DERİN DEVLET DOSYASI : TÜRK DERİN DEVLETİNİN KAHRAMANLARI – ABDULLAH ÇATLI VE HİRAM ABAS


Kirli ve Derin Siyasi Tarihimizde Önemli Yer Tutan Eski İstihbaratçı : Hiram Abas

1932-1990 yılları arasında yaşamış olan eski MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas, yakın Türkiye tarihinin önemli figürlerinden biriydi.

tam adı mustafa hiram abas olan, mason olan dedesi ve babası nedeniyle ismini hiram abiff’ten alan efsane istihbaratçı.

şiddetli bir anti-komünist olarak bilinirdi. istanbul saint joseph fransız lisesi’ni bitirdikten sonra okumak için fransa’ya gitmiş, burada tutunamayınca dönüşte istanbul üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi’ne girmiştir.

daima magnum 357 model çok sevdiği silahını kullanırdı. gençliğinde boks yapmış ve bu sporda oldukça başarılı olmuştur. kirli ve derin siyasal tarihimizin önemli bir yerini doldurmaktadır. türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi nişancısı olduğu söylenir.

hayatı, soner yalçın tarafından bay pipo adlı kitapta ustalıkla anlatılmıştır.

sanver

özal dönemimin en ünlü mit ajanı hiram abas, mit’in sivilleşmesi adımlarının en büyük aktörüdür. birçok yurt dışı operasyonun kilit ismi olarak kitaplarda geçmiştir.

yardımcısı mehmet eymür ile birlikte mit raporu olarak geçen ünlü belgeyi basına sızdırmakla suçlanır ve bu nedenle mit’ten uzaklaştırılmıştır. babalar operasyonu nedeniyle birçok ünlünün özel yaşamını deşifre etmiştir.

ziverbey köşkü ve ankara’da birçok işkenceli sorgulaması olduğu iddia edilmiştir. yurt dışı operasyonlarda birçok kadınla ilişkisi olduğu ve bu ilişkiler nedeniyle bazı operasyonları tehlikeye attığı belirtilmiştir.

rickshaw

sonradan kitap olarak da basılmış olan "nato’s secret armies (operation gladio and terrorism in western europe)" isimli akademik çalışmada hiram abas’tan şöyle de bahsedilir:

"abas, birleşik amerika devletleri’nde gizli operasyonlar alanında eğitildi ve bir mit ajanı olarak ilk kötü ününü beyrut‘ta, 1968 ila 1971 yılları arasında israil gizli servisi mossad ile işbirliği içinde çalışarak filistinliler’e ( – "filistin halkına" olarak da okuyabilirsiniz) karşı başarılı bir şekilde uyguladığı sayısız kanlı saldırı ile elde etti. sabahattin savaşman, eski mit müsteşar yardımcısı, duruşmada bunu doğrulayarak şunları da ekliyordu: "(abas) lübnan‘da cia ile ortak yürütülen operasyonlarda yer alan, onlardan yüklü ücret ve ikramiyeler temin eden, filistin kamplarındaki solcu gençleri hedef alan ve faaliyetlerde gösterdiği başarı sonucu mükâfatlandırılan bu kişi (…)". türkiye’ye dönüşünden sonra, cia ile yakın ilişkileri sayesinde mit hiyerarşisi içinde hızla yükselen abas; cia tarafından elde tutulmaya|çalıştırılmaya ve hassas terör operasyonlarına ( – şirket|cia tarafından) dahil edilmeye devam edildi. öyle ki, akıl hocası cia istasyon şefi duane clarridge italya’daki cia istasyonunun başına atandığında dahi, abas’ın kariyeri durmaksızın devam etti. clarridge, başkan ronald reagan ve cia şefi bill casey’e doğrudan bağlı olarak çalıştığı 1981’de dahi abas ile olan iletişimini kesmemişti."

kulkke

hiram abas, özal’ın yapacağı bir suriye ziyareti öncesi, öcalan’ın şam’da kaldığı apartmana kadar bildiklerini, sürekli fiziki ve teknik takip yapıldığını belgelerle özal’a iletmiş; bunun üzerine özal’la birlikte suriye gezisine katılmıştır.

turgut özal, hafız esad’la yaptığı temaslarından ardından, esad’dan şam’ı gezdirmesini ister. bu geziye önceden kararlaştırdıkları gibi hiram abas’ı da dahil eder. derken şam’da bulunan öcalan’ın yaşadığı semte kadar gelinir. özal tam bu sırada abas’tan aldığı işaret üzerine esad’dan öcalan’ın teslim edilmesini ister.

hafız esad’ın öcalan’ın bulunduğu yerle ilgili resmi bir bilgisi olmadığını söylemesi üzerine hiram abas, şoföre durmasını söyler. özal da hafız esad’a: "haydi inip beraber görelim şu dairede kim var?!" deyince hafız esad’ın rengi atar. daha sonra bölgenin güvenli olmadığını söyleyerek özal’ı uzaklaştırır.

bu olaydan birkaç ay sonra 1988’de önce kartal demirağ, özal’a suikast düzenler; eylül 1990’da da hiram abas öldürülür.

godot yu hacklerken

hiram abas, 26 eylül 1990 tarihinde, çiftehavuzlar mahur sokak’ta arabasının içinde, 7.65 çapında bir silah kullanılarak arkasından vurulmak suretiyle öldürüldü. eylemi dev-sol üstlendi.

öldürüldüğünde mit müsteşar yardımcılığı’ndan emekliydi. çalışma hayatı boyunca anti-komünistliği ve solcu düşmanlığıyla ünlenmişti. öyle ki mossad ve cia’den yüklü maaşlar aldığı dedikoduları gırla gidiyordu. yükselmesinde mossad ve cia ile olan ilişkilerinin olduğu da çok göze batmıştı. filistin’deki solcu katliamında da başrolde olması da bunu doğruluyor aslında. bu nedenle de emekliliği sonrası dev-sol’un ilk hedefi durumdaydı.

Yakın Türkiye Tarihinin En Kilit İsimlerinden, Derin Devlet Ajanı Abdullah Çatlı’nın Hayatı

1956’da doğan ve 3 Kasım 1996’daki, sırrı hala çözülemeyen Susurluk Kazası’nda hayatını kaybeden derin devlet ajanı ve kontrgerilla mensubu Abdullah Çatlı’nın hayatının kısa bir özeti.

kimilerine göre, türkiye’nin al capone’cuğu; (ki aslında capone’dan çok daha imtiyazlı, zira muazzam bir devlet himayesini uhdesinde barındırır) polis, asker, mafya, siyasetçi, korucu ve itirafçılardan oluşan "gladio" düzeneğinin en seçkini, bıçkını; kutsal devlet adına envaiçeşit operasyonlara katılımcı olmuş milliyetçi türk büyüklerinin reisi.

nevşehir’in çat köyünde, mübadele ile yunanistan’a göçmüş rumlardan kalma konağı mesken tutmuş bir kalaycı dedenin torunu; geçimini kah nakliyecilik kah da küçük esnaflıkla temin eden beş çocuklu bir babanın en büyük evladı.

ülkücülüğe sempati ile yaklaşan her liseli genç gibi o da nihal atsız’ın “bozkurtların ölümü” ve “bozkurtların dirilişi” romanları (yoksa benimsenen tabiri ile türk ırkçılığının teorisi mi deseydim) ile ülkü ocakları derneğinde tanışmıştı ve yine ek olarak judo ve tekvando kurslarında bir aslan parçası olmak için uğraş vermişti.

kutsal devletin komünistlerle savaşının, ankara’da meydan muharebeleri şeklinde seyri esnasında, muhtemelen başbuğ türkeş’in takdir ve onayı ile, 21 yaşında, “ülkü ocakları derneğinin ankara şube başkanlığı”na oturan ve böylelikle, "reis" lakabını da ilk defa kimliğine tescil ettiren bozkurt kumandanı.

ilerleyen zamanlarda, başkentte sergileyeceği üstün vatanperverlik hizmetlerinin karşılığı olarak, kendisindeki vatanına / milletine tapma gücünü ve cevherini keşfetme olanağı yakalayan gizli eller tarafından, memleketin büyük davalarında kullanılmak üzere latin amerikalarda ve abd’de envaiçeşit kurslardan geçirilmek üzere uzak diyarlara yollanacak olan, uzaktan kumanda ile harekete geçen "yok et" mekanizmasının milliyetçi tetiği.

bu süreç ve görevle ilgili olarak; çatlı’nın tetikçilerinden mehmet ali ağca, 1997 yılında, kanal d’de yayınlanan bir programdaki röportajında şöyle demiş idi:

“çatlı, kostarika’da (bu kısmı karıştırmış olduğu, çatlı’nın puerto rico’da eğitim aldığı bülent ecevit tarafından aynı programda düzeltilmişti) kısa ama yoğun bir anti-terör eğitim görmüştü. mükemmel derecede karate ve ingilizce biliyordu. sahte pasaport ve kimlik düzenlemede uzmandı. faşist kanadın türkiye’yi 12 eylül’e sürükleyenlerindi. yabancılar tarafından eğitilip, ordunun katılmayacağı ya da bölüneceği bir iç savaş olasılığına karşı sağ örgütlerin başına konuldu. sağ tarafı yönetecek şeflerinden biriydi.”

70’li yıllarda alparslan türkeş’in, muhsin yazıcıoğlu’ndan sonraki ikinci adamı; türkiye işçi partili 7 öğrencinin öldürüldüğü bahçelievler katliamı’nın maşası / tertipleyicisi; 16 mart 1978 istanbul üniversitesi’ndeki bombalı saldırının delikanlı milliyetçisi; abdi ipekçi cinayetinin perde arkası silüeti.

12 eylül darbesi’nden sonra, kullanılarak bir kenara atılan ve gizli eller tarafından yurt dışına çıkılması teşvik edilen, geçimi devlet tarafından temin edilen sivil memur. (mehmet el katmış/ susurluk araştırma komisyonu raporundan) bu yurt dışı ikameti sırasında yine kendisine görevlendirilen bu manadaki en büyük eylemini asala’ya karşı veren, (ki, rivayete göre başbuğ alparslan türkeş ve dava(!) arkadaşlarının tahliyesi ve ülkücüler hakkındaki idam kararlarının durdurulması şartıyla göreve talip oldu.) lakin, görmedim/ tanımadım/ bilmem efektleri ile kulağı seyirtilen yeşil ne ki türlüsünden pasaportlu sivil emniyet uzmanı.

bu ani silah ve iş ortağı oral çelik’in susurluk davası ile ilgili olarak meclis araştırma komisyonundaki beyanı ile süsleyelim isterim:

“abdullah çatlı, büyük bir adamdı. onunla birlikte ermeni asala örgütüne karşı, avrupa’da tam 28 eylem gerçekleştirdik. her eylem için devletten onar bin dolar aldık. ama paramızın tamamını alamadık; son işimizin ücreti ödenmedi. devletin bize on bin dolar borcu var.”

80’li yıllarda başlayan özelleştirme furyasının katalizörlüğünde terörizminde özelleştirilmesinden nasiplenen; vatan ve milletin bekası adına ücreti mukabilinde kurşun atanların girişimciliği ile kurulan organize suçlar holdinginin müellif ve ortağı olarak anılan yüce ülküdaş.

avrupa uyuşturucu kumpanyasını geliştirip sürdürdüğü süreçte 1986 yılında fransa’da suçüstü yakalanıp eroin kaçakçılığından hüküm giyen, iki yıl hapis yatan, akabinde, hakkındaki yedi yıllık cezayı çekmek üzere isviçre polisine teslim edilen ve lakin, kendisinin hamisi ve yandaşları tarafından burada fazla tutulmasına fırsat kalmadan türkiye’ye kaçırılan şerefli vatan evladı.

yurda geldikten sonra da pkk ile mücadele görevini üstlenen; bitip tükenmez üstün hizmetlerine yenilerini ekleyen, bu manada, tansu çiller’in başbakanlığı döneminde, apo’ya karşı tertipelenen başarısız suikast girişimindeki ekip içinde de yer alan ve rivayete göre, yaklaşık 50 milyon doları lübnan, suriye ve israil’de bu amaç için haraç mezat eden üniformasız vatan neferi.

ne yazık ki, yüce tanrı kendisinin türk milleti için vermiş olduğu üstün hizmetlerine karşı kayıtsız kalmadı. “iyiler erken ölür” kaidesini hayata geçirdi ve bu sevgili kulunu huzuruna aldı. hem de ağrısız sancısız anında bir sonla; kapkara bir mercedes içinde bir yanında yine şerefli türk silahşörlerinden hüseyin kocadağ, bir yanında da güzellik kraliçesi gonca us olduğu halde… bir de aynı araçta kazaya uğrayan, kürt aşiret reisi sedat bucak vardı, henüz vadesini doldurmadığından bu şanlı ölümle tanışma fırsatını yakalayamamıştı. ilah-i takdir!

bu vakayı, vatanın yılmaz savunucularından, şeflerin şefi, dönemin içişleri bakanı mehmet ağar şu vecizesi ile ölümsüzleştirmiş idi:

“kocadağ, herhalde suçluyu yakalamış, teslim etmek üzere istanbul’a getiriyor idi. yoksa devletin başka türlü çatlı ile bir arada olması mümkün değildir.”

kadere bakınız ki, çatlı öldükten sonra, yıllar yılı kendisini kullananlar dahil, koltuğu yüksekte olanlar, yüksek türk sosyetesi, türk asilzadelerinden çoğu kimse onu tanımadı.

lakin işin aslının öyle olmadığı korkut eken’in istanbul devlet güvenlik mahkemesi’nde verdiği şu beyanla anlaşılıyor idi:

“…çatlı ile beni, 1988’de, mit daire başkanı tanıştırmıştı. ancak ağır suçlardan dolayı arandığını bilmiyordum. emniyetteyken çatlı yurtdışı haber kaynağımızdı…”

sözün kısası; "bir dönemin türk büyükleri" isimli kitabın önemli sayfalarını işgal eden zat-ı muhteremdir, kendileri.

olmayanaergi

Papa Suikastı detayı

her ne kadar mehmet ali ağca, ısrarla "abdullah çatlı bu işte yok" dese de papa suikastinin baş aktörü olduğunu düşünüyorum. en azından lojistik destek açısından. aynı zamanda ağca olaydaki ikinci tetikçinin kankası oral çelik olduğunu söylediğinde asıl olaylar başlar.

– suikastten sonra italyan savcılardan martella, çatlı’nın arkadaşı yalçın özbey ile almanya’da temasa geçer ve kısaca ona " ağca’nın bu suikastı sovyetler adına bulgarlarla birlikte işlediği yönünde tanıklık yaparsan sana deli para veririrz." der. yalçın özbey de kabul eder ve mahkemeye çıkarılır.

diğer savcılardan biri de o sıralarda fransa’da cezaevinde olan çatlı ile temasa geçer ve ona da "gel tanıklık yap, seni yargılamayacağız" diyerek ikna eder ve çatlı mahkemeye çıkarılır.

– kameraların önünde çatlı mahkemeye getirtilir ve ağca sağına, özbey de soluna oturtulur, yüzleşme gerçekleştirilir. çatlı’yı gören ağca ve özbey adeta mahvolmuş gibi olurlar. bi titremedikleri kalır. özellikle özbey ağzını bile açamaz ve daha önce verdiği ifadeleri reddetmek zorunda kalır.

– ve çatlı kameraların önünde ikisini de bakışlarıyla konuşmalarıyla tehdit eder. oral çelik’in olay esnasında kendi yanında olduğuna, özbey’in para karşılığı böyle bir ifade verdiğine mahkemeyi resmen ikna eder ve mahkeme oral çelik dosyasını kapatır. daha sonra kızına yazdığı mektupta büyük ihtimal bu olaya ve asala operasyonlarına atfen "avrupa’yı hoplattım" diyecektir. isteyenler youtube’dan görüntüleri izleyebilir. adam resmem mahkeme huzurunda adamlarına racon kesmiş.

Abdullah Çatlı’nın mahkemedeki konuşması

VİDEO LİNK : https://youtu.be/dA7dCJFI1wk

– işin acı yanı bu olay 1985’te cumhuriyet gazetesine "büyük reis çatlı" başlığıyla haber olur ama uğur mumcu dışında kimsenin dikkatini çekmez.

– bu adam 80 ile 90 arasında resmen bütün istihbarat servisleri tarafından korunmuştur. hatta isviçre polisi bunları yakaladığında çok ilginç bir şey olur. interpol tarafından aranan adama sahte kimlik, pasaport verip, ceplerine harçlık koyup yollar.

– susurluk komisyonunda ortaya çıkan "çatlı 80 öncesinde de kullanıldı" ifadesinden sonra olay araştırılıyor.

bana kalırsa asker-mit ve kontrgerilla tarafından kendisine talimatlar verilmiş, esrarengiz yüzbaşı mehmet ali çeviker tarafından silah/bomba vs desteklenmiş ve darbeye giden süreçte ne kadar sansasyonel eylem varsa hepsini planlamıştır.

bu konuyla ilgili saint pierre’nin kurtları kitabı, uğur mumcu’nun papa mafya ağca ve soner yalçın’ın kitapları okunabilir…

tükiye tarihinde böylesine bir katilin avrupa’da ve türkiye’de böylesine korunması içimi acıtıyor. o zamanlar gerçekten bambaşkaymış…

belki şimdi olaylar daha farklı ama aynı mantıkla hala devam ettiğine inanıyorum…

türkiye yakın tarihinin en acı olaylarından ve en kilit adamlarından biri bence…

DERİN DEVLET DOSYASI /// BİLGEHAN EREN : Derin Dünya İmparatorluğunun Gizli Silahları


BİLGEHAN EREN : Derin Dünya İmparatorluğunun Gizli Silahları

​BİYOTERÖR

Düstursuz ve destursuz meseleye girmemek adına, öncelikle Büyük Doğu Mimarı’na kulak verelim; otuz beş yıl önce Üstad şöyle sesleniyordu:

– «Sanayileşmekteki kısırlık ve iş dehasına uzaklık halimizi, yerli film diye ortaya attığımız her bakımdan pespaye eserlerin vücuda geliş şartları misallendirir.

Ham film… Dışarıdan gelir.

Alıcı, verici makineler… Dışarıdan gelir.

Laboratuvar malzemesi… Dışarıdan gelir.

Kimya unsurları… Dışarıdan gelir.

Senaryo… Ecnebî filmlerden aparılır.

Sanatkâr… Yabancı artistlere özenir.

Ve:

İşbu filmin sadece seyircisi yerlidir. O da tam değil…

Bu misali, bütün imal sahalarımızda ve yerli mal davamızda akametimizin sembolü olarak gösterebiliriz.

İlaç fabrikalarımız vardır; bize bu işte, tarifnamesi yine dışarıdan gelen unsurları, yine ve yine dışarıdan gelen hassas teraziler üzerinde tartıp bulamacını yapmak düşer. Unsurlardan herhangi biri gelmedi mi ilâç yoktur.»

Bu girizgâhın hemen bitişiğinde hatırlamamız gereken husus, yıllardır Recep Tayyip Erdoğan’ın iki stratejik sektör üzerinde önemle durması: Yerli ilaç ve silah sanayi. Biri görünen diğeri ise görünmeyen düşman için. Ayrıca buradaki mahallîlikten kasdın, tabelada Türkçe isim olmasından çok öte olduğu da açık.

Mevzuumuzun genel çerçevesi “biyoterör” olduğu için, yabancı ilaç firmalarının dünyadaki ve Türkiye’deki operasyonları üzerinde konseptimiz dışı detaylı duramayacağız lâkin birkaç satırbaşını da yeri gelmişken hemen aktarmakta fayda var. Zira Coca Cola’yı, içmeyerek protesto edebiliriz, lâkin envai türlü kanserden MS’e kadar birçok hastalıkta bu firmalara bir nevi muhtaç durumdayız. Diğer bir deyişle, “multiple skleroz” olduğumuzda paşa paşa bu firmaların ilaçlarını kullanmaya mecburuz. Misal, dünyanın en büyük jenerik ilaç firması TEVA Pharmaceutical yıllardır Türkiye’de de faaldir. Bu İsrailli firmanın, ABD ayağının -ABD’deki en büyük siyonist lobi olan- AIPAC ile yakın ilişkileri olduğu da herkesçe bilinen bir şey. Bir başka örnek olarak da Sandoz’u hatırlatmak isteriz. Yine yıllardır Türkiye’de faaliyet gösteren bu firmanın geçmişi ise son derece ilginçtir. CIA’in kitleleri yönlendirmek için 1950’lerde başlattığı MKULTRA projesi kapsamında kullanılan LSD isimli sentetik uyuşturucuyu üreten firmadır. CIA’in MKULTRA’sından önce ise, 1951 yılında, Sovyetler Birliği’nin zihin kontrol çalışmalarında kullanılmak üzere Sandoz firmasından yaklaşık 50 milyon doz LSD satın aldığı ilgili raporlarda mevcuttur. Son olarak, -her şey gibi bu da unutuldu gitti ama- 2004 yılında patlayan “Roche skandalı”nı hatırlatmakta fayda var. Firma yetkilileri ile bazı bürokratların, devlete yüksek fiyatla ilaç satarak, yaklaşık 8 milyon TL zarara uğrattığı iddia edilmiş; İstanbul Başsavcılığı, aralarında Roche yöneticileri ve üst düzey bürokratların da bulunduğu 18 kişi hakkında dava açmıştı. 2006 yılında görülmeye başlayan ve o dönemde “ilaçta çete” davası olarak medyaya yansıyan mahkeme sonucunda ne oldu peki? Nisan 2013’te, Roche’un eski genel müdürü de dahil, 7 sanık beraat etti, 11 sanık ise zaman aşımıyla kurtuldu.

Bu bölüm için düşündüğümüz birkaç sayfalık hacimde tüm detayları aktarmamız mümkün olmasa da, buraya kadar yazdıklarımıza nisbetle, terkibî hükümler hâlinde ve çok da teknik ifadelere girmeden elimizden geldiğince aktarmaya devam edelim.

Kültür emperyalizmi (Brzezinski’nin ifadesiyle “kültürel çekicilik” de diyebiliriz) nasıl ki “küresel şeytan imparatorluğu” kurmak için gizli bir silahsa, “biyolojik terör” de aynı merkeze, “derin dünya imparatorluğu”na hizmet eden önemli bir güç. (Elbette bazı silahların bumerang etkisi yapabileceği ve fırlatana geri dönebileceği de söz konusu.)

Lûgattaki tarifi bir yana, günümüzde “terör”ün karşılığı (dünyada genel algılanışı) şu an için IŞİD düzeyinde olsa da, “biyolojik terör” dediğimiz hadise, giyotinci Fransız Jakobenlerine sempati hissettirecek cinsten. Zira ortada görünmeyen bir düşman var. Ve öylesine bir bilgi kirliliği içerisindeyiz ki, silahı yapanı ve kurşunu sıkanı kısmen bilsek de, nerede kime sıktığını ve bu kurşunun tam olarak muhtevasını bilemiyoruz. Evet, tanımadığımız bir düşmanla karşı karşıyayız.

Öldürücü hastalık yayan virüs ve bakterilerin laboratuvar ortamında üretilip kullanılmasıyla, insanlara zarar vermeyi hedefleyen her türlü madde biyolojik silah olarak tanımlanıyor. Ve bu tanıma -ortak kanaate göre- biyolojik olarak türetilmiş zehirler de giriyor.

Her ne kadar laboratuvar ortamında üretilmemiş olsa da, tarihteki ilk biyolojik saldırının Cengiz Han’ın soyundan gelen Cani Bey tarafından yapıldığı iddia ediliyor. Cani Bey, vebadan ölen askerlerini, ele geçirmek istediği şehirlere mancınıklarla atarak bilinen ilk biyolojik silahı kullanmış sayılıyor. Ayrıca vebalı fareleri kalelerin içine bıraktırdığı da rivayetler arasında.

Dünya tarihine geçmiş bir diğer biyolojik silah kullanımı ise, İngilizlerin Amerikan yerlilerine verdiği battaniyelerle gerçekleşir. Bu battaniyeler çiçek hastalığı taşır ve Yeni Kıta’nın insanlarının bağışıklık sistemleri böyle bir hastalıkla mücadele edebilecek çapta değildir.

Bundan sonrası ise bu kadar masum (!) değil. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen teknoloji-laboratuvar şartlarında birçok biyolojik silah üretildi. Ruslar, Almanlar, Japonlar, İngiliz ve Amerikalılar gözlerini kırpmadan bu silahları kullandı.

Temel amaç, “dünya hâkimiyetlerini” güvence altına almak isteyen elitist bir yapının, küresel imparatorlukları için -keyfiyet planında- zihin ve kalb kontrolü yanında, aynı zamanda -kemiyet planında- nüfusu kontrol arzuları. Bu bazen savaşlar çıkarıp doğrudan gerçekleştirilebildiği gibi, bazen de kısırlaştırıcı ilaç-aşı-gıda ve salgın hastalıklar yayarak dolaylı olarak da gerçekleştirildi. Hattâ bu yollarla da farklı gelir kalemlerine, büyük kârlara da kapı açıldı.

1970’lerde bu kontrol politikalarının başında ABD’nin meşhur dışişleri bakanı, Henry Kissinger vardı; elbette en büyük destekçisi de Rockefeller ailesiydi.

Günümüzde ise CIA’in 2030 nüfus politikaları ve 2050 perspektif raporu malûm. Hattâ yeni evli çiftlerin yüzde 5’inin çocuk sahibi olabilecek seviyeye çekilmesi, daha doğrusu biyolojik ve genetik yapılarıyla oynanması. Ve tüm dünyada oluşturulmaya çalışılan korku iklimi… AIDS’in ABD kaynaklı bir laboratuvar virüsü olduğu artık açıklık kazanmışken, dün “kuş gribi”, “domuz gribi” bugün ise EBOLA!..

Sahi ne olmuştu kuş gribinin sonunda?.. Roche firması sipariş üzerine sipariş almıştı. Niçin? Kuş gribinde tüm dünyada yoğun olarak kullanılan, ABD’de kullanılması yönünde hakkında genelge hazırlanan, kuş gribi virüsünün öldürücü H5N1 türüne şifa “Tamiflu” isimli bir ilaçtaydı ve bu ilacın tek üretim lisansı da Roche’taydı. Peki bu ilacın patent hakkını göze batmamak için Roche’a kim vermişti? Kaliforniya’daki biyoteknoloji laboratuvarında ilacı geliştiren “Gilead Bilim”. Ve bu hususta son bir not: Dönemin ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Başkan Bush ile omuz omuza çalışmaya başlamadan önce, 1997 yılında hangi şirketin Yönetim Kurulu Başkanıydı? Tahmin etmek zor değil elbet, “Gilead Bilim”in!..

Aslında hep aynı hikâye… Dün (ilk önce Kızılderililerin üzerinde New Mexico’da 1990’larda denenen) SARS ve Çin, bugün EBOLA ve Afrika… Hedef yine aynı… Sömürebildiği kadar sömürmek -ki yıllardır bunu yaptılar-, sonrasında da Afrika’yı insansızlaştırmak. Yoksa beş yıllık testler yapılmadan, aşıları hemen nasıl piyasaya sürüyorlar? Ya daha önceden yapıldı bu testler, yahut birileri yine kobay oluyor. İşin ilginç tarafı Almanya ve Hollanda bu aşıları kabul etmiyor ama Suudi Arabistan’da, Kenya’da bu aşılar yapılıyor.

Lâkin artık oyunun sonuna gelinmiştir. Hem de en sona!.. Ve oyun biterken, pusuda olan değil, şahı çeken tehlikededir.

FRANKEŞTAYN MENÜSÜ

“Petrolü kontrol edersen, milletleri kontrol edersin!

Yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin!’’

Bu söz, 1970’li yıllar boyunca Amerikan elitinin menfaatine hizmet eden, ABD’de doğmadığı için başkan olamayan, ancak başta ABD olmak üzere dünyanın dinamiklerini değiştirmek konusunda başkandan bile etkili olan, Yahudi kökenli Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’a ait.

Global yiyeceği kontrol etme planı ilk kez 1929 Ekonomik Buhranı’yla ortaya çıkmış, sonrasında ise bugün de isimlerini bildiğimiz bazı ailelerin (Rockefeller ailesi gibi) servetlerini korumak amacıyla kurdukları vakıfların yardımı ile de desteklenmiştir. Bu planın -günümüz için- en müşahhaslaşmış hâli de kısaca GDO dediğimiz, “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar”dır.

GDO; bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi, yahut ona kendi tabiatında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen organizmalardır. Bir canlıdan diğerine gen aktarımı, bir çeşit kesme, yapıştırma ve çoğaltma işlemi olup, genetik mühendisleri tarafından uygulanır. Aktarılacak gen, önce bulunduğu canlının DNA’sından kesilerek çıkarılır, sonra da “vektör” adı verilen taşıyıcı virüs ile bu gen DNA molekülüne yapıştırılır. “Frankeştayn Gıda” olarak da nitelenen GDO’lar, bugün kolera bakterisi geni taşıyan yonca, akrep geni taşıyan pamuk, tavuk genli patates, balık genli domates gibi gıdalar şeklinde karşımıza çıkıyor.

Canlılar üzerinde yapılan bu değişiklikler; canlı sağlığı, biyolojik çeşitlilik (tür zenginliği), ekolojik dengenin bozulması, ekonomik bağımlılık, canlıların hayat hakkının elinden alınması ve canlılar üzerinde mülkiyet hakkı tanınması açısından önemli riskler oluşturmuş, kısacası, hayatın filizi olan tohumlar, hayatımızı tehdit eden bir faktör hâline gelmiştir.

Bugünlere Nasıl Gelindi?

Biyoteknoloji (biyolojik mühendislik) ile hayat biçimlerinin özelliklerinin değiştirilmesi ilk olarak 1970’lerde Amerikan laboratuvarlarında başladı. Bu dönemde hükümette bu konunun kilit ismi -sonradan ABD başkanı da seçilecek olan, eski CIA başkanı- George Bush (baba Bush) idi. Bu konuya el atmış ilk şirket olan “Monsanto”yu da daha sonra sahnede çok kereler görmek mümkün olacaktı. 1980’li yılların başında pek çok şirket bu sektöre hücum etti. Nitekim o yıllarda bu ürünlerin üretimi, satışı ve riskleri konusunda herhangi bir kanunî düzenleme yoktu ve girişimci şirketler bu düzensizliğin devam etmesini istiyordu. 1988 yılında Bush’un başkan olmasıyla birlikte Monsanto ve büyük GDO şirketlerine yeni serbestlikler ve teşvikler tanındı. Bununla da yetinmeyen Bush, 1992 yılında “Yeni Biyoteknolojik Yiyecek Politikası”nı halka duyurarak bu şirketlerin önünü tamamen açmış oldu. Bu politikaya göre, GDO’lu yiyecekler denetim açısından diğer ürünlerle aynı kısıtlamalara sahip olacak ve GDO’lu ürünler için başka denetleme getirilmeyecekti. Böylece Pandora’nın kutusu açılmış oldu. Sözde denetim için dört Amerikan kuruluşuna da muğlâk sorumluluklar verildi ve nitekim bu kuruluşlardan birinin (Ulusal Gıda ve İlaç İdaresi – FDA) GDO’lu ürünler için belirttiği “çekince” dikkate bile alınmadı.

Piyasaya sürülen büyük ölçekli ilk GDO, “büyükbaş hayvan büyüme hormonu” içeren süttü. Bu sütün elde edilmesi için hayvanlara düzenli olarak bir ilaç veriliyor ve bunun sonucunda yüzde 30 daha fazla süt elde ediliyordu. İlk zamanlar zaten ekonomik darlıkta olan çiftçiler için karşı konulamaz gibi görünen bu çözüm, uygulamanın ikinci yılından itibaren enfeksiyon nedeniyle yürüyememe baş gösterince, yerini çözümsüzlüğe bırakmış oldu. Ürünün sahibi olan Monsanto’nun, ürünü aklamak için resmî kurumlar çerçevesinde gösterdiği lobi faaliyetlerini dikkatle incelediğimizde, bugün pek çok gıdanın ve ilacın iznini veren Amerikan kurumlarının ne kadar güvenilebilir olduğunu da düşünmekte fayda var.

Bilimin Üzerindeki Demokles Kılıcı

GDO’lar hakkında yapılmış ilk tarafsız ilmî araştırma, bize aynı zamanda, ilmî çalışmaların hangi şartlarda ‘bağımsız’ olabildiğini anlatmaktadır.

GDO’lar konusundaki ilk tarafsız ilmî çalışmayı 35 yıllık tecrübeye sahip İskoç bilim insanı Dr. Arpad Pusztai yapmıştır. Bitkilerin genetik değişimi konusunda dünyanın önde gelen isimlerinden biri olan Pusztai’nin çalıştığı kurum yani “Rowett Research Institute”, hükümet destekli bir kuruluştu.

İskoçya Tarım Ofisi, “Rowett Research Institute”tan, GDO’lu bitkiler ülkede henüz yaygınlaşmadan önce ürünleri denetleyebilecekleri ilmî test metotları geliştirmesini istedi. Bunun üzerine Pusztai, genetiği değiştirilmiş patatesler ile deney farelerini beslemeye başladı ve 110 gün sonra bu farelerde bir farklılık olduğunu saptadı ki, en tehlikeli farklılık, farelerin bağışıklık sistemlerinin zayıflamasıydı.

Pusztai genetiği değiştirilmiş patateslerin kötü etkilerinin yavaş gözlendiğini ve mecbur kalmadıkça genetiği değiştirilmiş gıdaları kesinlikle tüketmeyeceğini açıkladı. Bir ânda tüm dünya bu sansasyonel açıklamayı tartışır oldu. Pusztai’nin patronu, ilk başta, büyük bir özenle yapılmış bu araştırmayı tebrik etti, hattâ bununla kalmayıp sonuçları basına dağıttı. Ancak 48 saat içinde bu destek birden kayboldu ve 68 yaşındaki Pusztai işten atıldı. Ayrıca türlü tehditlerle de şirketten uzak durması sağlandı.

Pusztai’ye yapılan bu haksızlığa, 13 ülkeden 30 bilim insanı bir bildiri yayınlayıp itiraz etseler de, bu girişimden pek bir sonuç da alınamadı. Üstüne üstlük hemen bir karşı hamle geldi. Zira hadisenin geçtiği yıllar tam da İngiltere’de Tony Blair hükümetinin başta olduğu yıllara denk geliyordu. GDO oyununda tarafsız olmadığını açıkça bildiğimiz Blair’in baskıları ile “İngiliz Bilim ve Teknoloji Komitesi” Pusztai’yi kınayan bir açıklama yayınladı. Pusztai’nin tüm bu olumsuzlukları atlatabilmesi, hayatının beş yılına ve birkaç kalb krizine mâloldu. Rowett’taki eski iş arkadaşları Pusztai’nin susturulma emrinin Blair’den geldiğini ve ona bu emri veren kişinin de ABD Başkanı Clinton olduğunu belirttiler. Şirket yöneticileri de hükümetten aldıkları desteğin kesilmemesi için, tecrübeli bilim adamını bir kalemde silebilmişlerdi. Nitekim 90’lı yılların sonunda GDO firmalarının hisseleri Wall Street’te tavan yaptı.

GDO’ların 1970’lerde başlayan ve hâlâ devam eden serüvenini inceledikçe, yukarıda okuduğunuz uygulamaya çok daha sık rastlamak mümkün. Önceleri birkaç büyük Amerikan şirketinin el attığı bu sektörün daha sonra meşhur ailelerin sermaye savaşlarına sahne olmasında, aynı şekilde hükümetlerin de devreye girip bunlara destek çıkmasında, aslında insanlığa hizmet ettiği bizlere öğretilen bilimin nasıl da özel amaçlara köle edildiğini ibretle görebilmekteyiz.

Bu arada, yaşadığı onca olumsuzluğa rağmen Pusztai, elindeki tüm sonuçları bir İngiliz bilim dergisi olan “The Lancet”te Ekim 1999’da yayınlatmayı başardı. Derginin editörü, Kraliyet Cemiyeti’nin üst seviye bir isminden, “işinden olabileceği” yönünde bir tehdit telefonu almış da olsa, Pusztai’nin makalesine yer verdi. Makale yayınlandıktan sonra Pusztai, çok da yabancı olmadığı baskılara yeniden maruz bırakıldı. Bu sırada İngiltere’de rüzgâr Blair hükümetinden yana esmekteydi ve seçimlerden önce bu yapıya destek veren Lord Sainsbury, desteğinin karşılığı olarak “Bilim Bakanı” oldu. Kendisi bilimden ne kadar uzaksa, -iki büyük GDO firmasının hisselerine sahib olmakla- GDO’lu yiyeceklere bir o kadar yakındı. Bu bağlantının İngiltere’de GDO’lu yiyeceklerin yükselişini nasıl yönlendirdiğini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek… Bu destek öylesine beslendi ki, 2000 yılında, çalışmaların sonuçlarına bakılmaksızın GDO’lu mısırlar için izin sertifikası verildi. Ve bu sürece, konu ile ilgili ilmî kuruluş çalışanlarının GDO’lu yiyecekler konusunda açıklama yapmasının yasaklanması da eklenince, muhtemel bütün engeller kaldırılmış oldu. Böylece Pusztai’nin canlı hayvanlar üzerinde yaptığı çalışma, İngiltere’deki ilk ve son araştırma olarak kaldı.

Evet, 1930’lu yıllarda fikrî olarak yeşeren, 1970’li yıllarda temeli oluşturulan ve 1990’lı yıllardan itibaren de sahnede alenî olarak gördüğümüz GDO’lu yiyeceklerin, hangi desteklerle ve hangi amaçlarla bugünlere geldiğini kısaca resmetmeye çalıştık. Bu konuda anlatılabilecek şübhesiz daha çok şey var. Lâkin altını önemle çizmek istediğimiz husus, özellikle tarafsız (objektif) telakki edilen bilimin, aslında hiç de öyle -tarafsız- olmadığı gerçeğidir.

Ve çoğu durumda kârhane olarak görülen bilim, elitist bir yapının elinde, birçok sahada Frankeştayn imalâthanesine dönmektedir.

TELEGRAM VE ZİHİN KONTROLÜ

Her yerde “demokrasi, insan hakları” diye naralar atıp, balonlar uçursalar da, Latince “inquisitio” (soruşturma) kelimesinden gelen Ortaçağ Engizisyonu’nun “Böğüren Boğa” metodundan beri, Batı dünyası ileri işkence tekniklerinde büyük mesafe (!) kat etmiştir. Klasik tanımla “işkence”; bir kimsenin düşüncelerini öğrenmek amacıyla uygulanan, maddî veya mânevî olarak yapılan sistemli bir eziyettir. Nasıl ki ulaştırmadan haberleşmeye kadar her sahada, yaşanılan çağa özgü güncellemeler oluyorsa, gelişen (!) işkence metodlarına paralel, işkence kavramını da “denetim ve kontrol altında tutma” özelliğini ekleyerek yeniden tanımlamamız gerekir.

Hatırlanacağı üzere, 2014 yılının Aralık ayında, ABD Merkezî Haberalma Teşkilatı (CIA) hakkında, 11 Eylül saldırıları sonrası terör şübhelilerine uyguladığı işkence ihtiva eden gözaltı ve sorgulama tekniklerine dair Senato İstihbarat Komitesi raporu açıklanmıştı. Medya ile paylaşılan ise yaklaşık 6 bin sayfalık raporun sadece 500 sayfasıydı. Ne vardı bunların içinde? Batı adamının genetik yapısına uygun olarak, son derece iğrenç, ağır, aşağılık, fizikî ve mânevî işkence uygulamaları ki bu yazıda bunları tekrarlama niyetinde değiliz. Bir bakıma günah çıkartma adına paylaşılan bu raporun içinde yer alan işkence uygulamaları, aslına bakılırsa, dünyanın en saygın kurumlarından biri olan (!) Harvard Üniversitesi’nden hukukçuların vakti zamanında “onay vermesiyle” başlamıştı. Onlar buna, “işkence” değil, “ileri sorgulama teknikleri” diyordu. Raporda kaba işkenceler bir tarafa, bir husus vardı ki, aslında üzerinde yeteri kadar durulmadı. Bu işkence metotları, CIA dışından (“dışında” olmak ne demekse) iki psikoloğun yönlendirmesi, geliştirmesiyle yapılmıştı. Medyaya servis edilen isimler ise gerçek değildi. Kaldı ki, ismi paylaşılan bu iki psikoloğun, birazcık da yığınların gazını almak ve sus payı anlamında adlarının verildiği, aslında arka planda APA – Amerikan Psikologlar Birliği’nin de zaten CIA ve Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) ile organize çalıştığı iddia edildi.

“Halkın aklı gözündedir” hakikatine binaen, bu vesileyle kamuoyu bir kez daha kaba işkence metodlarına dikkat kesildi. Ne var ki, teknolojisi görünmeyen, gösterilmek istenmeyen, elden geldiğince sır gibi saklanmaya çalışılan ve konunun giriftliğinden mütevellit, anlaması, anlatılması, kültürel ve tarihî arka planının kavranması ve isbatı da zor olduğu için, kof adamların kafa yorma zahmeti yerine, inkâr etme kolaylığına kaçtıkları bir husus daha var: TELEGRAM!

İnsanın hür iradesini kırmak, zabt altına almak için -niteliği askerî sır olan- bir cihaz marifetiyle “elektromanyetik sinyaller” göndererek, hedef alınan kişinin zihin ve bedenini uzaktan kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışan bir silah teknolojisi ve zihin yönlendirme metodunun adı TELEGRAM. İsim babası, kendisi de bu cihazın işkencesine maruz kalan Mütefekkir Mirzabeyoğlu.

2003 yılında yayımlanan aynı isimli eserinde şöyle der Mütefekkir:

– «Telegram-telemetri; uzaktan zihin kontrolü, zihni yönlendirme, haberleşme, telepati, işkence… Telegram, kelime anlamıyla, bildik dile çevrilmek üzere kendi “mors alfabesi” dedikleri işaretlerle uzaktan haber iletmeye yarayan “telegraf” demek; elektrikle çalışır bir model… Aynı neticenin çeşitli usullerle sağlanır olması bakımından, bizim anlatacağımız “telegram”, sadece âletle ilgili bir şey değil…

(…)

Şair Bodler’in, simyadan mülhem, sevgilisine “sen bana çamur verdin, ben ondan altun yaptım!” demesi gibi, bize zehir yedirdiler, biz onu panzehir ve bağışıklık aşısı yolunda kullandık. Bir bakıma Türkiye’de pratiği -teorisi de!- benimle meşhur olan bu iş, “ilim sınır tanımaz” tesellisiyle Lût kavmine parmak ısırtır melânete ve yardımcı unsurlarla insanı robotlaştırmaya davranmışken, diğer yönüyle “dünyada” da kıstırılmış fertler üzerindeki tecrübelerin sınırını aşamamıştır.»

İmdi bu şerhin ışığında, toplumda çokça karıştırılan bir husus var ki, kelimelerin elverdiği ölçüde konuyu netleştirmeye çalışalım. “Telegram” ile “zihin kontrolü-yönlendirmesi” genellikle birbirinin yerine kullanılıyor ve kafa karışıklığına sebeb olabiliyor. Öncelikle, zihin kontrolü-yönlendirmesi denilen husus, ferdî ve/veya içtimaî mânâda söz konusu olabiliyor. Telegram ise tamamen ferdî, topluluğa değil de seçilmiş fertlere yapılıyor ve bunun için askerî, siyasî, istihbarî amaçlarla kullanılan “özel bir cihaz” kullanılıyor. Bu genel ifade içinde, her gün binlercesine maruz kaldığımız reklam mesajlarını, basını, televizyonu, dizileri, müziği, sinemayı, modayı, hipnoz tekniklerini, halüsinasyona maruz bırakan ilaçları, LSD gibi kimyevi maddeleri, uyuşturucuları ve elbette eğitim sistemini ve bunun yanında daha birçok hususu “telegram” ismiyle değil de, “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” başlığıyla anmak daha yerinde olacaktır.

Vakti zamanında Orta Asya’daki mankurtlaştırma da, bugün TV ve bilgisayar önünden kalkamayan çocuk da, dün Hasan Sabbah’ın maddî bir aracı (haşhaş) kullanarak fedailerini kontrol etmesi de, yahut 20. yüzyılda gizli servislerin yürüttüğü LSD deneyleri de aynı kategoride görülebilir. Keza, şamanların kullandığı davul sesinin dalgaları ile tedavi ettiği kişinin beyin dalgaları arasında bir uyum oluşturduğu ve bu sırada dua okuyarak onun beynine istediği emirleri yerleştirdiği bugün ilmî olarak isbatlanmıştır. Çağımızda ise bu olay, daha da gelişerek “neurolinguistik programlama” (NLP) adını almıştır. (Elbette bu kullananın amacına göre, iyiliğe de kötülüğe de hizmet edebilir.)

Bir parça daha detaylandırmak adına şunu da ifade edelim: Kasım 1963’te Kennedy suikast sonucu ölür. Halk şok içindedir. Bu sırada Vietnam savaşı da başlamıştır. Efsane diye anılan müzik grubu “Beatles”, Şubat 1964’te ABD’ye geldiğinde, Martin Luther King tarafından düzenlenen gösterilere binlerce Amerikalı katılmaktadır. Beatles, ABD’de birden parlar ve patlar. Festival adı verilen etkinliklerde, meydanlardan bedava uyuşturucu dağıtılmaktadır. Niyet bellidir. Savaş karşıtlarına hedonizm pompalamak ve potansiyellerini haşhaş dumanıyla buharlaştırmak. Derin Dünya İmparatorluğunun elit yapısı, “karşı kültürünü” kendi elleriyle oluşturur, şekillendirir, esas meselelerinden onları koparır. Radyo istasyonları en çok sevilen kırk şarkıyı sürekli yeniden çalan makineler hâline de işte bu zamanda gelir. Neticede amaç bellidir, kitleleri yönlendirmek ve kontrol etmek. Zaten 1954 tarihli Bilderberg Toplantısı’nda şöyle bir karar alınmıştır: “Tecrübeyle isbat edilmiştir ki, bir sessiz silahı korumanın ve halk kontrolünü ele geçirmenin en basit yolu, onları bir taraftan şaşkın, organizasyonları bozulmuş, ilgilerini gerçekten önemi olmayan başka sorunlara çekilmiş bir durumda tutarken, diğer taraftan disiplinsiz ve temel sistem prensiblerinden habersiz tutmaktır.”

1963 yılında CIA Başkan Vekili olan Richard Helms ise şöyle diyordu: “10 yılı aşkın bir süredir illegal servisler insan davranışlarını kontrol etme çalışmalarını sürdürmektedir. Bu deneylerin sürdürülmesi yönündeki çalışmalar gerçekçi ve bu ölçüde kontrol edilebilir olmalıdır.”

2015 yılı itibarıyla, onlarca Hollywood filmine de ilham kaynağı olan, gerek kültür emperyalizminin bir uzantısı olan “zihin kontrolü ve kitlelerin yönlendirilmesi” hususunda, gerekse de şeytanî bir işkence aracı olan (kaba işkence iz bırakır, bu ise isbat edilemez) “elektromanyetik zihin kontrolü” konusunda (ki dünya üzerindeki mağdurların beyanı bir yana, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Selim Şeker’den Prof. Dr. Nevzat Tarhan’a kadar birçok akademisyen ve bilim insanının da teyidi vardır), Türkçe’de de yaklaşık otuz eser artık mevcuttur.

1978 yılında, Operation Mind Control (Zihin Kontrol Harekâtı) adıyla yayınladığı kitabında araştırmacı-yazar Walter Boward şöyle diyor:

– “CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler, ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beynin uyarılması, ultrasonik mikrodalgalar, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir. CIA, psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni bir tip savaşa girmesi mümkündür. Bu savaşın görünmez muharebe sahası insan zihinleridir. (…) Parapsikolojik silahları devletler vatandaşlarını kendi ideolojik ve politik sistemleri içinde tutmak için veya diğer ülke insanlarının zihinlerini etkileyerek değiştirmek ve kendi gayelerine uygun yönlendirmek maksadıyla kullanacaklardır.”

Bu bölümün sonunu, -genel bir kaide ile- İmam Şafiî Hazretleri ile mühürleyelim:

“Ehl-i dünyanın yakınlığı, sağlam insanı bile hasta eder.”

BENİ YAVAŞÇA ÖLDÜREN İŞKENCE

8 Ocak 2013 tarihli Euronews’in Türkçe yayınında “Himalayalar’daki Mutluluk Krallığı” başlıklı son derece “şaşırtıcı” bir habere yer veriliyor, özetle şöyle deniliyordu:

– “Güney Asya’nın küçük ülkesi Bhutan Krallığı’nda gelişmişlik Gayri Safi Millî Hâsıla yerine Gayri Safi Millî Mutluluk endeksi ile ölçülüyor. Tüm dünyada, kişi başına düşen millî gelir tartışılırken, bu sıradışı Himalaya krallığında halkın ne kadar mutlu olduğu önem taşıyor. Gayri Safi Millî Mutluluk, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasına, iyi bir yönetime, çevrenin ve kültürel değerlerin korunmasına dayanıyor.”

Devam eden görüntülerde, 11-12 yaşındaki bir kız öğrenciyle, sınıfında mini bir röportaj yapılıyor ve muhabir İngilizce olarak “mutlu bir kız mısın?” diye soruyor. Kız öğrenci, “her zaman” diye cevap veriyor. Muhabir, “her zaman mutlu olman mümkün mü?” diye sorunca, bizi sarsan bir cevap geliyor (ki detaylarını birazdan izah etmeye çalışacağız): “Zihnimizi kontrol edebilirsek bu mümkün…”

Bu haberi bizim için “şaşırtıcı” kılan husus şu: Dünya kamuoyuna, Himalayalar’daki Mutluluk Krallığı şeklinde lanse edilen Bhutan, aslında, kelimenin tam anlamıyla adaletsizlik, zorbalık, zulüm, asimilasyon ve işkence krallığıdır. Tahmini 700 bin olan nüfusunun 100 binden fazlası mülteci olarak ülke dışında ağır şartlarda, Bhutan’dakiler ise büyük bir baskı ortamında yaşamaktadır. Ve bu baskı, yâni kontrol altında tutulma durumu, tam da kız öğrencinin -muhtemelen farkında olmadan- ifade ettiği gibi, zihin kontrol tekniklerine de dayanmaktadır.

Televizyonun ancak 1999 yılında girdiği Bhutan Krallığı, ilginçtir ki rejim muhaliflerine, “cihazlı-elektromanyetik zihin kontrolü” yapabilme teknolojisine sahibtir. Elbette kasdımız bunu ürettikleri değil de, bir yerlerden temin ettikleri yahut bir yerlerden verildiğidir.

Dünya nüfusunun yarısından fazlasının haritada yerini bile gösteremeyeceği Bhutan Krallığı’nın yapmış olduğu zulmü ve elektromanyetik zihin kontrolünü, dünya kamuoyuna duyuran kişi ise kendisi de yıllarca bu işkenceyi bizzat yaşamış Bhutanlı bir devlet adamı: “Tek Nath Rizal”. Yazımızın başlığı (Beni Yavaşça Öldüren İşkence) ise Rizal’in 2010 yılında “TORTURE Killing Me Softly” ismiyle yayımladığı, 2011 yılında ise Yusuf Pazar’ın böylesine önemli bir eseri tercüme edip, Türkçe literatüre kazandırmasıyla, Tahkim Yayınları’ndan çıkan kitabının ismi.

Peki kimdir Tek Nath Rizal, niçin böylesine bir işkencenin hedefi olmuştur?.. Rizal, 27 Mart 1947’de Hindistan ve Çin arasında bulunan küçük Himalaya ülkesi Bhutan’ın güneyindeki Lamidara’da doğdu. Henüz 16 yaşındayken Bhutan’ın resmî ölçme ve değerlendirmeler birimine kabul edildi. 1964 yılında Bhutan Mühendislik Hizmetleri’ne girdi. Chirang vilayeti Lamidara bölgesinden milletvekili seçilerek 1974’ten 1984’e kadar 10 yıl Bhutan Millî Meclisi’nde görev yaptı. Aynı dönemde, Bhutan Millî İş Kurumu’nun da yöneticileri arasındaydı. Milletvekilliğinden sonra Kraliyet Danışmanlığı’na tayin edildi ve 1984-1988 arası dönemde, hem Kraliyet Danışmanı, hem Bakanlar Kurulu üyesi, hem Kraliyet Kamu Hizmetleri Komisyonu üyesi, hem de Bhutan Devlet Denetleme Bürosu Koordinatörü olarak ülkesine hizmet etti. Ne var ki, Devlet Denetleme Bürosu’nu yönetirken, yüksek mevkilerdeki devlet memurları arasında yaygınlaşan yolsuzlukları açığa çıkardığı için Kral’ın hışmına hedef oldu, tüm görevlerinden alındı ve ülkesini terk etmeye zorlandı. Sığındığı Nepal’de tutuklanıp Bhutan’a sınırdışı edildi ve “vatana ihanet ettiği” gerekçesiyle müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 1989’dan 1999’a kadar Bhutan hapishanelerinde korkunç işkencelerle geçen on yıllık bir hapis hayatından sonra, insan hakları kuruluşlarının baskısı sonucunda, eski “devlet adamı” yeni “fikir suçlusu” Tek Nath Rizal, Bhutan rejimi tarafından serbest bırakıldı. Hapisten çıkar çıkmaz Nepal’e iltica ederek, hem mücadelesini hem de yaşadığı tüyler ürpertici işkenceleri kitablaştırdı.

Toplam üç eser kaleme alan Rizal, “Beni Yavaşça Öldüren İşkence” isimli kitabında, rejimin bir korku iklimi yaratıp, baskı ile insanları hizaya çekmeye çalışmasından, Bhutan’daki özgürlük ve insan hakları mücadelesine kadar birçok hususa yer veriyor. Asıl çarpıcı konu ise, bu zulüm ortamında, Rizal’in yaşadığı –adi işkence uygulamaları bir tarafa- TELEGRAM ve zihin kontrolü işkencesi. Rizal, elektromanyetik radyasyonun, vücudunun biyolojik sistemini ve beynini nasıl etkilediğini etraflı bir şekilde açıklıyor. Neticede, Rizal’in bu kitabı, zorba devletlerin böylesine aşırı bir zihnî işkenceyi, siyasî tutuklu ve mahkûmlar üzerinde nasıl kullanılabildiğine dair önemli bir delil olma özelliği taşıyor.

Kitabın önsözünde şöyle diyor Rizal:

– «Hayatımın 10 yılını Bhutan hapishanelerinin en haysiyet kırıcı ve insanlık dışı şartlarında geçirmiş birisi olarak, bu tecrübelerimi diğer insanlarla paylaşmak istedim. Bu kitabın öncelikli hedefi, kültürel saflığı inşa etmek adı altında etnik temizliğin bir devlet politikası olarak yürütüldüğü güya son “saklı yeryüzü cenneti”nin diğer yüzünü ifşa etmektir.

İşkence; kamçı, zincir, kelepçe, elektrik gibi fizikî uygulamalarla sınırlı olmadığı gibi, artık ışık hassasiyeti, çok yüksek desibelde ses, zihnî faaliyeti hedefleyen elektromanyetik dalga gibi teknikleri de ihtiva etmektedir. Amaç çok açıktır; aklı durgunlaştırmak, anormal davranış değişikliklerini uyarmak ve şahsiyeti parçalamak.

Bende istenen sonucu elde etmek için, hissî tecrid ve beyne değişik enerji çeşitlerini ışınlamanın bir terkibi uygulandı. Bütün hissiyatımı yok etmek için sistematik çalışmalar yapıldı, ancak içimde bir alt şuur sağlam kaldı. Bu ise kendimi yaşadıklarımı ve böylece hatırladıklarımı dünya ile paylaşmaya adadığım işkence sonrası yeniden yapılanma dönemimde, tutunduğum asıl faktör oldu.»

Ezcümle, hapishanede gördüğü fizikî işkenceyi (ve tahliyesinden sonra da devam eden elektromanyetik zihin kontrolünü) tüm çıplaklığıyla kitabında resmetmeye çalışan Rizal, Bhutan’ın zalim yöneticilerinin maskelerini indirmeyi başarırken, onların “Büyük Mutluluk” felsefesini sadece yerle bir etmekle kalmıyor, tarihin gördüğü en korkunç silahlardan birinin de bizzat kurbanı olarak, kamuoyunu farklı bir açıdan da bilinçlendiriyor.

Yeri gelmişken şu kaydı düşelim hemen. Vücuda yapılan fizikî bir işkenceyi açıp göstermek mümkünken, elektromanyetik sinyaller havada yakalanıp gösterilemeyeceği için, yâni meselenin delillendirme kısmı havada kalınca, iddia sahibini “şizofren” benzeri yaftalarla “deli”lendirme gayreti, bazen bilmemezlikten-saflıktan, bazen ise bilip de bilmezden gelme tavrından dolayı kaçınılmazdır. Hâsılı, cihazın verdiği maddî ve metafizik sıkıntılar yanında, bir de derdini anlatamama veya anlatsan da anlaşılamama ve yaftalanma sıkıntısı da başlı başına ayrı bir mânevî buhran sebebidir. (Hattâ bundan dolayı bazı kurbanlar yaşadıklarını kimseye anlatmamayı seçebiliyor.) Tüm bunları; dışlanma, karalanma, tecrit edilme gibi farklı veçhelerden Rizal’in yaşadıklarında da müşahede ediyoruz.

Dünyaca meşhur Savaş ve Güvenlik Uzmanı, Nepal Anayasa Meclisi Üyesi Prof. Dr. Indrajit Rai’nin, Rizal’in gördüğü zihin kontrol işkencesiyle ilgili şunları söylüyor:

– «Bir “savaş çalışmaları profesörü” olarak, savaş esirlerine zihin kontrolü tekniğinin uygulandığına askerî araştırmalarım süresince şahid olmuştum. Bu, insanın bütün vücudunun ve zihninin kontrolünü eline alabilen elektromanyetik bir zihin kontrolü tekniğidir. Burada, insan beyninde sesler üretilmesine yol açan ayarlanmış elektromanyetik dalgalar kullanılır. Bu, şuuraltı hipnotik emir formundadır ve insan hiç haberi olmadan yıllarca hipnotik olarak yönlendirilebilir. Düşünceler, onun hiç haberi olmadan kurbanın zihnine yerleştirilir.

Elektromanyetik dalgalar yoluyla işitmede ise, hedeflenmiş kişi dışında hiç kimse bu sesleri işitemez. Ses, hedef kişinin kulaklarında monoton olarak yansıma yapar. Tek bir hücrede, yüksek perdeli ses arttırılır. Yavaşça şuuraltını karıştırır ve sinirleri derinden etkiler.»

Son olarak altını çizmemiz gereken bir önemli husus da şu: Tek Nath Rizal, hâlâ tam mânâsıyla hürriyetine kavuşmuş değil. Şiddetli burun kanamaları, vücuduna derin acılar verilmesi, geceleri uykudayken dilini şiddetli bir şekilde ısırıp kan içinde uyanması, ibadet ederken taciz edilmesi, dayanılmaz baş ağrıları, geçici hafıza kaybı, konuşma üzerinde kontrol kaybı, kırılan kemik acısı, tüm vücutta yanma ve kaşınma hissi, şahsî duyguları ifade kabiliyetsizliği, susama hissinin kaybı ve yemeklerden tiksinti, yiyeceklerin idrar ve pislik kokması, kalb atışlarının aniden hızlanması, gözlerin önünde parlayan ışıklar ve gözlerin devamlı kızarması, yazma-okuma gibi kabiliyetlerde ciddi körelme, uykusuz bırakılma, bedene sıcak iğneler batırılıyormuş hissi, hastalık yokken aniden çıkan suni ateş gibi onlarca etkiye, fiziken cezaevinde olmasa da, hattâ yüzlerce kilometre uzakta da olsa (Avrupa ve ABD’ye yaptığı seyahatler de dâhil) dönem dönem maruz kalmaya maalesef devam ediyor.

Son söz, asrımızı “bilgi çağı” olarak adlandırıp, bilmez (!) olanlara… Dostoyevski’den gelsin:

– “Ah siz, şu beş para etmez, reddetme ustası kâhin filozoflar, niçin yolun yarısında duruyor, daha öteye gitmiyorsunuz?!..”

Bilgehan Eren

Akademya dergisi

DERİN DEVLET DOSYASI /// Fatih Yaşlı : Ergenekon döndü, eyvah !!!


Fatih Yaşlı : Ergenekon döndü, eyvah !!!

17.02.2016

“Nisyan” ile meşhur bir toplumsal hafızamız olduğumuzdan çoktan unutulup gitti ama üç dört yıl öncesine kadar, biraz gizem yüklenmiş ve bu yüzden de ilgi çeken, “Ergenekon’un bir numarası kim?” adlı bir tartışması vardı Türkiye siyasetinin. Peki, kimdi Ergenekon’un bir numarası, kim yönetiyordu bu her şeye gücü yeten karanlık örgütü? Elbette ki hiç kimse! Çünkü Ergenekon diye bir örgüt yoktu, hiç olmamıştı ve olmayan bir örgütün bir lideri de olamazdı.

Aradan onca zaman geçmesine ve artık her şeyin açık seçik bir şekilde görülebiliyor olması gerekmesine rağmen hâlâ bir yerlerden, “Ne demek Ergenekon diye bir örgüt yoktu, kim işledi bunca faili meçhulü?” minvalinde bir feveranının geleceğini adım gibi bildiğimden, hemen anlatayım neden Ergenekon diye bir örgüt olmadığını.

Türkiye’de bir “derin devlet” yok muydu/yok mu? Elbette ki var, hep oldu. Maraş’ta, Bahçelievler’de, 1 Mayıs 1977’de, Sivas’ta, gözaltında kayıplarda, faili meçhullerde, Hizbullah cinayetlerinde hep işbaşındaydı. Merkez karargâhının adı önceleri Seferberlik Tetkik Kurulu’ydu, sonra Özel Harp Dairesi oldu. NATO konseptine göre kurulmuştu. Gladio ya da kontrgerilla olarak biliniyordu ve amacı sol hareketleri bastırmaktı. Önemli olan “devletin bekâsı”ydı ve bunun için de her yol mubahtı. 90’lardaki kirli savaşın da önemli bir parçası oldu ve Demirel bu durumu, “Devlet bazen rutinin dışına çıkar” diye veciz bir şekilde ifade etti.

Peki acaba Ergenekon süreci, bu yapıya yönelik bir operasyon muydu ve anlı şanlı liberallerimizin iştahla iddia ettikleri üzere devlet “Bağırsaklarını temizleyip demokratikleşiyor” muydu sahiden de? Elbette ki hayır! Bunun böyle olmadığına dair sunulabilecek en büyük kanıt bizzat Ergenekon iddianamesinin kendisiydi. Yazanların bizzat kendisi, “derin devlet”in devletin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini, Ergenekon’un ise devlete sızmış bir çete olduğunu ve “derin devlet”le bir ilgisi bulunmadığını söylüyorlardı iddianamede.

Bu bağlamda –ama sadece bu bağlamda- haklıydılar da: Ergenekon davası, derin devletle hesaplaşmakla, derin devletin işlediği suçları ortaya çıkarmakla ve Türkiye’nin karanlık tarihiyle yüzleşmekle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir davaydı. Tam da bu nedenle, yani “Derin devlet eşittir Ergenekon” denklemi yanlış bir denklem olduğundan, dönemin AKP-C koalisyonunun ve destekçisi liberal kalemlerinin “hesaplaşılan derin devlet” diye sunduğu anlamda bir Ergenekon hiç olmadı, Türkiye’nin derin devleti mahkeme karşısına hiç çıkarılmadı.

Bunun dışında, hiyerarşisinin, yöneticilerinin, idari organlarının, ideolojik yayınlarının yokluğu anlamında da Ergenekon diye bir örgüt hiç olmamıştı. Bilakis, birbiriyle uzaktan yakından alakası olmayan bir sürü kişi, örneğin İlhan Selçuk’la Kemal Kerinçsiz, Türkan Saylan’la Muzaffer Ertekin, davanın inandırıcılığını artırmak için aralarına Veli Küçük ve Sedat Peker gibi isimler de dahil edilerek aynı çuvala doldurulmuş, ortaya kurgu bir örgüt çıkarılmış, bunun üzerinden de bir “demokratikleşme piyesi” sergilenmişti.

Peki Ergenekon neydi, ne işe yaramıştı? Ergenekon en özlü ifadesiyle, AKP-C koalisyonunun kendi rejimini inşa ederken “eski rejim”in devlet içi ve dışı unsurlarını tasfiye operasyonunun adıydı. Kumpas davalar, uyduruk iddianameler ve sahte delillerle, Cemaatin yargı ve emniyetteki unsurları kullanılarak gerçekleştirilmiş ve başarılı olunmuştu. Üstelik mesele sadece bu değildi, Ergenekon “derin devletle hesaplaşma” ve “demokratikleşme” adı altında rejim inşasının meşruluğunu sağlamış, hegemonya buradan kurulmuştu.

Bu nedenle, bugün iktidara başta Aydınlık çevresi olmak üzere kimi ulusalcıların verdiği aymazca ve ahlâksızca desteğe ya da askerle iktidar arasındaki Kürt sorunu eksenli uyuma bakarak yapılan, “Ergenekon AKP’yi ele geçirdi, Ergenekon yine devrede” söylemleri/iddiaları hem olgusal olarak hem de rejimin nasıl inşa edildiğini ve doğasını unutturduğu için yanlış.

Netleştirerek söyleyelim: Ergenekon diye bir örgüt olmadığından onun tarafından ele geçirilmiş bir AKP de yok; bilakis, devletleşmiş bir AKP, yani fiili bir parti-devleti rejimi var. “Ergenekon döndü” söylemi ise Cemaat ve güdümündeki kalem erbabının köpürterek üzerinden Cemaat’in hem geçmişteki hukuksuzluklarını aklamaya hem de yeni bir iktidar bloku yaratmaya çalıştığı bir balon.

Dolayısıyla olan biteni “Ergenekon döndü ve AKP’yi ele geçirdi” diye okumak son beş altı yılda olan biten hiçbir şeyi anlamamış olmak demek. Oysa Ergenekon operasyonları ile KCK operasyonlarının eşzamanlı olarak aynı güçler tarafından icra edildiğini akla getirmek ve yargılamaların aynı adliye salonlarında yapıldığını hatırlamak dahi yeterli gerçeği görmek için.

DERİN DEVLET DOSYASI /// ERGÜN DİLER : Derin kavga


ERGÜN DİLER : Derin kavga

TÜRKİYE’DE DE DERİN DEVLET öteden beri tartışılır. VAR MIDIR, YOK MUDUR? Herkesin penceresinden gördüğü farklıdır. Ancak bu tartışma sadece bizde yapılmaz.
Tartışmanın, çatlamanın en büyüğü Amerika Birleşik Devletleri’ndedir!
Çünkü oradaki tartışmanın sonucu herkesi, her yeri etkiler.
ABD’nin batacağı da çıkacağı da bunun sonucuna göre şekillenir.
Kabul etmek gerekir ki 1945- 1990 arasındaki SOĞUK SAVAŞI anlamamış milyonlarca insan var.
Şimdikini anlamak da anlatmak da kolay değil.
Bakılması gereken ilk adres BEYAZ SARAY VE BAŞKAN TRUMP…
Açalım. Kavgayı anlayalım…
Amerika Birleşik Devletleri, iç çekişme hali nedeniyle dışa "odaklanamama" sorunu yaşıyor. Pentagon, ülke dışındaki gücünü korumak isterken Trump bunu engelleme çabasında.
Trump, Pentagon’un derin isimlerinden olan Deniz Kuvvetleri Sekreteri Richard Spencer’ın azil sürecinde kendisiyle ilgili bazı istihbarat faaliyetlerinde bulunduğunu gördü. Daha doğrusu başka bir istihbarat kurumu bunu iletti! Sonra farklı bir bahane ile Richard Spencer’ı istifaya zorladı. Oradaki çatışmayı bilmeden buralarda olacakları öngörmek kolay değil…
Devam…
Pentagon-CIA işbirliğiyle bu istifanın engellenmesi için çok önemli bir suikast gerçekleşti.
Genelde izlenen bir yoldu bu!
Trump’a geçmiş yıllarda 2 milyar doları aşan kredi veren Deutsche Bank’ın önemli isimlerinden Thomas Bowers, 19 Kasım’da evinde kendini astı. Evet evde asılı olarak bulunan Bowers idi. Ancak infazı gerçekleştiren ekip, Pentagon ve CIA’den başkası değildi. Türkiye’de bu konuya bizim gazeteden başka eğilen yoktu…
Başkan Trump’a en az Ivanka ve damadı Kushner kadar yakın olan Bowers’ın infazı, BEYAZ SARAY’a en sert mesajdı. Ancak Trump geri adım atmadı… Savunma Bakanı Esper’i Beyaz Saray’a çağıran Trump, hemen Richard Spencer’ın istifasını istedi. 25 Kasım tarihinde de Richard Spencer istifa etti.
Trump, Pentagon’un özellikle Suriye ve Akdeniz’deki planlarını engellediği için saldırı altında.
Pentagon, YPG’nin önemli bir güç olmasının önündeki tek engelin Trump olduğuna inanıyor. NATO Zirvesi öncesi Thomas Bowers’ın infazı, Richard Spencer’ın istifası Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sıkıntıyı gün yüzüne çıkardı. Pentagon, Trump’tan NATO’da çok sert olmasını istiyor. Özellikle Türkiye’ye karşı daha da sert açıklamalar bekleniyor.
Birkaç gün önce Richard Spencer ekranlara çıktı.
Spencer, "Trump, hala ordunun işleyişini anlamıyor.
Trump’ın davranışı ABD ordusuna zarar veriyor" dedi.
Trump bu açıklamadan birkaç gün önce bombanın pimini çekmişti.
Trump, "Derin devlete karşı üç büyük savaşçının yanında durdum" dedi. ABD’nin son 150 yılda derin devlete savaş açan ilk BAŞKANIYDI TRUMP.
Bunu da ilan ediyordu.
Trump, Amerikan derin devleti olarak Pentagon’u görüyor. ABD’nin kirli işlerinin arkasında Pentagon’un olduğuna ikna olmuş durumda. Suriye konusunda kendisinden istenileni elbette yapacak bir Trump vardı.
Ancak Mattis döneminde kendisine emir vermeye kalkan Amerikalı generaller, Trump’ı çileden çıkarttı.
Derin devlet ABD’de hep vardı. Gelecek yüzyılda da olacak. Bunu Trump da biliyor. Ancak o kendi gücünü kullanarak, derin devletin her kararı almasını engelleyeceğine inanıyor.
Thomas Bowers’ın infazına karşılık Spencer’ın istifasını alarak karşılık verdi. Pentagon Trump’ın geri adım atacağına inanıyordu.
Trump, 40’a yakın ülkeye büyükelçi atayamadı. Çünkü Amerikan elçiler, Pentagon tarafından atanırdı. Trump buna karşı çıkıyor. O nedenle birçok ülkenin elçileri atanamıyor. Washington’ın her köşesinde bir çatışma hali var. Washington’daki Dupont Circle Hotel’deki herkes bir tartışma halinde. Gazeteciler, işadamları, kurt politikacılar…
Bu Amerika tarihinde hiç olmamıştı. Bu kadar gerilim doğal olarak Washington’ın her noktasına yansıyor.
Burada tek suçlu da elbette Trump değil.
Abigail Robinson Bowers…
Thomas Bowers’ın 2017’de evinde öldürülen eşi. O tarihte de Trump, Suriye konusunda Pentagon’la karşı karşıya gelmişti. Amerikan askerlerinin Suriye’de olmasını istemiyordu. Bu konuda da açıklama üstüne açıklama yapıyordu. Yani Abigail Robinson Bowers’ın ölümü de Başkan Trump’a en sessiz mesajdı.
ABD’nin içindeki kavga doğal olarak her yerde!
Ve büyüyecek de… İsmini bildiğimiz bilmediğimiz çok kişinin canı yanacak.
Hiç tanık olmadığımız bir mücadelenin içinden geçiyoruz. ABD içindeki kavga çok ama çok sancılı…
Belli ki yakında TEK TEK isimlerden gitmeyecekler…
NATO ZİRVESİNE İYİ BAKIN! Bittikten sonra anlamayacağımız çok şey olacak gibi…
İYİ İZLEYİN!

DERİN DEVLET DOSYASI : Edward Snowden ABD’nin ‘derin devletini’ anlattı


Edward Snowden ABD’nin ‘derin devletini’ anlattı

2013 yılından bu yana Rusya’da yaşayan eski NSA çalışanı, derin devletin ömür boyu farklı hükümetlere çalışan bürokratlar olduğunu söyledi.

ABD‘nin kamu aleyhine faaliyetlerini deşifre ederek dünyada büyük yankı uyandıran eski Amerika Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) çalışanı Edward Snowden, ABD’nin derin devletinin “kariyeri boyunca hükümette görev yapan isimler olduğunu” söyledi.

Komedyen ve sunucu Joe Rogan’a konuşan Snowden, "En basit haliyle derin devlet kariyeri boyunca hükümette olanlardır. Başkanlardan daha uzun süre makamlarda kalanlardır. Cumhuriyetçilerle çalışmışlardır, Demokratlarla çalışmışlardır. Çok da umurlarında olmaz, aynı brifingi defalarca verirler ve kendilerini bu konuda geliştirirler" dedi.

Eski NSA çalışanı, bu bürokratların her yeni başkana “aslında talep olan ricalarını” gerçekleştirmeleri için baskı yaptığını ifade etti.

Özellikle ABD Başkanı Donald Trump’a açılan azil soruşturması sonrası ABD’de muhafazakar mecralar tarafından sıkça kullanılan ‘derin devlet’ söylemi hakkında üretilen komplo teorileriyle alay ederek, gerçeğin aslında “çok daha basit olduğunu” söyledi.

Snowden ayrıca John F. Kennedy’den bu yana bütün ABD başkanlarının ülkesinin istihbarat servisinden korktuğunu söyledi. Eski NSA çalışanı, istihbarat çalışanlarının başkanlar için sıkıntı yaratacak şeyleri ortaya çıkarabileceğini, başkanların da bunu bildiğini ifade etti.

2013 yılında Moskova’ya sığınan Snowden, buradaki çoğu kişinin onu tanımadığını, o yüzden sokaklarda yürüyebildiğini, restoranlara gidebildiğini, metroyu kullanabildiğini ve normal sayılabilecek bir hayat yaşayabildiğini söyledi.

Snowden geçmişte kendisine adil yargılanma sözü verilirse ABD’ye döneceğini bildirmişti.

DERİN DEVLET DOSYASI /// BİLGEHAN EREN : Derin Dünya İmparatorluğunun Gizli Silahları


Derin Dünya İmparatorluğunun Gizli Silahları

KAYNAK : http://www.akasyam.com/derin-dunya-imparatorlugunun-gizli-silahlari-169973/

​BİYOTERÖR

Düstursuz ve destursuz meseleye girmemek adına, öncelikle Büyük Doğu Mimarı’na kulak verelim; otuz beş yıl önce Üstad şöyle sesleniyordu:

– «Sanayileşmekteki kısırlık ve iş dehasına uzaklık halimizi, yerli film diye ortaya attığımız her bakımdan pespaye eserlerin vücuda geliş şartları misallendirir.

Ham film… Dışarıdan gelir.

Alıcı, verici makineler… Dışarıdan gelir.

Laboratuvar malzemesi… Dışarıdan gelir.

Kimya unsurları… Dışarıdan gelir.

Senaryo… Ecnebî filmlerden aparılır.

Sanatkâr… Yabancı artistlere özenir.

Ve:

İşbu filmin sadece seyircisi yerlidir. O da tam değil…

Bu misali, bütün imal sahalarımızda ve yerli mal davamızda akametimizin sembolü olarak gösterebiliriz.

İlaç fabrikalarımız vardır; bize bu işte, tarifnamesi yine dışarıdan gelen unsurları, yine ve yine dışarıdan gelen hassas teraziler üzerinde tartıp bulamacını yapmak düşer. Unsurlardan herhangi biri gelmedi mi ilâç yoktur.»

Bu girizgâhın hemen bitişiğinde hatırlamamız gereken husus, yıllardır Recep Tayyip Erdoğan’ın iki stratejik sektör üzerinde önemle durması: Yerli ilaç ve silah sanayi. Biri görünen diğeri ise görünmeyen düşman için. Ayrıca buradaki mahallîlikten kasdın, tabelada Türkçe isim olmasından çok öte olduğu da açık.

Mevzuumuzun genel çerçevesi “biyoterör” olduğu için, yabancı ilaç firmalarının dünyadaki ve Türkiye’deki operasyonları üzerinde konseptimiz dışı detaylı duramayacağız lâkin birkaç satırbaşını da yeri gelmişken hemen aktarmakta fayda var. Zira Coca Cola’yı, içmeyerek protesto edebiliriz, lâkin envai türlü kanserden MS’e kadar birçok hastalıkta bu firmalara bir nevi muhtaç durumdayız. Diğer bir deyişle, “multiple skleroz” olduğumuzda paşa paşa bu firmaların ilaçlarını kullanmaya mecburuz. Misal, dünyanın en büyük jenerik ilaç firması TEVA Pharmaceutical yıllardır Türkiye’de de faaldir. Bu İsrailli firmanın, ABD ayağının -ABD’deki en büyük siyonist lobi olan- AIPAC ile yakın ilişkileri olduğu da herkesçe bilinen bir şey. Bir başka örnek olarak da Sandoz’u hatırlatmak isteriz. Yine yıllardır Türkiye’de faaliyet gösteren bu firmanın geçmişi ise son derece ilginçtir. CIA’in kitleleri yönlendirmek için 1950’lerde başlattığı MKULTRA projesi kapsamında kullanılan LSD isimli sentetik uyuşturucuyu üreten firmadır. CIA’in MKULTRA’sından önce ise, 1951 yılında, Sovyetler Birliği’nin zihin kontrol çalışmalarında kullanılmak üzere Sandoz firmasından yaklaşık 50 milyon doz LSD satın aldığı ilgili raporlarda mevcuttur. Son olarak, -her şey gibi bu da unutuldu gitti ama- 2004 yılında patlayan “Roche skandalı”nı hatırlatmakta fayda var. Firma yetkilileri ile bazı bürokratların, devlete yüksek fiyatla ilaç satarak, yaklaşık 8 milyon TL zarara uğrattığı iddia edilmiş; İstanbul Başsavcılığı, aralarında Roche yöneticileri ve üst düzey bürokratların da bulunduğu 18 kişi hakkında dava açmıştı. 2006 yılında görülmeye başlayan ve o dönemde “ilaçta çete” davası olarak medyaya yansıyan mahkeme sonucunda ne oldu peki? Nisan 2013’te, Roche’un eski genel müdürü de dahil, 7 sanık beraat etti, 11 sanık ise zaman aşımıyla kurtuldu.

Bu bölüm için düşündüğümüz birkaç sayfalık hacimde tüm detayları aktarmamız mümkün olmasa da, buraya kadar yazdıklarımıza nisbetle, terkibî hükümler hâlinde ve çok da teknik ifadelere girmeden elimizden geldiğince aktarmaya devam edelim.

Kültür emperyalizmi (Brzezinski’nin ifadesiyle “kültürel çekicilik” de diyebiliriz) nasıl ki “küresel şeytan imparatorluğu” kurmak için gizli bir silahsa, “biyolojik terör” de aynı merkeze, “derin dünya imparatorluğu”na hizmet eden önemli bir güç. (Elbette bazı silahların bumerang etkisi yapabileceği ve fırlatana geri dönebileceği de söz konusu.)

Lûgattaki tarifi bir yana, günümüzde “terör”ün karşılığı (dünyada genel algılanışı) şu an için IŞİD düzeyinde olsa da, “biyolojik terör” dediğimiz hadise, giyotinci Fransız Jakobenlerine sempati hissettirecek cinsten. Zira ortada görünmeyen bir düşman var. Ve öylesine bir bilgi kirliliği içerisindeyiz ki, silahı yapanı ve kurşunu sıkanı kısmen bilsek de, nerede kime sıktığını ve bu kurşunun tam olarak muhtevasını bilemiyoruz. Evet, tanımadığımız bir düşmanla karşı karşıyayız.

Öldürücü hastalık yayan virüs ve bakterilerin laboratuvar ortamında üretilip kullanılmasıyla, insanlara zarar vermeyi hedefleyen her türlü madde biyolojik silah olarak tanımlanıyor. Ve bu tanıma -ortak kanaate göre- biyolojik olarak türetilmiş zehirler de giriyor.

Her ne kadar laboratuvar ortamında üretilmemiş olsa da, tarihteki ilk biyolojik saldırının Cengiz Han’ın soyundan gelen Cani Bey tarafından yapıldığı iddia ediliyor. Cani Bey, vebadan ölen askerlerini, ele geçirmek istediği şehirlere mancınıklarla atarak bilinen ilk biyolojik silahı kullanmış sayılıyor. Ayrıca vebalı fareleri kalelerin içine bıraktırdığı da rivayetler arasında.

Dünya tarihine geçmiş bir diğer biyolojik silah kullanımı ise, İngilizlerin Amerikan yerlilerine verdiği battaniyelerle gerçekleşir. Bu battaniyeler çiçek hastalığı taşır ve Yeni Kıta’nın insanlarının bağışıklık sistemleri böyle bir hastalıkla mücadele edebilecek çapta değildir.

Bundan sonrası ise bu kadar masum (!) değil. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen teknoloji-laboratuvar şartlarında birçok biyolojik silah üretildi. Ruslar, Almanlar, Japonlar, İngiliz ve Amerikalılar gözlerini kırpmadan bu silahları kullandı.

Temel amaç, “dünya hâkimiyetlerini” güvence altına almak isteyen elitist bir yapının, küresel imparatorlukları için -keyfiyet planında- zihin ve kalb kontrolü yanında, aynı zamanda -kemiyet planında- nüfusu kontrol arzuları. Bu bazen savaşlar çıkarıp doğrudan gerçekleştirilebildiği gibi, bazen de kısırlaştırıcı ilaç-aşı-gıda ve salgın hastalıklar yayarak dolaylı olarak da gerçekleştirildi. Hattâ bu yollarla da farklı gelir kalemlerine, büyük kârlara da kapı açıldı.

1970’lerde bu kontrol politikalarının başında ABD’nin meşhur dışişleri bakanı, Henry Kissinger vardı; elbette en büyük destekçisi de Rockefeller ailesiydi.

Günümüzde ise CIA’in 2030 nüfus politikaları ve 2050 perspektif raporu malûm. Hattâ yeni evli çiftlerin yüzde 5’inin çocuk sahibi olabilecek seviyeye çekilmesi, daha doğrusu biyolojik ve genetik yapılarıyla oynanması. Ve tüm dünyada oluşturulmaya çalışılan korku iklimi… AIDS’in ABD kaynaklı bir laboratuvar virüsü olduğu artık açıklık kazanmışken, dün “kuş gribi”, “domuz gribi” bugün ise EBOLA!..

Sahi ne olmuştu kuş gribinin sonunda?.. Roche firması sipariş üzerine sipariş almıştı. Niçin? Kuş gribinde tüm dünyada yoğun olarak kullanılan, ABD’de kullanılması yönünde hakkında genelge hazırlanan, kuş gribi virüsünün öldürücü H5N1 türüne şifa “Tamiflu” isimli bir ilaçtaydı ve bu ilacın tek üretim lisansı da Roche’taydı. Peki bu ilacın patent hakkını göze batmamak için Roche’a kim vermişti? Kaliforniya’daki biyoteknoloji laboratuvarında ilacı geliştiren “Gilead Bilim”. Ve bu hususta son bir not: Dönemin ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Başkan Bush ile omuz omuza çalışmaya başlamadan önce, 1997 yılında hangi şirketin Yönetim Kurulu Başkanıydı? Tahmin etmek zor değil elbet, “Gilead Bilim”in!..

Aslında hep aynı hikâye… Dün (ilk önce Kızılderililerin üzerinde New Mexico’da 1990’larda denenen) SARS ve Çin, bugün EBOLA ve Afrika… Hedef yine aynı… Sömürebildiği kadar sömürmek -ki yıllardır bunu yaptılar-, sonrasında da Afrika’yı insansızlaştırmak. Yoksa beş yıllık testler yapılmadan, aşıları hemen nasıl piyasaya sürüyorlar? Ya daha önceden yapıldı bu testler, yahut birileri yine kobay oluyor. İşin ilginç tarafı Almanya ve Hollanda bu aşıları kabul etmiyor ama Suudi Arabistan’da, Kenya’da bu aşılar yapılıyor.

Lâkin artık oyunun sonuna gelinmiştir. Hem de en sona!.. Ve oyun biterken, pusuda olan değil, şahı çeken tehlikededir.

FRANKEŞTAYN MENÜSÜ

“Petrolü kontrol edersen, milletleri kontrol edersin!

Yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin!’’

Bu söz, 1970’li yıllar boyunca Amerikan elitinin menfaatine hizmet eden, ABD’de doğmadığı için başkan olamayan, ancak başta ABD olmak üzere dünyanın dinamiklerini değiştirmek konusunda başkandan bile etkili olan, Yahudi kökenli Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’a ait.

Global yiyeceği kontrol etme planı ilk kez 1929 Ekonomik Buhranı’yla ortaya çıkmış, sonrasında ise bugün de isimlerini bildiğimiz bazı ailelerin (Rockefeller ailesi gibi) servetlerini korumak amacıyla kurdukları vakıfların yardımı ile de desteklenmiştir. Bu planın -günümüz için- en müşahhaslaşmış hâli de kısaca GDO dediğimiz, “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar”dır.

GDO; bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi, yahut ona kendi tabiatında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen organizmalardır. Bir canlıdan diğerine gen aktarımı, bir çeşit kesme, yapıştırma ve çoğaltma işlemi olup, genetik mühendisleri tarafından uygulanır. Aktarılacak gen, önce bulunduğu canlının DNA’sından kesilerek çıkarılır, sonra da “vektör” adı verilen taşıyıcı virüs ile bu gen DNA molekülüne yapıştırılır. “Frankeştayn Gıda” olarak da nitelenen GDO’lar, bugün kolera bakterisi geni taşıyan yonca, akrep geni taşıyan pamuk, tavuk genli patates, balık genli domates gibi gıdalar şeklinde karşımıza çıkıyor.

Canlılar üzerinde yapılan bu değişiklikler; canlı sağlığı, biyolojik çeşitlilik (tür zenginliği), ekolojik dengenin bozulması, ekonomik bağımlılık, canlıların hayat hakkının elinden alınması ve canlılar üzerinde mülkiyet hakkı tanınması açısından önemli riskler oluşturmuş, kısacası, hayatın filizi olan tohumlar, hayatımızı tehdit eden bir faktör hâline gelmiştir.

Bugünlere Nasıl Gelindi?

Biyoteknoloji (biyolojik mühendislik) ile hayat biçimlerinin özelliklerinin değiştirilmesi ilk olarak 1970’lerde Amerikan laboratuvarlarında başladı. Bu dönemde hükümette bu konunun kilit ismi -sonradan ABD başkanı da seçilecek olan, eski CIA başkanı- George Bush (baba Bush) idi. Bu konuya el atmış ilk şirket olan “Monsanto”yu da daha sonra sahnede çok kereler görmek mümkün olacaktı. 1980’li yılların başında pek çok şirket bu sektöre hücum etti. Nitekim o yıllarda bu ürünlerin üretimi, satışı ve riskleri konusunda herhangi bir kanunî düzenleme yoktu ve girişimci şirketler bu düzensizliğin devam etmesini istiyordu. 1988 yılında Bush’un başkan olmasıyla birlikte Monsanto ve büyük GDO şirketlerine yeni serbestlikler ve teşvikler tanındı. Bununla da yetinmeyen Bush, 1992 yılında “Yeni Biyoteknolojik Yiyecek Politikası”nı halka duyurarak bu şirketlerin önünü tamamen açmış oldu. Bu politikaya göre, GDO’lu yiyecekler denetim açısından diğer ürünlerle aynı kısıtlamalara sahip olacak ve GDO’lu ürünler için başka denetleme getirilmeyecekti. Böylece Pandora’nın kutusu açılmış oldu. Sözde denetim için dört Amerikan kuruluşuna da muğlâk sorumluluklar verildi ve nitekim bu kuruluşlardan birinin (Ulusal Gıda ve İlaç İdaresi – FDA) GDO’lu ürünler için belirttiği “çekince” dikkate bile alınmadı.

Piyasaya sürülen büyük ölçekli ilk GDO, “büyükbaş hayvan büyüme hormonu” içeren süttü. Bu sütün elde edilmesi için hayvanlara düzenli olarak bir ilaç veriliyor ve bunun sonucunda yüzde 30 daha fazla süt elde ediliyordu. İlk zamanlar zaten ekonomik darlıkta olan çiftçiler için karşı konulamaz gibi görünen bu çözüm, uygulamanın ikinci yılından itibaren enfeksiyon nedeniyle yürüyememe baş gösterince, yerini çözümsüzlüğe bırakmış oldu. Ürünün sahibi olan Monsanto’nun, ürünü aklamak için resmî kurumlar çerçevesinde gösterdiği lobi faaliyetlerini dikkatle incelediğimizde, bugün pek çok gıdanın ve ilacın iznini veren Amerikan kurumlarının ne kadar güvenilebilir olduğunu da düşünmekte fayda var.

Bilimin Üzerindeki Demokles Kılıcı

GDO’lar hakkında yapılmış ilk tarafsız ilmî araştırma, bize aynı zamanda, ilmî çalışmaların hangi şartlarda ‘bağımsız’ olabildiğini anlatmaktadır.

GDO’lar konusundaki ilk tarafsız ilmî çalışmayı 35 yıllık tecrübeye sahip İskoç bilim insanı Dr. Arpad Pusztai yapmıştır. Bitkilerin genetik değişimi konusunda dünyanın önde gelen isimlerinden biri olan Pusztai’nin çalıştığı kurum yani “Rowett Research Institute”, hükümet destekli bir kuruluştu.

İskoçya Tarım Ofisi, “Rowett Research Institute”tan, GDO’lu bitkiler ülkede henüz yaygınlaşmadan önce ürünleri denetleyebilecekleri ilmî test metotları geliştirmesini istedi. Bunun üzerine Pusztai, genetiği değiştirilmiş patatesler ile deney farelerini beslemeye başladı ve 110 gün sonra bu farelerde bir farklılık olduğunu saptadı ki, en tehlikeli farklılık, farelerin bağışıklık sistemlerinin zayıflamasıydı.

Pusztai genetiği değiştirilmiş patateslerin kötü etkilerinin yavaş gözlendiğini ve mecbur kalmadıkça genetiği değiştirilmiş gıdaları kesinlikle tüketmeyeceğini açıkladı. Bir ânda tüm dünya bu sansasyonel açıklamayı tartışır oldu. Pusztai’nin patronu, ilk başta, büyük bir özenle yapılmış bu araştırmayı tebrik etti, hattâ bununla kalmayıp sonuçları basına dağıttı. Ancak 48 saat içinde bu destek birden kayboldu ve 68 yaşındaki Pusztai işten atıldı. Ayrıca türlü tehditlerle de şirketten uzak durması sağlandı.

Pusztai’ye yapılan bu haksızlığa, 13 ülkeden 30 bilim insanı bir bildiri yayınlayıp itiraz etseler de, bu girişimden pek bir sonuç da alınamadı. Üstüne üstlük hemen bir karşı hamle geldi. Zira hadisenin geçtiği yıllar tam da İngiltere’de Tony Blair hükümetinin başta olduğu yıllara denk geliyordu. GDO oyununda tarafsız olmadığını açıkça bildiğimiz Blair’in baskıları ile “İngiliz Bilim ve Teknoloji Komitesi” Pusztai’yi kınayan bir açıklama yayınladı. Pusztai’nin tüm bu olumsuzlukları atlatabilmesi, hayatının beş yılına ve birkaç kalb krizine mâloldu. Rowett’taki eski iş arkadaşları Pusztai’nin susturulma emrinin Blair’den geldiğini ve ona bu emri veren kişinin de ABD Başkanı Clinton olduğunu belirttiler. Şirket yöneticileri de hükümetten aldıkları desteğin kesilmemesi için, tecrübeli bilim adamını bir kalemde silebilmişlerdi. Nitekim 90’lı yılların sonunda GDO firmalarının hisseleri Wall Street’te tavan yaptı.

GDO’ların 1970’lerde başlayan ve hâlâ devam eden serüvenini inceledikçe, yukarıda okuduğunuz uygulamaya çok daha sık rastlamak mümkün. Önceleri birkaç büyük Amerikan şirketinin el attığı bu sektörün daha sonra meşhur ailelerin sermaye savaşlarına sahne olmasında, aynı şekilde hükümetlerin de devreye girip bunlara destek çıkmasında, aslında insanlığa hizmet ettiği bizlere öğretilen bilimin nasıl da özel amaçlara köle edildiğini ibretle görebilmekteyiz.

Bu arada, yaşadığı onca olumsuzluğa rağmen Pusztai, elindeki tüm sonuçları bir İngiliz bilim dergisi olan “The Lancet”te Ekim 1999’da yayınlatmayı başardı. Derginin editörü, Kraliyet Cemiyeti’nin üst seviye bir isminden, “işinden olabileceği” yönünde bir tehdit telefonu almış da olsa, Pusztai’nin makalesine yer verdi. Makale yayınlandıktan sonra Pusztai, çok da yabancı olmadığı baskılara yeniden maruz bırakıldı. Bu sırada İngiltere’de rüzgâr Blair hükümetinden yana esmekteydi ve seçimlerden önce bu yapıya destek veren Lord Sainsbury, desteğinin karşılığı olarak “Bilim Bakanı” oldu. Kendisi bilimden ne kadar uzaksa, -iki büyük GDO firmasının hisselerine sahib olmakla- GDO’lu yiyeceklere bir o kadar yakındı. Bu bağlantının İngiltere’de GDO’lu yiyeceklerin yükselişini nasıl yönlendirdiğini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek… Bu destek öylesine beslendi ki, 2000 yılında, çalışmaların sonuçlarına bakılmaksızın GDO’lu mısırlar için izin sertifikası verildi. Ve bu sürece, konu ile ilgili ilmî kuruluş çalışanlarının GDO’lu yiyecekler konusunda açıklama yapmasının yasaklanması da eklenince, muhtemel bütün engeller kaldırılmış oldu. Böylece Pusztai’nin canlı hayvanlar üzerinde yaptığı çalışma, İngiltere’deki ilk ve son araştırma olarak kaldı.

Evet, 1930’lu yıllarda fikrî olarak yeşeren, 1970’li yıllarda temeli oluşturulan ve 1990’lı yıllardan itibaren de sahnede alenî olarak gördüğümüz GDO’lu yiyeceklerin, hangi desteklerle ve hangi amaçlarla bugünlere geldiğini kısaca resmetmeye çalıştık. Bu konuda anlatılabilecek şübhesiz daha çok şey var. Lâkin altını önemle çizmek istediğimiz husus, özellikle tarafsız (objektif) telakki edilen bilimin, aslında hiç de öyle -tarafsız- olmadığı gerçeğidir.

Ve çoğu durumda kârhane olarak görülen bilim, elitist bir yapının elinde, birçok sahada Frankeştayn imalâthanesine dönmektedir.

TELEGRAM VE ZİHİN KONTROLÜ

Her yerde “demokrasi, insan hakları” diye naralar atıp, balonlar uçursalar da, Latince “inquisitio” (soruşturma) kelimesinden gelen Ortaçağ Engizisyonu’nun “Böğüren Boğa” metodundan beri, Batı dünyası ileri işkence tekniklerinde büyük mesafe (!) kat etmiştir. Klasik tanımla “işkence”; bir kimsenin düşüncelerini öğrenmek amacıyla uygulanan, maddî veya mânevî olarak yapılan sistemli bir eziyettir. Nasıl ki ulaştırmadan haberleşmeye kadar her sahada, yaşanılan çağa özgü güncellemeler oluyorsa, gelişen (!) işkence metodlarına paralel, işkence kavramını da “denetim ve kontrol altında tutma” özelliğini ekleyerek yeniden tanımlamamız gerekir.

Hatırlanacağı üzere, 2014 yılının Aralık ayında, ABD Merkezî Haberalma Teşkilatı (CIA) hakkında, 11 Eylül saldırıları sonrası terör şübhelilerine uyguladığı işkence ihtiva eden gözaltı ve sorgulama tekniklerine dair Senato İstihbarat Komitesi raporu açıklanmıştı. Medya ile paylaşılan ise yaklaşık 6 bin sayfalık raporun sadece 500 sayfasıydı. Ne vardı bunların içinde? Batı adamının genetik yapısına uygun olarak, son derece iğrenç, ağır, aşağılık, fizikî ve mânevî işkence uygulamaları ki bu yazıda bunları tekrarlama niyetinde değiliz. Bir bakıma günah çıkartma adına paylaşılan bu raporun içinde yer alan işkence uygulamaları, aslına bakılırsa, dünyanın en saygın kurumlarından biri olan (!) Harvard Üniversitesi’nden hukukçuların vakti zamanında “onay vermesiyle” başlamıştı. Onlar buna, “işkence” değil, “ileri sorgulama teknikleri” diyordu. Raporda kaba işkenceler bir tarafa, bir husus vardı ki, aslında üzerinde yeteri kadar durulmadı. Bu işkence metotları, CIA dışından (“dışında” olmak ne demekse) iki psikoloğun yönlendirmesi, geliştirmesiyle yapılmıştı. Medyaya servis edilen isimler ise gerçek değildi. Kaldı ki, ismi paylaşılan bu iki psikoloğun, birazcık da yığınların gazını almak ve sus payı anlamında adlarının verildiği, aslında arka planda APA – Amerikan Psikologlar Birliği’nin de zaten CIA ve Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) ile organize çalıştığı iddia edildi.

“Halkın aklı gözündedir” hakikatine binaen, bu vesileyle kamuoyu bir kez daha kaba işkence metodlarına dikkat kesildi. Ne var ki, teknolojisi görünmeyen, gösterilmek istenmeyen, elden geldiğince sır gibi saklanmaya çalışılan ve konunun giriftliğinden mütevellit, anlaması, anlatılması, kültürel ve tarihî arka planının kavranması ve isbatı da zor olduğu için, kof adamların kafa yorma zahmeti yerine, inkâr etme kolaylığına kaçtıkları bir husus daha var: TELEGRAM!

İnsanın hür iradesini kırmak, zabt altına almak için -niteliği askerî sır olan- bir cihaz marifetiyle “elektromanyetik sinyaller” göndererek, hedef alınan kişinin zihin ve bedenini uzaktan kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışan bir silah teknolojisi ve zihin yönlendirme metodunun adı TELEGRAM. İsim babası, kendisi de bu cihazın işkencesine maruz kalan Mütefekkir Mirzabeyoğlu.

2003 yılında yayımlanan aynı isimli eserinde şöyle der Mütefekkir:

– «Telegram-telemetri; uzaktan zihin kontrolü, zihni yönlendirme, haberleşme, telepati, işkence… Telegram, kelime anlamıyla, bildik dile çevrilmek üzere kendi “mors alfabesi” dedikleri işaretlerle uzaktan haber iletmeye yarayan “telegraf” demek; elektrikle çalışır bir model… Aynı neticenin çeşitli usullerle sağlanır olması bakımından, bizim anlatacağımız “telegram”, sadece âletle ilgili bir şey değil…

(…)

Şair Bodler’in, simyadan mülhem, sevgilisine “sen bana çamur verdin, ben ondan altun yaptım!” demesi gibi, bize zehir yedirdiler, biz onu panzehir ve bağışıklık aşısı yolunda kullandık. Bir bakıma Türkiye’de pratiği -teorisi de!- benimle meşhur olan bu iş, “ilim sınır tanımaz” tesellisiyle Lût kavmine parmak ısırtır melânete ve yardımcı unsurlarla insanı robotlaştırmaya davranmışken, diğer yönüyle “dünyada” da kıstırılmış fertler üzerindeki tecrübelerin sınırını aşamamıştır.»

İmdi bu şerhin ışığında, toplumda çokça karıştırılan bir husus var ki, kelimelerin elverdiği ölçüde konuyu netleştirmeye çalışalım. “Telegram” ile “zihin kontrolü-yönlendirmesi” genellikle birbirinin yerine kullanılıyor ve kafa karışıklığına sebeb olabiliyor. Öncelikle, zihin kontrolü-yönlendirmesi denilen husus, ferdî ve/veya içtimaî mânâda söz konusu olabiliyor. Telegram ise tamamen ferdî, topluluğa değil de seçilmiş fertlere yapılıyor ve bunun için askerî, siyasî, istihbarî amaçlarla kullanılan “özel bir cihaz” kullanılıyor. Bu genel ifade içinde, her gün binlercesine maruz kaldığımız reklam mesajlarını, basını, televizyonu, dizileri, müziği, sinemayı, modayı, hipnoz tekniklerini, halüsinasyona maruz bırakan ilaçları, LSD gibi kimyevi maddeleri, uyuşturucuları ve elbette eğitim sistemini ve bunun yanında daha birçok hususu “telegram” ismiyle değil de, “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” başlığıyla anmak daha yerinde olacaktır.

Vakti zamanında Orta Asya’daki mankurtlaştırma da, bugün TV ve bilgisayar önünden kalkamayan çocuk da, dün Hasan Sabbah’ın maddî bir aracı (haşhaş) kullanarak fedailerini kontrol etmesi de, yahut 20. yüzyılda gizli servislerin yürüttüğü LSD deneyleri de aynı kategoride görülebilir. Keza, şamanların kullandığı davul sesinin dalgaları ile tedavi ettiği kişinin beyin dalgaları arasında bir uyum oluşturduğu ve bu sırada dua okuyarak onun beynine istediği emirleri yerleştirdiği bugün ilmî olarak isbatlanmıştır. Çağımızda ise bu olay, daha da gelişerek “neurolinguistik programlama” (NLP) adını almıştır. (Elbette bu kullananın amacına göre, iyiliğe de kötülüğe de hizmet edebilir.)

Bir parça daha detaylandırmak adına şunu da ifade edelim: Kasım 1963’te Kennedy suikast sonucu ölür. Halk şok içindedir. Bu sırada Vietnam savaşı da başlamıştır. Efsane diye anılan müzik grubu “Beatles”, Şubat 1964’te ABD’ye geldiğinde, Martin Luther King tarafından düzenlenen gösterilere binlerce Amerikalı katılmaktadır. Beatles, ABD’de birden parlar ve patlar. Festival adı verilen etkinliklerde, meydanlardan bedava uyuşturucu dağıtılmaktadır. Niyet bellidir. Savaş karşıtlarına hedonizm pompalamak ve potansiyellerini haşhaş dumanıyla buharlaştırmak. Derin Dünya İmparatorluğunun elit yapısı, “karşı kültürünü” kendi elleriyle oluşturur, şekillendirir, esas meselelerinden onları koparır. Radyo istasyonları en çok sevilen kırk şarkıyı sürekli yeniden çalan makineler hâline de işte bu zamanda gelir. Neticede amaç bellidir, kitleleri yönlendirmek ve kontrol etmek. Zaten 1954 tarihli Bilderberg Toplantısı’nda şöyle bir karar alınmıştır: “Tecrübeyle isbat edilmiştir ki, bir sessiz silahı korumanın ve halk kontrolünü ele geçirmenin en basit yolu, onları bir taraftan şaşkın, organizasyonları bozulmuş, ilgilerini gerçekten önemi olmayan başka sorunlara çekilmiş bir durumda tutarken, diğer taraftan disiplinsiz ve temel sistem prensiblerinden habersiz tutmaktır.”

1963 yılında CIA Başkan Vekili olan Richard Helms ise şöyle diyordu: “10 yılı aşkın bir süredir illegal servisler insan davranışlarını kontrol etme çalışmalarını sürdürmektedir. Bu deneylerin sürdürülmesi yönündeki çalışmalar gerçekçi ve bu ölçüde kontrol edilebilir olmalıdır.”

2015 yılı itibarıyla, onlarca Hollywood filmine de ilham kaynağı olan, gerek kültür emperyalizminin bir uzantısı olan “zihin kontrolü ve kitlelerin yönlendirilmesi” hususunda, gerekse de şeytanî bir işkence aracı olan (kaba işkence iz bırakır, bu ise isbat edilemez) “elektromanyetik zihin kontrolü” konusunda (ki dünya üzerindeki mağdurların beyanı bir yana, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Selim Şeker’den Prof. Dr. Nevzat Tarhan’a kadar birçok akademisyen ve bilim insanının da teyidi vardır), Türkçe’de de yaklaşık otuz eser artık mevcuttur.

1978 yılında, Operation Mind Control (Zihin Kontrol Harekâtı) adıyla yayınladığı kitabında araştırmacı-yazar Walter Boward şöyle diyor:

– “CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler, ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beynin uyarılması, ultrasonik mikrodalgalar, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir. CIA, psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni bir tip savaşa girmesi mümkündür. Bu savaşın görünmez muharebe sahası insan zihinleridir. (…) Parapsikolojik silahları devletler vatandaşlarını kendi ideolojik ve politik sistemleri içinde tutmak için veya diğer ülke insanlarının zihinlerini etkileyerek değiştirmek ve kendi gayelerine uygun yönlendirmek maksadıyla kullanacaklardır.”

Bu bölümün sonunu, -genel bir kaide ile- İmam Şafiî Hazretleri ile mühürleyelim:

“Ehl-i dünyanın yakınlığı, sağlam insanı bile hasta eder.”

BENİ YAVAŞÇA ÖLDÜREN İŞKENCE

8 Ocak 2013 tarihli Euronews’in Türkçe yayınında “Himalayalar’daki Mutluluk Krallığı” başlıklı son derece “şaşırtıcı” bir habere yer veriliyor, özetle şöyle deniliyordu:

– “Güney Asya’nın küçük ülkesi Bhutan Krallığı’nda gelişmişlik Gayri Safi Millî Hâsıla yerine Gayri Safi Millî Mutluluk endeksi ile ölçülüyor. Tüm dünyada, kişi başına düşen millî gelir tartışılırken, bu sıradışı Himalaya krallığında halkın ne kadar mutlu olduğu önem taşıyor. Gayri Safi Millî Mutluluk, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasına, iyi bir yönetime, çevrenin ve kültürel değerlerin korunmasına dayanıyor.”

Devam eden görüntülerde, 11-12 yaşındaki bir kız öğrenciyle, sınıfında mini bir röportaj yapılıyor ve muhabir İngilizce olarak “mutlu bir kız mısın?” diye soruyor. Kız öğrenci, “her zaman” diye cevap veriyor. Muhabir, “her zaman mutlu olman mümkün mü?” diye sorunca, bizi sarsan bir cevap geliyor (ki detaylarını birazdan izah etmeye çalışacağız): “Zihnimizi kontrol edebilirsek bu mümkün…”

Bu haberi bizim için “şaşırtıcı” kılan husus şu: Dünya kamuoyuna, Himalayalar’daki Mutluluk Krallığı şeklinde lanse edilen Bhutan, aslında, kelimenin tam anlamıyla adaletsizlik, zorbalık, zulüm, asimilasyon ve işkence krallığıdır. Tahmini 700 bin olan nüfusunun 100 binden fazlası mülteci olarak ülke dışında ağır şartlarda, Bhutan’dakiler ise büyük bir baskı ortamında yaşamaktadır. Ve bu baskı, yâni kontrol altında tutulma durumu, tam da kız öğrencinin -muhtemelen farkında olmadan- ifade ettiği gibi, zihin kontrol tekniklerine de dayanmaktadır.

Televizyonun ancak 1999 yılında girdiği Bhutan Krallığı, ilginçtir ki rejim muhaliflerine, “cihazlı-elektromanyetik zihin kontrolü” yapabilme teknolojisine sahibtir. Elbette kasdımız bunu ürettikleri değil de, bir yerlerden temin ettikleri yahut bir yerlerden verildiğidir.

Dünya nüfusunun yarısından fazlasının haritada yerini bile gösteremeyeceği Bhutan Krallığı’nın yapmış olduğu zulmü ve elektromanyetik zihin kontrolünü, dünya kamuoyuna duyuran kişi ise kendisi de yıllarca bu işkenceyi bizzat yaşamış Bhutanlı bir devlet adamı: “Tek Nath Rizal”. Yazımızın başlığı (Beni Yavaşça Öldüren İşkence) ise Rizal’in 2010 yılında “TORTURE Killing Me Softly” ismiyle yayımladığı, 2011 yılında ise Yusuf Pazar’ın böylesine önemli bir eseri tercüme edip, Türkçe literatüre kazandırmasıyla, Tahkim Yayınları’ndan çıkan kitabının ismi.

Peki kimdir Tek Nath Rizal, niçin böylesine bir işkencenin hedefi olmuştur?.. Rizal, 27 Mart 1947’de Hindistan ve Çin arasında bulunan küçük Himalaya ülkesi Bhutan’ın güneyindeki Lamidara’da doğdu. Henüz 16 yaşındayken Bhutan’ın resmî ölçme ve değerlendirmeler birimine kabul edildi. 1964 yılında Bhutan Mühendislik Hizmetleri’ne girdi. Chirang vilayeti Lamidara bölgesinden milletvekili seçilerek 1974’ten 1984’e kadar 10 yıl Bhutan Millî Meclisi’nde görev yaptı. Aynı dönemde, Bhutan Millî İş Kurumu’nun da yöneticileri arasındaydı. Milletvekilliğinden sonra Kraliyet Danışmanlığı’na tayin edildi ve 1984-1988 arası dönemde, hem Kraliyet Danışmanı, hem Bakanlar Kurulu üyesi, hem Kraliyet Kamu Hizmetleri Komisyonu üyesi, hem de Bhutan Devlet Denetleme Bürosu Koordinatörü olarak ülkesine hizmet etti. Ne var ki, Devlet Denetleme Bürosu’nu yönetirken, yüksek mevkilerdeki devlet memurları arasında yaygınlaşan yolsuzlukları açığa çıkardığı için Kral’ın hışmına hedef oldu, tüm görevlerinden alındı ve ülkesini terk etmeye zorlandı. Sığındığı Nepal’de tutuklanıp Bhutan’a sınırdışı edildi ve “vatana ihanet ettiği” gerekçesiyle müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 1989’dan 1999’a kadar Bhutan hapishanelerinde korkunç işkencelerle geçen on yıllık bir hapis hayatından sonra, insan hakları kuruluşlarının baskısı sonucunda, eski “devlet adamı” yeni “fikir suçlusu” Tek Nath Rizal, Bhutan rejimi tarafından serbest bırakıldı. Hapisten çıkar çıkmaz Nepal’e iltica ederek, hem mücadelesini hem de yaşadığı tüyler ürpertici işkenceleri kitablaştırdı.

Toplam üç eser kaleme alan Rizal, “Beni Yavaşça Öldüren İşkence” isimli kitabında, rejimin bir korku iklimi yaratıp, baskı ile insanları hizaya çekmeye çalışmasından, Bhutan’daki özgürlük ve insan hakları mücadelesine kadar birçok hususa yer veriyor. Asıl çarpıcı konu ise, bu zulüm ortamında, Rizal’in yaşadığı –adi işkence uygulamaları bir tarafa- TELEGRAM ve zihin kontrolü işkencesi. Rizal, elektromanyetik radyasyonun, vücudunun biyolojik sistemini ve beynini nasıl etkilediğini etraflı bir şekilde açıklıyor. Neticede, Rizal’in bu kitabı, zorba devletlerin böylesine aşırı bir zihnî işkenceyi, siyasî tutuklu ve mahkûmlar üzerinde nasıl kullanılabildiğine dair önemli bir delil olma özelliği taşıyor.

Kitabın önsözünde şöyle diyor Rizal:

– «Hayatımın 10 yılını Bhutan hapishanelerinin en haysiyet kırıcı ve insanlık dışı şartlarında geçirmiş birisi olarak, bu tecrübelerimi diğer insanlarla paylaşmak istedim. Bu kitabın öncelikli hedefi, kültürel saflığı inşa etmek adı altında etnik temizliğin bir devlet politikası olarak yürütüldüğü güya son “saklı yeryüzü cenneti”nin diğer yüzünü ifşa etmektir.

İşkence; kamçı, zincir, kelepçe, elektrik gibi fizikî uygulamalarla sınırlı olmadığı gibi, artık ışık hassasiyeti, çok yüksek desibelde ses, zihnî faaliyeti hedefleyen elektromanyetik dalga gibi teknikleri de ihtiva etmektedir. Amaç çok açıktır; aklı durgunlaştırmak, anormal davranış değişikliklerini uyarmak ve şahsiyeti parçalamak.

Bende istenen sonucu elde etmek için, hissî tecrid ve beyne değişik enerji çeşitlerini ışınlamanın bir terkibi uygulandı. Bütün hissiyatımı yok etmek için sistematik çalışmalar yapıldı, ancak içimde bir alt şuur sağlam kaldı. Bu ise kendimi yaşadıklarımı ve böylece hatırladıklarımı dünya ile paylaşmaya adadığım işkence sonrası yeniden yapılanma dönemimde, tutunduğum asıl faktör oldu.»

Ezcümle, hapishanede gördüğü fizikî işkenceyi (ve tahliyesinden sonra da devam eden elektromanyetik zihin kontrolünü) tüm çıplaklığıyla kitabında resmetmeye çalışan Rizal, Bhutan’ın zalim yöneticilerinin maskelerini indirmeyi başarırken, onların “Büyük Mutluluk” felsefesini sadece yerle bir etmekle kalmıyor, tarihin gördüğü en korkunç silahlardan birinin de bizzat kurbanı olarak, kamuoyunu farklı bir açıdan da bilinçlendiriyor.

Yeri gelmişken şu kaydı düşelim hemen. Vücuda yapılan fizikî bir işkenceyi açıp göstermek mümkünken, elektromanyetik sinyaller havada yakalanıp gösterilemeyeceği için, yâni meselenin delillendirme kısmı havada kalınca, iddia sahibini “şizofren” benzeri yaftalarla “deli”lendirme gayreti, bazen bilmemezlikten-saflıktan, bazen ise bilip de bilmezden gelme tavrından dolayı kaçınılmazdır. Hâsılı, cihazın verdiği maddî ve metafizik sıkıntılar yanında, bir de derdini anlatamama veya anlatsan da anlaşılamama ve yaftalanma sıkıntısı da başlı başına ayrı bir mânevî buhran sebebidir. (Hattâ bundan dolayı bazı kurbanlar yaşadıklarını kimseye anlatmamayı seçebiliyor.) Tüm bunları; dışlanma, karalanma, tecrit edilme gibi farklı veçhelerden Rizal’in yaşadıklarında da müşahede ediyoruz.

Dünyaca meşhur Savaş ve Güvenlik Uzmanı, Nepal Anayasa Meclisi Üyesi Prof. Dr. Indrajit Rai’nin, Rizal’in gördüğü zihin kontrol işkencesiyle ilgili şunları söylüyor:

– «Bir “savaş çalışmaları profesörü” olarak, savaş esirlerine zihin kontrolü tekniğinin uygulandığına askerî araştırmalarım süresince şahid olmuştum. Bu, insanın bütün vücudunun ve zihninin kontrolünü eline alabilen elektromanyetik bir zihin kontrolü tekniğidir. Burada, insan beyninde sesler üretilmesine yol açan ayarlanmış elektromanyetik dalgalar kullanılır. Bu, şuuraltı hipnotik emir formundadır ve insan hiç haberi olmadan yıllarca hipnotik olarak yönlendirilebilir. Düşünceler, onun hiç haberi olmadan kurbanın zihnine yerleştirilir.

Elektromanyetik dalgalar yoluyla işitmede ise, hedeflenmiş kişi dışında hiç kimse bu sesleri işitemez. Ses, hedef kişinin kulaklarında monoton olarak yansıma yapar. Tek bir hücrede, yüksek perdeli ses arttırılır. Yavaşça şuuraltını karıştırır ve sinirleri derinden etkiler.»

Son olarak altını çizmemiz gereken bir önemli husus da şu: Tek Nath Rizal, hâlâ tam mânâsıyla hürriyetine kavuşmuş değil. Şiddetli burun kanamaları, vücuduna derin acılar verilmesi, geceleri uykudayken dilini şiddetli bir şekilde ısırıp kan içinde uyanması, ibadet ederken taciz edilmesi, dayanılmaz baş ağrıları, geçici hafıza kaybı, konuşma üzerinde kontrol kaybı, kırılan kemik acısı, tüm vücutta yanma ve kaşınma hissi, şahsî duyguları ifade kabiliyetsizliği, susama hissinin kaybı ve yemeklerden tiksinti, yiyeceklerin idrar ve pislik kokması, kalb atışlarının aniden hızlanması, gözlerin önünde parlayan ışıklar ve gözlerin devamlı kızarması, yazma-okuma gibi kabiliyetlerde ciddi körelme, uykusuz bırakılma, bedene sıcak iğneler batırılıyormuş hissi, hastalık yokken aniden çıkan suni ateş gibi onlarca etkiye, fiziken cezaevinde olmasa da, hattâ yüzlerce kilometre uzakta da olsa (Avrupa ve ABD’ye yaptığı seyahatler de dâhil) dönem dönem maruz kalmaya maalesef devam ediyor.

Son söz, asrımızı “bilgi çağı” olarak adlandırıp, bilmez (!) olanlara… Dostoyevski’den gelsin:

– “Ah siz, şu beş para etmez, reddetme ustası kâhin filozoflar, niçin yolun yarısında duruyor, daha öteye gitmiyorsunuz?!..”

Bilgehan Eren

Akademya dergisi

DERİN DEVLET DOSYASI : Emre Erciş derin ilişkileri yazdı… /// DERİN DEVLET İÇİNDE KİM KİMDİR ?? KİM KİMİNLE AKRABA ??


Emre Erciş derin ilişkileri yazdı…

Özellikle Ekrem İmamoğlu hakkında ortaya attığı iddialar ve haberlerle tanınan bağımsız araştırmacı gazeteci Emre Erciş, IMF görüşmesinde Faik Öztrak seçiminin nedenlerini ve Öztrak-Kemal Derviş bağlantısı hakkında bir dizi iddiaları gündeme getirdi.

Türkiye’de bir takım ailelerin Osmanlı’nın son devrinden başlayarak günümüze değin geniş bir zamanda nasıl bir ‘Cemiyet’ içerisinde gizlilikle ilişkiler yürüttüğünü ve bu şahısların ‘Akrabalık bağlarını’ şahsi twitter hesabından takipçileri ile paylaştı. Saklı cemiyeti, eski MİT yöneticilerini, Sabetayları ve jurnalcilerin nasıl bir teşkilatlanma kurduklarını bağlantılarıyla ve kilit isimleriyle ortaya koyan iddialarını bakın nasıl sıraladı…

İşte Erciş’in açıklamaları:

1-TARİH: 19 Şubat 1973… CIA ve MOSSAD’ın ortak yürüttüğü bir çalışma kapsamında MİT’in Ankara’daki karargahına bir bilgi notu gelir. Söz konusu bilgi notunda, “Kara Eylül Örgütü”ne mensup 2 Filistinlinin Suriye’den Türkiye’ye giriş yapacağı istihbar edilmiştir.

2-Mercedes marka otomobille Suriye’den Türkiye’ye giriş yapacak olan “Kara Eylül Örgütü”ne üye olduğu tespit edilen 2 Filistinli, Avrupa’da eylem yapmak için çok sayıda silah ve patlayıcıyı beraberlerinde getirerek Türkiye’deki hücrelere teslim edecekleri tespit edilmiştir.

3-Uluslararası anlaşmalar kapsamında Türk gizli servisi MİT ile “Dost İstihbarat Servisleri” statüsünde olan CIA ve MOSSAD tarafından yollanan bu istihbaratın ardından Türkiye-Suriye sınırında,Cilvegözü Hudut kapısında önlemler alınarak söz konusu aracın gelmesi beklenir.

4-Kısa süre sonra beklenen araç Cilvegözü Sınır Kapısından giriş yapar. Sınır kapısında aracın içi, motor kısmı, altı, bagajı olmak üzere her yeri detaylı fakat rutin prosedür gereği aramaya tabi tutulur ve şüpheli hiçbir durumun görülmemesi üzerine aracın girişine izin verilir.

5-Bu uygulama, Türkiye’ye giriş yapan her araca yapılan rutin bir uygulamaydı ve söz konusu araca yönelik MİT’e gelen istihbarattan sınır kapısında görevli memurlar haberdar değildi. Aracın giriş yapmasıyla birlikte MİT personelleri adım adım aracı takibe alır.

6-Cilvegözü sınır kapısından itibaren takibe alınan araç, yolda konaklaya, konaklaya İstanbul il sınırına kadar gelir ve il sınırı girişinde MİT personeli tarafından durdurulur. Araçta bulunan 2 kişi gözaltına alınarak İstanbul Bölge Başkanlığına getirilir.Araç ise garaja çekilir

7-MİT personeli tarafından araçta yapılan aramanın ardından kapı altlarında, ön ve arka tekerlek arasında, boru şeklinde bir boşluk ve içerisinde patlayıcı ile demonte edilmiş silahlar, el bombaları, fünyeler ve suikast amaçlı kullanılacağı düşünülen susturucular bulunur.

8-CIA ve MOSSAD tarafından verilen istihbarın doğru çıkmasının ardından yaşanan gelişmeler MİT’in Ankara’daki karargahına, karargahtan da istihbarı veren CIA ve MOSSAD yetkililerine aktarılır. Aynı gün İsrail’den 2 yetkili, 2 Filistinliyi sorgulamak için Türkiye’ye gelir.

9-MOSSAD ve İsrail Hava Kuvvetlerinde görevli 2 yetkiliye Filistinlilerin yapılan sorgusuna yönelik bilgiler verilir. MİT ve İsrailli yetkililer arasında yapılan toplantıda haritalar serilir, Lübnan’da kamp ve silah deposu olarak kullanılan bölgenin koordinatları tespit edilir.

10-Kampın adı “Nahr El-Bared”dir. 21 Şubat 1973 gecesi saat 01:00 sıralarında her zaman olduğu gibi olası bir İsrail saldırısına karşı kampın ışıkları söndürülmüş, karartma haline geçilmişti. Kampta sadece Filistinliler yoktur. Türkiye’den eğitim alan kişiler vardır.

11-“Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP), 1970’li yıllarda “Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi” ile temasa geçmiş, Filistin’e yollanan TİİKP üyelerinin askeri eğitim görmeleri için anlaşma yapmıştır. 21 Şubat gecesi kampta, TİİKP üyesi 10 Türk de bulunmaktadır..

12-Saat 02:30-03:00 sıralarında İsrail Deniz ve Hava Kuvvetleri tarafından yapılan bombardımanın ardından kamp yerle bir edilir. Kampa giren İsrail askerleri, saldırıdan tek sağ kurtulan TİİKP üyesi Faik Bulut’u önce gözaltına alır, ardından tutuklayarak İsrail’e götürür.

13-Fakat ortada ilginç bir durum vardır.Kampta 10 TİİKP üyesi olması gerekirken, esir düşen Faik Bulut dışında 7 kişinin cansız bedenine ulaşılır. 2 TİİKP üyesi, kampta yapılan aramaların ardından bulunamaz. Bu 2 TİİKP üyesinin Şahin Alpay ve Cengiz Çandar olduğu belirlenir.

14-Sonradan anlaşıldığı üzere Şahin Alpay ve Cengiz Çandar, İsrail tarafından kampa yönelik gerçekleşen saldırıdan 1 gün önce kampı terk etmiş, çoktan Avrupa’ya gitmiştir. Alpay’ın tespit edilen ve sonraki yıllarda beyan ettiği üzere Kuzey Avrupa’daki durağı İsveç olmuştur.

15-Peki 1 TİİKP üyesinin esir 7 TİİKP üyesinin yaşamını yitirdiği saldırıdan Çandar ve Alpay nasıl kurtulmuştu?Yoksa birileri,Çandar veya Alpay’a İsrail’in operasyon yapacağı bilgisini mi vermişti?Bu soruya net cevap bulmak zor ama parçaları birleştirip bir analiz yapmak mümkün!

16-Bu analizin kilit isimleri, İsrail tarafından Nahr El-Bared kampının bombalandığı dönemde toplantıya katılan, MİT İstanbul Bölge Başkanlığı ve meşhur “Ziverbey Köşkü”nde 1. Ordu Komutanı Org. Faik Türün ile birlikte çalışan Mehmet Eymür ve Hiram Abas isimleri.

17-MİT yöneticileri Mehmet Eymür ile Hiram Abas’ın Cengiz Çandar ve Şahin Alpay ile ilişkisi ne? Bu sorunun cevabını Eymür, Abas ve Alpay’ın aile zinciri ve akrabalık ilişkileri veriyor. O akrabalık silsilesi, muhtelif dönemlerde yayınlanan “Vefat” ilanlarına şu şekilde yansıyor.

18-Osmanlı’nın ilk maden mühendisi olan ve sadrazamlık makamına kadar yükselen İbrahim Ethem Paşa, tahsil için Avrupa’ya gönderilen ilk 5 kişiden birisi. Hüsrev Paşa’nın evlatlığı olan İbrahim Ethem Paşa, Padişah Birinci Abdülmecit’in de Fransızca öğretmenliğini yapmış birisi.

19-İbrahim Ethem Paşa’nın en meşhur oğlu, Sabetay sembolleri içeren “Kaplumbağa Terbiyecisi” isimli tabloyu çizen Osman Hamdi bey. İki Fransız ile iki kez evlilik yapan Osman Hamdi bey’in 1 oğlu 3 kızı var. Oğlu Ethem Hamdi Eldem, diplomat Ethem Menemencioğlu’nun damadı.

20-Osman Hamdi beyin kızı Nazlı Eldem ise yine diplomat Esat Cemal Paker ile evlenir ve bu evlilikten Cenan hanım dünyaya gelir. Cenan hanımın ilk eşi İstanbul Üniversitesi’nin eski rektörleri arasında yer alan Prof. Dr. Ömer Şarç dır.

21-Enver Paşa vefat ettikten sonra dul kalan eşi Naciye Sultan, ikinci evliliğini Mehmet Kamil Kıllığil ile yapar.Bu evlilikten Rana Kıllıgil doğar ve Rana hanım da Ethem Paşa’nın torunu,Fuat Köprülü’nün Dışişleri bakanı olduğu dönemde özel kalem müdürü Sadi Eldem ile evlenir.

22-Osman Hilmi’nin diğer kardeşi, Girit Vilayeti Müsteşarlığı görevinde de bulunan İsmail Galip dir. İsmail Galip beyin oğlu Mübarek Galip Eldem’in kızı ise, Nahr El-Bared saldırısının gerçekleştiği dönemde MİT’te üst düzey yönetici olan Hiram Abas’ın annesi Fatma Roksan Abas dır

23-“Kaplumbağa Terbiyecisi” tablosunu çizen ressam Osman Hamdi bey’in kızı Nazlı ve Esat Cemal Paker çiftinin kızı Cenan Paker’in (Sarç) gelin gittiği Sarç ailesinden Cem Sarç’ın kayınbabası Ulvi Cemal Erkin’in akrabası, İstanbul eski Valisi Muhittin Üstündağ dır.

24-Cem Sar’ın annesi İclal Açba, amcası ise Fuat Sarç tır. İclal Açba’nın kayınbabası Ahmet Rasim Paşa, Açba ailesinin bir üyesidir. Ahmet Rasim Paşa’nın bir kızı ünlü ressam Mihri Müşfik diğer kızı ise yine ünlü ressamlardan Hale Asaf’ın annesi Enise Asaf dır

25-Enise Asaf’ın eşi Salih Derviş’in babası,geçtiğimiz hafta IMF’li yetkililerle toplantı yaptığı ortaya çıkan Faik Öztrak’ın akrabası,Türkiye’ye “Süper Bakan”olarak yollanan ve George Soros’un Türkiye’deki en uzun kollarından olan Kemal Derviş’in amcası Dr.Asaf Derviş dir.

26-Bu akrabalık zincirinden anlaşılacağı üzere bir dönem MİT’in üst düzey yöneticileri arasında yer alan Hiram Abas aynı zamanda Kemal Derviş ile akrabadır.Bu akraba zincirine eklenmiş bir diğer isim ise, Nahr El-Bared saldırısından kurtulan/kurtarılan Şahin Alpay dır.

27-Şahin Alpay’a geçmeden önce Nahr El-Bared saldırısıyla ilişkili diğer isim olan Mehmet Eymür hakkında da bir not düşelim. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ın dünürü Emin Atasagun, eski MİT Müsteşarlarından Şenkal Atasagun’un yeğenidir.

28-Ahmet-Elvan Özal çiftinin kızı Merve Özal, Gülümhan-Emin Atasagun çiftinin oğlu Bedii Atasagun ile Ağustos 2010’da evlendiler. Emin Atasagun’un eşi Gülümhan hanımın dayısı Orhan Meker, eski Başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın amcasının oğlu Erol Akçal’ın kayınbabasıdır.

29-Gülümhan hanımın anneannesi Şevket hanım,MİT eski Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün babası Mazhar beyin amcasının kızıdır.Gülümhan hanım,büyükbabası Ahmet Refik Garbon üzerinden,Ergüven,Işıtman,Ogan,Aral,Müren,Akbaran,Çelebi, Keçeci,Besen,Talu aileleriyle de akrabadır.

30-Saliha Betül Talu’nun oğlu Eren Talu, şimdilerde Cem Yılmaz ile aşk yaşayan Defne Samyeli’nin eski eşi ve kızlarının babasıdır. Saliha Betül Talu’nun halasının eşi Şükrü Ali Ögel, MİT kurulmadan önce hizmet veren istihbarat teşkilatı MEH/MAH’ın kurucusu ve ilk yöneticisidir.

31-Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti’nin (MEH/MAH) kurucusu ve ilk yöneticisi olan Şükrü Ali Ögel’in yeğeni Ayten Boyner, adı Gezi Olayları sürecinde sıkça gündeme gelen, TÜSİAD eski Başkanı, Yeni Demokrasi Hareketi’nin kurucusu ve Boyner Holdingin sahibi Cem Boyner’in annesidir.

32-Nahr El-Bared saldırısının Hiram Abas dışındaki diğer kilit ismi MİT eski Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Cem Boyner akrabadır.İşte tam da burada Cem Boyner ve Şahin Alpay ilişkisini yazarsak, 1&31 numaralı twitler arasındaki akrabalık ilişkisi açık olarak anlaşılır.

33-Şahin Alpay ve Cem Boyner, 2 aile üzerinden akrabadır. Bu akrabalık ilişkisini oluşturan ilk aile, Saliha Betül Talu üzerinden Nigar, İmre, Besen, Ögel, Sadıkoğlu, Uncu, Menemencioğlu, Tunak aileleridir. Bu akrabalık zincirini başka bir twit serisine bırakıyorum.

34-Alpay&Boyner arasındaki akrabalık ilişkisinin ikinci ayağını ise, Şahin Alpay’ın kardeşi Acar Alpay’ın kızı TÜSİAD’ın eski Başkanı, Soros tarafından finanse edilen KAGİDER’in kurucu başkanı, Açık Toplum Vakfı’nın danışma kurulu üyesi ve Cem Boyner’in eşi Ümit Nazlı Boyner dir.

35-Cem Boyner ile akraba olan Şahin Alpay’ın kardeşinin kızı yani öz yeğeni olan ve dolayısıyla Cem Boyner ile de akraba olup aynı zamanda eşi olan Ümit Nazlı Boyner dir. Akraba evliliğini "Ensest" kabul eden sözde aydınlar, "Cemiyet Hayatı" içindeki bu evliliklere ses çıkaramaz!

36-Çünkü her birinin maması bu aileler tarafından verilir ve her birisi bu ailelerin televizyonlarında, gazetelerinde, dergilerinde ve internet sitelerinde misafir edilir. Bu konuyu da ayrı bir twit zincirine bırakıyorum.

37-Alpay’ın bir akrabası Hiram Abas, bir akrabası Mehmet Eymür, bir başka akrabası Cem Boyner, Kemal Derviş, Asaf Savaş Akat gibi isimlerdir. Bu isimleri akrabalık ilişkisi dışında "Cemiyet Hayatı" adı altında birleştiren isim ise, FETÖ’nün "Lüzumlu Adam" dediği İshak Alaton dur.

38-Şahin Alpay, İsrail tarafından 21 Şubat 1973’de gerçekleşen Nahr El-Bared kampı saldırısından 1 gün önce kaçtığı İsveç’te İshak Alaton ile tanışır. Daha doğrusu, Alpay, 27 Mayıs 2010’da Zaman Gazetesi’nde yayınlanan köşe yazısında, Alaton ile tanışmasını bu şekilde aktarır.

39-Şahin Alpay’ın 27 Mayıs 2010 tarihli yazısında beyan ettiğine göre Kasım 2002’den itibaren Zaman Gazetesi’nde yazmasını teşvik eden de İshak Alaton dur.Bunun sebebi de çok açıktır! Çünkü bu tarih, George Soros’un "Liberal İslam Projesi"ni Türkiye’de faaliyete soktuğu tarihtir!

40-Soros’un Türkiye’deki en önemli ayağı olan İshak Alaton’un "Liberal İslam Projesi" için kol kola girdiği FETÖ’nün amiral gemisi Zaman Gazetesi, en doğru propaganda aracıdır ve Şahin Alpay, bu projede yer alacak en ideal isimlerden birisidir.

41-Alpay sadece İshak Alaton ile uzun yıllar dost değil. Alpay, aynı zamanda Sabetayların kalesi olarak nitelendirilen ve FETÖ’nün "Işık Evleri" adını verdiği hücre evlerinin isim babası olan, Terakki Vakfı ile Işık Okulları üzerinden, Alpay’ın akrabalarıyla da mesai arkadaşıdır.

42-Sabetayların eğitim kurumu olduğu iddia edilen Terakki Vakfı’nda Şahin Alpay’ın kadim dostu İshak Alaton dışında, Alpay’ın akrabası olan Can Paker, İlter Turan, Asaf Savaş Akad, Rona Aybay gibi isimler de yer almaktadır.43-Yarın buradan devam edeceğim. Cem Boyner, Ümit Nazlı Boyner, TÜSİAD, TESEV, Açık Topum Vakfı, Abant platformu üzerinden yazacak çok şey var…

DERİN DEVLET DOSYASI : ALMAN DERİN DEVLETİ – NSU DAVASI – Gizli dosya korkutuyor


ALMAN DERİN DEVLETİ – NSU DAVASI – Gizli dosya korkutuyor

Almanya’da Kassel Valisi Walter Lübcke cinayetinin katil zanlısı Stephan Ernst’in ismi, neonazi terör örgütü NSU dosyasında 11 kez geçiyor. Ancak Hessen istihbaratının dosyaya koyduğu 120 yıl gizlilik kararı, olayların açığa kavuşmasını engelliyor.

ALMANYA’da sekizi Türk 10 kişiyi öldüren neonazi terör örgütü NSU’nun ilk kurbanı Enver Şimşek oldu. Enver Şimşek, Nürnberg’te öldürüldü ama Hessen’de yaşıyordu. Halil Yozgat da Hessen’e bağlı Kassel kentinde internet kafede öldürüldü. Hessen istihbarat yetkilisi Andreas Temme de olay sırasında kafedeydi ve cinayetteki rolü aydınlatılamadı.
Kassel Valisi Walter Lübcke, 2 haziran’da evinin terasında kafasına sıkılan tek kurşunla öldürüldü. Lübcke’nin üzerinde neonazi DNA izleri tespit edilen Stephan Ernst, önce suçunu itiraf etti ve çalıştığı iş yerine ait alana gömdüğü silahların yerini gösterdi.
Ancak daha sonra ifadesini geri çekti.
Daha önce güvenlik birimlerinin takibinde olan katil zanlısı Ernst’in, Hessen polisi ve istihbaratının radarından çıktığı belirlendi. O nedenle Hessen istibharatının ‘120 yıl gizli kalması’ kararıyla arşive kaldırdığı NSU dosyası yeniden önem kazandı.
* NSU cinayetlerinde devlet bazı şeyleri gizliyor mu?
* NSU’nun istihbarat ve polis içinde bağları mı var?

Gizli dosyanın bu soruları açıklığa kavuşturacağı ve olası yeni cinayetleri önleyebileceği gerekçesiyle acilen açılması gerekiyor.
Hessen istihbaratı ise çalışmalarını tehlikeye sokacağı gerekçesiyle dosyanın açılmasını reddediyor.

11 KEZ İSMİ GEÇİYOR
Welt am Sonntag gazetesi Hessen istihbaratının NSU dosyasının açılması için İdari Mahkeme’de dava yürütüyor. Wiesbaden İdari Mahkemesi, istihbaratın, gazetenin birçok sorusunu cevaplandırması gerektiğine karar verdi.
Sorulardan biri şu;
Stephan Ernst adı NSU dosyasında kaç yerde geçiyor?
İstihbarat bu soruya, dosyada Stephan Ernst isminin 11 kez geçtiği yanıtını verdi.
Ancak diğer sorulara açıklık getirmedi.
Ernst, 2009 raporlarında ‘çok tehlikeli ve ağır şiddet olaylarına hazır biri’ olarak sınıflandırılıyor.
2010 yılından itibaren ise istihbarat raporlarında yer almıyor.
Wiesbaden İdari Mahkemesi, NSU dosyası üzerindeki 120 yıl gizlilik kararını 30 yıla indirdi. Ancak 30 yıl dolduktan sonra yeni yasaya göre sürenin yeniden uzatılma olasılığı bulunuyor.
Gazetenin, Kassel Yüksek İdari Mahkemesi nezdinde yaptığı itiraz ise henüz sonuçlanmadı. Kassel Yüksek İdari Mahkemesi’nin nasıl bir karar vereceği merakla bekleniyor.

DERİN DEVLET DOSYASI : TÜRKİYE’DE GERÇEK DERİN DEVLET YOK !!!! OLDUĞUNU İDDİA EDENLER İLLEGAL OLUŞUMLAR !!!!


Modern dünyada böyle suç yok !!

09 Ağustos 2019, Cuma 00:16

Eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Hanefi Avcı, Dünya’da saygı duyulan modern devletlerde yazmanın, konuşmanın örgüt propagandası olmadığına ve suç sayılmadığına dikkat çekti.

Terörle mücadelede yapılan hatalar ve devlet kurumlarında hukukun hakim kılınması konularında dile getirdiği eleştirel düşünceleriyle tanınan Eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Hanefi Avcı, TV5’e konuk oldu. Türkiye’deki hukuk sistemi bağlamında gündemi değerlendiren Avcı, “Bizim evrensel hukuka uymayan bir devletimiz ve hukukumuz var. Halbuki şunu bilmeliyiz biz: Bir insan, kanunda yazılı suçları işlemeli. (Sadece kanunda yazılı suçlardan dolayı yargılanmalı). Söyleyerek, konuşarak, yazarak, çizerek insan suç işleyemez. Dünya’da, modern ülkelerde budur. Türkiye’de suç işlenir. (İşlemiş sayılır.) Konuştuğunuzda örgüt propagandası yapabilirsiniz. Hatta örgüte yardım etmiş olabilirsiniz; ama Dünya’da şu: Yazarak, konuşarak, sözle, resimle, şekille örgüt propagandası olmaz. Suç da olmaz.

Herkes yazıp söyleyebilmelidir. Kişisel hakaret yapmışsa, hukuk önünde hesabını verir. Tazminatı öder; ama devlet, kamu dâvâsı açamaz. Bugün bakıyorsunuz, geçmişte şu veya bu sebeple eleştirmiş veya cemaate yakın durmuş birçok insan, içeride. Gazeteciler içeride. Tutuklanmışlar. Ağır cezalar alıyorlar. Buradan bir şey çıkmaz; ama bu, tüm toplumu korkutur, tüm toplumu ürkütür ve geleceğe çok önemli şey biriktiriyoruz. Hâlbuki Dünya’da saygı duyulan modern devletler, özgürlüklerin en geniş olduğu, hukukun olduğu, demokrasinin çalıştığı ülkelerdir” dedi.

Derin devlet varsa devlet yoktur

Bir soru üzerine, yabancı devletlerde de bir ‘derin devlet’ olduğu iddiasının abartıldığını ileri süren Avcı, “Modern ülkelerde, Batı dünyasındaki devletler, sivil kurumlar tarafından denetlenir, yargı tarafından denetlenir. Yapılan kanunsuz hareketler, soruşturulur ve ortaya çıkarılır. Devlet arşivleri, belli süre sonra açılır. 50 sene sonra, 20 sene sonra… Hiçbir şey, gizli kalmaz. O açıdan, çok da öyle illegal örgütlenmeye müsait değildir. Batı dünyası için diyorum” dedi. Türkiye’de hukuku çiğneyen yanlış uygulamalara Türkiye’de ‘Derin Devlet’ dendiğini belirten Avcı, “Bence bu, derin devlet değil, devletin hiç olmamasıdır. Gerçek mânâda bir devlet olsa, devlet önce kendi vatandaşının kendine gelen taleplerinin doğruluğuna, yanlışına bakar, o gelen taleplerin makul ve mantıklı olanını ayıklar. Büyük bir kitleyi karşısına almaz. Önce o kitleyi ayıklamasını bilir. Marjinal gruplarla da en son çareyse, en son yöntemse mahkemeler, yargılamalar sürer. Yoksa sadece ‘alalım, içeri tıkalım’ mantığıyla bu iş olmaz. Biz, siyasî talepleri, ideolojik talepleri, sosyal taleplerin hepsini bir suç örgütü gibi görüp, mahkemelerde tutuklayarak, içeri tıkarak veya baskı tedbirleriyle, askerlerle, polislerle bunu önlemeyi düşünüyoruz. Bu, işin tabiatına aykırı… İdeolojik grupları, şiddetle, zorla bastıramazsınız” şeklinde konuştu.

DERİN DEVLET DOSYASI /// Adelina Sfishta : “Derin Devlet”, “Deep State” gerçekte kim ???


Adelina Sfishta : “Derin Devlet”, “Deep State” gerçekte kim ???

KAYNAK : https://www.ocakmedya.com/derin-devlet-deep-state-gercekte-kim/

“Derin Devlet” sözü bir çok ülkede, üzerinde en çok spekülasyon yapılan kavram, sanırım.

5-6 yıl öncesine kadar, birisinin şüpheli hareketleri, ulaşabildiği yerlerin-çözebildiği işlerin profilinin yüksekliği, “hayrola derin devlet mi?” sorusu ile karşılaşmasına neden olurdu.

Şimdilerde filmleri bile yapılır oldu.

Kosova’da bu meseleye işaret eden enteresan bir olayla karşılaşmıştım. Bu olay, gazeteci olarak bana, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı konusunda ciddi bir ders oldu. Standart parametrelerle ve standart dışı parametrelerle bakmak, “double check” adet oldu bende.

Kosova’nın bağımsızlığını kazanması ve bağımsız devlet olarak inşası sürecinde; “Arnavut milliyetçiliği” tek parametre olarak belirlenmiş, Arnavut tarihi, kültürü, gelenekleri, İslam’a bakışı, Osmanlı tarihine bakışı, Türkiye’ye bakışı, bu süreçte yeniden tanımlanmıştı. Arnavut’un dini “Arnavut olmaktır” denecek ölçüde, tek parametre “nasyonalite” idi. Bağımsızlığa giden yol ve yeni devletin inşasındaki bütün kurumsal yapılar, bu temel ölçüye göre yetiştirilmiş insana ve bu çerçevede oluşturulmuş ideolojilere-fikirlere dayandırılıyordu.

Yugoslavya devletinden, uluslararası bir “uzlaşı projesi” olarak kurulduğundan beri, “Vatikan” rahatsızdı aslında. İki nedeni vardı bunun: Birincisi “dinsiz devlet” kavramına karşıydı Vatikan; ikincisi ise, “Katolikler” Balkanlardaki “hinterlandını” kaybetmekten rahatsızdı.

Vatikan bu durumu ters yüz etmek için, yıllarca, sabırla çalıştı. Yugoslavya devleti varlığını sürdürürken, Arnavutlar için; alternatif eğitim kurumları kurulması, yeni kitapların hazırlanması, dağ-mağara ve bodrum okullarında illegal eğitim kurumlarının oluşturulması ve bu fikre uygun yeni nesillerin yetiştirilmesi, işte bu çalışmalar sonucu gerçekleştirildi.

Dini saf dışı bırakan Arnavut milliyetçiliği, Arnavutların yeni tarihi, Arnavutların İslam’a yeni bakışı, Arnavutların bütün kültür normları bu plan çerçevesinde değiştirildi. Geleceğin Kosova güç merkezleri bu çerçevede şekillendirildi. “Arnavut’un derisini kazısan altından haç çıkar” güzellemesi de, bir yandan bütün dimağlara nakşediliyordu.

Reklam

Bu sürecin yıldızı, şüphesiz Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) idi. Kosova Katolik icmasının iddiasına göre, Vatikan UÇK’yı da savaşa hazırlamıştı.

Siyasetin ve sivil toplumun güçlü aktörleri de “Arnavut milliyetçiliği” etrafında şekillendiriliyordu. Bu konuda en ileri siyasi hareket “Kendin Karar Ver-Vetevendosje Hareketi” ve onun genç lideri Albin Kurti idi. Albin Kurti, Kosova ölçeğinde bir “Arnavut milliyetçiliği” ile yetinmiyor; aynı zamanda Arnavutluk’la birleşmeyi, Makedonya Arnavutları ile güçlü beraberliği düşünen bir fikri de öngörüyordu. Geleceğin başbakanı gözüyle bakılan Albin Kurti, Vatikan’ın bütün kurgularına uyuyor gözüküyordu. Arnavut milliyetçiliğinin “kalesi” oydu. Senaryo belli, “esas oğlan” belliydi. Görüntü buydu.

Son seçimde beklenen oldu ve Albin Kuti’nin Vetevendosje hareketi birinci oldu. Başbakan olması bekleniyor, en azından koalisyonun büyük ortağı olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Seçim sürecinde Albin Kurti kendisinden pek umulmayan birkaç cümle sarf etmişti, “İslam bir tehdit değildir, ekstremistlerle ve İslamofobi ile mücadele edeceğim, başörtülüler devlette çalışabilir.” Bu cümleler, sıradan bir cümle gibi geldi bir çoğuna, ancak bu cümlelere çok dikkatle bakanlar da vardı. Vatikan’ın senaryosunu bozan bu cümleler, bir yere not edilmiş olmalıydı. Parti karıştı. Albin Kurti’nin partisindeki 31 vekilden 11’i istifa ettirildi, başkent Priştine’nin belediye başkanı Albin Kurti’den ayrıldı. Albin’in halktan aldığı oylar, masabaşı oyunuyla “hiç” mertebesine indirilmişti. Sonra Kosova savaşının bütün “UÇK” komutanlarının partileri bir araya getirilerek yeni hükümet komutanlara kurduruldu.

Bu olay beni çok düşündürdü. Albin kimin ayağına basmış, hangi yanlışı yapmıştı? Kosova’da esas güç kimdi, Kosova’nın rolü ne olarak belirlenmişti? Albin bilmeden hangi oyunu bozmaya kalkmıştı? Kosova derin devleti mi devredeydi? Albin’in partisini parça parça eden, “UÇK” komutanlarının partilerini bir araya getirip hükümeti kurdurtan ve asla yıktırtmayan kimdi? Kosova derin devletini Vatikan mı kurgulamıştı? Kosova’nın kırmızı çizgisi “İslamiyet” olarak mı belirlenmişti? Kosova’nın yüzü Vatikan’a mı dönük olmalıydı?

Kafam karma karışık olmuş, cevabını bulamadığım sorular beynimde fırtınalar yaratmıştı.

Gelelim Türkiye’ye. Türkiye’de mesele daha da kompleks gözüküyor.

Derin devlet kavramı Türkiye’de de çok etkili biliyorum. Kavramın oradaki izlerine de bakmaya çalıştım. Yalnız 3-4 yıldır, derin devlet kavramını pek kimsenin kullanmadığının da farkındayım. Bu derin devletin etkisizleştirildiği, ya da Türkiye’de defteri kapattığı anlamı mı taşır? Sanmam.

Önce, Türkiye’de bu konuyla ilgili önemli figürlerin “derin devlet” tanımlarına bakalım.

Reklam

Süleyman Demirel’in derin devlet tanımı, yıl 2005: “Derin devlet devletin kendisidir. Askerdir derin devlet. Cumhuriyet’i kuran askerler, kurulu nizamın yıkılmasından daima korku duyar”. “Devleti yıkılma sınırına getirmediğiniz sürece, derin devlet hareket halinde değildir”.

Demirel’in tanımına bakarsak; cumhuriyeti kuranların, ki onlar askerler, belirlediği bir devlet yapısı var ve ordu bunun koruyucusu ve kollayıcısı. “Görünene” itibar etseniz, Demirel’in “derin devlet askerdir” tanımı doğru. TC Devletini, CHP’yi kuran onlar. 1960-1971-1980-1997 darbelerini yapan, siyasete çeki düzen veren onlar. Askerler “dediğini yaptırabilecek” en önemli silahlı güç, bu doğru ve bundan ötesi bir anlam yüklemek, aşırı zorlama.

Demirel’in tanımlamasını güçlendiren, 2000-2003 yıllarında (AKP’ye darbe yapma çalışmalarının yapıldığı yıllar), Türkiye’de görev yapan, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’un 2003 tarihli kriptosu. “Şahin generaller, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e her an muhtıra verebilir ve istifasını isteyebilirler”. “Şahin generaller: Şener Eruygur, Çetin Doğan, Hurşit Tolon, Fevzi Türkeri, Tuncer Kılınç” diyordu. Tanıdınız mı bu isimleri?

Kimdi bu ekip? “Muhafazakar-dindar bir partiyi iktidarda görmekten tüyleri diken diken olanlar”, Erbakan’ı iktidardan uçurdukları gibi, AK P’yi de “uçurmayı” planlayanlar. Sonra?

Bülent Ecevit ise, 2005’de; “Türkiye’de bir derin devlet olayı var. Derin devlet kontrgerilladır. Ama herkesin derin devleti farklıdır”, “1974 yılında Genelkurmay Başkanı örtülüden para istedi, yüklü bir miktar. Ne için diye sordum. Özel Harp Dairesi için dedi. Daha önce bu dairenin parası Amerikalılar tarafından verilirmiş” diyor ve derin devleti “kontrgerilla” olarak açıklıyordu.

Tayyip Erdoğan 2007’de: “Derin devletin varlığına katılmıyorum diye bir şey yok. Katılmıyorum olur mu, neden (derin devlet) olmasın. Türkiye Cumhuriyeti döneminde başlamış bir şey de değil. Ta Osmanlı’dan. Bu gelenekten gelen bir şey zaten. Ama bunu minimize etmek, mümkünse yok etmek, bunu başarmak gerek” diyerek, derin devleti “İttihat Terakki’ye ve Teşkilât-ı Mahsusa’ya”, yani Osmanlı’nın yıkılması şartlarını hazırladığına inandığı, siyasal oluşuma ve onun devlet inşasına kadar götürüyordu. Bu “dindarların” genel kanısıydı.

Necmettin Erbakan; “Ergenekon davası, TSK’da ABD karşıtlarının tasfiyesidir” diyerek, derin devlet kavramına, Erdoğan’dan çok farklı bir anlam yüklüyordu. Neden?

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan; “Bizden yukarıda öyle bir örgüt var ki, her şeyi o tezgâhlıyor, biz uyguluyoruz” diyordu. Kayacan bir üst akıla işaret ediyordu.

CHP genel başkan yardımcısı Özgür Özel; “Türkiye’de bir başka mekanizma, bir başka dinamik var, hepsini birden yönetiyor. Bir başka mekanizma devreye giriyor ve birbirine en ağır hakaret edenleri birbirine dost, ahbap yapabiliyor, birden çok partiyi kontrol eder bir şekilde Türkiye siyaseti üzerinde (derin devletin) bir vesayet kurduğuna ben şahsen inanıyorum” diyordu.

Solcuların yorumu; “Türkiye’de bir derin devlet var ama bu Amerikan derin devletinin uzantısı”. “Dindarlar ve milliyetçiler de bu Amerikancı derin devletinin yerli işbirlikçileri”. “Komünizm ile mücadele için NATO Gladio’yu kurmuş, Türkiye’de ise 1952 yılında Kontrgerilla teşkilatlandırılmış”. Doğu Perinçek’in yol arkadaşı, emekli Tümamiral Soner Polat, “dünyada NATO Gladyosu’nu yenen, tasfiye eden ilk ve tek ülke Türkiye’dir ve bunu Erdoğan başarmıştır” diyor.

Eski istihbaratçı Mahir Kaynak da, derin devleti “ülkenin geleceğini planlayan ve bunu gerçekleştirmek için politikalar üreten bir akıl” olarak nitelemiş.

Arşivleri karıştırsak daha çok tanımlama bulabiliriz, öyle gözüküyor. Derin devlet konusunda yapılan tanımlar, herkesin görebildiği parçalar ve karşılaştıkları olaylar ile sınırlı. Solun tanımı farklı, sağın tanımı farklı, dindarınki daha farklı. Tanım farklılığı derin devletin çok çeşitli enstrümanlara sahip olması ve çok cephede hareket edebilmesi ile ilgili. Ordu, siyaset, istihbarat, finans, sivil toplum, fikir hareketleri, din, terör örgütleri vb. içerisinde, derin devlet var. Derin devletin içerisinde olmadığı hiçbir yapı yok.

Zamanın ruhu, solu hareket ettirmeyi gerektiriyorsa, sol enstrümanlar hareket eder, sağın içindekiler, karşıt konumda dahi olsa, esas aktörün işini kolaylaştırıcı şekilde tavır alır. Dindar cephe hareket ettirilmek istenirse, dindar enstrümanlar hareket eder, diğerleri onun işini kolaylaştırır. Dışarıdan bakanlar sadece harekete geçen parçaları görür. Zaman gelir, terör örgütleri azdırılır, zaman gelir, milliyetçi kuvvetler harekete geçirilir. Ülkeyi istikametinde tutmak tek bir unsurun boyunu aşarsa, sol unsurlar dindarlarla, milliyetçiler dindarlarla bir araya da getirilir. Daha da yetmezse, farklı unsurların içindeki derin devletle çalışan yapılar, kendi kurumunu parçalar ve esas mücadeleyi yapan unsuru destekler.

Derin devlet, yerli de değil, milli de değildir. Kendisini kurgulayan “üst aklın mensubiyetini taşır”. Derin devlet, kendi üzerindeki “yabancı” olan “yönetici bir güç-üst akıl” tarafından yapılandırılır. Bu güç, global sistem içinde bir rol verilen ülke için kurgular derin devleti. İşte kurgulanmış derin devlet, ülkeyi “belirlenen istikamette tutmakla görevlendirilir”. Biz bu istikamette tutma oyunlarını, gerçekmiş gibi algılar ve tavırlarımızı belirleriz.

Parçalar inandırılmış fikirlerle hareket ederler. Farklı inançlar, dolaylı tutumla da olsa, aynı hedefe hizmet edebilirler. Fikirlerin etrafında kümelenenlerin, derin devletten asla haberleri olmaz. Ancak fikirlerin arasına öyle bir nüans ilave eder ki üst akıl, farklı fikir grubu fikirlerinin tam zıttı bir hedefe yönelebilecek kıvamda tutulabilir. Bu yöntemle, grup istenilen hedefe yöneltilemezse, parçalanır, etkisizleştirilir, muhalefeti sınırlandırılır.

Parçaların içinde hareket edenler, her zaman kendilerinin en doğruyu yaptığını, en vatansever olduğunu, diğerlerinin de “hainimsi” olduğunu düşünür.

Bu şablonu Türkiye için uygularsak, son yüz yılda meydana gelen olayları nasıl okuyabiliriz?

Osmanlı yıkıldı, petrol ve kritik alanlar paylaşıldı. Tablo buydu. “Etrafıyla ilgilenmeyecek, oyunu bozmayacak ve Kürt meselesini çözemeyecek” bir Türkiye, bu tabloyu tamamlayıcı olarak belirlendi. Türkiye hep bu istikamette tutuldu. Sınırı aşmak isteyenler etkisizleştirildi.

Bakmayın siz binlerce “detay” olaya. Son resim ne? Dışarıda bir milim kımıldayamamış, aksine sıkışmış bir Türkiye, içeride de Kürt meselesini çözememiş bir Türkiye. Diğer yorumlar palavra. Demek üst akıl işini görmüş, kurduğu derin devlet de güzel çalışmış. Solcu, sağcı, dindar, milliyetçi, ocu-bucu, ufak lokmalarla tatmin edilmiş. Ama atı alan Üsküdar’ı geçmiş.

Halk, aydınlar, siyasi kadrolar ve bürokrasi; geminin gittiği yön konusunda yönlendirici olamadan, sadece geminin gidip-gitmediği, geminin dökülen boyaları, bozulan makinaların tamiri, içindekilerin kılık ve kıyafetleri, gemi içinde kurulacak nizam, gemi bölmeleri arasındaki mücadeleler, gemi içindekilerle ilgili istihbarat, gemi içindekiler için ordu kurulması, gemi içinin dizaynı gibi, neticesiz bir kargaşa içinde enerji tüketmiş. Çabaların hiç biri geminin yönünü belirleyememiş. Hiçbir siyasi hareket ve siyasi lider de kuşatılmışlığı parçalayabilecek, oyunu bozacak bir hikaye yazamamış bu millete. Yazmak isteyene de derin devlet gereğini yapmış. Herkes içerisinde olduğu parçanın hikayesini yazmış, oynamış ve bununla mutlu olmuş. Elbette başarılar da bu parçanın içiyle sınırlı kalmış.

Türkiye’de gerçek derin devletin ve üst aklın varlığını belirleyebilmiş olan var mı? Şüpheliyim. Önemli insanların tanımlarını yukarıda okudunuz.

Bugün için bir işaret-şablon var mı derseniz? Size sadece “demokrasi şablonunu kullanın” diyebilirim. Demokrasi şablonu, kimin nerede durduğuna dair önemli ipuçları verir.