SÜRGÜNLER DOSYASI /// MEHMED MAZLUM ÇELİK : 150 bin Beyaz Rus’un İstanbul sürgünü


150 bin Beyaz Rus’un İstanbul sürgünü

24 Nisan 2020

Birinci Dünya Savaşı birçok insanın yerinden ve yurdundan sürgün olup vatansız kalmasına neden olmuştu.

Bu travmanın en şiddetli yaşandığı sığınaklardan birisi de İstanbul’du; fakat bu kez akın akın gelenler ne Türk’tü ne de imparatorluğunun bakiyesi olan Müslüman ahaliydi.

Bu kez gelenler 1878 yılında yüz binlerce Türk ve Müslüman’ın yurdundan olmasına neden olan mağrur Ruslardı.

Tarih yine tüm dünyaya bir ibret dersi veriyor; zalimi bir kez daha mazlum duruma düşürüyordu.

Üstelik gelenler sırtlarına çıkınlarını alıp, azıcık ziynetiyle yola koyulmuş da değildi; ellerinde silahlar ve savaş teçhizatı ile çoğu Çarlık Rusya ordusu mensubuydu.

İçlerinde prensler, generaller, prensesler ve subaylar olmak üzere 150 bin Beyaz Rus İstanbul kapılarına dayanmıştı.

1917 yılında Çar ve ailesinin öldürülmesinden sonra bir iç savaş ve yıkım bataklığına saplanan Rusya’da kardeş savaşının mağlupları hayatta kalabilmek için işgal altındaki İstanbul’un insanlarına sığınmıştı.

Pay-i tahtın o zamanki nüfusu 900 bin civarındaydı; ama 150 binin üzerinde Beyaz Rus’a kapılarını açmıştı.

Bugün ile karşılaştırdığımızda 18 milyonluk şehre bir anda 2 milyonun üzerinde mültecinin gelmesi anlamına geliyordu.

Sivaspotol’un düşüşü

6 Haziran 1920 yılında Bolşevikler, General Wrangel komutasındaki Beyaz Ordu’ya ağır bir mağlubiyet yaşatmasından sonra Beyaz Rusların elindeki en büyük kale olan Kırım’ın düşeceği anlaşılmıştı.

Artık Beyaz Ruslar’ın yapabileceği tek şey Bolşevik ordusu Kırım’a ulaşıp büyük bir katliam yapmadan evvel orduyu ve sivilleri tahliye ederek çekilmekti.

Bu konuda ABD donanması ve Fransızlardan yardım alındı. On binlerce Rus, Sivaspotol’dan balık istifi bir şekilde gemilere binerek bir bilinmeze doğru hareket etmeye başladı.

Bir Fransız gemisine binerek İstanbul yolunu tutacak olan önemli Rus politikacılardan Petr Semyenoviç Bobrovski kaçış sırasındaki izdiham ve dramı şöyle yazacaktı:

Uçsuz bucaksız insan seli merdivenden yukarıya doğru uzayıp gidiyordu. Her askere yalnızca bir çuval götürme hakkı verilmişti. Fazlası anında denize atılıyordu. Bu binlerce kişiden oluşan kalabalık, yavaş yavaş bütün güverteye yayılıyordu, insanlar omuz omuza duruyordu.

Bunun geçici olduğunu, daha sonra kamaralara yerleştirileceklerini düşünüyordum. Bütün kamaraların dolu olduğunu ve bu insanların Konstantinopol’e güvertede gittiklerini sonradan öğrendim. Konstantinopol’e yapılan tahliye baştan sona korkunçtu.

Bütün gemiler tıklım tıklımdı, bazıları daha yoldayken su ve kömür sıkıntısı başlamıştı. Pislik hakkında konuşmaya bile gerek yok. En kötü yanı ise, tahliyede yaşanan eşitsizlikti.

Gemiler Kırım’dan ayrılarak İstanbul yolunu tuttuğunda Sovyet istihbarat kaynaklarına göre gemide 86 bin asker 60 bin sivil muhalif bulunuyordu.

Rus kardeş savaşı ibret vesikalarıyla doluydu. Bunlardan en sıra dışı olanı Wrangel’e Kırım’da büyük bir mağlubiyet yaşatarak yüz binlerce insanı İstanbul’a süren ve bunu büyük bir övünç kaynağı olarak kamuoyuna deklare eden Komünist siyasetçi Troçki de sadece 10 küsur sene sonra bir sürgün olarak İstanbul yolunu tutacaktı.

Mağlup komutan Wrangel de İstanbul sürgünü mültecilerden birisiydi. Wrangel İstanbul ile karşılaşmasını şöyle yazacaktı:

Boğaz hakkında çok şey okumuştum, ama bu kadar güzel olacağını beklemiyordum. Yeşillikler içinde kaybolmuş villalar, resim gibi vadiler, masmavi fondaki minarelerin narin siluetleri, gemiler, hemen her tarafa akıp giden yelkenliler ve sandallar, masmavi ve saydam bir deniz, resim gibi dar sokaklar ve karmakarışık bir kalabalık, hepsi orijinal ve olağanüstü güzeldi.

İstanbul Hükümeti: Esir almayacağız

Yüz binler İstanbul kapılarına dayandığında hükümet gelen Rusları tutuklamayacağını ve onları mülteci statüsünde kabul edeceğini ilan etti; fakat bu kararı bu denli hızlı almasında Fransız baskısı etkili olmuştu.

On binlerle ifade edilen askerin şehre girişi oldukça tehlikeli bir durumdu; fakat Fransız hükümetinin Osmanlı’ya verdiği tek güvence askerlerin silahlarını toplayarak Zeytinburnu’nda bulunan depolarda muhafaza altına almaktı.

Bu ilticadan son derece rahatsız olan ve tehlikeli bulan en önemli kişi Anadolu direnişinin lideri Mustafa Kemal Atatürk’tü.

Beyaz Ruslar da bu durumu bilmesinden dolayı Mustafa Kemal ismi İstanbul mültecileri arasında büyük bir korku sebebiydi.

İstanbul yolunu tutmuş önemli isimlerden birisi olan Slobodskoy bu durumu şöyle yazacaktı:

İstanbul’da (Konstantinopol) Kemal Paşa adı korkutucu bir şeydi. Mülteciler, Vrangel ile Bolşevikler arasındaki savaşla ilgilendikleri kadar Kemal Paşa ordusunun Yunanlılar ve müttefikler karşısında kazandığı zaferlerle de yakından ilgileniyorlardı.

Mültecilerin yok edilmesi, İstanbul’dan başka ülkelere yollanmaları ya da gerisin geri Sovyet Rusya’ya gönderilmeleri konusunda Kemal Paşa’nın Bolşeviklerle gizli anlaşmalar yaptığı söylentileri, ürkmüş mültecilerin arasında oldukça yaygındı…

Bu arada bu söylentiler Kemal Paşa taraflarınca da belli bir ısrarla destekleniyor ve çeşitli biçimlerde yineleniyordu. Bu konu hakkında hiç kimse düşünmüyordu ama tehlike hakkındaki fikirlerin yayılmasına yabancı güçlerin de karışması gerçekti.

Türkler ve Kemal tarafından beklenen bu hayali tehlike, mülteci kitlelerini o yandan bu yana savurup duruyor ve hummalı bir biçimde Kırım’a (o zamanlar Vrangel’in elindeydi) dönmeye ya da Avrupa’ya geçmeye çalışıyorlardı.

İlerleyen süreçte Beyaz Ruslar’ın beraberinde getirdiği silahlar Karakol Cemiyeti gibi yer altı direniş örgütlerinin çabalarıyla depolarından kaçırılarak Anadolu direnişine gönderilmiş ve Beyaz Ruslar bir tehlike olarak görülmemeye başlanmıştı.

Çanakkale civarına yerleştirilen birçok Beyaz Rus askeri, Mustafa Kemal saflarında savaşma talebinde bulunması sebebiyle idam ile yargılanacak olması da yine kaderin cilvesiydi.

Beyaz Ruslar neden İstanbul’u tercih etti?

Savaştan kaçan yüz binler gemilere bindirildiğinde çok azı İstanbul’a götürüldüğünü biliyordu.

İstanbul’un tercih edilmesinin sebebi ise bu kentten Slav ülkelerine geçiş yollarının kolay olmasıydı.

Ayrıca İtilaf devletlerinin işgali altında bulunan İstanbul, Komünist iktidara karşı bir askeri üst olarak kullanılması planlanıyordu.

Oysa bu plan hiçbir zaman hayata geçirilemedi. İstanbul’a getirilen askerlerin bir kısmı Gelibolu civarı, bir kısmı da Anadolu’nun çeşitli vilayetlerine dağıtıldı.

İstanbul’da kalanların büyük bir kısmı hayata tutunabilmek için çeşitli işler kurarak çalışmaya başladı. Bu sebeple direniş fikri kısa sürede unutuldu; ama mülteci Rusların İstanbul hayatına dâhil olması İstanbul’da büyük değişimlerin yaşamasına sebep oldu.

Türk romanının büyük ismi Ahmet Hamdi Tanpınar, işgal İstanbul’unu tasvir ettiği “Sahnenin Dışındakiler” kitabında İstanbul’u hınca hınç dolduran Beyaz Rusları ve onların meydana getirdiği dönüşümü şöyle tasvir edecekti;

İşgal ordularının şehre döktüğü para, kazanç şekillerini altüst etmiş, refah seviyesi tasavvur edilmeyecek derecede el değiştirmişti. Yabancı kuvvetlerin etrafında onların gündelik ihtiyaçları için hemen bir yığın yeni iş fikri çıkmıştı.

Biraz atılgan, cerbezeli yahut değerlere karşı az çok kayıtsız insanlar bu işlere sarılmışlardı, kaybedilmesi, kazanılması kadar kolay servetler elde etmişlerdi. Bu kolay servetin etrafında Beyaz Rus akımının çok başka mecralar ve şekiller verdiği büyük bir eğlence hayatı başlamıştı›.

Beyoğlu’nda bir yığın lokanta, bar, dansing açılmıştı, ağırbaşlı İstanbul efendilerinin bir vakitler gazetelerini okuyarak, alçak sesle dünya gidişi hakkında bedbinliklerini birbirlerine naklettikleri, sabah kahvesi ve akşam çayı içtikleri İstanbul kahveleri manzaralarını değiştirmişlerdi.

Beyaz Kafkas ceketli, ayağı siyah çizmeli, bol pudra içindeki kumral ve beyaz yüzleri düz çizgili, ince, eski hanımlarımızın kullandığı yemenileri andıran eşarplara sarılmış narin Rus kadınları ve kızları, çoğu prenses, kontes, yahut, yüksek burjuva ailesine mensup olduklarını› iddia ediyorlardı!

Öyle ki, batan Çarlık gemisinden hemen herkes bir asalet unvanı kurtararak gelmişti denebilir. Acayip ve çok tehlikeli bir peri kafilesi gibi, bu sakin baş dindirme mabetlerine, bir kısmı sakat, göğüsleri nişanlarla dolu, yine Kafkas ve Kazak kıyafetli erkekleriyle beraber üşüşmüşlerdi.

Bir kısım Rus’un İstanbul’un ahlakını bozup ahaliyi kumara alıştırması rahatsızlık yarattı

İstanbul’u dolduran Beyaz Rusların önemli bir kısmı okumuş ve meslek sahibi kişilerdi. Doktor ve zanaat ustası olanlar kısa bir süre içerisinde hayata tutunmayı başardı.

Beyoğlu ve Galata’yı mesken tutan Ruslar, İstanbul’un bir parçası olmuştu artık.

Oysa elinde askerlik dışında bir zanaatı bulunmayan çoğu Rus, para kazanabilmek için farklı yollara başvurmak zorunda kalacaktı.

Kolay para kazanmanın en kestirme yolu eğlence sektörü ve kumardan geçiyordu.

Tombala ismi verilen oyun kısa sürede İstanbul ahalisinin vazgeçilmez eğlencesine dönüştü.

İstanbul uleması ise zaten fakirlik içerisinde kırılan Müslüman Türklerin paralarını tombala gibi Rus menşeili kumarlarda kaybetmesine savaş açarak bu oyunun yasaklanması için harekete geçti.

Kısa sürede bu oyun terk edilmiş ve ahalinin gündeminden düşürülmesi başarılmıştı; ama Ruslar kumar konusunda birbirinden yaratıcı fikirlerle Türklerin aklını başından almasını biliyordu.

Tombalanın dışında Çarkçılık ve Hamam böceği yarışmaları gibi oyunlarla Beyaz Ruslar, Türklerin ceplerindeki son kuruşa kadar almanın yolunu bir şekilde buluyorlardı.

Hamam böceklerinin arkasına bağlanan minik arabalarla yarışlar yapılıyor ve bu kumarda da Türkler büyük paralar kaybediyordu.

Rus yazar Çebışev, bu yarışları şöyle tasvir edecekti:

Oldukça büyük bir salon ve ortasında yine kocaman bir masa. Masa, hipodrom işlevi görüyor. Aslında hipodrom değil, kafarodrom. Uzunlamasına açılan kanallarda arkalarına telden arabalar bağlı hamamböcekleri koşuyor. Etraf aç gözleri pırıl pırıl parlayan insanlarla dolu. Hamamböceklerinin büyüklükleri insanı şaşırtıyor. ‘Hamamlardan topluyoruz’ diyor işyeri sahibi… Bahisler yüz Liraya (bin frank) kadar çıkıyordu.

Yine eğlence sektöründe çalışan Rus kadın mültecilere gönlünü kaptıran Türklerin yaşadığı trajediler yuvaların yıkılmasına sebep oluyordu.

Rus eğlence sektörü Türk edebiyatının büyük isimlerini de müdavimi haline getirmişti.

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Sait Faik Abasıyanık gibi isimler bu gecelerin değişmezleriydi.

Türk medyasının güçlü kalemlerinden Hikmet Feridun Es bu durumu şöyle tasvir edecekti:

Galata’da, Tünel’in yanındaki Domuz sokağında baş döndürücü bir faaliyet göze çarpıyordu… 24 saat açık, her an yiyecek sıcak bir şeyler, kışın konyaklı punca kadar içilecek nesne bulunduğu için Petrograd, entelektüel bohem dünyasının tek merkezi olmuştu. Belki biraz kozmopolit ama bir Avrupalı havası getirmişti…

Gece yarısı, dolgun bir bahşiş verdikten sonra eve giderken, beyaz giysili, sahici bir kontes ‘Garsone Hanım’ın elini öpen bir üniversite profesörü: Mustafa Şekip Bey! Gedikli müşteriler arasında kimler yoktu? Ahmet Hamdi Tanpınar, Çallı İbrahim, Nahit Sırrı ürik, Kâzım Sevinç, Hemen yan sokaktaki, içkili ‘Bizim Lokanta”nın sahibi aktör Rasıt Rıza… gecey arısı müşterileri. Sait Faik, Bahriyeli Kırmızı Rıdvan (Ajda Pekkan’ın babası)…

Daha kimler? Kimler? Servet-ı Fünun’cular için Tepebaşı bahçesi… Ziya Gökalp için Çınaraltı. Yedi meşaleciler için Küllük. Petrograd böyle bir toplantı merkezi idi. Otel bulamayanların veya otel parası çıkışmayan entelektüel bohemin, geceden arta kalan son bir iki saati geçirdikleri bedava otel…

Beyaz Rusların İstanbul’a kazandırdıkları

Beyaz Ruslar İstanbul’un günlük rutininde de büyük değişimlere sebep olmuşlardı. İstanbul mutfağına kazandırdıkları, çiçek sektöründe yaşanan gelişmeler, hatta İstanbul’da sahil kültürü Beyaz Ruslarla neredeyse tamamen değişmişti.

İstanbul ahalisi işgal dönemine kadar sahilleri yüzmek ve güneşlenmek için kullanmıyordu.

Su hasreti daha çok zengin hamam kültürü ile gideriliyor, denizde halka açık bir biçimde yüzmek çok tasvip edilen bir durum değildi.

Oysa Beyaz Ruslar İstanbul’un sahillerine adeta âşık olmuşlar ve özellikle Florya sahilini bir eğlence merkezine dönüştürmüşlerdi.

İstanbul ahalisi kadın-erkek ve yarı çıplak bir biçimde denize girerek serinleyen Ruslar’ı önceleri ayıplamıştı.

İlerleyen yıllarda ise Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı Yazlığını Florya’ya inşa ederek bu sahili kullanması ise Atatürk’ün Beyaz Rusların bu eğlencesini yadırgamadığını, aksine benimsediğini gösteriyordu.

Rus lokantaları ise birbiri ardına İstanbul sokaklarını dolduruyor, ünleri Ankara’ya kadar uzanıyordu.

Ankara’nın önemli lokantalarından birisi olan Karpiç, bu dönemde Ruslar tarafından açılarak kullanıma sunulmuştu.

Ruslar her sektörde olduğu gibi medyaya da elini uzatmış ve birbiri ardına gazeteler kurmuştu; fakat bu gazeteler çeşitli sebeplerle kapatılarak uzun ömürlü olamamıştı.

Beyaz Ruslar’ın oturma izni 1927 yılında sona erdiğinde 15 bin Beyaz Rus, Türk vatandaşlığına geçmişti.

Gelenlerden önemli bir kısmı İslam dinine seçerek adını dahi değiştirmişti. Önemli bir kısım mülteci de Slav ülkelerine ve Amerika kıtasına göç etmişti.

1920’li yılların başında 150 bin Rus ülkelerindeki savaştan kaçarak ebedi düşmanları olan Türklerin başkenti İstanbul’a sığınmışlardı.

80 bini asker olan bu insanların çoğu bir daha ülkesine dönemeyerek Türkiye ve Avrupa’nın çeşitli bölgelerine dağıldılar.

İstanbul’un sosyal ve maddi hayatını baştan aşağıya değiştiren Rus misafirlerin geriye bıraktığı miras ise bugün hala canlılığını korumaktadır.

Mehmed Mazlum Çelik

SÜRGÜNLER DOSYASI : Sovyetler Birliği’nin Sürgün Politikası Ve Türk Düşmanlığı


Sovyetler Birliği’nin Sürgün Politikası Ve Türk Düşmanlığı

Tarihte insanoğlunun birbirini göç ve sürgün etme nedenleri birçok sebep altında toplanabilir. Bunlar genellikle yeni, verimli topraklar elde etmek için ya da siyasi ve dini sebeplerden dolayı yer değiştirme olarak karşımıza çıkmaktadır.112 Sovyetler Birliği sürgünlerine baktığımız zaman etnik, dini ve siyasi sebeplerin baş gösterdiğini görmek mümkün olsa da bu konuda nedenleri çoğaltmak mümkün. 20. yüzyılın ortasında yüzbinlerce insanın sürülmesine ve yollarda ölmesine sebep olan Stalin rejimi birçok bahane uydurmasına rağmen asıl sebeplerden biri “milliyetçilik” unsuru olmuştur.

1940-1945 yılları arasında SSCB tarafından uygulanan sürgün politikalarının merkezinde Türk düşmanlığı yer almış ve aynı soydan gelen halklar birbirlerine düşman edilmeye çalışılmıştır. Belli bir sistematiğe dayanan sürgün sürecinde Türk toplulukları Orta Asya kırsallarına sürülürken burada halk düşmanı olarak etiketlenmişler, arkasından ise orada yaşayan yerli kültürler için yabancı olarak kabul edilmişlerdi. Ancak zamanla aynı tarihi kökenden gelmenin ve ortaklık bilincinin benzer kültürel pratiklere sahip olduğu inancını kuvvetlendirmiş, kriz dönemleri dışında bütünleşmiş bir sosyal yapı görünümünün ortaya çıktığı görülmekteydi. Konuyla ilgili, tezin “Sovyetler Birliği’nin Etnik Politikası” kısmında detaylı bilgi yer almaktadır. Dünya’nın en büyük sürgünleri olarak tarihe geçen Stalin sürgünleri, batıda Fin ve Polonya halklarını, güneyde Kırım Tatarlarını, Volga havzasında Almanları, Kafkasya’da Karaçay, Balkar, Çeçen, İnguş ve Avar halklarını, Güney Kafkasya’da Ahıska Türklerini, Hemşinli (Müslüman Ermeni) ve Kürt halkını, Hazar kıyısında Kalmukları, Uzakdoğu’da Kore halkını kapsamıştı.

Buna ek olarak Sovyetler Birliğinde yüzlerce rejim muhalifi, toprakların devletleştirilmesine karşı gelen her halktan köylüyü de “kulak” sıfatına koyarak bu sürgün kervanına katmıştı. İlk toplu sürgünler Slav olmayan halklardan Koreliler, Almanlar, Polonyalılar, Finliler ve Japonlara yapılmıştı. Sürgünün ilk mağdurları 1935 yılında, Japonya için potansiyel ajan olarak görülen Kore halkına yapılmıştı. Ukrayna sınırında yaşayan Polonyalılar sürgünün ikinci mağduru olmuş, daha sonra 1941’de Almanya’nın SSCB’ye saldırmasıyla da Rusya’nın Volga bölgesinde özerk cumhuriyet statüsünde yaşayan Almanlar sürgüne maruz kalmışlardı. Bu konuyu ıspatlayan ilk resmi belge 7 Temmuz 1937’de Halklar Konseyi Komiserliği ve Merkezi Sovyet Yargı Komitesi, “bazı sınır bölgelerinde süpheli halklar yaşadığı” tespitini yaparak bu bölgelerin temizlenmesi için bir kararname çıkararak başlamıştı.

1940-1945 yılları arasında Almanlarla beraber Müslüman-Türk halkları sürgün eden Stalin, gerekçe olarak akla hayale sığmayan bahaneler uydurmuştu. Bunların en başında; Almanlarla işbirliği ve vatana ihanet gelmekteydi. Oysa bu bir bahaneydi, Stalin’in asıl amaçlarından biri milliyetçilik tehlikesine karşı farklı milletleri bölerek sürgün etmek ve birbirlerine düşman etmekti. Sürgün sebebinin sadece Almanlarla işbirliği olmadığını Kemal Özcan:

“Vatana ihanet edenler” arasında Sovyet ordusunda yer alarak Almanlara karşı savaşan, hatta madalyalar ile ödüllendirilen Kızıl Ordu ve partizan mensubu Türkler de vardı” şeklinde ıspatlıyor.

Seyit Tuğrul’da, bu konuda şu bilgileri naklediyor:

“Nazi Almanyası 22 Haziran 1941’de SSCB işgalini başlatmıştı. Birkaç ay gibi kısa sürede ise Beyaz Rusya’yı işgal etmiş ve Moskova önlerine dayanmıştı. Bir yıl sonra ise işgalci ordu, Kuzey Kafkasya’nın büyük bir bölümünü ve Rostov-Don bölgesini kontrolüne almıştı. Nazi orduları her işgal ettikleri bölgede yağma, zulüm ve katliam konusunda Rus, Ukraynalı, Tatar, Karaçay, Balkar, Kalmuk ve Çeçen ayrımı yapmamıştı. Fakat nasıl olduysa Kremlin iktidarı Nazi ordularının geri çekilmek zorunda kaldığı bölge halklarını hemen “Nazi işbirlikçiliği” ile suçlamıştı. Özellikle Türk, Müslüman ve Kalmuklar bu işbirliği kapsamına konmuş, ama hiçbir Slav ve Ortodoks dinine mensup halk bu kapsama alınmamıştı. ”

İddia edildiği gibi “Nazi işbirlikçiliği” mevzusu Stalin tarafından uydurulan sözde bir bahaneydi. Bu sözde sebebin hemen hemen bütün Müslüman-Türk halklara uygulanmış ve vatan haini ilan edilerek sürgün edilmişlerdi. Seyit Tuğrul, yine bu konuyla ilgili çok önemli noktalara değiniyor:

“Dünya tarihinde de örnekleri olduğu gibi, Nazi orduları da işgal ettikleri her bölgede işbirlikçiler bulmuştu. Fakat hiçbir bölgede hiçbir ulus ve ya etnik topluluk Nazilerle işbirliği yapmamıştı. Nazi işgali altında kalan bölge halklarının Almanlarla ilişki kurmuş olabileceklerini varsayalım. Fakat Nazi orduları’nın ulaşamadığı ve Almanlarla ilişki kurmanın hiçbir olanağının olmadığı Çeçen-İnguşların, Ahıska Türkleri’nin, Kürtlerin ve Hemşinlilerin de aynı işbirliği kapsamına alınarak sürülmelerine ne demek lazım? Özellikle Ortodoks Osetlerin sürülmeyip, Müslüman Osetlerin sürülmesi konuyu açıklığa kavuşturmaktadır.”

Topluluk sürgünlerin ikinci hedefinde Türk ve Müslüman topluluklar varken, bunlara uygulanan politikaların temelinde ise toplulukların kültürel olarak da yok edilmesi amaçlanmıştı. Ruslaştırma ya da Slavlaştırma şeklinde karşılık bulan bu politikalar aynı zamanda demografik yapıdan dil yapısına, kültürden eğitime pek çok alanda kesinti yaratmıştı. Hatta öyleki zaman boyunca Sovyet topraklarındaki etnik çatışmaların da temel kaynaklarından birisi olmuştu. Sürgün konusunda dikkat çeken nokta Müslüman Türkler’in çoğu zaman dini sebepler ve kimliklerinden dolayı Balkanlar’da ve Sovyet Rusya sınırlarında yaşadıkları sürgünlerdir. Gerek Yunanlılar tarafından, gerekse de Bulgarlar döneminde komünist ideolojinin etkisiyle Slavlaştırılmaya çalışılan ya da yaşadıkları coğrafya’dan sürülen çok sayıda insana rastlamak mümkündü. Sovyet Rusya dönemi ise her açıdan dünya tarihini değiştirmiş ve etkilemiş bir devletin tarihi olarak karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak Stalin döneminde artan Nazi tehlikesine karşı önce Almanlara uygulanan zorunlu göç ve sürgün politikası, 1940-1944 yılları arasında hemen hemen bütün Slav olmayan unsurlara uygulanmıştı. Rusların siyasal üstünlüğü elde etmek için uyguladığı sürgün politikalarında iki odak nokta vardı. Bunlardan ilki; Müslüman ve Türklerin sürülmesi. Diğeri ise Slav halkların sürülen toplulukların yerlerine iskan ettirilmesiydi. Merkezi iktidar iskan politikasına da sebep bulmakta gecikmemişti. Ruslar: “Bu bölgelerin yerli halkları politika, kültür, eğitim, medeniyet ve teknoloji bakımından Rus halkından daha geridirler. Dolayısıyla bu halkların daha ‘politik, kültürlü’ Rus halkı tarafından medeniyete kavuşturulmaları gerekir” düşüncesindeydi. Fakat bu düşünce yerli halkın tepkisini çekmemek için sadece sözde bir bahaneydi. Oysa bu politika’nın asıl amacı yerli halkı asimile etmekti diyebiliriz.

SSCB’de Müslüman halklara yapılan sürgünden sonra uygulanan en önemli politika Slav nüfusun lehine yeniden iskân politikasıydı. Boşaltılan Türk topraklarına Slav kökenli halkın yerleşmesi teşvik edilmişti. Sonuç olarak da nüfus yapısı suni olarak değiştirilmişti. İskân politikalarında gözetilen temel ilkeler aşağıdaki maddelerden oluşmaktaydı:

A) Rus göçmenlerini yerli ahaliye hakim kılmak ve bunları ulaşım merkezlerine yerleştirmek.

B) Yerli ahalinin zirai araçlarını, hayvanlarını ve hatta kendilerini bile Rus göçmenlerine yardıma ve angaryaya mecbur etmek.

C) İskan mahallinin sulak ve verimli arazisini Rus göçmenlerine hasretmek, bu arazi yerli ahaliye ait olduğu takdirde, bunları daha az verimli kurak arazi ile değiştirmek için şiddet kullanmak.

Sovyetler Birliği İçişleri Halk Komiserliği (NKVD-Narodnıy Kommisariat Vnutrennih Del) Özel Göç Şubesi 1946’da rapor hazırlayarak sürülen topluluklarla ilgili rakamlar vermişti. Devlet belgeleriyle ıspatlanan rakamlara göre sürgüne gönderilenlerin toplam sayısı 2.463.940 kişi, bunlardan 829.084’nün kadın, 655.674’nün erkek ve 979.182’sinin çocuk olduğu belirlenmişti. Bir başka tespite göre ise sürgün edilenlerin sayısı 3.332.580 kişi olarak belirlenmişti. Fakat sürgünün net sayısı kesin olmamakla beraber farklı rakamlar da karşımıza çıkmaktadır.

Sürgünle ilgili günümüzde çok sayıda rakamlarla karşılaşmamıza rağmen bunlardan coğu tahmine dayalı olarak verilen rakamlardır. Bunun sebebi ise, SSCB döneminde sürgün edilen topluluklardan bahsetmek suç sayılmaktaydı. Ayrıca sürgünle ilgili belgeler devlet arşivlerinde gizli tutulmaktaydı. Bu yüzden sürgün edilen topluluklarla ilgili kesin sayıya ulaşmak mümkün değildi. Fakat daha sonra yasakların ortadan kalkmasıyla beraber devlet arşivleri erişime açılmıştır. Bu konuda ilk ve en önemli araştırmalar Nikolay Bugay ve Viktor Zemskov tarafından yapılmıştır. Bütün sürgün topluluklarla ilgili arşiv belgelerine ulaşan N.F. Bugay çok önemli çalışmalar ortaya koymuştur. Bugay’ın eserlerinden de yararlanarak aşağıdaki tablolarda sürgün topluluklarla ilgili rakamlar yer almaktadır.

Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi sürgün edilen halklar arasında nüfus bakımından ilk sırada Koreliler gelmektedir. Yaklaşık olarak 172 bin Koreli Orta Asya vadisine ansızın sürülmüştü. Sürgün edilen yerler bakımından ilk sırayı Kazakistan almaktadır. Zaten sürgün zamanında tercih edilen yer Orta Asyaydı. Genellikle çoğu halk Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a sürülmüşlerdi. Dolayısıyla da bu bölgelerde nüfus çeşitliliği yer almaktadır. Bu üç ülkede yaklaşık olarak 70’e yakın farklı milliyetler yaşamaktadır. 1927’li yıllarda kulak (mülk sahibi köylü), 1937 yılında “sınır güvenliği” gerekçesiyle ve 1943-1944 yıllarında Nazilerle işbirliği gerekçesiyle yapılan sürgünlerde yüzbinlerce insan yurdundan sürülerek farklı coğrafyalara yerleştirilmişlerdi. SSCB sürgünleriyle ilgili birçok sebep ortaya çıkmasına rağmen hala günümüzde tartışılan konular arasında olup sürgüne maruz kalan birçok halk hala yurtlarına geri dönememişlerdir. Stalin’in ölümünden yaklaşık 4 yıl sonra geri dönüş izni çıkmasına rağmen herkes bu karardan yararlanamamıştır. Stalin’in milliyetler politikası sadece sürgünle kalmamış, parti içerisindeki farklı milliyetlere de asilmilasyon politikası uygulanmıştı. Seyit Tuğrul’a göre:

”Stalin parti aygıtının da Ruslaştırılmasını ihmal etmemişti. Stalin Lenin’in yaptığının tam tersi bir politika uygulayarak parti içinde milli temizlik yapmıştı. Bu insanların ulusal ve sınıfsal yapısına baktığımızda, bir yanlışlıktan çok, Stalin’in bilinçli hareket ettiği ortaya çıkıyor. Lenin’in sağlığında parti Troçki, Zinovyev, Radek, Kamenev (Yahudi), Dzerjinski (Polonyalı), Frunze (Leton), Mirseyid Sultan Galiev, Molla Nur Vahitov (Tatar), Ahmet Baytursın, Turan Rıskulov (Kazak), Stalin, Orconikidze (Gürcü) ve Neriman Nerimanov (Azeri) gibi değerli enternasyonalistlerle doluyken, 1938’e gelindiğinde bunlardan hayatta kalan sadece Stalin olmuştu.”

Bu çarpıcı bilgi Stalin’in nekadar milliyetçi bir kimliğe sahip olduğunun açık kanıtıdır. 1953 Martı’nda Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliğinde yeni, değişik bir süreç başlamıştı. Genel olarak Destalinizasyon (Stalinsizleştirme) olarak adlandırılan Kruşçev politikasının temel özelliği Stalin’in diktatörce uygulamalarının kabul edilmezliği, bu uygulamalardan mağdur olanların bir kısmının mağduriyetlerinin telafisi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kruşçev döneminde uygulanan en önemli politikalardan biri sürgün halkların maruz kaldıkları sıkıyönetim rejimini kaldırarak bazı halklara vatanlarına geri dönüş izninin verilmesiydi. Bu imkândan bütün sürgün milletler yararlanamasa da önemli bir kısmı bu imkânı elde edebilmiştir.

1957’den sonra De-Stalinizasyon politikalarının da etkisiyle sürgün topluluklarına geri dönüş izni çıkmıştı. Ancak sürgün halkların topraklarının sahiplenilmiş olması farklı problemleri de beraberinde getirmişti. 1990’lardan sonra küreselleşmenin etkisi ve iletişim ağlarının gelişmesiyle birlikte sürgün halkların diaspora ağları oluşturduklarını görüyoruz. Bu dönem geriye dönüş ve yeniden bir devlet kurma psikolojisinin de yaygınlaştığını görüyoruz. Çoğu halk kurdukları güçlü diasporalarıyla yurtlarına geri dönmüştür. Fakat Ahıska Türkleri bu imkânı elde edememişlerdir. Günümüzde de dünyanın on ülkesinde yaşamlarını dağınık bir şekilde sürdürmektedirler. SSCB’nin sürgün politikası ele alınırken bu konuyla ilgili bazı kavramların incelenmesi zaruridir. Salin’in sürgün kampları olan Kulak, GULAG, Ukaz ve Represiya sürgünleri SSCB’nin sürgün politikasında önemli yer kapsamaktadır.

Kulak Sürgünleri

Sovyetler Birliği’nde halkların yaşadıkları yerden topluca sürülmeleri sürekli olarak karşımıza çıkan bir olgudur. 1930-1950 yılları arasında bir çok halkın yaşadıkları yerlerden sürülerek ülkenin başka bölgelerinde, zor şartlar altında yaşamaya terk edildikleri görülmektedir. Bu uygulamalara ilk defa, 1 Şubat 1931 tarihinde SSCB Merkez İdare Komitesi ve Yüksek Sovyet Prezidyumu (YSP) tarafından çıkarılan kararname ile kulak olarak adlandırılan toprak sahibi zengin köylülerin maruz kaldığını müşahade etmek mümkün. İki yıl içerisinde sürgünleri gerçekleştirilen bu şahısların toplam mevcudu 1.317.000 civarında olduğu belirtilmektedir. Bunlar arasında mesela Ukrayna’dan 63.720 aile, Kuzey Kafkasya’dan 38.404 aile, Moskova’dan 10.813 aile, Batı Sibirya’dan 52.091 aile, Kırım’dan 4325 ailenin sürgüne gönderildiği artık bilinmektedir.

1917 devriminden sonra devlet tarafından uygulanan Kolhoz ve Sovhoz sistemi Sovyet devletinin tarıma nekadar önem verdiğinin bir göstergesidir. Bu sistemin temel mantığı özel mülkiyetlerin ortadan kaldırılması ve bu toprakların devlet tekeline alınmasıydı. Tarım despotizmi olarak adlandırılan Kolhoz ve Sovhoz yönetimi yöntemiyle toprakların kollektifleştirilmesi ve yanlış tarım politikaları genel olarak Rus topraklarında yaşayanlar için problem kaynağı olmuştu. Yeni tarım politikası, yeni vergilerin koyulacağı ve verimsiz toprakları ekip biçmek Türk ve Müslüman halklar üzerinde olumsuz etki yaratmıştı. Dolayısıyla bu uygulamaya karşı çıkan köylüler Stalin tarafından Sibirya’ya sürülmüştü. Stalin, sosyalizmi inşa etmenin herşeyi devletleştirmekten geçtiğine inanmaktaydı. Bu sebeple ilk sürgününü toprakların devletleştirilmesine karşı çıkan köylülerle başlamıştı. Bu sürgüne sadece toprak sahipleri değil, devlete hayvanlarını vermek istemeyen topraksız köylüler maruz kalmışlardı. Kırsal alanlarda yaşanan bu sürgünler, iktidar tarafından “kulak” sürgünleri diye adlandırılmıştı. Bu köylü sürgünü Kremlin iktidarı tarafından son derece planlı ve kararlı uygulanmıştı. Bu sürgünde kadın erkek farkı gözetilmediği gibi, yaş farkı da gözetilmemişti. Kulak kapsamına koydukları tüm aileleri binlerce vagona doldurarak Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan bozkırlarına sürülmüşlerdi.

Seyit Tuğrul kulak sürgünleriyle ilgili şu bilgilere yer vermektedir:

“Kimler bu politikadan nasibini almamış ki? Babasının politik konumu ve sistemle olan sorunlarıyla uzaktan yakından ilişkisi bulunmayan Troçki’nin oğlu, gelini ve torunları mı? İç savaşta mareşal rütbesine layık görülen Budyoni’nin eşi mi? Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’un eşi mi? Verilen birkaç örnekten de anlaşılacağı gibi, yüzlerce kadın da yüksek düzey devlet yöneticisi olan erkeklerinin imzasıyla bu dönüşü olmayan yolculuk kervanına dahil edilmişlerdi. Bu sürgünün en önemli özelliklerinden biri de sürgüne gönderilen bu insanların hiçbir zaman politik suçlu statüsüne konmamış olmasıydı. Yetkililer, düşüncelerinden dolayı sürdüklerine de köylülere vurdukları damganın aynısını vurmuşlardı. Sürgüne gönderilirken bu insanların hepsinin sırtına “kulak” etiketi vurulurken, vardıkları bölgelerde ise göğüslerine “hain”, “karşı devrimci”, “sabotajcı” ya da “Batı işbirlikçisi” yazan etiketler vurulmuştu.”

Rusça bir kelime olan “Kulak” (Кулак) aslen “Yumruk” anlamına gelmektedir. Fakat Stalin politikasında “Zengin Köylüler”, “Köyağası”, “Köy Burjuvazisi” anlamında kullanılmıştı. Böylece zengin köylülere “Köyün Yumrukları” denilmişti. Köyün güçlüleri ve zenginleri olarak ifade edilen köylüler de Stalin’in kurbanları olmuşlardı. Sahip oldukları bütün varlıklarını geride bırakarak Orta Asya ve Sibirya’ya sürülmüşlerdi.

Sürgün Kampları: GULAG (Glavnoye Upravleniye Lagerey)-Çalıştırma Kampları Genel Yönetimi

Kulaklar’ın (toprak sahibi köylüler) sürülmesiyle ortaya çıkan zorlu süreç yeni gelişmelerin başlangıcı olmuştur. Rasim Bayraktar, “Sovyetlerde Türk Kimliği” adlı kitabında şu bilgilere yer vermektedir:

“27 Kasım 1929 tarihinde Stalin Kulakların sömürücü eğilimini kısıtlamak amacıyla onların bir sınıf olarak ortadan kaldırılmasını ilan etmişti. Ceza işlemlerini gerçekleştirmek için de Molotov Başkanlığında Politbüro’nun Özel Komisyonunu görevlendirmişti. Komisyon, Kulakları üç sınıfa bölerek cezai uygulamayı gerçekleştirmişti. Birincisi; karşı devrimde iştirak edenlerdi. İkincisi; karşı devrimde iştirak etmeyenler fakat onlara yatkın meyilli olanlar. Üçüncüsü; iktidara karşı hiçbir faaliyette bulunmayanlardı. Bunlar ise, topraklarına ve mal varlıklarına el konularak verimsiz bölgelere iskan edilenlerdi.”

Stalin’e ait sürgün kararlarının sonucunda oluşan “sürgün kampları”, hapishanelerin yönetim ihtiyacını gerektirmişti. Böylece Stalin, hapishanelerin yönetimini şekillendirerek GULAG (Главное управление исправительно-трудовых лагерей и колоний-Glavnoye upravleniye ıspravitel’no-trudovykh lagerey i koloniy) Çalıştırma Kampları Genel Yönetimini kurmuştu. Bu Özel Hapishaneler, Sovyet Cezalandırma ve Çalıştırma Kampları olarak da bilinmiştir. İnsanların hatıralarında ise devlet terörünün sistemli bir şekilde yapıldığı yer olarak kalmıştır. Aslında Birliğin kurulmasından önceki döneme baktığımız zaman, SSCB sisteminin temel unsurlarından olan “Ölüm Kampları”, diğer ifadeyle “Mecburi Çalıştırma Kampları’nın” kuruluşu Çarlık Rusyasına kadar dayanmaktadır. Çarlık döneminde Ölüm Kamplarıyla ilgili öylesine kuvvetli icraat gerçekleştirilmiştir ki, SSCB’de dahi varlığını hız kesmeden devam ettirmişti. Fakat iki dönem arasındaki Ölüm Kampları’ndabazı farklar vardı. Özetleyecek olursak, temel ve sistem aynı, metod ve yollar farklı olmuştu.

SSCB’de ilk “Ölüm Kampları” 1918 ve 1919 yıllarında kurulmuştu. İlk Kamp Alkanjel yakınlarında Kholmogoride açılmıştı. 1923 tarihinde edinilen bilgiye göre de yaklaşık 65 kamp mevcuttu. Çarlık döneminden kalan “Katorga” mahkûmiyetinin tatbikatına 1923 yılında Beyaz Denizdeki Solovezki adalarında başlanmıştı. Kızıl yöneticiler, daha sonra bu bölgeleri yeni bir teşkilat olan GULAG haline getirmişlerdi. Ünlü Rus yazar Aleksandr Soljenitsin, 1970 yılında kendisine Nobel Edebiyat Ödülünü kazandıran romanı “Gulag Takım Adaları” (Arhipelag Gulag 1918-1956) isimli çalışmasında “kendisine tapılan keyfi idaresinden bugün söz açılırken, hep mahut 1937-38 yılları ileri sürülür ve kalıplaşan görüş yüzünden, ne ondan önce ne de ondan sonra tutulup hapse atılan olmamış hissi uyanır. Bu Stalin’in en korkunç cinayetidir. 1937 yılındaki sürgünde, içtimai mevki sahibi, partide rol oynamamış olanları, okumuşları GULAG Takım Adalarına alıp götürmüştür. Onların geride bıraktığı acılı yakınları, daha sonraları yazmaya, hatırlatmaya çalışmışlardır”.

Ayrıca yazar, Gulag Takım Adalarıyla ilgili gerçekleri şu şekilde ifade ediyor:

“Rusya’nın halkı okadar karışıklık içinde çeşit-çeşit hatta bazıları unutulmuş, kimi faydasız küçük gruplar var ki…, büyük zenginler, toplumsal hayatın sivrilmiş simaları, generaller, subaylar, bakanlıkta ve devlet teşkilatında vazifeli, fakat yeni idarenin emirlerini dinlemeyen memurlar, bütün ev sahipleri, lise öğretmenleri, kilise cemaatlerini idare edenler, kiliselerde ilahiler okuyanlar, papazlar, rahipler, ve daha pek çok melun okumuş, tedirgin öğrenci, garip adama, meczup bulunur”.

Gulag Kamplarına esir edilen binlerce tutuklu, gittikleri bu belirsiz yerlerden geri dönmemişlerdir. Üstelik Stalin sadece bununla kalmamış yeni cezalandırmalar uygulamıştı. Bunlar; Represiya (şiddet-ceza) ve Ukaz (karar mahkumları) uygulamalarıydı.

Repressiya Sürgünleri

Stalin cezalandırmaları, Gulag’lara sürgünle başlamış 1929 yıllarında da şiddetlenerek farklı cezai kararlarla devam etmişti. Bunun en büyük örneği 1930’larda Repressiya olarak ortaya çıkan Ceza Kararları’ydı. Gulagların benzer bir versiyonu olan Repressiya, yine halkların geleceğini belirlemiş ve sonucu olmayan sürgünlere maruz bırakmıştı. Halk aleyhine ceza tedbirleri 1937-1938 yıllarında daha da güçlenmişti. Bu cezalar genellikle Türk asıllı milletlere uygulanıyordu. Bunun sebebi de; aydınların ortadan kalkmasıyla Sovyetlerin Türk asıllı toplulukları Ruslaştırma (Sovyetleştirme) politikası önünde bir engel kalmayacaktı. Halkı bilinçlendiren aydınların olması Stalin için büyük tehlike arz etmekteydi. Dolayısıyla 1921-1927 yılları arasında 750.000 kişi idam edilmiş, 1925-1935 yılları arasında ise 500.000 Türk katledilmişti. GULAG’ların benzer versiyonu olan Repressiya-Ceza Kararları dönemin birçok aydın insanına uygulanmıştı. Repressiya, kelimesinin sözlük anlamı: baskı, şiddet, hapis, sürgün ve ölüm ifadelerini taşımaktadır. 1930’lardan itibaren sürgün kervanına Repressiya aldıyla yeni kurbanlar eklenmişti.

Sovyet diktatörü Stalin, uygulamış olduğu şiddetli cezalarla Repressiya Kavramının sözlük anlamlarının dışına çıkmıştı. Böylece Repressiya kavramı SSCB politikasında: “yargısız ölüm cezasına çarptırılmak-infaz; kişinin kurşuna dizilmesi, aile mensuplarının uzak bölgelere sürgün edilmesi ve servetine el konulması; sürgün edilip akrabalarıyla mektuplaşmasına izin vermeden ağır şartlarda çalışma cezasına çarptırılması; kişilerin uzak bölgelere sürgün edilmesi; kişilerin sınır dışı edilmesi ya da hapsedilmesi; hapis cezasıyla beraber servetine ve mal varlığına el konulması ve sosyal haklardan mahrum edilmesi; akıl hastahanesine sevk edilmesi; ülkenin belirli bölgelerine sürgün edilerek sıkıyönetime tabi tutulması, başka yerleşim bölgelerine göç etme hakkından mahrum olması; halkın soykırıma çarptırılması; sosyal haklardan mahrum etmek; bazı insanların aileleriyle birlikte şiddete dayalı uzak bölgelere sürgün edilmesi” demekti. Halkın önde gelenleri, yazarlar, din adamları, öğretmenler ve birçok suçsuz kişi bu uygulamaların kurbanı olmuştu. Azerbaycanlı ünlü tarihçi ve aynı zamanda Sovyetler Birliği Kahramanı Ziya Bünyadov (1923-1997) “Qırmızı Terör”adlı eserinde Repressiya uygulamalarının 1930’larda başladığına vurgu yapıyor. Ayrıca, halk aleyhine özellikle de aydınlar aleyhine ceza tedbirleri 1937-1938 yıllarda daha da güçlenmiş, yüzbinlerce aydının amansız ölümü hayata geçirilmişti. Her hangi bir dil bilen de öldürülmüştü. Bu aydınlar “vatan, millet düşmanı” olarak nitelendirilerek öldürülüyorlardı. Suçlu olarak nitelendirdikleri insanların mahkeme duruşmalarının karar verme süresi toplam 15 dakika sürmüştü. Dolayısıyla bu süreye göre hesapladığımızda saatte 4 kişi, 24 saatte 96 kişi, ayda 2880 kişi ölüme veya sürgüne gönderilmişti. Yıllarca devam eden bu uygulamalarda yüzbinlerce kişinin kurban edildiği ortaya çıkmaktadır.

Ukaz Sürgünleri

Stalin’in uygulamaları 1940’lar da aynı şekilde devam etmişti. Bu sefer SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu Tarımsal ve Sanayi üretiminde çalışan işçilerle ilgili kararlar almıştı. Sovyet Yönetimi, “Ukaz-Ukazniki”“Karar-Kararname”emirleriyle devrimler yapmaya devam etmişti. Karar anlamına gelen Ukaz kavramına Stalin’e has birçok anlam yüklenmişti. Bu anlamları, Rasim Bayraktar “Eski Sovyetlerde Türk Kimliği” adlı eserinde şu şekilde açıklamaktadır:

-“Mesai saatlerin uzatılması ve izinsiz işten ayrılmanın yasaklanması;

-Özürsüz işe gelmemek, kendi isteğiyle iş yeri değişikliği yapmamak;

-Kalitesiz ürünlerin üretilmesiyle ilgili sorumluluklar;

-İş yerinde küçük hırsızlıklarla ilgili cezai müeyyideler.”

Ukaz kararları tarım ve sanayi çalışanlarına uygulanmıştı. Yukarıda açıkladığımız Ukaz kararları bu alanlarda çalışan bütün işlere uygulanmıştı. Uygulanan bu politikanın amacı ekonomiyi hızlandırmak olmuştu. Yoğun savaş döneminde SSCB ekonomisi’nin canlanarak değerini kazanması için halk kurban edilmişti. Stalin tarafından farklı politikaların uygulandığı bu dönem, SSCB’de büyük bir vahşet olarak yorumlanmıştı. Stalin uygulamalarının zirve yaptığı bu dönemle ilgili tarihçiler de buna dikkat çekmişledi. Bu konuyla ilgili önemli eserleri hayata geçiren Sovyet tarihçisi Zbignev Bzezinski şöyle aktarmaktadır:

“Eğer ileride bir gün Sovyet arşivleri tamamen açılsa bile Stalin’in yaptığı katliamların gerçek boyutlarını öğrenmek mümkün olmayacaktır. Muhalif Moskova Dergisi “Glasnost” 1987 yılının Ağustosunda yayınladığı bir yazısında, KGB’nin 1930-1940 yılları arasında öldürülenlerinin dosyalarını süratle ayda beş bin dosya imha ettiği belirtilmektedir. Anında veya belli bir işkence döneminden sonra öldürülenlerin arasında her kategoriden insan bulmak mümkündür. Politik muhalifler, ideolojik hasımlar, süpheli parti elemanları, suçlu bulunan ordu mensupları, Gulaglar vb.”

Sürgün edilen toplulukların yaşadıkları yerlerdeki uyum süreci de zor geçmişti. Her topluluğun kendi kültür ve yaşam tarzı mevcut olduğu için bazı sürgün halklar gönderildikleri ülkelerde sosyo-kültürel sorunlarla da karşılaşabilmişlerdi. Rasim Bayraktar çalışmasında bu konuyu şu şekile değerlendirmektedir: “Her ülkede hâkim olan farklı anlayışlar, uyum ve uyumsuzluklar, artık birkaç ülkenin değil, bütün insanlığın sorunudur. Sürgün edilen bu insanlar, muhacir, mülteci, sığınmacı, gurbetçi, öteki, yabancı ya da göçmen gibi farklı adlar almaktaydı. Dünyanın farklı coğrafyalarına dağılan bu insanların ortak kaderi ise, memleketlerinden uzakta çetin bir hayat mücadelesiyle karşı karşıya kalmalarıydı.”

Stalin dönemini özetleyecek olursak, 1920-1960’lı yıllar, I. ve II. Dünya Savaşı nedeniyle hem bütün dünya hem de SSCB’de yaşayan farklı milliyetler açısından çok zor geçmiştir. SSCB’nin kuruluşuyla başlayan ağır süreçte milliyetler açısından baskıcı politika uygulanmıştır. Bunun bir sonucu olarak SSCB’nin farklı bölgelerinde yaşayan Çeçen, İnguş, Karaçay, Malkar, Hemşinliler, Kürtler ve Ahıska Türkleri başta olmak üzere birçok halk sürgün ve çok sayıda cezalara maruz kalmışlardır. Stalinin kurbanları olarak tarihe geçen Kafkasya toplulukları II. Dünya Savaşının başlamasıyla hain ilan edilerek Sibirya ve Orta Asya’ya sürülmüşlerdi. Sürgün edilen bu halkların kesin sayısı bilinmemekteydi. Fakat ilerleyen zamanlarda açılan arşivlerle beraber hangi halkın nerelere sürüldüğü ve sayısı ortaya çıkmaya başlamıştır. Onlarca Müslüman-Türk milletianiden sürülmüş ve sayıları yüzbinleri geçmiştir.

Yararlanılan Kaynaklar

Niliufer Darvishova, Sovyetler Birliği’nin Sürgün Politikası ve Ahıska Türkleri Sürgünü

Rasim Bayraktar, Eski Sovyetlerde Türk Kimliği

Zbignev Bzezinski, Büyük Çöküş

Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi

Necip Hablemitoğlu, Sovyet Rusya’da Devlet Terörü

Robert Conquest, Büyük Tedhiş

Aleksandr Soljenitsin, Gulag Takım Adaları 1918-1956

Seyit Tuğrul, SSCB’de Sürgün Edilen Halklar

Ethem Fevzi Gözaydın, Kırım: Kırım Türklerinin Yerleşmeleri ve Göçmeleri

Kemal Özcan, Sovyet Belgelerinde Kırım Dramı

*Bu çalışmanın tüm hakları, Niliufer Darvishova’ya aittir.