KAMPANYA : AK PARTİ 52 SANAT KURUMUNU KAPATMAYA HAZIRLANIYOR /// BUNA DUR DEMEK İÇİN BU İLETİYİ ÇEVRENİZLE PAYLAŞIN !!!!!


Arkadaşlar merhaba,

Aşağıda yer alan metni mümkün olduğunca çok yere ulaştırmayı hedefliyoruz. Lütfen listenizdeki herkese yollar mısınız? Ayrıca CİMER’e de yazabilirsiniz.

Sevgiler ve teşekkürler.

ÖZEL BÜRO GRUBU

***

Değerli Basın Mensupları;

Hükümetin başta Devlet Opera ve Balesi ,Devlet Tiyatroları, Devlet Senfoni Orkestraları, Devlet Halk Dansları Topluluğu, Devlet çok Sesli Korosu olmak üzere toplam 52 sanat kurumunun kapatılmasını öngören yasa tasarısı bizim ve çocuklarımızın geleceğini yok ediyor.

Bizler Cumhuriyet’in kültür-sanat kurumlarının kapatılmasına sonuna kadar karşıyız. Yapılması planlanan model baskıcı ve gerici bir modeldir ve sanatın özgürlüğünü elinden almaktadır.

Bunun yanı sıra Eğitim fakülteleri, güzel sanatlar liseleri, konservatuvarlar da topun ucunda. Türkiye’de sanatın ölüm fermanı olan 52 sayfalık yasa tasarısı mecliste yarın, öbür gün onaylanabilir.

Cumhuriyet’in çağdaş sanat kurumları tek tek yok ediliyor. Esasında hepimizin bildiği gibi asıl yok edilmek istenen laik Cumhuriyetimizdir.

ATAOL BEHRAMOĞLU

CİMER E-POSTA : https://www.cimer.gov.tr

SANAT DÜNYASI : YEŞİLÇAM’IN İYİ KALPLİ GÜZEL İNSANLARI BİRER BİRER VEDA EDİYOR :(


ALINTI : LİNKEDİN

Onlar İyi İnsanlardı …

Onlar üstlendikleri işleri çok iyi yapmaları yanında içinde yaşadıkları topluma ve hatta gelecek nesillere de ilham veren, örnek olan kişilerdir. Bunun nedeni ise kişiliklerinden yansıyan iyilik özelliğidir..

İyi insanlar ….

Kimsenin acısından haz duymaz başkasının acısını da hissederler..

Her canlının kıymetini bilirler. Ölümü değil, yaşamı kutsarlar.

İnsanların yüzlerindeki ufak bir tebessüme bile neden olabilmek için ellerinden geleni yaparlar.

Bir iyiliği, karşılık bekledikleri için ya da bir güçten korktukları için yapmazlar. Doğru olanın o olduğunu bilirler.

Yargılamazlar kimseyi durduk yere. Bölüştürmezler sen şusun, o zaten böyleydi diye..

Kendi başına gelmesini istemeyeceği şeyi, başkaları için istemezler.

Başkaları onların arkasında iş çevirmeye kalksa da temiz kalpli olmaktan vazgeçmezler.

Kirletmezler yaptıklarıyla; denizi, gökyüzünü, bir çocuğun küçük kalbini. Nefret tohumları ekmezler hiç bir zaman kimsenin yüreğine.

Hor görmezler, başkasını. Bilirler aslında her insanın özde aynı olduğunu…

Düşmezler maddiyatın, paranın pulun peşine. Kimsenin ekmeğine yağ sürdüğü o bıçak olmazlar, yanlışlıkla birinin elini keserim de can acıtırım diye…

Ruhunu koyarlar, inandıkları şeyler için ortaya. Maskeleri yoktur. Ne ise odurlar. Rol kesmezler, hiçbir zaman, hiçbir yerde. Sevmezler boş konuşmayı. Susarlar çoğu zaman, kendi içlerinde hiç kesilmeyen çığlıklar duysalar bile. Sırf birini seviyor diye onun yanlışlarına göz yummazlar. Bugün ak dediğine ertesi gün kara diyenlerin yollarından yürümezler. Kırmazlar, heves edenin hevesini "Sen yapamazsın!" demezler. Şefkatle omuza konan el olmanın bile ne kadar kıymetli olduğunu bilirler. Beklerler, günün birinde gelecek adaleti ve sevgiyi. Parıltılı hayatları olmamıştır belki hiçbir zaman ama gözlerinin içindeki parıltıyı da kaybetmezler. İnsanın en çok ihtiyacı olduğu anda türkü olurlar yüreklerde. Umut olurlar, başkalarının yaşamlarına, hiç umut kalmamışken avuçlarında. Bilirler; asıl hayatta kalmanın, başkalarını hayatta tutabilmek olduğunu.

Onlar bir karıncanın canına kıymadan, bir kuşun kanadını kırmadan oynamışlardır hayat denilen oyunu. Ve "iyi insan" olabilmek olmuştur, onların en büyük ödülü… iyi insanlar iyi ki varsınız..

Onlar ısıtır içimizdeki soğukluğu, onlar ışıtır, aydınlatır karanlıkları dünya hala dönmeye devam ediyorsa onların yüzü suyu hürmetinedir.. Masadan eksiliyor birer birer dostlar.

DÜNYA SANATI DOSYASI /// Evrenin Kütüphanecisi : Jorge Luis Borges


Evrenin Kütüphanecisi : Jorge Luis Borges

by Hokahey

Bir akşamüstü Borges, Buenos Aires sokaklarında tek başına yürüyüş yaparken adamın biri yanına gelip sormuş “Ah bayım, siz ünlü Jorge Luis Borges değil misiniz?”, Borges gülümsemiş ve cevap vermiş: “Evet, ara sıra.”

Sorunun muhattabının Borges olduğu düşünüldüğünde gelen cevap o kadar da şaşırtıcı değil. Zira Arjantinli ünlü öykücü, deneme yazarı ve şair Jorge Luis Borges (1899 – 1986), düşlerin gerçeklerle, yüzlerin suretlerle, “ben”lerin “öteki ben”lerle, sonsuzluğun parçalarla iç içe geçtiği ve hiçbir şeyin kesin ve net olmadığı akılamaz bir evrenin yaratıcısıdır. Sadece 20. yüzyılın değil tüm edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından biri olan Borges, “Eğer elimde bir zenginlik varsa o, kesinliklerden değil, zihinsel karışıklıklardan oluşuyor” der. Aynaların öte yanına uzanan sonsuz labirentlerde akarcasına ilerleyen kısa, bilgece ve baştançıkarıcı hikayeleri kum saatleri, haritalar, kahvenin tadı, tangonun arzu dolu ritmi, kutsal kitaplarin sesi, kaplanlar ve güllerle dolu büyülü ve gizemli bu evrene açılan birer kapıdır. Yaptığı gölge oyunları, kurduğu tuzaklar aklımızı başımızdan alır, beynimizi soru işaretleriyle doldurur. “Nasıl?”ın cevabı ise Borges”te değil, her zaman okurdadır. “Bütün bunları nasıl yazdı” sorusuna gelince; “Yazarların konu arayıp seçmeleri gerektiğine inanmıyorum. Konuların yazarları arayıp bulmaları daha uygundur” der Borges. Bu muazzam büyülü gerçekliği nasıl yarattığının cevabı da hayat hikayesinde saklıdır.

Aynalar, kaplanlar, labirentler

Jorge Luis Borges 24 Ağustos 1899″da Buenos Aires”te doğdu. Çocukluğu, yoksul bir mahalle olan Palermo”da geçti. Palermo gece klüpleri ve randevu evlerinin bulunduğu, bıçak çekip kavgalar eden vahşi erkeklerle, tangonun ritmiyle dans eden arzulu kadınların olduğu hareketli bir yerdi. Bu mahallenin, Borges”in daha çocukken uzaktan uzağa izlediği, tehlikeli, tutkulu, düşük kahramanları gelecekte onun öykülerinde karşımıza çıkmak üzere belleğine kazınacaktı. Ailesi bu mahalleye pek uymayan orta sınıf bir aileydi. Babası Jorge Guillermo Borges bir avukat ve psikoloji eğitmeniydi; annesi Leonor Acevedo Haedo ise bir çevirmen. Babasının annesi İngiliz olduğu için evde iki dil konuşulduğundan İngilizce ve İspanyolca”ya aynı anda öğrendi. Babası ise satranç tahtası üzerinde ona felsefeyi ve edebiyatı öğretti. Entekeltüel bir ortamda yetişen genç Borges sokaklardan çok kızkardeşi Norah ile birlikte içerde, evlerindeki büyük kütüphane ve bahçede vakit geçiriyordu. Kütüphane ve bahçe böylece Borges”in belleğine sızan, hayalgücünü ateşleyen ve bir çok öyküsünde tekrar tekrar karşımıza çıkan imgeler halini alıyordu. Kütüphanenin dolambaçlı koridorlarında bulduğu, dünyanın yedi harikasını gösteren bir çizimde yer alan daire şeklindeki labirent ise o anda zihnine kazınarak korkusunu ateşliyordu. Uzun süre kabuslarını süsleyen labirentler, sonra hikayelerini süsleyecekti. Borges evreninin bir diğer vazgeçilmezi kaplan da çocukluk yıllarında gelip onu bulmuştu. Zira küçük Borges”in en sevdiği şey hayvanat bahçesine gitmek ve orada saatlerce hayvanları seyretmekti, özellikle kafesinde bir sağa bir sola gidip gelen sarı-siyah kaplanları…

Edebiyatla ilk tanışıklığı, kültürlü bir insan olan babasının kütüphanesindeki İngilizce kitaplar arasında bulunan H.G. Wells’in yapıtları, Binbir Gece Masalları, Hucleberry Finn, Cervantes’in Don Kişot”u ile oldu. Kütüphane ona kutsal kitapların, mitolojinin, masalların da kapısını açmıştı. Daha küçüklükten itibaren yazmaya başladı. Yedi-sekiz yaşlarında Don Kişot”tan esinlenerek hikayeler yazmaya başlamıştı. Dokuz yaşındaysa Oscar Wilde’ın “Mutlu Prens”ini İngilizce’den İspanyolcaya çevirmiş, bu çeviri yerel gazete El Pais”te yayınlamıştı.

“Daha çocukluğumda , hayatın babamdan esirgediği yazar olma yazgısını benim üstlenmek zorunda kalacağım neredeyse anlaşılmıştı. Ailemizde herkes benim yazar olacağıma kesin gözüyle bakıyordu” diye o yılları anlatan Borges haklıydı. O konları değil, konular gelip onu seçmişti.

Kendini düşleyen bir düş

1914″te, Borges 15 yaşındayken, gözleri giderek kör olmaya başlayan babasının tedavisi için ailecek İsviçre”ye Cenevreye taşınmaları ufkunun genişlemesinde, seks hayatınınsa sekteye uğramasında etkili oldu.

Eğitimine buradaki Calvin Koleji”nde devam eden Borges, filozoflar, mistikler ve kabalistlerle, Shakespeare, John Milton ve Dante”yle, sembolist edebiyatın dahileri Verlaine, Rimbaud ve Mallarmé ile, hayranı olduğu Schopenhauer, Carlyle ve Walt Whitman”la burada tanıştı. Soyut edebiyat aracılığıyla dünyayla bambaşka bir şekilde yeniden keşfediyordu. Öte yandan babasının kadınlarla ve seksle bir sorunu olduğunu düşünerek oğlunu bir fahişeye göndermesi, Borges”in hayatı boyunca kadınlarla ilişki kurmakta zorluk çekmesine sebep oldu.

Birinci Dünya Savaşı sonrası ailecek İspanya”ya taşındıklarında Ultraist edebiyat grubuna katılan Borges, 1921’de Buenes Aires’e döndüklerinde aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan birşeyler yapmaya girişti. Burada babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz”in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandez”in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume”ün bir yansıması idi. Edebî stili ekzantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges bu düşünce şekliyle zaman ve uzayı, dünyayı ve gerçeği bambaşka açılardan gördü. Ona göre “Uzun bir düş gibi tasarlanmış yaşam, belki de düş görenin olmadığı bir düş… Kendi kendini düşleyen bir düş, öznesiz bir düş…”tü.

1923- 1929 yılları arasında “Buenos Aires Tutkusu”, “Yolun Ötesindeki Ay” ve “San Martin Defteri” adlı üç şiir kitabı yayınlayan Borges bu büyülü gerçekliğe asıl adımını 1930″larda attı. 1930´larda, Arjantin´de çok satan Critica gazetesine yazdığı yazıları topladığı “Alçaklığın Evrensel Tarihi´nde Kadın Korsan Çingi, Billiy the Kid gibi kötü şöhretli tarihi kişilerin yaşamöykülerini gerçek ile kurguyu harmanlayarak anlattığı sıradışı hikayeler daha sonraları bu tarz “büyülü gerçekçilik”in ilk örneklerinden sayılacaktı. Asıl “Borges stili” ise 1935″te yazdığı ve hayâlî bir romanı eleştirdiği “Al-Motasim”e Bir Bakış” isimli öyküsüyle doğdu. Bu kitap Latin Amerika edebiyatını derinden etkiledi, yayımlandığı tarih bu edebiyatın bir dönüm noktası olarak nitelendi.

eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
ikincisinde daha çok hata yapardım.
kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar.
çok az şeyi ciddiyetle yapardım.
temizlik sorun bile olmazdı asla.
daha çok riske girerdim,
seyahat ederdim daha fazla.
daha çok güneş doğuşu izler,
daha çok dağa tırmanır,
daha çok nehirde yüzerdim.
görmediğim bir çok yere giderdim.
dondurma yerdim doyasıya,
daha az bezelye.
gerçek sorunlarım olurdu
hayali olanların yerine.
yaşamın her anını gerçek ve
verimli kılan insanlardan olurdum.
farkında mısınız bilmem, yaşam budur zaten.
anlar, sadece anlar, siz de ‘an’ ı yaşayın.
hiçbir yere, yanına: termometre, su, şemsiye ve
paraşüt almadan gitmeyen insanlardanım ben.
yeniden başlayabilseydim,
ilkbaharda, papuçlarımı atardım.
ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayakla.
bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer…
ama işte, 85′ imdeyim ve biliyorum…
ölüyorum..

Ancak 1938 Borges”i derinden sarsan iki olay oldu. Çok yakın olduğu babası öldü, kendisi ise bir kaza sonuçu ölümden döndü. O dönemi bir röportajında şöye anlatıyordu: “1938’in Noel arifesinde..babam da o yıl ölmüştü.. ağır bir kaza geçirdim..Merdivenden hızla çıkarken kafa derimin sıyrılıverdiğini hissettim… Kafamı yeni boyandığı için açık duran pencerenin kanadına çarpmıştım… yara iltihap kaptı… Bir hafta uyku uyuyamadım. Sabahlara kadar ateşler içinde yanarak karabasanlar gördüm… Bir akşam bir de baktılar konuşamıyorum… Hemen hastaneye yetiştirip ameliyata aldılar, kanım zehirlenmişti. Bir ay kendimi bilmeden hayatla ölüm arasında gidip geldim…Artık iyileşmeye başlamıştım ki bu kez de acaba aklım yerinde mi diye kuşkulandım… yazamayacağımdan korkmaya başladım.. daha önce hiç denemediğim bir şey yazmaya kalkıp başaramazsam bunun o kadar kötü bir şey olmayacağını dahası beni kötü sona hazırlayacağını düşünüyordum…Sonunda öykü yazmayı denedim…ve ortaya Quixote Yazarı Pierre Menard çıktı…”

Aklın ve düşlerin sınırlarını zorlayan hikayeler

“Pierre Menard, Don Quixote”un Yazarı” ile Borges sonuda öykülerin dünyasına adımını attı ve edebiyat türleri arasındaki sınırları zorlayan yeni tarzının en başarılı örneklerini vermeye başladı. Bu dönemde sabit bir gelir için Belediye Kütühânesi”nde çalışmaya girişen Borges, kütüphanedeki zamanının çoğunu bodrumkatına inip orada klâsikleri okuyarak ve modern edebiyatın uluslar arası örneklerini İspanyolca’ya çevirerek geçirdi. Virginia Woolf’un ve William Faulkner’ın kitapları İspanyolca’ya ilk kez bu dönemde Borges tarafından kazandırıldı. Ardından da “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” ve kütüphanedeki bitmek bilmeyen kataloglama işinden ilham alarak yazdığı ünlü öykü kitabı “Babil Kitaplığı” geldi. 1941″de bu öykülerin toplandığı “Yolları Çatallanan Bahçe” / “Ficciones”, 1949’da Kafkamsı bir dünyayı betimleyen metafizik öykülerden oluşan “Alef” derken Borges kendi evreninin sonsuz labirentlerinin kapılarını okura açtı. Sürekli çatallanan bahçelerin sunduğu sayısız alternatif yaşamları, her anı hafızaya kaydeden sonsuz bellekleri, genç ve yaşlı Borges”in birbiriyle yani “öteki ben”iyle karşılaştığı zaman yolculuklarını, sayfaları ve içeriği sürekli olarak değişen, başı ve son olmayan kum kitaplarını ve aklın ve düşlerin sınırlarını zorlayan daha bir çok hikayeyi tüm ihtişamı, gizemi ve büyüsüyle gözler önüne serdi.

“boşver, ilerleyeceğim diye

heveslere kaptırma kendini

denizler kadar yazsan bile

borges çoktan yazmıştır hepsini.”

1946’da Juan Peron iktidara geldiğinde, muhalif olduğu için kütüphanedeki görevinden uzaklaştırılan Borges”in “Cennet’i kitaplık biçiminde düşleyen” bir adam olarak ben…” Ulusal Kütüphane’nin müdürlüğüne getirilmesi ancak Peron”un devrilmesinden sonra 1955″te gerçekleşti. Ama ne yazık ki çok geçti. Borges tam o sıralar , babasından miras kalan genetik hastalık sonucu gelen bir hastalık sonucu tamamen kör oldu. Bunun için yazdığı şiir bu muhteşem ironiyi yansıtıyordu: “Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın / bu lütfundan yüce tanrının / bana ilahi bir şaka yaptı / kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı.”

Kütüphanesini de yanında götürdü

1956″da Buenos Aires Üniversitesi’nde İngiliz ve Amerikan edebiyatı profesörlüğüne atandı ve 12 yıl bu görevi yürüten Borges, asistanına dikte ederek öyküler yazmaya devam etti. 1955’i izleyen yıllarda artık kendine özgü bir tür haline gelen tarzında, fantastik öğeleri gittikçe ağır basan “Düş Kaplanları”, “Düşsel Varlıklar Kitabı”, “Brodie”nin Raporu” ve Borges’in olgunluk çağının en önemli eserlerinden biri olan son kitabı “Kum Kitabı”yla hikayelerini anlatmayı sürdürdü.

Hiçbir yıldız kalmayacak gecede.
Ne de gecenin kendisi kalacak.
Öleceğim ve benimle birlikte ölecek
çekilmez, katlanılmaz evrenin tümü.
Yok edeceğim piramidleri, madalyaları,
yüzleri ve anakaraları.

Düşler evreninde yaşayan bu kör kütüphanecinin edebi dehası 1961’de Samuel Beckett’le birlikte Uluslararası Yayımcılar Ödülü’nü (Formentor Ödülü) kazandığında tüm dünyaya ulaştı. Borges”in adı, Joyce, Proust, Kafka, Woolf, Beckett gibi efsanevi yazarlarla birlikte anılırken aklın ve düş gücünün sınırlarını zorlayan hikayeleri 20. yüzyılın klasikleri arasına katıldı. Borges, Latin Amerika Edebiyatının dünya çapında da geniş bir aydın kitlesine ulaşmasında da önemli bir rol oynadı.

Ölmeden hemen önce uzun yıllar boyunca asistanlığını yapan ve gözleri görmezken öykülerini yazmasına yardım eden María Kodama ile evlenen Borges, Kodama ile birlikte dünyayı gezerken hazırladıkları Atlas”ı yayınladı. Borges, 14 Haziran 1986″da, 87 yaşındayken, çok istediği Nobel Ödülü”nü alamadan karaciğer kanserinden öldü.
Ama evrenin kütüphanecisinin her nereye, hangi başka evrene gittiyse orada mutlu olduğuna şüphe yok. Zira sonsuz bir kütüphane gibi kitaplarla dolup taşan muhteşem bir belleğini de yanında götürdü. Ölmeden önce yaptığı bir röportajda söyledikleri bunu kanıtlar nitelikte: “Şimdi, seksen beş yaşıma girmenin açıklığıyla, içimde hiç hüzün olmadan, anılarımın dizeler ve kitaplarla dolu olduğunu kabul ediyorum. 1955 yılından beri göremiyorum -okuyucu görümü kaybettim. Ancak, geçmişteki yaşamımı düşündüğümde, arkadaşlarımı, aşkları düşünsem de hemen hemen tamamen düşündüğüm şey kitaplar oluyor. Hafızam, birçok dilden alıntılarla dolu.”

Evrenler içinde evrenler
Latin Amerika´nın ve dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden, çok sayıda yazarın üslübunu, tekniğini ve edebiyat hakkındaki düşüncelerini neredeyse tek başına değiştiren J.L. Borges, pek çok öyküsünde ve şiirlerinde Tanrı´yı bulma olasılığı, ölümsüzlük, sonsuzluk ve sonsuz olasılık, döngüsel zaman, ebedi tekrar gibi olgular karşımıza dikilir. Aklımızdan geçen her şeyin gerçekten yaşandığı ya da yaşanmasının mümkün olduğu, en küçük olgunun tüm evreni içerdiği, her insanın bir başkası olduğu gibi düşünceler zihnimize sızar. Kaplan, gül, “öteki ben”, kum, labirent, ayna gibi imgeler ruhumuza işler. Bize evrenler içinde evrenler gezdiren Borges”in İletişim Yayınları”ndan çıkan son kitabı “Yaratan” da okuyucuyu aynı temalardan besleniyor. Kitaplarına önsöz değil sonsöz yazmayı seven Borges”in 1960″ta “Yaratan” için yazdığı sonsözde “Çeşitli konulardaki bu yazılar (zaman biriktirdi, ben değil, aralarında başka bir edebiyat görüşüyle yazdığım için düzeltmeye cesaret edemediğim eski parçalar da var) umarım konuların coğrafi ve tarihsel çeşitliliklerinden daha az göze batar” diyor ve ekliyor: “Baskıya verdiğim bütün kitaplar arasında sanırım hiçbiri bu küçük koleksiyon kadar kişisel ve düzensiz, silva de varia lección, değil. Kişisel çünkü içinde birçok yansımalar ve araya sıkıştırmalar var.” Düzyazı ve şiirinin, edebiyatla felsefenin, gerçekle kurgunun içiçe geçtiği bu “koleksiyon”da bambaşka bir Borges evreni keşfedilmeyi bekliyor.”

Yazar: Mine AKVERDİ

SANAT DÜNYASI : EGE ÜNİVERSİTESİ ÖRNEĞİ GÖSTERDİ Kİ TÜRKİYE’DE SANAT İRTİCAYA TAKILDI /// İŞTE BİR ÖRNEK !!!


Kadının sırtından dahi etkilenen sapıklar varsa ve serbestce dolaşıyorlarsa, tüm kadınlar ve çocuklar tehlikede demektir. Ülkemiz ne hale geldi?

"Sırt dekoltesi kapatılırsa sergiye alırız"

Üniversite sergideki iki resmi ‘müstehcen’ buldu: Sırt dekoltesi kapatılırsa sergiye alırız..

Ege Üniversitesi’nde düzenlenecek resim sergisi için öğrencilerin çizdiği iki eser, Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkanlığı (SKS) tarafından müstehcen bulunarak sergiden çıkarıldı. Üniversite, resimde sırtı görünen kadın figürlerinin sırtlarının kapatılması halinde sergiye kabul edileceğini söyledi.

Kültür Servisi sitesinin haberine göre, sansürlenen çalışmalar, birinin sırtı görünen iki figürün birbirine sarıldığı bir çizim ile yine sırtı görünen başka bir kadın figürünün çiziminden ibaret.

“KADININ SIRTI GÖZÜKMESİN”

Denetlenen çalışmalardan biri için, çizimdeki kadın figürünün sırt dekoltesinin kapatılması durumunda ancak sergiye kabul edilebileceği söylendi.

Daha önceki dönemlerde de denetlemenin olduğu, fakat bu tarz sansür ya da yasaklarla karşılaşılmadığının da altı çizildi.

İTİRAZ EDİLDİ SONUÇ BEKLENİYOR

Müstehcen bulunan ve yasak gelen bu iki eser için öğrenciler, Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkanlığı’na (SKS) itiraz dilekçesi yollayarak resimlerin sergide yer alması gerektiğini savundular.

Yasaklanan çalışmalar:

Odatv.com

SANAT DÜNYASI : İstihbaratçı sanatçıdan Roma’da ‘Kelimenin Kalbi’ sergisi


İstihbaratçı sanatçıdan Roma’da ‘Kelimenin Kalbi’ sergisi

Yıllarca istihbarat ve terörle mücadele birimlerinde görev yapan polis başmüfettişi Ahmet Sula, 41. kişisel resim sergisi ‘Kelimenin Kalbi’ni İtalya’nın başkenti Roma’da açtı. Felsefi resimlerden oluşan 40 eser, Yunus Emre Roma Türk Kültür Merkezi’nde 21 Nisan’a kadar gezilebilecek.

EMNİYET Müdürü ve ressam Ahmet Sula, ‘Kelimenin Kalbi’ adlı sergisini İtalya’nın başkenti Roma’da açtı. Yunus Emre Roma Türk Kültür Merkezi’ndeki sergiyi Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Lütfullah Göktaş açtı. Sula’nın 41. kişisel resim sergisinde, çoğunluğu “felsefi resimlerden” oluşan yaklaşık 40 eser sergileniyor.

Farklı sanat alanlarını harmanlayarak Türk medeniyetini yansıtmaya çalıştığını kaydeden Sula, “En önemli şeyin, sanatın kudretini kullanarak insanların kalbine dokunmak olduğunu gördüm. Bu yolun sembolü de Anadolu Erenleri, Yunus Emre Hazretleridir. Tam da benim ilham aldığım büyüklerdendir. Roma, sanat tarihinin şekillendiği bir şehir. Ben de bu sanat şehrine Anadolu irfanını, ‘Kelimenin Kalbi’ ile anlatmaya geldim” dedi.

BU SANAT YÜCE
Sergiyi gezerken gözyaşlarına hakim olamayarak duygulu anlar yaşayan İtalyan sanatsever Guido Margarita ise “Siz buralara geldikçe İslam’ın güzelliklerini görüp anlıyoruz. İslam, Avrupa’da tam olarak tanınmıyor. İzlenimlerimi nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum çünkü bu sanat yüce” ifadelerini kullandı.Sula’nın kaligrafi canlı performansı da sunacağı “Kelimenin Kalbi” sergisi, 21 Nisan’a kadar sürecek.

TARİH /// TÜRKİYE’DE BİLİM, SANAT VE YARATICILIĞIN TEŞVİK VE ÖDÜLLENDİRİLMESİ : “İNÖNÜ ARMAĞANLARI KANUNU”


Dünyanın pek çok ülkesinde, güzel sanatlar ve bilim alanındaki çalışmaları desteklemek ve böylelikle ortaya daha güzel eserlerin çıkmasını sağlamak için, sanatçı ve bilim insanlarının ödüllendirilmesi bir gelenek haline gelmiştir. Çok çeşitli alanlarda ve ulusal ve uluslararası düzeylerde ödül verilmesindeki ortak amaç ise ödül verilen alanlarda gelişmeyi teşvik etmektir. Türkiye’de de, uzun yıllardır başta güzel sanatlar olmak üzere kültür, sanat ve bilimin gelişmesi için birçok alanda ödüller verilmektedir. Bunlardan biri de, 1946 tarihinde çıkarılmış olan İnönü Armağanları Kanunu’dur. Bir devlet ödülü niteliğinde olduğu söylenebilecek olan söz konusu armağan, halen yürürlükte olmasına karşın, sadece İnönü dönemi ile sınırlı kalmış ve ancak iki kez verilebilmiştir.

DOKUMANI BURADAN İNDİREBİLİRSİNİZ.

TARİH : Selçuklular sanatta nasıl bu kadar yükseldi ?


Selçuklular sanatta nasıl bu kadar yükseldi ?

Anadolu Medeniyetini hem de Haçlı Seferleri ve Moğol istilası sırasında nasıl özgün bir şekilde ortaya çıkardılar?

SELÇUKLU SANATI VE KOZMOLOJİSİ

Sanat kavramının kökeni, Kur’an-ı Kerim’deki ‘sun’ kelimesidir. Ragıp İsfehani’nin Müfredat’taki izahatına göre sun, bir fiili icat etmektir. Ancak her fiil sun değildir. Sun, ancak Allah-u Teala’dan ve onun lütfu ile insanlardan sadır olabilen güzel işlerdir. “Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır” (Neml Suresi 27/88) ayet-i kerimesi, asıl ve hakiki sanatkarın kim olduğuna işaret eder.

Cemil Meriç, bir medeniyetin varlığının ve derinliğinin üç sanat dalı ile ölçülebileceğini savunur. Bu üç kriter mimari, edebiyat ve musikidir. Cemil Meriç’e göre medeniyet sıfatını kazanmak, bu üç kriterde özgün üsluplar oluşturmakla mümkündür. Bizim medeniyetimiz, her alanda olduğu gibi, sanatın bu üç temel alanında da, çağları aşan dirilikte bir anlayış geliştirmiştir. Bu anlayışın her devirde kendine has bir yansıması vardır. Bu haberde, kendi sanatımızın en güzel yansımalarından biri olan Selçuklu Sanatı’nı, bir nebze de olsa anlatmaya çalışacağız.

Dört yüzyıla hakim Selçuklu sanatı

Selçuklu Sanatı, XI. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşuyla başlayıp, Anadolu’daki 1. Beylikler Dönemi, Anadolu Selçukluları Dönemi, 2. Beylikler Dönemi ve Devlet-i Âliye’nin ilk devri boyunca etkisini sürdüren bir ekoldür. Ayrıca birçok açıdan Selçuklu üslubuna benzerlikleri olan Memluk Sanatı, Mısır ve Suriye’de varlığını XVI. yüzyıla kadar sürdürmüştür. XI. yüzyıldan, XV. yüzyılın ilk yarısına kadar, İran, Anadolu, Kafkasya, Suriye ve Irak’ta Selçuklu Sanatı’nın hakimiyetinden bahsedebiliriz. Ancak Selçuklu Sanatı’nın karakteristik özelliklerinin tamamen oluştuğu ve kendi zirvesine ulaştığı dönem, Anadolu Selçukluları’nın, Anadolu’yu bir baştan bir başa imar ettikleri 1150 – 1277 yılları arasındaki dönemdir.

İznik, Konya, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, Malatya, Hasankeyf, Mardin, Diyarbakır, Erzurum, Erzincan, Kemah, Şebinkarahisar, Divriği, Antalya, Alanya, Ankara, Manisa, Tire, Birgi başta olmak üzere bütün Anadolu, Selçuklu Sanatı’nın en güzel örnekleriyle bezenmiştir. Anadolu Selçuklu Sanatı, medeniyet tarihimizin de önemli bir merhalesini teşkil etmektedir. Selçuklu dönemi sanatının bütününe bakıldığında, en önemli özelliği, kendinden önceki dönemlerin kazanımlarını temel alarak ve devam ettirerek, geleneğin devamı olan yeni bir üslubu oluşturabilmesidir. Bu üslubun oluşumunda tasavvufi düşüncenin büyük etkisi vardır.

Her şeyin toplandığı vahdet

Tasavvufi düşünce, Allah ile insan, Allah ile âlem ve insan ile âlem arasındaki ilişkiyi tevhid yani birlik temelinde izah eder. Allah birdir ve Allah’ın birliği, Allah’ın isim ve sıfatlarının sonsuz tecellilerinin aynası olan insanın ve âlemin hakikatidir. İnsan ile âlem arasında da birlik ilişkisi vardır. Denilebilir ki insan yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak, Allah’ın isim ve sıfatlarının sonsuz tecellilerinin aynası olduğu gibi, âlem dediğimiz kainat da, insanda tecelli eden İlahi hakikatin yansımasıdır. Bu yüzden insana âlemin özü veya küçük âlem, kainata da büyük âlem denilerek insan ile kainatın birliğine işaret edilir. Böylece kesret denilen çokluk, kainatı ifade eder ve insan aynasında görülen birliğin yansıması olarak kurgulanır. Bir Selçuklu devri mutasavvıfı olan Mevlana, bu hakikati “Güzellik tektir, aynaları çoğaltırsan o da çoğalır” diyerek anlatır.

Öte yandan insanın ve kainattaki varlıkların bu âlemdeki görünümlerinin ölümlü ve sonlu olması, Allah’ın ebedi ve baki oluşuyla bir tezat teşkil eder. Bu tezat İslam inancında Allah’ın sayısız isim ve sıfatlarının hep zıtlarıyla kaim olmasının da bir neticesidir. Çünkü Allah’ın isimleri Hadi –Mudil, Cemal – Celal, Afuvv – Muntakim, Evvel – Ahir gibi hep zıtlarıyla birlikte izah edilir. İnsan ise Allah’ın yeryüzündeki halifesi sıfatını, bütün bu zıtlıkların tecellilerini kendinde birleştirmesi ve bütün zıtlıkların hakikatindeki birliği görebilmesi sebebiyle kazanmıştır. İslam inancındaki kesret – vahdet yani birlik – çokluk ilişkisi, çokluğun birlikten çıkması ve birliğe dönmesi, fena ve bekanın yani sonlunun ve sonsuzun insandaki birlikteliği, insanın bütün zıtlıkları kendinde birleştirmesi gibi ilkeler İslam Sanatı’nın da temelini teşkil etmiştir.

Kainatın ve insanın sanata yansıması

İslam inancında varlığın ortaya çıkışı Allah’ın kün yani ol emriyle bir anda gerçekleşmiştir. Bu bir anda ortaya çıkan varlık bir nokta ile yani Arap alfabesindeki B harfinin noktasıyla temsil edilir. Bu bir ve tek an içinde zaman ve mekan tek bir noktadan ibarettir. Bu tek noktanın dairesel hareketi zamanın oluşumunu ve kainatın helezonik genişleyişini sağlar. Kainatın helezonik ve dairesel yapısı, astronomi ilminde temel kaide olan feleklerin devir hareketiyle izah edilir. Bu sebeple İslam kozmolojisi, kainatın ana unsurları olan mekanın ve zamanın helezonik şekilde tasvirine ve bu helezonun dairesel tablolarla ifadesine dayanır. Bütün bu anlayışın neticesinde Selçuklu Sanatı’nda nokta motifi doku ve ritim değişikliği oluşturmakta ve aynı zamanda birliği sağlamakta etkili bir unsur olarak kullanılmıştır. Motif gruplarındaki ilüzyonik yapı ise sürekli bir devinim ve hareket hissi uyandırarak zaman ve mekanın dairesel hareketini canlandırır.

Kainatı tasvir eden dairesel kozmolojik tablolar Selçuklu Sanatı’nda önemli bir yer tutar. Abbasiler döneminde girişilen tercüme faaliyetleri ile Eski Yunan Felsefesi’ne Eski Mısır, Hint ve Çin Medeniyetleri’ne ait metinler İslam düşüncesine büyük katkı sağlamıştır. Felsefe, Tasavvuf ve Kelam ilimlerinde altın çağın yaşandığı bu dönemin etkisi edebiyat, mimari ve diğer sanat dallarında bariz şekilde görülmektedir. Selçuklu Sanatı, felsefe tasavvuf ve ilimdeki bu altın çağın sanattaki yansımasıdır diyebiliriz. Gazali, Ömer Hayyam, Mevlana, Yunus Emre gibi büyük mutasavvıf ve düşünürlerin eserleri Selçuklu Sanatı’nın oluşumuna büyük katkıda bulunmuştur.

Sırlarla dolu ayrıntılar

İbn Sina ile zirvesine ulaşan felsefe ve astronomi çalışmaları, İhvan-ı Safa adlı felsefi ekolün Pisagor’un öğretilerini temel alan ve kainatı mistik rakamsal tablolarla ifade eden âlem tasvirleri, Endülüs’lü İbn Arabi’nin Fütuhat adlı eserinde bulunan ve Karatay Medresesi’nin duvarlarında görülen kainatın dairesel tabloları, Selçuklu Sanatı Kozmoloji’sinin temelini oluşturur. İbn Sina’nın, İhvan-ı Safa ve İbn Arabi’nin bu dairesel kainat tablolarının tesiri, hem motif yapılarında hem de mimari yapıların planlarında ve kubbelerinde kolayca müşahede edilebilir. Öte yandan İbn Sina’nın Kitab’üş Şifa’sının bölümleri olan “Semâ ve Âlem” ile “Kevn ve Fesad” gibi metinleri başta olmak üzere, İslam Kozmolojisi ve astronomisine ait metinlerin mimaride ve tasvir sanatlarındaki yansımaları üzerine çok az çalışma yapılmıştır. Harran harabelerinin kuş bakışı planının Samanyolu yıldız takımının bir tasviri olduğunun, çok yakın bir zamana kadar sadece süsleme zannedilen Endülüs’teki Elhamra Sarayı duvarlarındaki tasvirlerin içinde gizlenmiş yazılı metinler bulunduğunun anlaşıldığı bir dönemde, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki sanat ve kozmoloji ilişkisinin daha ciddi incelenmesi gerekmektedir.

Selçuklu Sanatı’ndaki motif ve tasvirlerin kökenlerinin Kur’an ve hadisler ile irtibatı görmezden gelinmemelidir. Kur’an’da zengin cennet tasvirleri olduğu gibi, ağaç ve bitkilerin, çeşitli hayvan ve kuşların isimleri de sıklıkla geçer. Kur’an’da güneş, ay ve yıldızlar başta olmak üzere semanın, dağlar, denizler ve ağaçlar başta olmak üzere yeryüzünün Allah’ın ayetleri olarak tanımlanması, bu motiflerin süsleme sanatlarında kullanımına etki etmiştir. Kur’an’da, kainatın en uç noktasında olduğu bildirilen Sidret’ül Münteha adlı ağaç, tasavvufta Şeceret’ül Kevn (Varlık Ağacı) adıyla isimlendirilmiştir. Ağaç tasvirlerinin gelişiminde bu etki gözden kaçırılmamalıdır.

Kitaplarda yer alan semboller

Abbasiler döneminde tercüme edilen bir Hint klasiği olan Kelile ve Dimne adlı eser, tüm kahramanlarının hayvanlardan oluştuğu bir ahlak kitabıdır ve bu kitabın yazma nüshalarındaki minyatürler ile birlikte hayvan motiflerinin kullanımının yeniden canlandığı söylenebilir. Yine mutasavvıf İran şairi Feridüddin Attar’ın Mantık’ut Tayr adlı eseri, değişik türden kuşların Anka Kuşu’nu aramak için çıktıkları yolculuğu anlatır. Bu eser, zengin kuş tasvirleri ile kuş motiflerinin kullanımında etkili olmuştur. İbn Arabi’nin kainatı, insanlık ağacı ve dört kuş ile (Anka, Kartal, Güvercin, Karga) temsil ederek anlattığı İttihad-ı Kevni risalesini de zikretmek gerekir. Savaş ve av sahnelerinin tasvirleri, Gazneliler dönemi sanatçısı olan Firdevsi’nin meşhur Şehnamesi’nin minyatürlü nüshalarıyla birlikte yaygınlaşmıştır. Edebiyatımızda bu dönem ortaya çıkan zengin tasvir geleneği, Selçuklu Sanatı’nın temellerinden biri, belki de birincisidir.

Selçuklularda yıldız motifinin kullanımı çok yaygındır. Hz. Süleyman’ın mührü olarak kabul edilen altı köşeli Davut yıldızı esas motiftir. Selçuklu tasavvuf düşüncesinde, Davut yıldızı İslam’a ait bir semboldür. Hz. Süleyman (AS)’a, ettiği dua üzerine, Hatem’ül Enbiya Hz. Resulullah (SAV)’a ait hazinelerden biri olan Besmele-i Şerif’in sırrının öğretildiği, bu sır sayesinde cinlere, hayvanlara ve tabii kuvvetlere hükmedebildiği kabul olunur. Bunun delili, Kur’an-ı Kerim’in “O mektup Süleyman tarafındandır, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlamaktadır” (Neml Suresi 27/30) ayetidir. Davut yıldızı, besmele-i şerife dayanan hakimiyetin sembolüdür. Bu yüzden İslam ordularının sancaklarında da kullanılmıştır.

Dairenin bölünmesi ile elde edilen 6 ve 12 sayıları, güneşin çizdiği çemberle ilişkili kozmik sayılardır. Güneşin bir yılda geçtiği on iki gezegen, kainatın altı günde yaratılması önemlidir. Güneş, ay ve dünyanın hareket ritimleri kozmik sayıların anahtarıdır. Bu üçlü ilişki üç sayısına ağırlık verir. Dört rakamı, Kabe’nin yapısına, dört halifeye ve anasır-ı erbaa denilen kaninatın dört unsuruna (su, hava, toprak, ateş) işaret eder. Beş, İslam’ın şartlarının sayısıdır. Altı, kainatın yaratıldığı gün sayısıdır. Merkez nokta ile birlikte yediyi bulur. Dünya yedi iklimden müteşekkildir. Altı on ikiye götürür ki on iki; üç ve dört sayılarını birleştirir. On iki imam ve on iki havari, İsrail oğullarının on iki kabile olması, on iki burç, bir yılda on iki ay olması önemlidir. Ayın ritim sayısı yedidir, semanın yedi, feleklerin ise dokuz kat olduğuna inanılır.

Efendimizin sembolü : Ay

Ay, Resulullah’ın (SAV) sembolüdür. Kamer Suresi bunun delilidir. Müslümanların kullandığı takvim de ay yılına dayanır. Dolunaydan hilale kadar ayın değişken hali, sanatta zengin çağrışımların da önünü açmıştır.

Selçuklu Sanatı, mimari, taş oymacılığı, ahşap oyma sanatı, hat sanatı, çinicilik, halıcılık gibi dallarda özgün bir tarz oluşturabilmiştir. Üstelik bunu çok zor bir dönemde, Haçlı seferleri ve Moğol istilası gibi faciaların ortasında başarabilmiştir. Günümüzde mimari, edebiyat ve musiki başta olmak üzere, hiçbir sanat dalında özgün bir üslup oluşturamadığımız açıktır. Bunun temel sebebi, sanat anlayışımızın, medeniyetimizin ruhu ile bağlarının kopmuş olmasıdır. Medeniyetimizin ruhu, din, ilim ve sanatın bütünlüğü temeline dayanır. Halbuki günümüzde, din, ilim ve sanat arasındaki bağlar koparılmış olduğu gibi, üstelik her biri kendi içinde Batılı değer yargılarının istila ve işgali altındadır. Selçuklu örneğinde gördüğümüz üzere, sanatta üslup mutlak surette bir dünya görüşüne ve kainat anlayışına dayanır. Bugün, çok değerli mimarlarımız, taş ve ahşap oyma ustalarımız, hattatlarımız, tezhip ve kalem işine vakıf nakkaşlarımız var. Belki sayıları da Selçuklu hatta Âl-i Osman dönemine göre daha fazladır. Ama yine de bir Karatay Medresesi, bir Rüstem Paşa Camii gibi zaman ve mekanı aşan özgünlükte eserler yapılamıyor. Çünkü eksik olan medeniyetimizin ruhudur, eksik olan dünya görüşüdür ve eksik olan varlık anlayışımızdır. Bu eksikliğin sebebi ise sanatkarlarımız değil devlettir, devletin ve toplumun hareket istikametidir.

KAYNAK :http://www.dunyabizim.com/hikmet/8065/selcuklular-sanatta-nasil-bu-kadar-yukseldi

DOKUMANI BURADAN İNDİREBİLİRSİNİZ.