçekleştirmeğe çalışmıştır . Atatürk yeni devleti kurarken ilk anayasa için temel olarak hazırladığı halkçılık programında sosyalist bir anlayışı benimsemiş ve daha sonra Türkiyle anayasasına konulan altı ilkeden üçünü ,devletçilik,halkçılık, ve devrimcilik devletin temel yapısına almıştır . Antiemperyalizm de ve antisömürgecilikte birleşen Kemalizm ve Galiyevizm, ortaya çıktıkları ülke farkı nedeniyle Rus Devrimine farklı yaklaşmışlardır. Galiyev’in Rus hegemonylacılığına karşı tavrı açıkça gündeme gelirken, Atatürk Sovyet sistemini açıkca batı emperyalizmine karşı bir denge unsuru olarak kullanmıştır. Böylece, bitmiş olan bir imparatorluğun kalıntılarından bağımsız bir cumhuriyet devleti ortaya çıkarabilmiştir. Batılı emperyalistlerin ülkeyi içerden ele geçirmelerine karşı, Sovyet dengesiyle yeni Türk devleti yeniden bağımsız olma şansını yakalayabilmiştir. Galiyev’in yardımcısı olan Mustafa Suphi’nin Türkiye Komünist Partisi, Doğu Türkleri ve Müslümanlarının haklarını her türlü emperyalizme karşı savunurken, Galiyev’den farklı olarak Moskovacı bir çizgi izlemiştir. Atatürk’ün önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti hiç bir zaman Moskovacı bir çizgiye yönelmemiş ama Rus dostluğunu sürekli canlı tutarak batılı emperyal devletlerin Osmanlı imparatorluğuna yaptıklarını tekrarlamasını önlemek istemiştir. Kemalist Türkiye için Rus dostluğu emperyal devletlere karşı kullanılan en önemli bir siyasal koz olmuştur. Atatürk bu amaçla Rus dostu bir dışişleri bakanını sürekli olarak görevde tutarak, batılı emperyal devletlerin baskılarını dengelemeğe çalışmıştır. Bir ulusal kurtuluş savaşı sonucunda anti emperyalist bir çizgide kurulmuş olan Türk devletine yardım edilmesi de, Sovyetler Birliğinin öncülüğünde Sosyalist Enternasyonel tarafından karara bağlanmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin bir sosyalist ülke olmamasına rağmen, yine de bir anti emperyalist devlet olması nedeniyle, batı emperyalizmine karşı dünya halklarının kurtuluşu için kurulmuş olan Sovyetler Birliği, ulusal kurtuluşçu Kemalist Cumhuriyeti yardım kararı almıştır. Bunun da nedeni, Atatürk ve Türkiye cumhuriyetinin sürekli olarak Sovyetler Birliğine dostça bir yaklaşım içerisinde olmasıdır ,Bu dostluk hiç bir zaman Türkiye’yi doğu bloğuna kaydırmamıştır ama, batılı ülkeler bu durumdan çok rahatsız olmaları nedeniyle Atatürk sonrasında İnönü rejimini hemen Atlantik inisiyatifinin kontrolü altına alarak Türkiye ile büyük komşusu Sovyetler Birliğinin arasının açılmasına yol açmışlardır. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Stalin, Türkiye’den toprak talep etmiş, Türk devleti de bunun üzerine NATO’ya üye olarak Atatürk’ün aktif tarafsızlık politikasından uzaklaşmıştır.

Sultan Galiyev bütün doğu Türkleri ve Müslümanlarının özgürlüğü ve bağımsızlığı doğrultusunda çalışırken, bu doğrultuda Ruslar ile çatışmayı ve Rus hegemonyası ile savaşmayı göze alıyordu. Mustafa Kemal ise elden giden bir büyük imparatorluktan geride kalan milli sınırlar içerisinde hareket ediyor ve kesinlikle sınır ötesi maceralara uzak duruyordu. Bu nedenle, Türk askerinin girdiği Azerbaycan’dan birlikleri geri çekerek Doğu sınırı olan Kafkasya’da Ermeni ve Gürcüleri hizaya getirdikten sonra Sovyetler Birliği ile anlaşmaya varıyordu . Atatürk, gerçekci bir siyasal önder olarak Enver paşa ve diğer İttihatçılar gibi geniş alanda macera aramıyor ve milli sınırlar ötesindeki Türk topluluklarının kurtarılması doğrultusunda girişimlerde bulunarak Rusya’nın husumetini çekmiyordu. Bu nedenle, Samsun’a çıktıktan sonra kendisiyle Havza’da görüşmeğe gelen Birleşik Kafkasya Cumhuriyeti temsilcisinin Rusya’ya karşı yardım isteğine uzak duruyordu. Her türlü Turancı yaklaşıma uzak duran Atatürk, Bakü Kurultayına göndermiş olduğu temsilci aracılığı ile de batı emperyalizmine karşıt bir görüş sergilerken doğu halklarına umut vererek onları Ruslara karşı kışkırtmıyordu. Bunun üzerine Rusya, doğu Anadolu’da kendine bağlı bir Ermeni eyaletinden vazgeçerek, batılı emperyalistlere karşı bir tampon devlet olarak Türkiye cumhuriyetini dolaylı Kolarak desteklemeğe başlıyordu. Türkiye’nin bu dikkatli tavrın, Mustafa Kemal Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında dile getirerek, bütün Panturanizm ve Panislamizm akımlarına yeni devletin uzak duracağını dünyaya açıklıyordu. Dünyada ve yurtta barışı ana ilke olarak benimseyeceğini açıklayan Atatürk, Misakı- milli sınırları dışındaki her türlü askeri maceraya açıkca karşı çıkarak Türk dünyasının beşte dördünün içinde bulunduğu Sovyetler Birliğini ürkütmekten çekiniyordu. Sultan Galiyev bu Sovyetler Birliği içindeki Türk dünyasını özgürlüğe kavuşturmak isterken, bu coğrafyanın dışında başka bir siyasal yapılanma olan Türkiye Cumhuriyeti Sovyet topraklarında yaşamakta olan büyük Türk dünyasını kendi geleceği için görmezden geliyordu . Kızılordunun kurulmasından hemen sonra bütün Kafkasya’nın Rus işgali altına girmesine sesini çıkarmayan Ankara hükümeti, batılı emperyalistlere karşı Sovyetler Birliği desteğini güvence altına alabilmek için Azerbaycan gibi yüzde yüz bir Türk devleti ile bütünleşmekten bile uzak duruyordu. Enver paşa Azerbaycan’da yüz bin kişilik Türk ordusu kurmağa çaba gösterirken, Türkiye cumhuriyeti doğu sınırları üzerinde Sovyet yönetimi ile anlaşarak filler arasındaki tepişmede kendisini kurtarmağa çalışıyordu. Atatürk’ün bu dikkatli politikası sayesinde Ruslar Ankara hükümetini muhatap kabul ederek İstanbul’u devre dışı bırakıyorlardı. Ankara hükümeti kendisini Ruslara kabul ettirdikten sonra dünyaya tam anlamıyla bağımsız bir devlet olarak açılma ve askeri zaferlerini uluslararası antlaşmalarla batılı büyük devletlere kabul ettirme şansını yakalayabiliyordu.Bu nedenle, Türk devleti Azerbaycan ile birleşemiyor ve Kuzey Kafkasya’da kurulu bulunan Birleşik Kafkasya Cumhuriyetini Ruslara karşı destekleyemiyordu. Gene bu doğrultuda, Bakü Kurultayı sonrasında gündeme gelen doğu halklarının ulusal kurtuluş mücadelelerine katkıda bulunamıyordu.

Koşullar, İşbirliğini Engellemiştir

Ön Asya’nın jeopolitik konumu ile Kuzey Asya’nın koşullarının birbirinden çok farklı bulunması nedeniyle, Ön Asya Türklerinin önderi olan Atatürk ile Orta Asya Türklerinin lideri olan Sultan Galiyev birbirlerinden çok ayrı politikalar izlemek zorunda kalıyorlardı. Yeryüzünde varolan güçler mücadelesi ile büyük devletler arasında emperyal yarış her bölgede farklı yansımalar yaratıyor ve küçük ülkeler ve halklar kendilerini kurtarabilmek üzere bu devler ve kurtlar sofrasında birbirlerinden çok ayrı politikalar izleyebiliyorlardı. Türk dünyasının iki önderi Ön Asya ve Orta Asya’da emperyalizme karşı savaşırlarken, Atatürk batı emperyalizmi ile, Sultan Galiyev ise Rus emperyalizmi ile mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Her iki emperyalizm Türk dünyasına yönelik olmasına rağmen, Ön Asya ve Orta Asya Türklerinin birbirlerinden ayrı ve kopuk olmaları yüzünden Atatürk ve Sultan Galiyev arasında bir işbirliği olamamıştır. Her iki önder de aynı tarihlerde yaşamalarına rağmen , mücadele ettikleri toprakların birbirinden ayrılan jepolitik konumları nedeniyle farklı politikalara kaymak zorunda olmuşlardır. Kuzey Türkleri Rus emperyalizmline karşı bağımsızlık savaşı verirken, ÖnAsya Türkleri bu durumdan tamamen farklı olarak batı emperyalizmine karşı vermiş olduğu varolma savaşı sırasında Rus devletinin oluşturduğu karşı bloğun gücünden denge unsuru olarak yararlanmasını bilmiştir. Kemalizm her türlü emperyalizme karşı çıkmasına rağmen, Türkiye özelinde ülkenin jeopolitik konumu doğrultusunda büyük komşuyu uzak devlere karşı denge unsuru olarak devreye sokabilmiştir. Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından anlaşılabilir bu durumun, Türk dünyasının bütünüyle kurtulması açısından anlaşılamayacağı açıktır. Nitekim, Lozan Antlaşması sonrasında Türk dünyası, Atatürk’ü Azerbaycan’dan vazgeçtiği, Kuzey Kafkasya’daki Birleşik Kafkasya cumhuriyetine yardımcı olmadığı ve Sultan Galiyev’in gündeme getirdiği Kuzey ve Orta Asya Türklerinin özgürlüğüne uzak durduğu için ağır biçimlerde eleştirmiştir. İslam dünyası ise, halifeliğin kaldırılması doğrultusunda bütün İslam dünyasının sahipsiz bırakılması gibi bir durumun ortaya çıktığını öne sürerek Atatürk’ün politikalarına karşı çıkmıştır. Bin yıl önce göçler yolu ile Anadolu yarımadasına gelen Ön Asya Türklerinin Osmanlı sonrasında yeni bir bağımsız devlet çatısı altında ayakta kalarak varlıklarını sürdürebilmeleri açısından zorunlu olan her türlü politik yaklaşım Atatürk tarafından geliştirilmiş ve denenmiştir. Ne var ki, bütünüyle Türk ve İslam dünyasını kurtaracak bir büyük devlet gücü olmadığı için, Anadolu ve Asya Türkleri bir bütünsellik içerisinde özgürlüklerine sahip çıkamamışlardır. Sultan Galiyev ve Atatürk’ün farklı ülkelerde yaşamaları yüzünden ortak politikalara ve işbirliğine gidemedikleri görülmektedir.

Osmanlı İmparatorluğunun dağılma aşamasında devleti ve ülkeyi kurtarabilmek üzere kurulmuş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti Balkanlar’da kurulduktan sonra hem İmparatorluğun hem de bütün Türk ve İslam dünyasının geleceği ile yakından ilg2ilenmiştir. Daha sonra partileşerek iktidara gelen bu cemiyetin işbaşında olduğu sırada ordu ve devlet teşkilatı yenilenmiş ve oluşturulan geniş istihbarat örgütü Fas dan Endonezya’ya kadar tüm Müslüman topluluklar ile olduğu kadar Kuzey ve Orta Asya’da yaşamlarını sürdüren Türk toplulukları ile de yakından ilgilenmiştir . İttihat ve Terakki Partisi ,iktidarı sırasında hem Pantürkizm hem de Panislamizm siyasetleri izleyerek bir büyük Turan yapılanması ardında tıpkı Sultan Galiyev ve arkadaşları gibi koşturmuştur. İttihatçıların bu siyaseti nedeniyle, Sultan Galiyev ve arkadaşları İttihat Terakki Cemiyeti ile yakın ilişkiler kurmuşlar ve bu örgütün Rusya’da da yaygınlık kazanması için girişimlerde bulunmuşlardır. Stalin bu durumu da dikkate alarak Galiyev’in izlediği milliyetçi ve ittihatçı politikaları kendisinin yargılanması için gerekçe olarak kullanmıştır. İttihatçılığın bir Panturanist politikalar ile Rus düşmanlığı yapmasından ders alan Kemalist yönetim Misakı Milli sınırlarını esas alarak hiç bir biçimde sınır ötesi maceraya kalkışmayacağını açıkça ilân etmiştir. İttihatçılığın nasıl bir hayal olduğu zaman içerisinde ortaya çıktıkça hem İttihatçılar siyasal mücadeleyi kaybetmişler , hem de Sultan Galiyev ve arkadaşları bibüyük dünya dengesi olarak gerçeklik kazanan Sovyetler Birliği içerisinde silinme aşamasına sürüklenmişlerdir. İttihatçılık da tıpkı Galiyevcilik gibi bütün Türk dünyasını batı emperyalizmine karşı birleştirmek isterken, tarih sahnesinden silinip gitmek zorunda kalmıştır. Çöken bir imparatorluğu yeniden toparlamak için hem birleşme hem de gelişme esas olmalıdır düşüncesiyle yola çıkan İttihatçılar, sonraki aşamada dünya dengelerini iyi hesap edemedikleri için tıpkı Galiyev ve arkadaşları gibi kaybetmek noktasına sürüklenmişlerdir. Kendi ülkesini kurtaramayan İttihatçıların Orta ve Kuzey Asya’da macera aramaları Galiyevci hareketi de olumsuz yönde etkileyerek Rus karşıtlığının artmasına ve Sultan Galiyev’in tasfiyesine giden yolun açılmasına neden olmuştur . Çöken Rus imparatorluğu üzerine kurulan yeni ideolojik imparatorlukta Ruslar gene merkezi rol üstlenince , Moskova rejimi Rusya Türkleri ne olduğu kadar Odsmanlı ittihatçılarına da karşı olmuşlardır. Hatta Ruslar daha da ileri giderek İttihatçılara karşı açıkça Azerbaycan’dan vazgeçen Mustafa Kemali desteklemişlerdir. Sultan Galiyev ve arkadaşları bu durumu da yerinde değerlendiremeyerek hem Moskova’yı karşılarına almışlar, hem de Bakü Kurultayı sonrasında Atatürk rejimi ile yakın ilişkiler kuramamışlardır.

Sonuç

Atatürk ve Sultan Galiyev beraberce ele alındığında birisinin kazanan, diğerinin ise kaybeden lider olduğu görülmektedir. Atatürk bir asker olarak devlet adamı aklı ve dehası ile zaferi kazanmış ama Sultan Galiyev bir öğretmen aydın olarak sahip olduğu geniş kültüre rağmen yürüttüğü mücadeleyi kaybederek kurşuna dizilmiştir. Dünyanın yeni bir yüzyıla girdiği aşamada tarih sahnesine aynı anda çıkmış olan bu iki önderin jeopolitik konum nedeniyle politikalarının farklı olmasına rağmen gene de, insanlık ve Türk dünyasının geleceği açısından sahip oldukları bazı ortak düşünceler olduğu görülmektedir. Atatürk gerçekçi bir lider olarak Avrasya’nın ortasında bağımsız bir Türk devletini kurarken bunu bütün Türk dünyasının özgürlüğü için bir ilk basamak olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Mazlum ulusların uyanışını ve güneşin doğudan doğuşunu açıkça gördüğünü söyleyen Atatürk, bir anlamda Doğu halkları kurultayından gelen bir çizgide, Sultan Galiyev’in Büyük Doğu yapılanmasına yöneldiği söylenebilir. Cumhuriyetin onuncu yılında, Sovyetler Birliğinin bir gün dağılabileceğini dile getiren Atatürk, Sovyet coğrafyasında yaşamakta olan büyük Türk dünyasının özgürlük ve bağımsızlığı için hazır olunması gerektiğini açıkca ifade etmiştir. O günün koşullarında Sovyet dengesini ve sosyalist bloku batı emperyalizmine karşı denge unsuru olarak kullanan Atatürk’ün Sovyetler Birliğinin bir gün yıkılabileceğini daha o günden gördüğü anlaşılmaktandır. Doğudan doğan güneş gibi mazlum doğu uluslarının da bir gün bağımsız olarak dünya dengelerinde etkili olacağını o dönemin koşullarında gören Türkiye cumhuriyetinin kurucusunun, Sultan Galiyev’in hedeflediği büyük doğu yapılanması ve Türk dünyasının kurtuluşunun bir gün gerçekleşeceğini gördüğü söylenebilir. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk dünyasındaki gelişmeler ve Avrasya coğrafyasında yaşanmakta olan olaylar da, hem Atatürk’ü hem de Sultan Galiyev’i doğrulamaktadır. Bugünün genç kuşaklarına düşen ulusal görev, yüz yıl önce Türk ve İslam dünyasının kurtuluşu için mücadele eden bu iki büyük önderin düşüncelerine sahip çıkmaları ve bir Atatürk- Sultan Galiyev sentezi aramalarıdır. Türkiye cumhuriyetinin emanet edildiği Türk gençliği ile Türk dünyasının çeşitli ülkelerinden gelecek olan yeni genç kuşakların, Atatürk ve Sultan Galiyev’in izinde giderek bir büyük yapılanmayı Avrasya kıtasında gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Böylesine bir büyük proje Türkiye’nin önderliğinde bütün Türk devletleri ve topluluklarının katılımlarıyla sağlanabilirse , o zaman Avrasya süreci barış içerisinde tamamlanır ve bölge dışı emperyal güçlerin bir Avrasya hegemonyasına kalkışarak üçüncü dünya savaşı tehlikesi yaratmaları önlenebilir. Bu doğrultuda bir ilk adımın atılabilmesi için ikinci Bakü Kurultayı, Türkiye ve İran’ın öncülüğünde Azerbaycan’ın başkentinde bir an önce toplanmalıdır. Artık doğu halklarının yerini doğu devletleri ve Avrasya ülkeleri almalıdır. Türkiye’de bir büyük Avrasya devleti olarak İkinci Bakü Kurultayı ile doğunun Türk ve müslüman halkları ve ülkelerinin her türlü emperyalizme karşı dayanışma içerisine girebilmeleri için öncü bir dış politika yürütmelidir. Atatürk ve Sultan Galiyev’in bıraktıkları siyasal miras bugün için böylesine bir tarihsel misyonu zorunlu kılmaktadır. Çok kutuplu dünyada evrensel barışın kurulabilmesi böylesine bir oluşuma bağlı bulunmaktadır.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN : ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT

Bugünün koşullarında yan yana gelmesi pek de mümkün görünmeyen iki büyük isimi bir arada ele almak, içinde bulunulan durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacaktır. Osmanlı tarihinde tahta II. Abdülhamit olarak çıkmış olan padişah ile Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, büyük önder Atatürk’ün artık beraberce ele alınarak değerlendirilmesinin zamanı gelmiştir. Dünyanın merkezi bölgesindeki cihan devletini dış saldırılar ve iç karışıklıklar yaratarak çöküşe mahkûm eden Batılı emperyalist devletlerin oluşturduğu düşünceler ve bu doğrultuda estirilen rüzgârlarla, Türkiye’de Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya gelmişlerdir. Bir yanda Abdülhamit’ten yana olan Müslüman kesimler ile bunun karşısında yer alan laiklikten yana olan Atatürkçüler, ya da Atatürk’ü savunan laikçiler saflaşması giderek Türk toplumunu ciddi bir yarılma ve dağılmanın eşiğine getirmiştir. Olayı sadece din açısından ele alanlar, Türk toplumunun böylesine bir saflaşmaya ve zaman içerisinde Türk devletinin bir dağılma aşamasına katkıda bulunmuşlardır. Konuya duygusal yaklaşan İslamcılar ile laikçiler de böylesine bir çıkmazın gündeme gelmesinde ve giderek ülkede ikili bir kamplaşmanın ortaya çıkmasında konu mankeni ya da siyaset figüranı olarak kullanılmışlardır. Gelinen bu noktada, konunun tek yanlı olarak ele alınamayacağı, tarihten ve uluslararası konjonktürden gelen çok farklı yönlerinin de bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle, Türk tarihinin iki önemli devlet adamı olan Atatürk ve Abdülhamit’in birlikte ele alınarak karşılıklı değerlendirilmesinin sadece din açısından yapılamayacağı anlaşılmıştır. Dinci bir yaklaşım bu iki büyük ismi karşı karşıya getirirken, konunun diğer açılardan ele alınmasını sağlayacak daha genel ve geniş açılı bir yaklaşım ise Türkiye Cumhuriyet’inin bugün içinde bulunduğu çıkmaz açısından önemli tarih derslerinin çıkarılmasını sağlayabilecektir.

Abdülhamit, Osmanlı İmparatorluğu çöküş süreci içerisinde başa geçen ve tam otuz üç yıl süre ile dünyanın merkezindeki bir cihan devleti yöneten kudretli bir padişahtır. Aynı zaman halife olarak ta İslam dünyasının etkili bir yöneticisidir. Osmanlı İmparatorluğunu sınırları içinde yönetirken aynı zamanda, güney ve doğu Asya’da yaşayan Müslüman toplumların da önderi olmuş ve Rusya’da yaşayan Müslümanları da yakından etkilemiştir. Abdülhamit’in Rusya Müslümanları ile yakından ilgilenmesinden Rus devleti rahatsız olmuştur ama Anadolu ulusal kurtuluş savaşına ilk yardım Rusya Müslümanlarından gelmiştir. Daha sonra Hint Müslümanlarının da Türk Kurtuluş Savaşına maddi yardım sağlamasında gene Abdülhamit’in panislamist politikayı bir halife olarak başarılı bir biçimde yürütmesinin son derece etkili bir rolü görülmektedir. Bir ön Asya devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta ve Güney Asya bölgelerindeki Müslümanlarla Abdülhamit aracılığı ile yakından ilgilenmesi, Rus İmparatorluğu ile beraber Batının önde gelen sömürge imparatorluklarını da korkutmuş ve Osmanlı halifesinin yönetimi altında bütün Asya Müslümanlarının bir araya gelmelerini önleyebilmek üzere her türlü oyuna kalkışmışlardır. Abdülhamit’in ciddi bir devlet adamı olarak, yönettiği İmparatorluğun yeryüzünde bulunduğu konumu iyi bilmesi, yeryüzünün jeopolitik yapısı doğrultusunda merkezi bir imparatorluğu ayakta tutabilmek üzere Batının saldırganlığına karşı Doğu bölgelerinde etkinlikler kurarak denge sağlama çabası içine girdiği anlaşılmaktadır. Böylesine bir devlet adamı yaklaşımı da, modern bir devletin yönetimine uygun düşmektedir. Altı yüzyıllık bir uzun zaman sürecinden sonra düşüşe geçene bir imparatorluğun başı olarak, devleti otuz üç yıl ayakta tutabilmek ve giderek artan Batılı emperyalistlerin saldırılarına karşı doğu-batı dengeleri aramak ancak modern bir devlet anlayışı çerçevesinde düşünebilirlerdi. Abdülhamit’in bu doğrultuda ki girişimleri daha sonraki dönemde Atatürk’ün önderliğinde yürütülen Türk Kurtuluş Savaşına Rusya ve Hindistan Müslümanların destek sağlamasına ve maddi yardımlarda bulunmasına yol açmış ve Türk milletini yeryüzünde yalnız kalmaktan kurtarmıştır.

Tarihsel süreç içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, onun yerine devletin merkezi ülkesinde bir Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı verilmiş ve Mustafa Kemal Paşa böylesine milli bir mücadelenin öncüsü ve önderi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Dünyanın merkezi coğrafyasında topraklarda ve benzeri bir konumda bir büyük imparatorluk çökerken, geri kalan Türk topluluğu, elde kalan orta boy bir ülke olan Anadolu üzerinde Ulusal Kurtuluş Savaşına kalkışmıştır. Abdülhamit’in büyük çabalarla kurtaramadığı İmparatorluk yıkılınca yerine yeni bir devlet Atatürk’ün öncülüğünde kurulabilmiştir. Bu açıdan Atatürk ile Abdülhamit arasında çok önemli bir benzerlik bulunmaktadır. İkisi de dünyanın önde gelen emperyalist devletlerin saldırılarına karşı, merkezi coğrafyadaki bir devlet koruma ve kollama çabası içerisinde olmuşlardır. Abdülhamit çökmekte olan bir devleti kurtarmaya çalışırken, Atatürk yıkılan bir yapı sonrasında yepyeni bir devleti yeniden aynı coğrafya üzerinden kurma çabası içerisinde olmuştur. Bu ortak konum, Atatürk ile Abdülhamit’in beraberce ele alınarak değerlendirilmesinde ana çıkış noktası olarak kabul edilebilir. İki devlet başkanının dünya coğrafyasının getirdiği konum üzerinde benzeri bir jeopolitik nedeniyle, uluslararası ilişkilerde benzeri bir eğilim göstermeleri ve bir strateji ile devletlerini korumaya kalkışmaları daha kolay anlaşılabilmektedir. Dünyanın merkezindeki devletler, hem doğu ile batı hem de kuzey ile güney arasındaki dengelere göre varlıklarını korumak durumundadırlar. İkisi de bu bilimsel gerçeği bilerek hareket etmişlerdir.

Abdülhamit bir cihan imparatorluğunun uzun süreli ve dirayetli bir padişahı olarak, Atatürk de ondan sonraki dönemde aynı topraklarda yepyeni bir devletin kurucusu olarak, devlet aklı denilen kavramın farkındaydılar. Her ikisi de uluslararası alanda geçmişten gelen devletlerarası büyük oyunun ne olduğunu bilen ve bu doğrultuda kendi devletlerini koruyarak geleceğe dönük olarak kurumlaştırmaya çalışan bir çabanın içerisinde olmuşlardır. Altı yüz yıl sonra çökmekte olan bir imparatorluğu ayakta tutabilmek ve gelecek yüzyıla taşımak gibi önemli bir misyonu başarıyla yerine getiren Abdülhamit, kurtlarla dans oyununu iyi oynamıştır. Rusya’ya karşı İngiltere’yi, İngiltere’ye karşı Almanya’yı kullanmasını başaran Abdülhamit’in, Almanya’yı da Fransa ile dengelemeye çalıştığı zamanlar olmuştur. O dönemin dört büyük emperyalist gücünü birbirine karşı kullanarak, bazen çatıştırarak bazen de dengeleyerek otuz üç yıl gibi uzun bir süre Osmanlı tahtını ayakta tutabilmiştir. Batılı güçler arasındaki bu çekişmede imparatorluk topraklarının işgaline karşıda doğulu Müslüman topluluklar ile yakınlaşarak dünyanın merkezinde bir doğu batı dengesi arayışını düzene kavuşturmak için önemli girişimlerde bulunmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu aslında beş yüz yıllık bir egemenliği tamamladıktan sonra 1828 yılında Yunanistan’ın kopmasıyla yıkılma aşamasına gelmiştir. Ne var ki o dönemde dünya gücünü temsil eden İngiltere, kendisine karşı yeni bir büyük güç olarak Rusya ya da Almanya’nın çıkışını engelleyebilmek için Osmanlı devletinin ömrünü uzatmaya çalışmıştır. Londra büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa bu doğrultuda, İstanbul’a geri gönderilerek Sadrazam yapılmış ve bu aşamadan sonra Osmanlı devleti üzerinde İngiliz baskısı giderek artmıştır. Rusya’nın bir büyük güç olarak güneye inmesini istemeyen İngiltere, kendisine rakip olarak ortaya çıkan Almanya’nın da doğuya doğru genişlemesini önlemek istemiş ve bu doğrultuda bitmiş olan Osmanlı devletini yarı himayesine alarak yirminci yüzyıla kadar bu devletin devam etmesini istemiştir. Tanzimat fermanı ile Osmanlı devletinin sanayileşmesi önlenmiş ve Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşmasıyla Osmanlı ülkesi İngiltere için serbest pazar konumuna getirilmiştir. II. Mahmut bu aşamada başa geçmiş ve yaptığı reformlarla devlet ile orduyu yeniden düzenlemiştir. Bankerler aracılığı ile çökertilen Yeniçeri Ocağı basılarak feshedilmiş ve yerine yepyeni bir ordu kurularak Osmanlı devletinin ömrü bir yarım yüzyıl daha uzatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılın son yarısında başa geçen Abdülhamit ise dirayeti ve otoritesi ile devleti toparlayarak, Osmanlı egemenliğinin yirminci yüzyılın başlarına kadar sürmesini sağlamıştır. Abdülhamit’in yaptıklarıyla daha sonra başa geçen İttihat ve Terakki iktidarı Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar ülkeyi yönetebilme şansını yakalayabilmiştir. Gayrimüslim kesimlerin örgütlenmesiyle bir senaryo düzenlenmiş ve Abdülhamit tahttan indirilmiştir. Başa geçen İttihatçılar ise Abdülhamit’in yaptıklarına sahip çıkarak devam ettirmişlerdir. Bir anlamda İttihat ve Terakki iktidarı Abdülhamit’in devamı olmuştur.

Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı’nın en uzun asrı olmuştur. Çünkü bu dönemde gelişen olaylar ve saldırılar ile bu büyük merkezi devletin yavaş yavaş ortadan kalkmasına giden yolu açmıştır. II. Mahmut ile birinci yarıyı, II. Abdülhamit ile ikinci yarıyı kurtaran Osmanlı devleti, bu kritik yüzyılı geride bırakarak yirminci yüzyıla ulaşabilmiştir. Onbeşinci yüzyılda okyanuslara açılarak bütün dünya kıtalarını işgal ederek sömürgeleştiren, batının emperyal devletleri artık dünyanın merkezini de ele geçirerek kendi egemenliklerinde bir dünya hegemonyası arayışı içindeydiler. İngiltere ve Fransa’ya rakip olarak Almanya ve İtalya’nın ortaya çıkması, kuzey gücü olan Rusya’nın ise güneye inmeye çalışması sonucunda Birinci Dünya savaşına giden yol gündeme gelmiştir. Batılı güçler dünyanın merkezi ele geçirmek için birbirleriyle yarışırlarken, kuzey gücü olan Rusya ise önce Kırım savaşı, daha sonra Kafkasya savaşı ile güneye inmeye başlamış ve yirminci yüzyılın başlarında da büyük bir Balkan savaşı çıkartarak Osmanlının Avrupa bağlantısının önünü kesmiştir. Bu üç bölgede göç eden Türk ve Müslüman ahali, imparatorluğun merkez topraklarına yerleşerek devleti yeniden güçlendirmenin arayışı içinde olmuşlar ama bu konuda Müslümanlar ile gayrimüslimler anlaşamamışlardır. Abdülhamit ise İslam’ın halifesi olarak Müslüman ahali ile beraber hareket etmek zorunda kalmıştır.

İmparatorluğun Balkan ülkeleri zamanla Hıristiyan ülkeler olarak Osmanlı’dan kopunca geriye Müslüman ahalinin yaşadığı toraklar kalmıştır. Özellikle, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Anadolu’nun Müslüman topluluklardan oluşan bir nüfusa sahip olması nedeniyle, Abdülhamit İslam’ın halifesi olarak yeni bir panislamizm politikasına başlamış ve böylece dini kullanarak, Balkanlarda yaşanan kopmaların imparatorluğun diğer bölgelerine yayılmasını önlemek istemiştir. Osmanlı beşyüz yıl esas ülkesi olarak kabul ettiği Balkanların elinden çıkmasından sonra giderek tam anlamıyla İslam devletine doğru bir dönüşüm aşamasına gelmiştir. Hıristiyanların yaşadığı ülkelerin Balkan Savaşı sonrasında bağımsız olması üzerine, Abdülhamit geri kalan Müslüman bölgeleri merkezden yönetmek üzere başkenti Şam’a taşımak istemiştir. Böylece, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Anadolu topraklarını, Hıristiyan Avrupa’ya karşı bir büyük Müslüman devletin çatısı altında tutmak istemiştir. Ne var ki, Abdülhamit’in bu girişimine karşı çıkan Selanik’in gayrimüslim kesimleri Hareket Ordusunu hazırlayarak İstanbul’a göndermişler ve 31 Mart olayını kışkırtarak da Abdülhamit’i tahttan indirmişlerdir. Böylece, panslavizm ve pancermenizm akımlarına karşı Abdülhamit’in uygulamaya başladığı panislamizmin önü kesilmiş ve ittihatçılar aracılığı ile panturanizm akımının önü açılmıştır. İngilizler bu aşamada hem Türk milliyetçiliğini hem de Arap milliyetçiliğini örgütleyerek, Abdülhamit’in Büyük İslam İmparatorluğu projesinin önünü kesmişlerdir. İngilizlerin desteği başa geçen İttihatçılar ise sonradan Abdülhamit’in haklılığını anlayarak Almanya’ya yakın bir siyaset izlemeye başlamışlardır. Almanlara yaptırılan Berlin – Bağdat demiryolunun bittiği aşamada Abdülhamit, gayrimüslim unsurların ortak hareketi ile tahttan indirilmiştir. Ermeni, gürcü ve Yahudi temsilcilerden oluşan heyet Abdülhamit’in tahttan indirilmesi işini tamamlamışlardır.

Hıristiyan topraklarının elden gitmesinden sonra zorunlu olarak panislamizm’e yönelen Abdülhamit aslında pek de dinci bir padişah değildi. Tıplı II. Mahmut gibi devleti çağdaşlaştırma doğrultusunda önemli adımlar atmış, amcası Abdülaziz ile beraber gittiği Avrupa ülkelerinde gördüğü batılı ve modern yaşam tarzını ülkesine getirmek istemiştir. Avrupa tipi eğitim yapan birçok okulu zamanında açan padişah, devlet ile beraber toplumu da batı tipi modern bir tarzda yeniden kurmak istemiştir. Kadın ile erkeğin beraberce yaşayacağı bir Avrupalı ülke olarak Osmanlıyı yeniden oluşturmaya çalışırken, sürekli olarak batılı ülkelerin saldırıları ile karşı karşıya kılmıştır. Batılı emperyalistler çağdaşlaşan bir Osmanlı devletini hiç bir zaman istememişler, bu büyük devletin ortadan kalkması için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir. Batılılar kendilerinin dışında kalan ülkelerin kalkmasını istemedikleri için, diğer devletlere uyguladıkları sömürge politikalarının benzerlerini Osmanlı için de gündeme getirmişlerdir. Abdülhamit sürekli olarak bu gibi olumsuz girişimlere karşı çıkarak ülkesini ve devletini güçlendirebilmenin yollarını aramıştır.

Yabancı devlet ajanlarının cirit atmasına karşı önlem olarak Osmanlı devletinin ilk ciddi istihbarat örgütünü kurmuş ve katı bir sansür uygulayarak, ajan kılıklı gazetecilerin Osmanlı devletine karşı yıkıcı propaganda yapmalarına izin vermiştir. Jurnal ve hafiye teşkilatı ile kendi yönetimini güvence altına almasına rağmen, Abdülhamit kendi döneminde batı tipi bir basının örgütlenmesine izin vermiş ve desteklemiştir. Onun ısrarla izlediği panislamizm politikasına karşı çıkan gayrimüslimler Babıâli denilen merkezde basını kurarak Abdülhamit yönetimine karşı savaş açmışlardır. Modernleşmeye çok önem veren padişah, batı tipi bir basının oluşumunu önlememiş, sıkı denetim altında Babıali’nin gelişmesinin önünü açmıştır. Osmanlının ilk ciddi basınının Abdülhamit döneminde gerçekleştiği söylenebilir. Batı tipi okullar açarak aydın nüfusun gelişmesine yardımcı olan Abdülhamit bu okullardan işbirlikçi ve mandacı aydınların yetişmesini istememiş ve buna karşı önlemler almıştır. Bu nedenle, gayrimüslim aydınlar sürekli olarak Abdülhamit’i kızıl sultan adıyla bir diktatör gibi göstermeye çalışmışlardır. Bağımsız düşüncenin gelişmesi için okullara felsefe dersi koyduran Abdülhamit, emperyal devletlere bağımlı işbirlikçi aydınların ülkeyi kışkırtmalarına izin vermemiştir. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi aydınlanmadan yana bir yol izlemiş ama aydınların içinden hain çıkmasına ve ülke aleyhine emperyalist güçlerle işbirliği yapmalarına izin vermemiştir. Abdülhamit’in ne derece haklı olduğu daha sonraki yıllarda Atatürk’ün ilan etmiş olduğu 150’likler listesi ile ortaya çıkmıştır. Osmanlının önde gelen aydınları Batı ülkelerinin işbirlikçisi gibi davranarak ülkenin çöküşüne alet olmuşlardır. Türkiye bugünde benzeri bir durum yaşamakta ve ne yazıktır ki, yüz yıl sonra yeniden aydınların emperyalistlerle neoliberalizm görüntüsü altında işbirlikçiliğine sahne olmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu gibi bir büyük cihan devletinin çöküşüne neden olan bu ihaneti Atatürk ve Abdülhamit cezalandırmak istemiştir ama günümüzün Türkiye yönetiminden böyle bir tepki çıkmaması için ciddi bir psikolojik savaş saldırısı, demokrasi mücadelesi görünümünde son derece ustalıklı olarak sürdürülmektedir.

Bugünün Türkiye’sinde Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır. Böylesine bir durumun yaratılmasında din faktörü kullanılmakta ve panislamizmi Batı emperyalizmine karşı uygulamaya çalışan Abdülhamit’i dinciler bayrak haline getirilerek Türkiye Cumhuriyetini laik ve çağdaş bir cumhuriyet olarak kurmuş olan Atatürk’e ve onun izinden giden Atatürkçülere karşı geliştirilen saldırılarda bir büyük Hakan ve Büyük Önder çekişmesi yaratmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin tıpkı Osmanlı’nın son dönemine benzer bir yıkıcı emperyalist saldırı ile karşı karşıya kaldığı bugünkü aşamada, Abdülhamitçilerle Atatürkçülerin karşı karşıya gelmelerinin ne derece büyük bir tarihsel hata olduğunu yüz yıl önce yaşanmış olan olaylar göstermektedir. Atatürk ve Abdülhamit’in ortak noktaları her türlü emperyalizme karşı çıkmak ve direnerek bu gibi saldırılara karşı savaşmak olmasına rağmen, günümüzün Atatürkçüleri ile Abdülhamitçilerinin dışa karşı bir savaşı ya da direnişi bırakarak birbirleriyle uğraşmalarının büyük bir senaryonun sahneleri olarak gündeme geldiği görülmektedir. Bugün türk devletinin başında Atatürk ya da Abdülhamit olsaydı ilk yapacakları iş her türlü emperyalist saldırıya karşı çıkarak ve direnerek kendi devletlerini ve ülkelerini korumak olacaktı. Özellikle türban meselesi, laikliği savunan Atatürkçülerle, Abdülhamit’in izinden giden Müslüman kesimleri karşı karşıya getirmek için kullanılmaktadır. Üniversitelerde ilk türban sorununu çıkartan hanımın bir yakın akrabasının sonradan siyasette öne çıkması, aileler düzeyinde nasıl bir hazırlık yapıldığının en açık göstergesi olarak öne çıkmaktadır. Atatürk’ün cumhuriyetinde, onun getirmiş olduğu çağdaş eğitim sisteminde Atatürkçülerle Abdülhamitçilerin karşı karşıya kalması nedeniyle, Türk eğitim sistemi ve toplumu çökme aşamasına doğru hızla sürüklemektedir. Türk bayrağına karşı türbanın bir siyasal simge halinde kullanılması, geleneksel Müslüman kesimleri tahrik etmekte ve bunun sonucu olarak da Atatürkçülerle Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmektedir. Birbirleriyle uğraşmak ve çatışmak durumunda kalan bu toplum kesimleri dış tehdit ve tehlikelere karşı toplum ve millet olarak işbirliği yapacağına türban kışkırtmasıyla karşı karşıya gelmekteler ve böylece emperyalist devletler Türkiye’yi bölmek üzere hazırlamış oldukları her türlü senaryoyu kolaylıkla uygulama alanına aktarabilmektedirler. Birbirleriyle uğraşan bu kesimleri dışa karşı bir araya gelemedikleri görülmekte ve bu nedenle de Türkiye bir türlü toparlanamamaktadır.

Atatürk bir devlet adamı ve kurucusu olarak Abdülhamit gibi modernizm ve pozitivizmden yana idi. Bu yönleri ile bilime inanıyor ve tek yol gösterici olarak bilimi kabul ediyordu. Hıristiyan batının saldırılarına karşı bir var olma mücadelesi veren Müslüman Türk milletinin devletini kurduğunu iyi biliyordu. Devletin kuruluş günü olan Meclis’in açılış töreni öncesinde Hacıbayram camiisine giderek milletin temsilcileriyle beraber dua etmiş ve bir Cuma günü Meclis’i açmıştır. Meclisi açış konuşmasında olduğu gibi daha sonradan yaptığı bir konuşmada Türk halkının dini olan Müslümanlık ile ilgili destekleyici sözler söylemiştir ama devleti kurarken de çağdaş dünya devletlerinde olduğu gibi laik bir düzeni oturtmaya çaba göstermiştir. Müslüman bir milletin çağdaş örgütlenmesi olarak Türkiye Cumhuriyetinin laik temelleri bizzat Atatürk tarafından atılmıştır. Tanzimat döneminde başlayan batıya yönelik değişim atılımları hem Abdülhamit hem de Atatürk dönemlerinde devam etmiştir. Her iki devlet adamı, kendi devletlerinin tıpkı batının güçlü devletlerinin sahip olduğu çağdaş düzeye getirebilmek için uğraş vermişlerdir. Bu doğrultuda bir araya gelen iki devlet adamının sonraki takipçilerinin karşı karşıya gelmesinde bir emperyal oyunun olduğu artık ortaya çıkmaktadır. Her iki kesimin önde gelen temsilcilerinin böylesine olumsuz bir durumun nedenleri üzerinde durmak ve araştırarak çözüm getirmek gibi sorumlulukları vardır.

Osmanlı devletini çökerten emperyalist saldırıların benzerleri Anadolu halkı üzerine yöneltilirken, Türk halkı bir var olma mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında, Türk ulusunun çeşitli fertleri bir araya gelerek dış saldırılara karşı bira rada bir mücadele verirken cephede ya da siperde laiklik yada türban tartışması yapmıyorlardı. Bir devletin yada milletin varlığına kasteden emperyalist bir saldırının var olduğu aşamada, ulusal fertleri arasındaki her türlü ayrılık kendiliğinden kalkar ve dışa karşı bir ortak mücadele gündeme gelir. Dünyanın her yerinde ulusal kurtuluş savaşları böylesine bir aşamada ortaya çıkar ve toplumun bir araya gelerek kenetlenmesiyle başarıya ulaşır. Türkiye’de bugün böylesine bir dayanışma içinde dışa karşı ortak mücadele yapılacağına laiklik ve türban sorunları ile iç çekişmeler tırmandırılmakta ve toplumun gücü iç nedenlerle kırılarak, dışa karşı yönlendirilmesi gereken ulusal birlik ve beraberlik önlenmektedir. Atatürkçüler laiklik nedeniyle suçlanırken, geleneksel Müslüman kesimlerde türban nedeniyle gericilik noktasına sürüklenmektedirler. Türk kadınının geleneksel başörtüsünün, türban adı altında bir siyasal simgeye dönüştürülmesi, Türkiye Cumhuriyetini Atatürk’ün laik devlet modelinden çekip çıkararak, Amerikan Emperyalizminin Büyük Orta Doğu projesinin deney ülkesi konumuna getirmektedir. Türk devleti kurucusu Atatürk’ün çizmiş olduğu laik ve çağdaş çizgiden kaydırılırken, Abdülhamitçilerin geleneksel değeri olan islamcı bir yapılanmaya doğru zorlanmaktadır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti adı altında bu emperyalist oyun tezgâhlanmaktadır.

İnsanlığın bütün kazanımlarını geride bır akara, dünyayı yeniden bir Ortaçağ düzenine sürüklemek isteyen küresel emperyalizm, bilimi bırakarak dine sarılmakta, ve dini insanları pasifleştiren ruhsal durumundan yararlanarak bütün dünyanın kontrolünü ele geçirmek istemektedir. Böylesine bir haksız saldırıya bugün hayatta olsalar, hem Atatürk hem Abdülhamit karşı çıkarlardı. Bu iki liderin bugünkü takipçilerinin, böylesine bir emperyalist oyuna alet olarak birbirleriyle çekişmeyi bırakmaları gerekmektedir. Atatürkçüler ve Abdülhamitçiler için bugünün koşullarında ilk yerine getirilecek ulusal görev her türlü emperyalist saldırı ve oyuna karşı çıkmak olmalıdır. Laikliği savunan Atatürkçülerin din düşmanı olmaları mümkün değildir. Atatürk bir Müslüman ülkede laik ve çağdaş bir cumhuriyet kurmuştur. Böylesine bir bilinçle hareket edecek olan Atatürkçülerin Türk halkının geleneksel değerlerine din ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermesi kaçınılmazdır. Müslüman kesimlerde, okumuş ve aydın kesimlerin laiklik düzenine sahip çıkmalarına, çağdaş bilimin verileri olan pozitif değerlere saygı göstermelerine anlayış göstermelidirler. Böylece karşılıklı anlayış hem bir ortam yumuşaması sağlayacak hem de, gayrimüslim kesimlerin ülkeyi bölme doğrultusunda kışkırttıkları çekişme ve çatışmalara elverişli bir ortam yaratmayacaktır. Türkiye, laik devlet ve Müslüman milletiyle dışa karşı tek vücut olabilmeyi artık öğrenmelidir.

Atatürk ve Abdülhamit bir toplantı sırasında Osmanlı sarayında beraber bulunmuşlardır. Bu toplantı sonrasında, Abdülhamit, Mustafa Kemal’den çok etkilendiğini ve bu gencin Türk ulusunun geleceğinde önemli işler başaracağını yakınındakilere aktarmıştır. Atatürk ise devlet başkanı olduktan sonra Abdülhamit ile ilgili düşüncelerini dile getirirken, O’nun büyük bir devlet adamı olduğunu ülkesi ve devleti için önemli değişimler gerçekleştirdiğini açıkça söylemiştir. Ayrıca Abdülhamit ile ilgili eleştirilere katılmadığını da açıkça ifade etmiştir. Birbirlerinin izleyicisi olan bu iki devlet adamı, ülke ve devletleri için hayatlarını feda ederken, onların izleyicilerinin birbirleriyle uğraşmalarının anlamsızlığı iyice ortaya çıkmaktadır. Her türlü emperyalizme karşı çıkarak iç ve dış düşmanlara karşı direnerek mücadele eden Atatürk ve Abdülhamit’in izinden giden toplum kesimlerinin bugün biraraya gelerek Türk devletinin varlığı için birlikte hareket etmeleri gerekmektedir. Birlik ve beraberliğin dışa karşı gerçekleşebilmesi için de, iç sorunların artık daha fazla deşilmeden bir yana bırakılması gerekmektedir. Atatürk ve Abdülhamit’in ortak antiemperyalist çizgisi bugünün Türkiye’si için dışa karşı verilecek var olma savaşımının ortak paydası olmalıdır. Karşılıklı hoşgörü ve anlayış, yeni bir başlangıç için ilk adımların atılmasında yararlı olabilecektir. Yeniden emperyalizme karşı verilecek var olma mücadelesinde, iç kavgalar artık bir kenara bırakılmalıdır.

Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı sorunlar dikkate alınırsa, bunların tıpkı Atatürk döneminde çözüme kavuşturulması doğrultusunda Abdülhamitçiler ile Atatürkçüler arasında bir yakınlaşma ve diyalog köprüsü kurulabilir. Bu sorunlar yüzünden Türk devleti Yugoslavya gibi dağılırsa ya da Irak’ta gibi çökertilirse, bunun altında bütün Türk ulusu kalacaktır. Gün iç çelişkileri bir yana bırakarak dışa karşı iş birliği yapma günüdür. Dış sorunlara karşı Atatürk ve Abdülhamit’in ortak bir çizgide benzeri bir diplomasi uyguladığını Müslüman ve laik kesimler hatırlayarak hareket etmelidirler. Osmanlı’nın gayrimüslim unsurlarının, imparatorluk sonrasında bu coğrafyada kendi büyük devletlerini kurma projelerine hem Abdülhamit hem de Atatürk karşı çıkmışlardır. Abdülhamit Filistin topraklarını vermeyerek Siyonistleri geri çevirmiştir. Atatürk’te Orta Doğu’da bir İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkarak Siyonizm yerine Kemalizm’in Orta Doğu’nun geleceğini oluşturması için çaba harcamıştır. Atatürk daha da ileri giderek İsrail’in Avustralya’da kurulması gerektiğini dünya dengelerinin dikkate alarak köşkteki bir toplantıda açıkça dile getirmiştir. Abdülhamit Ermeni devletinin kuruluşunu önlemek için elinden gelen girişimleri yapmış ve bu doğrultuda güneydoğu halkının temsilcilerinden Hamidiye alaylarını oluşturarak Anadolu’da bir Ermeni devleti oluşumunu önlemeye çalışmıştır. Atatürk’te İttihat ve Terakki dönemi sonrasında ortaya çıkan yeni tabloya göre hareket etmiş ve son Osmanlı Meclisinde alınan Misakı Milli kararı doğrultusunda ulusal sınırlar içinde bir Türk devleti oluşturulması için çalışmıştır. Ermenilere ve Yahudilere karşı izlenen ortak tutum Yunanlılara karşıda sürdürülmüş, Abdülhamit Balkan savaşı sırasında Yunanistan’ın büyüme eğilimlerine karşı çıkmış, Atatürk ise ulusal kurtuluş savaşının son sahnesini Yunanlılara ayırarak Megaloidea projesini Yunanlılarla beraber Akdeniz’e dökmüşütr. İslamcı geçinen Abdülhamitçilerle, laik devlet savunucusu Atatürkçülerin milli tarihimizin bu gerçeklerini bilerek antiemperyalist cephede yeniden Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi biraraya gelmelerinde Ön Asya’da Türk varlığının korunabilmesi açısından tarihsel zorunluluk vardır. Emperyalist ve Siyonist çevreler bu durumu iyi bildikleri için, ılımlı İslam ya da Büyük Orta Doğu gibi kendi çıkarlarına uygun düşen projelerle, Müslüman Türk halkı ile laik cumhuriyeti savunanları birbirlerine karşı kışkırtmaktadırlar. Medya gücü böylesine bir kışkırtma doğrultusunda geliştirilen, psikolojik savaş senaryolarını kamuoyuna taşımak için kullanılmaktadır. Küresel sermaye bu doğrultuda Türk medyasına girerek emperyal politikalar doğrultusunda devleti ve milleti baskı altına almaya uğraşmaktadır.

Bugün yaşanmakta olan emperyalist oyunlar ve senaryoların hiçbirisi yeni değildir. Abdülhamit ve Atatürk döneminde uygulanmış olan anti Türk ve Müslüman politikaların benzerleri günümüzde yeniden devreye sokulmaktadır. Bu aşamada Atatürkçülerin dikkatli davranarak laiklik adına, gayrimüslimlerin emperyalist oyunlarına alet olmamaları, Abdülhamitçilerin de İslam adına batı emperyalizminin bütün İslam dünyasını ele geçirmeye yönelik oyunlarına kanmamaları gerekmektedir. Aradan emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri çekildiği zaman, Türk milleti tıpkı Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi emperyalizme ve Siyonizm’e karşı açıkça birlik ve bütünlük içerisinde hareket edebilecektir.

Müslümanlar Abdülhamit’in Avrupa görmüş bir devlet adamı olarak çağdaş uygarlıktan yana olduğunu, batılı bir devlet ve toplum yaşamını Osmanlı ülkesine getirmek için elinden geleni yaptığını, çağdaş bir devlet yapılanması ile beraber yeni eğitim kurumları ile aydınlık bir ülke kurmak için çaba gösterdiğini hatırlamalıdırlar. Osmanlı kadınını topluma kazandırmak isteyen Abdülhamit’in çarşaf giymeyi yasakladığını bugünün türbancıları iyi bilmek durumundadırlar. Batılı bir yaşamın simgelerinden birisi olan içkiyi Atatürk’ün rakı ile Abdülhamit’in rom ile günlük yaşamlarına taşıdıkları gene anımsanması gereken olgulardan birisidir. Her ikiside Arap tipi bir dini düzen peşinde olsalardı, çağdaş batılı yaşamın bir simgesi olan içkiyi toplumun önünde kullanmazlardı. Çarşafa karşı çıkmakta ve içki kullanmakta aynı çizgide olan iki devlet adamının, çağdaş uygarlığa dönük yepyeni bir ülke yaratmak için çaba gösterdikleri söylenebilir. İkisi de dünyanın ortasında bir Türk ve Müslüman toplumun devletini yönettiklerini çok iyi biliyorlardı. Bu doğrultuda jeopolitik konumlarının gerektirdiği her adımı atmaktan çekinmemişlerdir. Müslüman Türkler tarihten gelen böylesine bir bilinci günümüz Türkiye’sinde göstermek zorundadırlar.

Abdülhamit Maceristan’dan Endonezya’ya kadar temsilciler göndererek Avrasya kıtasının bütün bölgelerindeki Türk ve Müslüman ülke ve toplumlarla çok yakından ilgilenmişlerdir. Atatürk’te dünyanın ortasında bir Türk devleti kurarken, Avrupa’nın ortasında bir Türk imparatorluğu kurmuş olan Macarlar’dan yararlanarak bu ülkenin uzmanları Türkiye’ye davet etmiş ve onların deneyimlerinden yararlanarak, çağdaş Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de bir Avrasya devletidir. Bu nedenle Viyana’dan Pekin’e kadar olan bütün Avrasya sahası Türklerin yaşam alanıdır. Atatürk’te Macar uzmanlarla beraber çalışırken, Afganistan ordusunun kurulması için bu Türk ülkesiyle yakından ilgilenmiştir. Böylesine tarihi gerçekler hem Abdülhamit’in hem de Atatürk’ün Avrasyacı devlet adamları olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu bir dünya imparatorluğu olarak merkezi coğrafyada tam altı yüzyıl egemen olmuştur. Bugün Osmanlı’dan meydana gelen otorite boşluğunun doldurulabilmesi için Atatürk’ün Türkiye’sinin tarihten gelen bilinçle öne geçmesi ve bir Avrasya bütünleşmesine giden yolda, Merkezi coğrafyanın devletlerinin bir araya gelmesinden oluşacak Merkezi Devletler Birliği’nin oluşumu için öncülük yapması gerekmektedir. Dünya barışını kalıcı kılacak böylesine bir yeni yapılanmada Atatürkçüler ile beraber Abdülhamitçilerin beraberce hareket etmeleri bütün emperyalist oyunları bozacak ve saldırılara karşı önlem olacaktır.

AZERBEYCAN DOSYASI /// Prof. Dr. Altan Çetin : KARABAĞ’A TÜRKİSTANLILIK İLE BAKMAK


Prof. Dr. Altan Çetin : KARABAĞ’A TÜRKİSTANLILIK İLE BAKMAK

22 Temmuz 2020

Türkistan yüzyıldır işgaller ile sarsılıyor. Türkistanlılar bu sürecin acılarıyla Balkanlardan Doğu Türkistan’a milli, dini ve insani varlığını koruma davasındalar. Bugün de bir kere daha Ermenistan Türkistan’ın bir parçasına saldırıyor.

Ermeni Meselesi ötesinde Ermenistan’ın 90’larda Azerbaycan’a yönelik saldırıları ile gündemimize giren olaylar bugün yeni bir aşamasıyla devam ediyor. Son saldırının muhtelif yönleri ve sebepleri değerlendiriliyor. Şüphe yok ki bunlar güncel meseleler olmanın ötesinde devam eden bir sürecin son halkasıdır. Arkasında muhtelif, zinde güçler olan Ermenistan, Batı’dan Yunanistan’ın bize omuz atması gibi diğer yandan yeniden paçamızı çekiştirmeye başladı. Mesele bu minvalde gelişirken Cem Karaca’nın Karabağ şarkısı akla geliverdi. Bir şarkı, türkü bazen sayfaların anlatamadığını söyleyiveriyor. Ne demişti Cem Karaca:

Karabağda talan var, Ak gerdana saldıran var, Genirsen durun gedim, Gözü yolda kalan var

Evet, olan bir talandır. Vatana ve namusa saldırılmıştır. Gözü yolda kalanın beklediği ise Türk’tür, Türkiye’dir. Ermenistan yine Azerbaycan’daki Türk gardaşımıza saldırmış ve dost kömegi bir kere daha yola düzülmüştür. Bazıları neden bu Türk vurgusu, insanlık kardeştir derlerse o mahut zekâya deriz ki, Miloseviç ve adamları Bosna’da Türk diyerek neden katliam yaptılarsa bizim de Türk ile alakamız tam oradandır. Bizim burada tarafımız belli olduğundan Grönland’daki penguenlerden bahseder gibi olaya soğuk ve mesafeli bakamayacağımız ise aşikârdır. Karabağ’da talan varsa, çalınan bizdendir, Türkistanlılardandır. Namusa el uzanıyorsa kirlenen bizimdir, Türkistanlılarındır. Yakılan, yıkılan ve çalınan varsa bizden gidendir. Peki neden? Yine Cem Karaca’nın şarkısıyla bakalım:

Şeyh Ahmet Yesevi’nin yaktığı ateş, Ateş değil sanki şerbet iç dolu, Binbir nakış söyler yerde kilimler, Ata yurttan Balkana il Anadolu

İşte tam buradan Ahmet Yesevi’nin çerağından aydınlanmış canlar olarak, o ateş ile aydınlanan gönüllerimize saldırı vardır. Emperyalist kafa bir kere daha büyük emellerini küçük adamlarla gerçekleştirmek derdindedir. Bizimse mefkûremiz insanlıktır. Yesevi’nin şerbet olan ateşi yakarken hayat verir. Yok etmeye değil var etmeye koşar. Türk’ün varoluşu ve İslam oluşu da buna dairdir. Bu ateşin şerbetiyle dokunan kilimler bizim kültür dünyamızı bizi bir eden kimliği Ata Yurttan Anadolu’ya oradan Balkanlara taşıdı. Buz yüzden Yunanistan batıdan Ermenistan doğudan içimizdekileriyle birlikte ak gerdanımıza saldırmaktalar. Nakış nakış Yesevi manası ile insanlığa hayat vaad eden cihan hâkimiyeti mefkûremiz olmasın, görünmesi gerçekleşemesin diyedir bu gazaplı saldırılar. Lakin öncelikle bizim hatırlamamız, çerağımızı o ateşle yakmamızve o şerbeti insanlığa sunmamız gerekmiyor mu? Türkistanlılık bu meyanda Yesevi çerağından yaktığı gönlü ile aleme ışık saçmak derdidir.

Peki, nedir olan? Ne olmalıdır? Buna da şarkımız türkü tadında cevaba devam etsin:

Bu asla bir turan değil muhteşem bir tufandır, Kavuşan elalem değil can ile canandır, Şimdi türkü söylemenin işte tam zamanıdır, İki gözüm bu işin yok sağı solu

Turan’ın var olacağı o tufan muhteşem bir maziden geleceğini bekliyor. Gardaşımızla buluştuğumuz yerde elalem değil can ile canan buluşur. Azerbaycan’daki canlar cananımız olarak kavuşmak dilediğimizdir. Olayın tüm milletlerarası ve bölgeye dair saikleri bir yana biz olaya buradan bakarız. Türkistanlılık bu intisaptır. Evet Şimdi Türkü söylemenin tam zamanıdır. Türkistan’dan Balkanlara bizim türkülerimiz duyulmalıdır. Türk’ü türkü birleştirir. İşte tam zamanıdır. Bu arada şu klasik sağ sol işinin manasını da Cem Karaca söylerken kulağımıza ne söylemek ister? Buyurun Türk’ün sözü türküler ile gardaşımıza omuz verelim.

Şehitlerimizi rahmetle anarken, gazilerimize acil şifalar diliyoruz. İki devlet tek millet tarih mecraına akacaktır inşallah. Rahmetli Ebulfez Elçibey sözü ile bitirelim: Sen Türk olduğunu unutsan da, düşmanın asla unutmaz…

Unutmayınız! İşgal edilen sadece Karabağ değil Türkistandır… Türkistanlılık bu şuurla tarihe, vatana, ahlaka mensubiyet şuurudur.

Vesselam

Prof. Dr. Altan Çetin

AK PARTİ DOSYASI /// Prof. Dr. Ümit Özdağ /// Saray Rejiminin Son Propagandası : Korona İle Mücadele de Başarı Efsanesi


Prof. Dr. Ümit Özdağ /// Saray Rejiminin Son Propagandası : Korona İle Mücadelede Başarı Efsanesi

29 Mayıs 2020

Türkiye, Korona salgınına eş zamanlı olarak dört krizi yaşarken yakalanmıştır. Bu krizler popülist uygulamalarla kurumları yıkan ve hukukun üstünlüğü ilkesini yok sayan tek adam rejiminin neden olduğu devlet krizi; iç barışı tehlikeye düşürecek ölçüde Türk Milletini ayrıştıran milli birlik krizi, Türkiye’nin üretimden kopup dış borç bağımlısı bir rant ekonomisi olmasının sonucunda saplandığı ekonomik kriz ve Türkiye’nin demografik yapısını değiştirerek milli kimliğini tahrip ederek, iç savaş sosyolojisi hazırlayan Suriyeli sığınmacılar krizleridir.[1]

Yaşanan çoklu krizi çözmek adına, irade ve programı olmayan Saray Rejimi seçmen tabanını muhafaza etmek için Korona ile mücadelede başarılı oldukları söylemini kullanmaktadır. AKP’nin sürekli beslemeye çalıştığı “Korona salgını ile mücadelede başarılıyız” söyleminin aksine, ortada büyük bir başarı ne yazık ki yoktur.

Saray Rejiminin Türkiye’yi içine sürüklediği devlet krizi, devlet sistemini 1922’den buyana hiç olmadığı kadar zayıflatmıştır. Devletin taşıyıcı kolonları olan kurumlar zayıflamış, kırılgan bir yapıya dönüşmüştür. Bütün popülist rejimlerin ortak özelliği olan uzmanlığın aşağılanması, liyakatin yerini biatın alması, Türk devlet bürokrasisini ağır şekilde yıpratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bir devlet krizinden geçtiği, liyakat yerine biat esas alındığı için salgına karşı önlemler alınmakta gecikilmiştir. Başkent Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Uğur EMEK, 10 yıl önce Dünya Sağlık Örgütü ve Avrupa Hastalık Önleme ve Tedavi Merkezi’nin yeni bir inflüenza (grip) pandemisine karşı ülkelere plan yapmalarını tavsiye ettiğini açıklamıştır. Bu tavsiyenin ardından Türkiye’de de 2019’da 208 sayfalık “Pandemik İnfluenza Ulusal Hazırlık Planı” isimli bir rapor hazırlanmıştır.[2] Ancak rapor dikkate alınmamış, gereken hazırlıklar yapılmamıştır. Çin’in Wuhan kentinde salgının ortaya çıkmasından sonra da Saray Rejimi önlemleri almakta gecikmiştir. Öyle ki, Sağlık Bakanı, 22 Ocak 2020’de “Şu an Türkiye için herhangi bir Koronavirüs riski söz konusu değil” açıklamasını yapabilmiştir.

Oysa Cumhuriyet, büyük imkansızlıklar içinde dahi, salgın hastalıklar ile mücadele edip onları yenmiş ve yok etmiş bir geleneğe sahiptir; Sıtma, frengi, kuşpalazı, tifo, sarıhumma, verem, dizanteri, cüzzam*. Üstelik bütün bunlar yeni kurulan Cumhuriyet rejimi tarafından, 1071-1922 yılları arasında birleşik Batı medeniyeti ile süren 851 senelik bir savaştan sonra harap ve bitap düşmüş bir millet ve 1929 ekonomik buhranının ezdiği bir dünyada başarılmıştır.

Devletler önceden kararlaştırılmış protokollere göre yönetilir. Geleneği olan devletler her olası durum için alınacak önlemleri ve kimin alacağını önceden belirleyen düzenlemeler hazırlarlar. Türkiye Cumhuriyeti küresel salgına karşı çıkışından itibaren Türkiye’ye gelene kadar 4 ay süre olmasına rağmen yeterli şekilde hazırlanamamıştır. 31 Aralık 2019’da Wuhan’da Koronavirüsün yeni bir salgın hastalığa neden olduğu açıklanmıştır. 13 ve 15 Ocak 2020’de salgın ilk kez Çin dışına, Tayland ve Japonya’ya sıçramıştır. 30 Ocak 2020’de Dünya Sağlık Örgütü küresel salgın (pandemi) ilan etmiştir. Aynı gün, İYİ Parti’nin TBMM’de verdiği Araştırma Önergesi iktidar bloğu tarafından reddedilmiştir.

Korona salgını ile Çin’den hemen sonra; fakat Türkiye’den çok önce karşılaşan Güney Kore, Tayvan, Singapur’un salgını aşmada gösterdiği erken tepkiyi, Türkiye zamanı olmasına rağmen gösterememiştir. Daha kötüsü Saray Rejimi, 2019’da salgın hastalık çıkması durumunda uygulanması gereken protokolü bile uygulamaya koymamıştır.

Böyle büyük boyutlu bir tehdit karşısında yapılması gereken ilk şey Cumhurbaşkanı yardımcısı başkanlığında devletin ilgili bütün bakanlıklarını bir araya getiren “Küresel Kriz Koordinasyon Merkezi” olmalıydı. Böyle bir koordinasyon merkezi hala kurulmamıştır. Süreç, bir danışma kurulu olan ve Sağlık Bakanı’nın başkanlığındaki yetkisiz gruba havale edilmiştir. Sağlık Bakanı da televizyon açıklamalarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Ekonomi Bakanı’na teşekkür etmektedir.

Devlet, bir kısmı Kırmızı Kitap’ta yer alan önlemlerden hareketle ve “Pandemik İnfluenza Ulusal Hazırlık Planı” uyarınca eşgüdüm içinde önlemleri almaya başlamalıydı. Bu arada Güney Kore, Tayvan, Singapur gibi salgın ile başarılı mücadele eden ülkelerin mücadelelerinden erken tarihte gereken dersleri almak için o ülkelerle gerekli temaslar sağlanmalıydı. Salgının Türkiye’ye sınır ötesinden geleceğinin bilincinde olarak havaalanları, limanlar ve sınır kapılarında, ayrıca kaçak girişlerin olduğu sınırlarda İçişleri Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı eşgüdümü ile çok erken tarihlerden başlayarak sağlık kontrolleri yapılmalıydı. Keza illerde aylar öncesinden valilerin başkanlığında salgını önleme çalışmaları yapmak amacıyla çalışmalar başlatılmalıydı. Salgının Türkiye’de yayılmaya başlaması sonrasında üretimine başlanan solunum cihazı ve diğer tıbbi malzemeler için yapılmaya başlanan çalışmalar, çok daha önce başlamalıydı.

Bütün bunlar yapılmadığı gibi, muhalefetten gelen “zorunlu karantina uygulanması” çağrılarını Saray rejimi ekonomik olarak kaldıramayacağı düşüncesi ile duymamazlıktan gelmiş ve salgının yayılmasına neden olmuştur. Uzmanlığı, bilimi, seçkinliği değersizleştiren; vasatı yücelten, hatta kutsayan popülist AKP geleneğinin bu noktaya gelmiş olması şaşırtıcı değildir.

Popülizm, kendi ürettiği sahte düşmanlıklar üzerinden toplumsal ayrışmalar ve düşmanlaştırmalar ile toplumu manipüle ederek yönetir.[3] Oysa yaşanan krizde düşman sahte değil, gerçektir. Sahte düşmanlar karşında başarılı olan popülist söylem, gerçek düşman karşısında yenilir.[4] AKP’nin Korona karşında yaptığının benzerlerini ABD’den, İngiltere’ye, İngiltere’den Brezilya’ya diğer popülist rejimlerde yapmışlar ve bedelini halklarına ödetmeye devam etmektedirler.

Saray Rejimi bütün imkanlarını halkla ilişkiler çalışması ile “Koronavirüsle mücadelede başarılıyız” efsanesini yayma üzerine kurmuştur. 15 Mayıs 2020 itibariyle yeni vaka açısından Dünyada 11., Avrupa’da 3. Sırada ve toplam vaka sayısında dünyada 10. sırada olan bir ülke hangi ölçüte göre başarılıdır. Eğer bazı temel hatalar yapılmamış olsaydı Türkiye, Japonya ve Güney Kore ile aynı noktada olurdu.

Neler yanlış yapılmıştır?

1) Önlemler çok geç alınmaya başlanmıştır. DSÖ tarafından 2019 başında yapılan uyarı üzerine 2019’da hazırlanan “Pandemik İnfluenza Ulusal Hazırlık Planı”nın en geç 1 Ocak 2020’de yürürlüğe koyulması gerekirdi.

2) Hıfzıssıhha Kanunu uygulanarak, illerde valilerin başkanlığında salgın ile mücadele komisyonları oluşturulmalıydı.

3) Umre’ye gidiş yasaklanmalıydı. Dönüşlerinde 15 bin kişi kontrolden geçirilmeden serbest bırakılmamalıydı.

4) İran sınırı başta olmak üzere, sınırlarımız daha erken kapatılmalıydı. Oysa İran sınırının kapatılmasında çok geç kalınmıştır.

5) Koruyucu önlemler konusunda ne yazık ki başarılı bir karantina programı uygulanamadı. Daha erken tarihte açıklanan ve bir hafta süreli bir mutlak karantina çok daha etkili bir sonuç alacaktı.

6) Ayrıca maske dağıtım sürecini bile yönetemeyen yönetimin, başarısından bahsetmek mümkün değildir. Diğer ülkeler birbirlerinin satın aldığı maskeleri havaalanlarında adeta birbirlerinden çalıp kendi vatandaşlarına götürürken, AKP Hükümeti kendi vatandaşlarının maske ihtiyacını koordine edip karşılayamadan 60 ülkeye yardım yapmakla övünmektedir.

7) Rakamlar ile başarı efsanesi yazmak kolaydır. Türkiye ısrarla Dünya Sağlık Örgütü’nün kullandığı kodlamayı kullanmamıştır. Bu ısrarın amacı, rakamları düşük göstermektir. Bilim Kurulu üyesi Alpay Azap, Dünya Sağlık Örgütü’nün kodlamasının kullanılması durumunda ölüm sayılarının iki katına kadar artacağını ifade etmiştir. Örneğin İzmir/Tire’de resmi kayıtlara göre 4 kişi Korona’dan dolayı vefat etmiştir. Bu süreçte belediyelerden Korona hastalarının mezarlarının gömülmeden önce ilaçlanması istenmiştir. Tire’de 4 ölüm açıklanmasına rağmen, belediyeden8 kişinin mezarının defin işleminden önce ilaçlanması istenmiştir.

8) 10 Nisan 2020’de 31 ili kapsayan sokağa çıkma yasağının, yasağın başlangıcından iki saat önce ilan edilmesi. İçişleri Bakanlığı ve hükümet arasında koordinasyonsuzluğu gösteren bu açıklama sonrasında halk sokağa dökülmüş ve sosyal mesafe kurallarını hiçe sayarak alışveriş yapmıştır. Bu durum kargaşa yaşanmasına ve salgının artmasına neden olmuştur.

AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın “salgın ile mücadelede başarılıyız” söylemi algı yönetimini hedefleyen bir efsanedir. Salgın boyunca gerçekten başarılı oldukları tek nokta, başarılı oldukları konusunda etkili algı yönetimi yapmaları olmuştur. Türkiye Korona salgını ile mücadelede başarılı mıdır? Başarının ölçütü, ABD, İtalya ve İspanya baz alınacak olursa “evet”, Japonya ve Güney Kore ile karşılaştırıldığında ise hayal kırıklığıdır. Türkiye’nin daha başarılı olabilmesi için;

Türkiye, korona salgınını karşılaması gerektiği zamanda, yerde ve şekilde karşılamadığı gibi, Saray Rejiminin ekonomik kriz nedeni ile sokağa çıkma yasağı uygulamayı reddetmesi sonucunda Sağlık Bakanı Koca, 1 Nisan 2020’de “Özellikle şunu söylemek istiyorum, virüs kolay buluyor ve hızlı ilerliyor. Bir daha önce bunu böyle bilmiyorduk” derken, durumun gerçek boyutunun devlet nezdinde ne kadar geç farkına varıldığını ifade etmektedir.

Sonuç olarak, NAZİ Propaganda Bakanı Goebbels’i imrendirecek bir propaganda çalışması ile kendi halkına maske dağıtamayan, kendi halkına maske dağıtamazken 60 ülkeye sağlık yardımı yapan Saray Rejimi, başarılı olduğu algısı oluşturma yolunda mesafe kaydetmiştir. Bu noktada, Saray Rejimi’nin başarısız olduğu açığa çıktığı için durdurulan “şehir hastaneleri” projesinin “salgın ile mücadelede başarılı mücadeleyi sağladığı” iddiası ile propagandasını yaptığının da altı çizilmelidir.

Korona gibi bir salgın ile mücadele ederken, salgının ortaya çıkardığı toplumsal gerilimi hesaba katarak, gerilimi düşürmek, toplumsal dayanışmayı artırmak Erdoğan’ın sorumluluğunda iken Erdoğan salgın günlerinde toplumsal gerilimi yükseltmek için her şeyi yapmıştır. Yardım toplamak ve dağıtmak isteyen muhalif belediyelerin banka hesaplarına el koymuş, belediyeleri “paralel devlet” olmakla suçlamıştır. Muhalefet partilerine “virüs” benzetmesi yapmıştır. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok sağlam temeller üzerine kurduğu ve AKP’nin yarattığı bütün tahribata rağmen gücünü koruyan sağlık çalışanlarının fedakar ve bilimsel çalışmaları sonucunda Türkiye çok şükür ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya kadar ağır bir darbe almamış, ancak hak ettiği ve olması gereken Japonya ve Güney Kore gibi az zarar gören ülkelerin yanında da değildir.

Not: Öncelikle bu sürecin yürütülmesinde önemli görev icra eden ve canhıraş çalışan tüm sağlık çalışanlarımıza teşekkür ediyorum. Bu süreçte fedakar bir şekilde çalışmışlar, toplum sağlığını kendilerinin ve ailelerinin sağlığından önde tutmuşlardır.

[1] Ümit Özdağ, Kaçınılmaz Çöküş-AKP Rejiminin Dörtlü Krizi, Destek Yayınları, İstanbul 2019

[2] Bkz. https://www.birgun.net/haber/hukumet-1-yildir-salgin-tehdidini-biliyordu haberinden nakleden https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/covid-19-pandemisinin-erken-doneminde-turkiye-den-gelecege-bakis

* Bu vesileyle, cüzzam hastalığını Anadolu topraklarından atan, yaşamının son günlerinde hükümet tarafından kötü muameleye maruz bırakılan ve kendisine saygı gösterilmeyen Türkan Saylan’ı da anıyorum.

[3] Jan-WernerMüller, What ise Populism, PenguinBooks, 2016

[4] Bahadır Dinçarslan, Rus Gribinden Çin Virüsüne:Salgınlar ve Toplum, 23. Mar 2020