TARİH /// Dr. Cengiz Aldemir : Milli Tarih Şuuru


Dr. Cengiz Aldemir : Milli Tarih Şuuru

25 Nisan 2024

Araştırma alanı olarak tarih; insan kayıtlarına yazılı ya da sözlü kaynaklara dayanır. Tarih bilgisi, geçmişteki olaylara ilişkin bilinenlerin tarih düşüncesi çerçevesinde yorumlanmasıyla oluşur. Tarihçiler, araştırmalarında çok çeşitli kaynaklar kullanırlar. Bu kaynakların önem sırasına göre belirli bir hiyerarşi içinde sınıflanması ve yorumlanması tarihçinin temel çalışma yöntemidir. Yazılı kaynaklar, sözlü kaynaklar ve fotoğraflar ile günlük eşyalar, masa ve vazo motifleri birinci elden tarih çalışmalarına temel oluşturabilir.

Tarih biliminin ilk yazılı kaynaklarından Türkler, Sümerler daha sonra Mısır, Hitit, Çin ve Hint uygarlıkları hakkında mitolojik muhtevalı bir takım bilgilere sahibiz. Tarih biliminin gelişmesine eski Yunandan Heredot ve Thukydides büyük katkılar yapmışlar ve bu katkılar Roma’dan Polybos tarafından devam ettirilmiştir. Ayrıca, Çin’de Pan ailesi ile Duyun tarih bilimine önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Antropologlara göre 4,5 milyar yıllık bir geçmişi olan dünyamızda canlı geçmişinin tarihi 3,5 milyar yıldır. 180 milyon yıl önce memelilere rastlıyoruz. İnsanoğlunun yaratılışından bu yana iki milyon yıl geçti. İki milyon yıllık tarihinde insan birbiriyle yani türdeşleriyle ve tabiat ile bazen savaş bazense barış dönemleri yaşadı. Bu süreç biçim değiştirerek halen devam etmektedir.

Acılar bitmez ve tükenmez bu savaşlar, ölümler ve barışla geçen iki milyon yıla karşı en eski uygarlığın bilinen tarihi on bin yıla dayanmaktadır. Gelecekle ilgili kaygılar taşıyan her insan, her sınıf, her ulus ve her toplum geçmişinden vazgeçemez. Geçmiş bugünü geliştirip geleceğin belirlenmesine yarayan tek hazinedir. Bu nedenle; kültürel mirasa sahip çıkmak, insanlık adına ideolojik bir tavır koymak demektir. Çünkü kültürel miras belli bir bilme ve kavrama süreci içinde edinilmektedir. Kültürel mirasa sahip çıkmak, bilincin yenilenmesi anlamına gelir.

İşte bu gelecek kaygısı ve tarih bilinci birbirini etkileyen iki süreçtir. Gelecek kaygısı tarih bilinci edinmeyi gerektirir. Tarih bilinci de gelecek kaygısının düşüncede biçimlenmesini sağlar. Açıktır ki tarih burada geçmişi hatırlamak anlamına gelmez. Tersine, tarih bilinci insana geleceği gösterir.

Aslında bütün Ortaçağ boyunca esas çatışma nedenleri siyasal ve ekonomik olsa bile çekişmelerin gerekçeleri dinsel olarak sunulmaktaydı. Türkler yüzyıllarca süren bir zaman içerisinde birçok din ve Prof. Cloude Cahen’in “Özel bir Müslümanlık” olarak ifade ettiği bu dini benimsediler.

Türk kitleler İslam dinini benimserken, büyük ölçüde eski inançlarını ve geleneklerini muhafaza etmekteydiler. Yine bu Türklerin çoğunluğu, karmaşık din kurallarını yayan din adamları ile kamları hatırlatan ve eski inançlarla yeni din arasında paralellikler kuran şeyhlerin nüfuzları altına girdiler.

Kısaca, ilk Türklerin Müslümanlığı eski inanç ve geleneklerin de içinde bulunduğu bir halk Müslümanlığı idi. Türklerin dünya üzerinde yayılış ve egemenliklerini bazı tarihçiler 4 ana devire ayırırlar: Hunlar, Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar. İlk iki devre İslam’dan önce ve Orta Asya’da yaşanırken sonrasındaki iki devirde İslamiyetle iç içedir. Selçuklular dört asır, Osmanlılar ise altı asır olmak üzere toplam bin yıllık bir süreçte üç kıtada Türk ve İslam dünyası adına uygarlık yarışında önemli eserlere imza atmışlardır.

Uzun süre Asya bozkırlarında göçebe ve savaşçı topluluklar olarak yaşayan Türklerin eski tarihinin ayrıntılarını ortaya çıkartmak son derece güçtür. Asya ve Avrupa’da aralarında Hun ve Göktürklerin de bulunduğu birçok siyasi birlik kuran Türklerin VIII. yy ortalarında İslamiyetle şereflenmeleri tarihlerinin dönüm noktası oldu. Arapların 751 yılında Taşkent Türkleri ve Karluklarla ittifak yaparak Talas Savaşı’nda Çinlileri yenmesi Orta Asya’nın Çin’in etkisine girmesini önleyip, gelecekteki İslamlaşması için uygun zemin hazırladı. Önce Selçuklular sonra Osmanlılar. İslam dünyasının önderliğini ele geçirerek bu dini Hindistan’a, Anadolu ve Balkanlara taşıdı. Nüfusu 200 milyonu bulan ve büyük bir bölümü Müslüman olan Türkler batıda Balkanlardan doğuda Sibirya’ya, kuzeyde Buz Denizi’nden güneyde Tibet’e kadar uzanan çok geniş bir alana yayılmışlardır. Türk adını taşıyan ilk devlet ise VI.yy ortalarında Orhun ve Selenga ırmakları arasında yaşayan Göktürklerdir. Selçuklular Türkistan’da ve Anadolu’da, Tabgaçlar Çin’de, Memlükler Mısır’da, Babürşahlar Hindistan’da ve Osmanlılar da üç kıtada egemenliklerini sürdürmekteydiler.

Bilim ve teknik alanında dünyanın önünde olan ve XV.yy başlarında top ve tüfekle tanışan Türklerin dünyanın bu gidişatına ayak uydurabilenleri egemenliklerini sürdürürken daha doğuda Asya’da kalanlar üstünlüklerini kaybederek tarih sahnesinden çekilmiş, Müslüman dünyası da bu çöküşten nasibini almıştır. Bu bize gösteriyor ki bozkır atlısı olarak kalan Türkler tarih sahnesinden çekilmiş, ateşli silah devrimine katılanlar yollarına devam etmişlerdir.

Bu yazıda amaç Türk Tarihi’ni yazmak değildir. Büyük Türk Tarihçisi Ebul Gazi Bahadır Han’ın ifadesiyle "Yüce Allah bana 100 yıllık ömür verse, 6 yaşında yazmaya başlasam, 94 yıl devamlı yazabilsem yine de Türk Tarihini yazdım diyemem".

Dolayısıyla amaç şanlı tarihimizi kısaca hatırlatmak ve tarih şuuru oluşturmaya katkı sağlamaktır. Milli Tarih Şuuru, topluma millet olma şuurunu veren vazgeçilmez kaynaklardan belki de en önemlisidir. Vatan,bayrak ve millet sevdasının temelinde tarih şuuru vardır. Bizi biz yapan değerlerin taşıyıcısı da tarihtir ve bu şuur bizlere geçmiş ve geleceğe kuşatıcı bir perspektiften bakabilme imkânı sunar. Gerçekten tarih; milletlerin hafızası ve ilham kaynağıdır.

Milli şuuru uyandırmanın yolu dil ve tarih şuurunu uyandırmaktır. Çünkü milletler ancak tarihlerini bilmek suretiyle milli şuura sahip olurlar. Bir millete mensup olmak, onu bilmek değildir. Milli şuur adı üstünde şuur demektir. Şuur ise, bilmek ve farkına varmak manasına gelir. Milletinin tarihini bilmeyen, kelimenin gerçek manası ile milli şuura sahip olamaz.

Milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır.

Atatürk, büyük bir Türk Milliyetçisi olarak kendisinin sahip olduğu milli şuurun bütün millete mal olması için çalışıyordu. Çünkü ona göre "Türk kabiliyeti ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça; bütün Türk çocukları istiklal fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan kişileri öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.” Türkiye Türklüğü veya Anadolu Türklüğünün Orta Asya Türklüğü ve kaynağı ile bağlarını koparmaya yönelik tarih görüşü, Anadolu’nun Türkleştiğini reddeden Mavi Anadolu’cu görüştür. Mavi Anadolu’cu görüş Türkiye’nin veya Anadolu’nun mozaik olduğu anlayışına dayanır.

Atatürk ise Türklüğü ve Türk tarihini bir bütün olarak ele almış ve öyle değerlendirmiştir. Ona göre Türklük ve Türk tarihinin kaynağı Orta Asya’dır. Bütün Türkler Orta Asya’dan dünyanın diğer bölgelerine dağılmıştır.

Atatürk’ün Türklüğün kaynağını Orta Asya’ya bağlayan ve bugün ilmi bir gerçek olan Türk tarihi anlayışını bir tarafa bırakarak, Türkiye Türklerine başka atalar aramak Türk tarihini saptırmaya çalışmaktadır. Bugün Türklükten nasibini alamamış ve milli şuur sahibi olmayanlar Orta Asya’dan devam edip gelen Türk tarihi anlayışı yerine durmadan Anadolu Medeniyeti, Türkiye Mozaiği gibi gariplikler icat etmektedirler. Türk Tarih Şuuru sahibi olmak, “Türkiye Mozaiği yok, Türk Milleti var” diyebilmektir. Atatürk’ün ifadesi ile “Türk Tarihi ve Yüksek Türk Kültürüne sahip olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkına Türk Milleti denir”. Türk tarih şuuruna sahip yeni nesiller yetiştirmek ve Yahya Kemal’in "Ben kökü mazide olan Atiyim" ifadesini ilke edinmek, her Türk aydınının görevidir.

Tarih hakkında kısa girişten sonra Türklerin tarih boyunca benimsediği dinleri gözden geçirmek faydalı olacaktır. Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar çok geniş coğrafi bir alana yayılmış bulunan Türkler İslamiyeti benimsemeden önce büyük ölçüde Gök Tanrı’ya inanıyor ve bazı kültürlerin etkisi altında bulunuyorlardı. Türklerin savaşlar ve göçler yoluyla yer değiştirmeleri, bu yayılma ve göç yolları üzerindeki birçok farklı kültür ve inançlara sahip halklarla ilişki kurmalarına ve etkilenmelerine yol açmaktaydı. Konunun uzmanlarının verdikleri bilgilere dayanarak; İslamiyet’in Türklerin yaşadıkları bölgelere ulaşması öncesi geniş bir coğrafi alana yayılmış bulunan Türk kitlelerinin Gök Tanrı dininin yanı sıra Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi inançların etkisi altında kaldıklarını söyleyebiliriz. Zamanın Türk devletlerinden Hazarların Museviliği, Uygurların Maniheizmi, Tabgaçların Budizmi ve Oğuzların Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmeleri bu ilişki ve etkilenmenin doğal bir sonucu olarak görülebilir. Büyük ölçüde ekonomik sıkıntılar ve nüfus yoğunluğu sonucu gerçekleşen Türklerin anayurtlarından göç etmeleri olgusu esas olarak güneye ve batıya olmak üzere iki doğrultuda gerçekleşti.

Batıya doğru göçen Türkler, İran’da hüküm süren Sasani İmparatorluğu engeli ile karşılaştılar. Bir bölümü Hindistan’a doğru yönelirken diğer bir bölümü de İran’a yakın bulunmayı sürdürdüler. Türklerin İslam dünyası ile ilişkiye geçebilmeleri ancak Sasani İmparatorluğu engelinin ortadan kalkmasıyla mümkün görünüyordu. Ancak Türkler, Sasani İmparatorluğu’nu yıpratmalarına rağmen çökertememişlerdi. Sasanileri ortadan kaldırmak, Müslümanlığı yeni kabul etmenin verdiği şevkle Arap ordularına nasip oldu. Arap orduları İslamın verdiği heyecanla ilerleyişlerini sürdürmekteydiler ve 634’de Yermuk Savaşı ile Bizans’ı Suriye’den çıkardılar. Araplar kısa sürede Maveraunnehir’e hâkim oldukları gibi akınlarını Talas’a kadar ilerlettiler. Bölgede hüküm süren Türk Hakanlıklarının birbiriyle olan mücadeleleri de bu durumu kolaylaştırıyordu. Böylece Orta Asya Hâkimiyeti için mücadele eden Türklerin Müslüman Arap ordularınca tasfiye edilmeleri üzerine bölgede Çinliler ve Araplar karşı karşıya geldiler. Abbasilerin iktidara geçmesinden hemen sonra gerçekleşen Talas Savaşı’nda (751) Araplar Türklerle birlikte Çinlilere karşı savaştılar. Bu önemli savaş sonrası Çin, Orta Asya’dan çekildi ve Araplar bölgeye hâkim oldular.

Emevilerin Müslümanlığı seçen, ancak Arap olmayan uluslara karşı baskı ve hor görme politikalarına karşı Abbasiler, halkı Arap olmayan bölgeleri de Araplarla eşit gören daha ılımlı bir yönetim anlayışını benimsemişlerdi. Arapların yenilgiye uğrattıkları milletler giderek İslamlaşmaya başladıklarından; müslüman din adamları ve tüccarlar daha önce başka inançlara mensup din adamları ve tüccarların yolunu izleyerek bu defa Türklerin yaşadıkları bölgelere gelmeye başladılar. Ayrıca, Abbasilerin yanı sıra Samaniler devletinin de özellikle ordu yönetiminde Türklerden yararlanmasının İslamın bu kitleler arasında yayılmasına yardım ettiği söylenebilir.

Yalnız Türklerin İslamlaşmasında gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta; Türklerin bu yeni dinin birçok unsurunu Araplardan değil, daha önceleri ilişkide bulundukları, birçok ortak noktalara sahip oldukları Acemlerden almış olmalarıdır. Buna göre İranlılar Türklerin İslam Uygarlığı’nı benimsemeleri konusunda bir köprü vazifesi görmüşler ve onlara yol göstererek etkilemişlerdir. Bu etkileri daha sonraki yüzyıllarda edebiyat, sanat ve idare sistemi gibi birçok alanda görmek mümkündür.

Türklerin X.yy’da yaşadığı bölgelerde Arap egemenliği altında bulunmaktaydı. İki yüzyılı geçen bir süreyi kapsayan bu egemenlik sürecinde gelişen siyasal, ekonomik ve kültürel ilişkiler Türkler arasında İslamın yayılmasına hız kazandırmıştı. Türklerin büyük şehirleri, İslam kültür ve medeniyetinin önemli merkezleri haline gelmeye başlamıştı. O zamana kadar askerlik sanatındaki üstünlükleriyle tanınmış olan Türkler, artık yeni dinlerine başka bir deyişle İslam medeniyetine katkı sağlayabilecek bir devlet kurabilecek duruma gelmişlerdi.

Öyle ki, Arapların egemenliğinde sık sık ayaklanan halifeleri dahi değiştirme gücüne sahip hale gelen Türkler, artık kendi devletlerini kurma aşamasına gelmiş durumdaydılar. Bu şekilde IX.yy’dan başlamak üzere çok geniş bir coğrafi alanda kurulan Müslüman Türk devletleri arasında Tuluniler, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Harzemşahlar gibi devletler sayılabilir. Türklerin İslam dinini benimsemeleri konusunda birçok tartışmalar yapılmış ve farklı görüşler ileri sürülmüştür. Türklerin İslamı benimsemelerinde en çok etkili olan faktörler şu şekilde sıralanabilir.

1- Eski Türk inançları ile İslamiyet arasındaki benzerlikler,

2- Araplar ile Türkler arasındaki yoğun ekonomik ilişkiler,

3- İslam uygarlığının üst uygarlık olarak Türkleri etkilemesi,

4- Müslüman şeyh ve dervişlerin yoğun tebliğ faaliyetleri,

5- Araplarla uzun süren savaşlar sonucu uygulanan baskılar.

Türklerin uzun bir zaman sürecine yayılan İslamı benimseme olgusunu bu sebeplerden birine veya bir kaçına bağlama eğilimine birçok tarihçide rastlamak mümkündür. Oysa, Türklerin İslamı benimsemelerinde tek bir neden rol oynamamış; yukarıda sıralanan ekonomik, siyasal ve toplumsal nedenlerin tümü birden farklı düzeylerde etkili olmuşlardır.

Bilindiği gibi Türkler İslamı doğrudan Araplardan değil İran kültürünün merkezi Horasan yoluyla almışlardı. Zaten İran uygarlığı daha Türkleri etkilemeden önce İslam dini üzerinde de önemli etkilerde bulunmuştu. Kaldı ki; İslamiyet yayılması sırasında İran’dan başka uygarlıklar ve dinlerle de karşılaşmış ve bunlardan etkilenmişti. Yine İslam’ın yayılması sonrasında çeşitli mezhepler ortaya çıkmış; dinsel kavram ve kurallar farklı yorumlamalar nedeniyle olduğu kadar, siyasal nedenlerle de kıyasıya bir mücadele içine girmiş bulunmaktaydı.

Dr. Cengiz Aldemir

İnceleyeceğiz ...